24 Mart 2019 Pazar

KOŞULLAR & ŞARTLAR

Amatörce bir web sitesi kurmaya çalışıyorum. Bir zamanlar üyesi olup daha sonra ayrıldığım Danimarka merkezli SimpleSite adında bir yazılım şirketi çalıyor kapımı. Gönderdikleri e-postada adeta yalvarıyorlar, niye vazgeçtiniz, neyimizi beğenmediniz türünden nağmeler... "Bakın biz kendimizi yeniledik, beğeneceğiniz özellikler ekledik, üstelik hiçbir ücret de talep etmiyoruz." diyerek ısrarlarını sürdürürken İdea-Soft gibi şirketlere onca para ödemek yerine cazip bulduğum tekliflerini kabul edip yeniden üye oluyorum. Arkasından bir teklif daha alıyorum (!) Aylık 1,00 USD ödersem istediğim isimde bir web-adresi adı verilecek, üstelik bu rakama alan (domain) ücreti de dahil. Ayrıca beş adet e-mail adresi ve beş ürün için E-Ticaret imkanı veriyorlar. Benim için aliyyülala bir teklif. Hemen web sitemi oluşturmaya başlıyorum. Çok fazla olmasa da bana yeterli olacak şablonlar mevcut. 

Web sitemin adını www.kaystrostasev.com olarak alıyorum. İlk olarak ödeme aracı yönünden duvara tosluyorum. Ödemeler sadece bütün dünyada geçerli olan PayPal üzerinden yapılıyor. PayPal, ülkemizle anlaşmazlığa düşünce uzunca bir süredir Türkiye'deki çalışmalarını askıya almış. Bu durumda sipariş edilen ürün sepete eklenip ödeme safhasına gelince "Üzgünüz, mağaza şu anda siparişinizi kabul edemiyor." kabilinden bir mesajla karşılaşılıyor. Yönetime sorunu iletiyorum. Türkiye'de henüz ekibini kurmadığından olsa gerek yazışmaları İngilizce yapabileceğime dair bir e-posta alıyorum. Yazılımın sadece PayPal ile yapılan ödemeler için olduğu bunun dışında bir ödeme sistemi getiremeyeceklerini söylüyorlar önce. Nazik ifadelerle başka bir sorunum olduğunda kendileriyle irtibata geçmekte tereddüt etmemem gerektiği vurgulanıyor. Bundan yüz bulup arka arkaya birkaç kez yazışıyorum. Sorularıma verilen cevaplar hemen ertesi gün geliyor. "Türkiye'de başarılı olamazsınız, ülkede mevcut olmayan bir ödeme sistemi niye tercih edilsin ki." diye ısrar ediyorum. Bu sorunumun üst makamlara iletildiğini ancak çözülüp çözülemeyeceği veya bunun ne kadar zaman alacağı hususlarında bir söz veremeyeceklerini söylüyorlar. Beklediğim cevap çok geçmeden geliyor. "Size iyi haberlerimiz var. Probleminizi çözdüğümüzü sanıyoruz. Şimdi ödemelerde banka havalesi ile ödeme seçeneğini koyduk." İşte bu tam aradığım şey, seviniyorum. Ancak, web marketimiz satışa açılmadan önce bir şey daha yapılması lazımmış. İşte o sihirli kelimelere geliyor sıra... "Terms & Conditions" Web sitesi şablonunda kullanılan dil Türkçe olduğu için bu ifade matbu olarak "Şartlar ve Koşullar" olarak çevrilmiş. Her adımda neyin nasıl yapılacağına dair yardım kutucukları var. Bu "Şartlar ve Koşullar" neleri içerecek, neler yazılmalı gayet güzel anlatılıyor. Ben de adım adım kendime uygun olan satış şartlarımı yazıyorum. 

Akşam eve döndüğümde eşime gösteriyorum yazdıklarımı. İlk tepkisi "Yanlış yazmışsın." oluyor. "Şartlar ve Koşullar" diye bir ifade olmaz. İkisi eş anlamlı. Bir anda kafama dank ediyor. Ben bu hatayı nasıl yaptım. "Hemen düzeltirim." diyorum. Yıllarca bir sürü sözleşme geçmiş elimden. Bu sözcükler o kadar tanıdık geliyor kulağıma oysa. Düzeltmek için siteye giriyorum. "Yok bu hatayı ben yapmamışım, şablonda bu şekilde." diyorum eşime. Bu beni bir nebze temize çıkarmış olsa da merakımı cezbediyor, araştırmaya başlıyorum. Nice namlı şirketlerin sözleşmelerinde İngilizce "Terms & Conditions" ifadesinin Türkçesi "Şartlar ve Koşullar" olarak çevrildiği gibi sözlük çevirilerinde de aynı karşılığın yazıldığını görüyorum hayretle. Üstelik böylesine önemli bir hata hiç kimsenin nazarı dikkatini çekmemiş olacak ki, İnternet üzerinden yaptığım araştırmada bir sonuca ulaşamıyorum. Kafaya takmışım bir kere; Şu Terms ile Conditions arasında farkı yabancılar nasıl görüyorlar diyerek çalışmalarımı derinleştiriyorum. Ve aradığımı buluyorum sonunda, ya da bulduğumu zannediyorum.

Bir satış sözleşmesinde "Term-Şart", satılan mala ilişkin "Alıcı" nın yerine getirmesi beklenen hususlara açıklık getirirken, "Condition-Koşul" ise kararlaştırılan bir süre içinde satışın gerçeklemesi veya cayma hakkı için "Alıcı" tarafından yapılması gereken konuları açıkladığını anlatıyor bir yazı.

Kafam daha çok karışıyor. Aynı belirsizlik yabancı ülkelerde de var demek. Aslında "Terms of Use-Kullanım Koşulları" de gitsin ancak satıcılar ne olur ne olmaz diye sözcük tekrarı yapmayı tercih ediyorlar. Bir başka yerde farklı bir şey buluyorum:

Aslında yasal olması bakımından gereksiz bir laf kalabalığı olarak açıklıyor bu ikilemeyi. Bununla birlikte birileri çıkıp teknik açıdan küçük bir farklılık ileri sürebilir yine de. "Terms-Şartlar" tarafların sözleşmenin bir parçası olarak üzerinde anlaştıkları hususlardır. Bunlar bazen spesifik durumlar ya da bu durumların sebep olduğu "Conditions-Koşullar" olabilir. Bu yüzden tüm "Conditions-Koşullar" sözleşmenin "Terms-Şartları" dır. Ancak  bütün "Terms-Şartlar" sözleşmenin "Conditions-Koşulları" değildir. 

En iyisi bu konuyu daha fazla kurcalamamak. İngilizlerin kullandığı bu iki kelime yani "Term" ve "Condition" aslında "Legal Doublet" dedikleri bir ikileme. Hikaye 1066 yılına götürüyor bizi. Fransa Kralı William, Hasting Savaşında İngiliz Kralı Harold'u alt ediyor. İşgal ettiği İngiliz topraklarına soyluluk kavramını getiriyor William. Böylelikle iki sınıf oluşuyor. Fransızca konuşan elit sınıf ile İngilizce konuşan işçilerin oluşturduğu çalışanlar sınıfı. Bu sırada İngiliz diline yaklaşık 10.000 Fransızca sözcük geçiyor. Orta Çağ yazar ve hukukçuları toplumun her kesimi tarafından anlaşılsın ve kabul görsün diye her iki dildeki sözcükleri birlikte kullanmak zorunda kalıyorlar. Bu ikilemeler bir süre sonra Orta Çağ modası haline gelerek hem İngiliz hem de Fransız hukukçuları tarafından aynı ya da yakın anlama gelen sözcükler tekrarlanmaya başlıyor. Şimdi bir kısım hukukçular bu ikilemelerin gereksiz laf kalabalığı ve karışıklığa neden olduğunu savunup bu tür terimlerden kurtulunması gerektiğini savunuyor ancak  kayda geçmiş onca yasal doküman dikkate alındığında böyle bir değişikliğin yapılabilmesi oldukça zor görünüyor. 

Sonuç olarak, "Şartlar ve Koşullar" terimi Türk Dili kurallarına göre bir hilkat garibesi olarak sözleşmelerde yer almaya devam ediyor. Bunun yerine "KULLANIM KOŞULLARI" terimini kullanmak en doğru olanı. 
                

12 Mart 2019 Salı

Hiç bir insanı öldürdünüz mü?

Uzun bir ara verdim yine. Nihayet kırdım zincirimi. Uzun zamandır "Quora" yı takip ediyorum. İlginç sorulara daha ilginç cevaplar veriliyor bu platformda. Sadece İngilizce dilinin kullanıldığı bu web sitesi oldukça ciddi çalışıyor ve sorulara verilen cevaplar referans gösterilerek ya da fotoğraflarla destekleniyor. Bozuk dil ve gramer kullanımına, laf olsun diye gayr-ı ciddi cevaplara veya kötü amaçlı kullanımlara izin vermiyor yönetim. Aklınızdan geçen ve merak ettiğiniz bir soruya dünyanın değişik milletlerinden tarafsız ve sağlam cevaplar gelebiliyor. Özellikle Türkiye ile ilgili bir soruya yabancı bakışıyla verilen cevaplar ilgimi çekiyor ama bu sefer ultra ilginç bir soru ve ona verilen cevaplar beni çekti kendine. Soruyu başlığa koydum. Verilen cevaplardan bir tanesinin ilk cümlesi oldukça şaşırtıcıydı. Uzun bir hikaye fakat sonuna kadar okumaktan kendimi alamadım. Sonra da Türkçeye çevirip burada paylaşmak istedim. Bir Amerikan vatandaşı son derece duygusal ve destansı bir şekilde içini döküyor. Soruyu tekrar hatırlatarak başlayalım.

HİÇ BİR İNSANI ÖLDÜRDÜNÜZ MÜ?

Evet, annemi...
Ortaokula giderken anneannemin felç geçirdiğini anımsıyorum. O yaşımda inmenin kötü bir şey olduğunu biliyordum ancak tam olarak ne manaya geldiğini asla anlamamıştım. Yine hatırladığım kadarıyla annem bir bakım evinde onu sık sık  ziyaret etmek zorundaydı. Ziyarete giden tek kişi annemdi ve teyzemle amcam onu yalnız bıraktıkları için sık sık söylenirdi. Bu sefer ilk kez yanında götürmüştü beni. Hatırlamaya çalışıyorum ama aklımda kalanlar net değil: cansız yatan anneannem, beyin ölmüş ve onunla konuşmaya çalışan annem, aşırı derecede bitkin, yenilmiş. Ortamda dışkı ve ölüm kokusu var sanki. Annem sık sık sonunun bu şekilde olmasını arzu etmediğini, benzer bir durumun başına gelmesi halinde onu öldürmem için kesin söz vermemi isterdi. Bu konular için çok küçüktüm ve henüz bunları düşünecek durumda değildim.

Üniversiteyi bitirdikten sonra annemden uzakta yaşamayı düşünmüyordum, babamı kaybedeli çok zaman olmuştu. İlk torunu gibi sevdiği Akita cinsi köpeğimle birlikte anneme uğrardım sık sık. 20'li yaşlarımın sonuna doğru hayalimin ötesinde birbirimize yakınlaştık ve birlikte çok daha fazla zaman geçirmeye başladık. Müthiş bir kadındı. İş hayatına atılıp yaşamın gerçekleriyle boğuşmaya başladığım ana kadar fark edememiştim bunu. Gençlik yıllarımda hayat hakkında düşündüğümden daha fazla bilgi sahibi, çok yer gezip görmüş, dünya gerçeklerini özümsemiş biriydi o.

2004'te test yaptırmak için kendisini hastaneye götürmemi istedi. Çıkan sonuçlar, kalın bağırsağında iyi huylu bir tümörün tespit edildiğini gösteriyor ve ameliyat öneriliyordu. Geriye dönüp baktığımda yanlış doktorla yanlış yönlendirildiğini düşünüyorum. O her zaman bir şeyin korkusuyla yaşamaktan ziyade onunla yüzleşmeyi tercih ederdi. Bu yüzden hemen ameliyat için gün aldı. Başka bir yerden görüş almaya gerek duymadı, sadece pembe dizilerindeki iyi görünümlü doktora inanmıştı o.

Ameliyattan sonra bağırsak hareketini görmek için dışarı çıkması gerekiyordu ki eve dönebilelim. Fakat beklediğimiz olmadı. Sadece o da değil, sık sık spazmlar girip ağrılar içinde kıvranmaya başladı, sürekli olarak ağrı kesiciler istiyordu (hiç yapmadığı bir şeydi bu, asla kendi isteğiyle ilaç kullanmamıştı o ana kadar). Beklenmeyen bu davranışını çektiği ağrılara bağlamıştım.

Hastanede geçirdiğimiz üçüncü günde annemin yanında ona refakat eden agresif kız kardeşi, annemin niye bu durumda olduğunu sordu cerraha, olan biteni öğrenmek için doktoru iyice sıkıştırdı. İstediği açıklamaları alamayınca sorularına açıkça cevap verilmesini istedi. Şaşırıp kalmıştım öyle, bu konularla ilgili hiçbir bilgim yoktu, annemin körü körüne inandığı sağlık sistemine ben de aynı derecede bağlanmıştım. Teyzem ertesi gün annem iyileşmezse onu başka bir hastaneye nakletmemiz gerektiğini söylediğinde ben hala olan bitenin farkında değildim.

Sabahın 4'ünde her zaman yaptığım gibi annemin yanına geldim. Gözlerini kapatmış, yatağında uzanıyordu. Sağ elinin parmakları hareket ediyordu. Aşağı salona indim ve çığlık atarak yardım istedim. Korkunç bir şeyler olduğunu biliyordum. İki dakika sonra hemşirenin biri beni sakinleştirip olan biteni nihayet anladı ve hemen harekete geçtiler. Ama artık çok geçti...

O gece bütün aile toplandı, komaya giren annem yoğun bakım ünitesine alındı. Felç geçirmişti. Bizim için büyük bir yıkımdı bu. Ameliyattan önce kullandığı ve kanında daha çok pıhtılaşmaya neden olduğunu söyledikleri Plavix adlı ilacı kesmesi gerekiyordu. Ben bu ilacı kullandığını dahi bilmiyordum. Bundan başka felç geçiren hastalara verilebilecek kan inceltici "pıhtı avcıları" olduğunu söylediler ama yeni ameliyat olduğu için annemde bu iç kanamaya neden olabilecekti. Hastalığını seyri iyi değildi ve gittikçe daha da kötüleşiyordu.

Yaşım ilerledikçe onun iradesi ve yaşama bağlılığı gibi konularda sohbet etmiştim annemle. Eğer günün birinde felç geçirmesi halinde onu öldürmemi her istediğinde vasiyetine yazdığı takdirde bunu yapabileceğimi söylemiştim. Hastanede geçirdiğimiz süre boyunca her yerde Terry Schiavo'nun öyküsü canlanıyordu gözümde. Ona inme geldikten bir gün sonra isteği üzerine eve dönüp kasasına baktım. Kasayı buldum. Vasiyeti aradım. Yerinde yoktu. Avukatı ile irtibata geçtiğimde, vasiyetin bir kopyasını anneme gönderdiğini ama ondan geri alamadığını söyledi. Kahretsin (!)

Önceleri aile desteğini benden esirgemedi ama esas yük benim omuzlarımdaydı. 33 yaşındaydım ve ortağı bulunduğum bir şirkette başkan yardımcısı olarak görev yapıyordum. Bundan başka herhangi bir sorumluluğum olmamıştı o ana kadar. Aşırı dindar bazıları ona dua ettiklerini ve iyileşeceğinden emin olduklarını bilmemi istediler. Ben ise bundan pek emin değildim. Doktorlarından onu yaşam desteklerinden çıkarmalarını istedim. Onlar bunu yasal bir vasiyet olmaksızın yapamayacaklarını söylediler. Bazı avukatlara danıştım, bu kez şansım yaver gitmiş görünüyordu.

Yoğun bakımda 30 gün geçirdik. Ameliyat ve felç olmasının üstüne bir de mikrop kaparak MRSA ile sarsıldı. Hayatımın en kötü anlarını yaşıyordum, komada yatan şişmiş bir vücut, her taraftan sarkan tüpler... İnmenin son derece ciddi olduğu ama bir "mucize" gerçekleşerek sonradan aldığı enfeksiyondan değil ama inmeden kurtulduğu söylendi. Yaşamı sona erdiğinde annesi gibi sebze olacağını söylerdi bana. Ancak daha da kötüsü oldu, onu bakım evine yatırmak zorunda kaldım. Onun gibi akut hastalara yer verebilen tek yer annesinin öldüğü bakım eviydi.

30 günün sonunda mikrobu atmıştı ve artık onu hareket ettirmenin zamanı gelmişti. Sabah onu yürütmeye çalışırlarken oradaydım. Sonunda biraz daha iyi görünüyordu. Biraz... Hastaneden taburcu edileceğini ve hep onunla birlikte olacağımızı ve onu sevdiğimi söyledim. Bir süre sonra otuz günden beri ilk kez gözlerini açtı ve bana "Seni seviyorum" diye mırıldandı. Yüreğim adeta kanatlandı. Belki bir ümit ışığı belirmişti (!) Onunla yeniden iletişim kurmaya çalıştım ama o yine 30 gün boyunca yaşadığı belirsizlik sürecine geri döndü.

Dışarı çıktım ve ailemden yakınlarımı aradım, mutlu oldular. Geri döndüğümde asansörün önünde nöroloğu beni rahatlamış bir şekilde gördü. Neden bu kadar mutlu olduğumu sordu ve ben de söyledim. Bana inanmadı ve beyninde oluşan hasar göz önüne alındığında böyle bir şeyin neredeyse imkansız olduğunu söyledi. Hastayı gelip görmek istedi. Odasına yaklaştığımızda küçük el fenerini çıkardı ve yüksek sesle şunları söyledi: "Bayan Wiley, Bayan Wiley beni duyabiliyor musunuz?" Beni duyabiliyorsan başını salla. Cevap yok. Bana dönerek bazen istediğimiz şeyleri gördüğümüzü ancak en doğrusunun gerçekleri kabullenmek olduğunu söyledi. Onu geri iterek anneme yumuşakça seslendim. "Anne beni duyabiliyor musun?" Başını salladı ve gözlerini açtı. "O kim?" dedi belli belirsiz. Hiç kimsenin önemi olmadığını zaten az sonra onun da ayrılacağını söyledim. Doktordan bizi yalnız bırakmasını istedim. Doktor el fenerini indirdi ve yaşamı boyunca gördüğü en büyük mucizeye tanıklık ettiğini söyledi. Benim beklentim ise çok daha fazlasıydı.

Bakımevi kabus gibiydi. Bana hastanedeki bakım standardının ne kadar kötü olduğu söylendi ve yapmam gerekenler anlatıldı. Başhekim gerçekçi bir adamdı, umut vadeden haberler vermesi için pohpohladım onu ama cevabı "Göreceğiz." oldu. Sol tarafı tutmuyor, ağzında ve burnunda respiratör takılı, tüple besleniyordu. Hastalık hakkında her şeyi okudum ve her gün kendisini ziyaret ettim. Bakımevinde ona yeterince itina gösterilmediğini ve acilen yanına yardımcı getirmek gerektiğinin fark etmiştim. İdarecilerle mücadele etmeye başladım. Bana savaş açtılar. Avukatlarımı getirip ihlal ettikleri yasaları hatırlatıp tehdit ettikten sonra geri adım attılar. Sadece birkaç ay sonraki doğum gününde onu eve götürmeye karar verdim.

Bu arada şunu da belirtmeliyim ki annemin dar günler için kenara koyduğu bir parası olduğu için şanslıydım. Bu bana farklı yerlerden görüş almama ve onu eve getirme konusunda gerçekçi bir yol izleme esnekliğini sağladı. Önce respiratörünü çıkardım. Ondan daha kötü bir şey yoktur. Asla bu kadar kötü hiç bir şey olamaz. O zaman güç bela yazı yazabiliyordu, ancak sadece sayfanın sağ alt kısmına kısa bir şeyler karalamıştı. Adını yazıp imzalamıştı. Böylece onun vekaletnamesini ve sağlık konusunda vekilliğini aldım. Buradaki terapinin berbat halini göstermek için kendi yakınlarımızı çağırdım ve zaman içinde cihaz olmaksızın nefes almaya ve konuşmayı başardı (!)

Ekseriyetle saçma sapan konuşuyordu ama bazen konuştukları bir anlam ifade ediyordu. Apansızın benden onu öldürmemi istedi. Bunun mümkün olmadığını söyledim ancak o bunu hemen unuttu. Beynindeki hasar büyük olduğu için mantıklı konuşma yeteneği gidip geliyordu. Bazen çok komik şeyler yapıyordu, buna çok üzülüyordum ama kendimi gülmekten alıkoyamıyordum. Sık sık yastıkla onu boğmamı isterdi, ben bu konuyu yarın konuşalım diyerek geçiştirirdim. Bu zorlu yolculukta ona ihtiyacım vardı. Olanı biteni bütün aile ve doktorlar izliyordu. Merak ediyorsanız, evet onu bu duruma sokanları dava etmeye çalıştım, ancak inmelerde doktor ihmalinin kanıtlanması zor görünüyordu. Zengin bir bölgede yaşıyoruz, bu tür yerlerde şüphesiz jüriler doktorların tarafında yer alacaktır. Yani bu tür bir davayı kabul edecek bir avukatlık bürosu bulmak hayli zor. İşime bakmaya karar verdim, yapılacak daha önemli işlerim vardı.

Doğum gününden tam iki gün önce onu eve getirdim. İnme başlayalı tam altı ay olmuştu. Bakımevinde bakımın nasıl yapıldığını iyice öğrenmiştim. Aslında o kadar karmaşık değildi zaten. Bunu yapabileceğimiz konusuna kanaat getirdim. Yaş gününü evde aile fertleriyle birlikte kutladık, aslında kutladığımız onun bizden ayrılışıydı, ama o bunun farkında değildi.

İşin en zor kısmı iyi bir destek alabilmekti. Evde verilen sağlık hizmetleri yetenek ve iş ahlakına göre değişiklik göstermekte. Bunun için çok para harcadık ama gerçekten oldukça zorlu bir işti bu. Devamlı altı temizlendi. Acı ama gerçek... Annem geçirdiği felci sanki ayağı uykuya dalmış gibi tanımlardı. Ona dokunmazsan sorun yok ama hareket ettirdiğin takdirde fena halde can yakar. Onu usulünce hareket ettirebilen, canını yakmayıp öfkelendirmeyen yardımcılara ihtiyacım vardı. Fena halde sinirlenir yardımcıyı suçlardı. Sonunda ona biraz ilaç verdim, bu büyük fark yaratmıştı. Yine de yetmişten fazla yardımcı kadın işe aldım, işine son verdim, bunların bazıları hakkında sayfalar dolusu yazabilirim. Neler, neler...

Neredeyse dört yıl boyunca bu böyle devam etti. Bütün bu işlerin arasında nişanlandım ve daima yanımda bana destek olan mükemmel biriyle evlendim. Ona birkaç kez genç ve güzel olduğunu istediği gibi bir hayat sürmesi gerektiğini oysa benim yetmişinde felç geçirip yatağa düşen annemle ilgilenmek zorunda olduğumu söylemiştim. O da bana annesinin bir erkeği değerlendirmek için her zaman kendi annesine olan davranışına bakılması gerektiğini hatırlatır ve benim kadar iyi bir evlat görmediğini söylerdi. Böylece yanımda kalmayı tercih etti.

Ayrıca işimde kariyerimi de kaybetmek zorunda kaldığımı eklemeliyim. Her sabah ve geceleri anneme gittim, olabildiğince yanında geçirdim vaktimi. Arkadaşlarım benim de hayatımı yaşamaya ihtiyacım olduğunu söylediler. Kaldı ki annem de böyle yapmamı istemezdi. Ailem aynı şeyleri söyledi. Ben onlara dönüp dedim ki, eğer o yatakta yatan ben olsaydım annem benim yaptıklarımın aynısını hatta çok daha fazlasını yapardı. Ve bu durum böylece devam etti gitti...

Yine bir gece ziyarete gittiğimde yatağında oturur pozisyonda gözlerini bir noktaya odaklamış halde buldum onu.
"İşte geldin, bekliyordum seni" dedi.
"Üzgünüm anne, elimden geldiğince acele ettim." dedim.
"Beni üç aydır nasıl böyle yalnız bırakabildin?" diye sordu. (Neredeyse dört yıl olmuştu.)
"Affedersin anne." dedim.
"Senden beni öldürmeni istemiştim. Şimdi al şu yastığı ve boğ beni. Seni ancak öyle affederim." dedi.
"Üzgünüm anne. Bunu şimdi yapmam mümkün değil ama sen bana yarın hatırlat, ne yapılabilir bakarım." diye cevap verdim.

Saatler, saatler boyunca konuştuk. Ne bir karışıklık ne de saçmalama. İşte % 100 bu benim annemdi. Bu bir hayaldi. Eve geç döndüğümde eşim bu vakte kadar ne yaptığımı sordu. "Annemle sohbet ediyorduk, hem de eskiden olduğu gibi. Sanki bir şeyler hafızasına geri gelmiş gibi... İlla kendini bana öldürtecek."  

Ertesi gün aklı hala aynı yerdeydi ve açıkça istediğinin hemen yapılmasını istiyordu. Bu yüzden birkaç yıl önce değiştirdiğim işgüzar doktoru aradım ve bana yapılacak tek şeyin beslenme tüpünü çıkarmak olduğunu bunun için eğer akıl sağlığı yerinde ise onun rızası gerektiğini söyledi. Ancak ilk olarak onu görmek istedi. (Artık biz bile onu nadiren görüyoruz, benim gayem annemi mikropların cirit attığı hastanelerden ve doktor muayenehanelerinden uzak tutmaktı)

Doktoru ziyaret ettik, annemin zihinsel faaliyetlerinin yerinde olup olmadığını belirlemek için bir uzman psikiyatrı aradı. Otuz soru sordular. Bütün cevapları doğru bildi. Teyzem hayrete düşmüştü, çünkü o dahi birkaç soruyu yanlış cevaplamıştı. Daha sonra avukatımı çağırıp üzerime aldığım sağlık vekaletini iptal ettirdim, vicdanım rahat, bu sadece onun kararı olacaktı şimdi. Ne yazık ki ona gerektiği gibi bakamadığımı ve bir bakım evine yatırıp parasını kilitli bir kasaya koymam gerektiğini söyleyen bazı aile üyelerinden özellikle uzak durdum. Bu da uzun hikaye ama biz yine devam edelim.

Sonunda tüpü çıkartmak için birkaç hafta sonrası için bir gün belirledik. Onu tanıyan herkesi durumdan haberdar ederek gelip vedalaşmalarına izin verdim. Bu süre zarfında akıl sağlığı inanılmaz derecede yerindeydi. O güne kadar son iki haftayı tamamen birlikte geçirdim. Tuvalet ihtiyacı ve duş almak dışında onun yanından hiç ayrılmadım. Sohbet ettik, eskiden birlikte hoşlandığımız filmleri seyrettik, güldük, eğlendik. Yatağının yanındaki şezlongda uyudum ve neredeyse 7 gün 24 saat ellerimiz birbirinden ayrılmadı. Sonra beslenme tüplerinin çıkartılma anı geldi çattı.

Bana susuzluk ve açlıktan ölmenin haftalar sürebileceği söylenmişti. Yine dirençliydi(!) O kadar ki dudaklarını nemlendirmek için buz parçalarını bile kabul etmedi. Bu kadar kötü bir şekilde hayatına son vermek istedi, böylesine inatçı ve kararlı birini daha görmemiştim.

Sağlık Bakanlığından gelip yüklü miktarda morfin bıraktılar. Elimizde fazlasıyla sıvı Vicodin vardı ama aşırı derecede gaz yaptığı ve dışarı çıkmakta sorun yarattığı için onu hiç kullanmamıştım. Fakat bunun bir önemi yoktu artık. Bu yüzden ilk üç gün ona Vicodin verdim. Dördüncü gün Cumartesiydi ve bütün aile onunla son olarak vedalaşmaya geldi. Zayıflamaya başlamıştı. Birçoğu onunla yalnız kalıp vedalaşmak istedi ve ölmeden önce yakınlarını son kez görmesinden mutluydum.

O akşam saat 17.00'de soluk alıp vermeyi hala sürdürüyordu. Onun gibi fiziğe sahip bir kadının dört gün boyunca bir şey yiyip içmeden yaşamaya devam etmesi etkileyiciydi. Sonra uyudu. Umduğum destansı bir vedalaşma şansına sahip olamadım ve artık içimden bir ses onun yeniden uyanamayacağını söylüyordu. Saat 19.00 sularında battaniyesini düzeltiyordum, yatağında doğrulup  beni yakaladı, gözlerimin içine bakarak kalan enerjisinin ötesinde bir tutkuyla "SENİ SEVİYORUM." dedi.

Hemen sonra geriye düştü. Size ruhunun hemen orada vücudunu terk ettiğini söyleyebilirim. Bunu gördüm diyemem ama böyle olduğunu biliyordum. Bana anlatılanlara göre bilincini kaybettikten sonra nihai ölüm gerçekleşene kadar muhtemelen bir haftası daha vardı. "Ölüm hırıltısı" hakkında ikaz edilmiştim, ölüm yaklaşırken soluk alma esnasında çıkan korkunç bir sesmiş bu.

Artık o haftasını da doldurmuş başka haftası kalmamıştı ancak ölüm hırıltısından da eser yoktu. Yardımcılarına gitmelerini, onları yarın sabah arayacağımı söyledim. Sonra, bir taraftan katıla katıla ağlarken ona morfin verdim. Sonra yanındaki şezlonguma oturdum ve elini tuttum. Sanırım biraz kendimden geçmiştim, haftalarca bir şezlongda uyumak, yıllar süren ıstırap ve stres beni yıpratmıştı. Uyandığımda eli soğuktu, O gitmişti. Perde kapanmıştı.

İşte böyle... Evet, ben birini öldürdüm, sevgili annemi, yaşadığım 47 yıl boyunca gururunu taşıdığım başka bir şey daha var fakat bu başka bir günün başka bir hikayesi.

Bu destanı okuduğunuz için teşekkür ederim.

Böyle bitiriyor sözlerini. Bu yazı Quora' da yayınlandıktan hemen sonra çok sayıda soru ve destek mesajları alıyor kahramanımız. Belki ilerideki yazılarımdan birinde bunlardan bahsetmeye devam ederim.
Ülkemizde yasal olmayan bu uygulama hakkında ne düşünüyorsunuz?