25 Ekim 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 218

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili DeepTone'dan.   

"Pandemiden sonra hastalıklar arttı mı?"

Bu soruya net bir cevap vermek hayli zor. ABD ve Birleşik Krallık'ta pandemi sonrası bağışıklık düzeyinde bir miktar azalma olduğu, bu nedenle otoimmün hastalıklarda artış kaydedildiği görülmüş. Diğer taraftan sağlıklı beslenen, egzersiz yapan ve düzenli uyku ile dinlenen kişilerde bu tür hastalıklara yakalanan kişi sayısının daha az olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla hastalıkların artmasında pandeminin mi, sağlıksız beslenmenin mi, yeterli egzersiz yapmamanın mı, düzenli uyku uyumamanın mı yoksa genetik faktörlerin mi etkili olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Belki de sadece bir tane değil, bunlar gibi birden fazla faktör hastalıkların artmasının sebebi olabilir. Bunu anlamanın imkânı yok gibi. 

Yeterli araştırma yapılmaksızın piyasaya sürülen pandemi ilaçları ve tedavi yöntemleri pandemiden daha fazla hasar bırakmış olabilir insanlarda. Nitekim sevdiğim bir genç arkadaşım pandemiye yakalandıktan sonra yanlış tedavi ve ilaçlardan dolayı vefat etmişti. Kullandığımız ilaçların yan etkileri sonradan ortaya çıkıyor ve ölümcül sonuçlar doğurabiliyor. 

Her olumsuzluğu fırsata dönüştüren beynelminel ilaç endüstrisi, pandemiyi bahane edip bir kez daha köşeyi döndü. Şimdi de, pandemiden sonra falanca hastalıklar arttı, bu hastalıklara karşı direncinizi takviye etmek için şu ilaçları kullanmanız sağlığınız bakımından elzemdir, diyebilirler. Bu çerçevede dev ilaç firmaları yazılı ve görsel medyayı kullanabilir, çakma istatistiki bilgiler toplayabilir, amaçlarına ulaşmak için DSÖ dahil muhtelif sağlık kurumları ve hükümet yetkililerine rüşvet verip onları kötü emellerinin aracı haline getirebilirler.

Bu yüzden sağlık konularına hep şüpheyle yaklaşırım. Toplumda algı yaratmak için muhtelif vasıtalarla halka yanlış bilgi verilebileceği düşünüldüğünde pandemiden sonra hastalıkların arttığından ya da azaldığından söz etmek hayli zor bence. Vatandaşlara pandemi nedeniyle vurulan aşıların, psikolojik açıdan halkı yatıştırmak için birer plasebodan ibaret olduğunu ya da hastalıktan koruma özelliğinden yoksun, vücuda zararı olmayan bazı maddeler içerdiğini zaman zaman düşünmüşümdür. Keşke düşündüğüm gibi olsa. Zira her ilacın etki ve yan etkileri kişiden kişiye değişmektedir. Bu yüzden aşı gibi büyük kitlelerce kullanımı olan bir tedavi yöntemi yeterince araştırılmadan her insana uygulanmamalı.      

Konunun özeti şudur: Pandemi öncesi ve sonrası dönemlerde hastalık sayılarına dair detaylı istatistiki bilgilere erişemediğimiz için bu konuda kesin bir kanaat oluşturmamız doğru olmaz. Şahsen ben söz konusu bilgiler elimde olsa dahi acaba güvenilir mi diye şüphelenir, doğruluklarından emin olmak isterim. Yine de pandemi sonrası hastalıkların arttığına ilişkin kesin bir sonuç elde edilemeyeceğini düşünmekteyim. Otoimmün hastalıklarda artış olduysa bunun gerçek nedeni pandemi değil, yetersiz ve sağlıksız beslenme olabilir bence. Meselâ hastalık artışlarının hangi grup insanlarda daha fazla olduğunu bilmek isterdim; alt gelir grubundaki insanlarda mı yoksa ekonomik bakımdan sorun yaşamayan, her türlü gıdaya ve sağlık hizmetine rahatlıkla ulaşabilen grupta mı?

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki devletlere güvenimiz kalmadı. Sadece bizim ülkeye mahsus değil bu durum, yerlisi yabancısı kapitalizme hizmet ediyor. Sade vatandaş ölümcül tiyatronun figüranı olarak yerini alıyor sahnede.  

18 Ekim 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 217

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusunu değerli hocamız Uçun Kuşlar / Makbule Abalı seçti. Arkadaşımız, önceki "Doğal Tepkilerimiz" başlıklı yazısının devamı olarak Freud'un "Yapısal Kişilik Kuramı" üzerinden birey toplum ilişkisini bilimsel temelde tartışmaya açıyor.   

"Savunma Mekanizmaları bireyler için bir ihtiyaç mıdır? Yoksa daha gerçekçi çözümler bulunabilir mi? Siz de zaman zaman kullanıyor musunuz?"

İnsan davranışının temel nedeninin libido (cinsel içgüdü) olduğunu savunan Sigmund Freud'un bu görüşü zaman içinde etkisini kaybederken bilim insanları onun ortaya koyduğu Yapısal Kişilik Kuramı temelinde yeni teoriler üretmeye devam ediyor. Soyut kavramlar üzerinde karmaşık bir hâl alan insan davranışını sınıflandırmak hayli güç. Freud'un Kişilik kuramında kişilik, Makbule Hocam'ın yazısında tarif edildiği üzere id (alt ben), ego (ben) ve süper ego (üst ben) den oluşuyor. Yazıya yaptığım yorumda id'in yani alt ben'in hayvansal dürtülerle hazları içeren, doğuştan gelen bir davranış biçimi olduğunu belirtirken tartışmalı bir kavram olan "ego" nun da aynı "id" gibi genlerle taşınan bir özellik olduğunu belirtmiştim. Oysa Freud kuramında insanda "ego" nun doğuştan değil de bazılarına göre 6 ay - 1,5 yaş, bazılarına göre ise 5,5 - 6 yaşlarında oluşmaya başladığını zaman içinde  gelişme gösterdiğini öğrendim. Değerli Hocam kibarlığından dolayı bu konuda yanıldığımı yüzüme vurmamış. Freud ile uzun yıllar birlikte çalışıp daha sonra fikir ayrılığına düşen Carl Gustav Jung'un ortaya koyduğu kişilik tanımı bana biraz daha inandırıcı geldi.

Jung'a göre "ego" bilinçtir, persona hafızalardan (hem geri çağrılan hem bastırılan), kolektif bilinç ise doğduğumuzdan beri bizimle olan bilgileri, deneyimleri oluşturur. Jung, insan ruhunu bilinç, kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı olmak üzere üç bölümden oluşan bir yapı olarak tanımlıyor.

İnsan davranışlarını farklılaştıran "ego" ve "süper ego" dur. Her insan acıkınca yemek yemek ister ancak bazı insanlar tatlı sever bazıları baharattan hoşlanır. Bir insanın tatlı sevmesi Jung'un teorisine göre doğuştan gelen kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı özelliklere bağlıdır. Bu tür kişisel özellikler zaman içinde evrimleşir. Tamamen aynı ortamda büyüyen, yaşları birbirine yakın iki çocuğun farklı davranışlar göstermesini başka türlü açıklayamayız. Kendi çocuklarımdan örnek vereyim, kızım doğuştan vegan iken oğlum etsiz sofraya oturmaz. Ne kızımızı et yememesi konusunda yönlendirdik ne de oğlumuzun sadece et yemesini istedik. 

"Süper ego"yu bazıları vicdanla eş tutar ama ben aynı fikirde değilim. Bence vicdan ego'nun bir bileşenidir. Süper ego'nun da etkisi büyüktür ancak insanın genleri yoluyla taşıdığı davranış özellikleri, yani ego'su onu iyi ya da kötü, vicdanlı ya da vicdansız yapar. Bilinç, akıl her zaman iyiye yöneltmez insanı. Bencil davranışlar, insanın türlü hileler ve entrikalarla başkalarını düşünmeksizin devamlı kendine çıkar sağlaması hem içten gelen, akılla harmanlanan motivasyonlar hem de çevre koşullarının etkisiyle ortaya çıkan özelliklerdir. İnsanın doğasında bu kötücül davranış ve düşünce biçimleri var oldukça toplumların sürekli bir huzur ve refah ortamı yaratması imkânsızdır. Özetle id olmasaydı açlıktan ölürdük, ego olmasaydı gerçek yüzümüz ortaya çıkardı (belki de hiç fena olmazdı). Süper ego olmasaydı, birbirimizi yerdik. Uzun bir girizgâhtan sonra konumuza dönelim:

"Ego" muzun kişisel savunma mekanizmaları olarak sevgili Makbule Hocamızın yazısında gayet güzel açıkladığı gerileme, yansıtma, inkâr, mantığa bürüme, kaçma, bilinç altına bastırma, yadsıma, telâfi, dönüştürme, hayal dünyasına kaçma gibi olumsuz; özdeşleşme, yüceltme ve mizah gibi olumlu davranışlara bilinçsizce az ya da çok başvurduğumuz bir gerçek. Ben bu tür savunma mekanizmalarının yine insanın doğuştan gelen özellikleri olduğunu ve aklımızı kullanarak değiştiremeyeceğimizi düşünüyorum. Bu tür davranışlar belli sınırlar dahilinde tutulabiliyorsa sorun teşkil etmeyeceğini söyleyebiliriz. İhtiyaç mıdır sorusu bir bakıma havada kalıyor bence. Çünkü yaradılıştan gelen ve ortadan kaldırmaya gücünün yetmediği bu özellikler konusunda insan söz sahibi değildir. İnsanın savunma mekanizmalarına ihtiyacı yok desem bu fikrim onları ortadan kaldırmaya ya da değiştirmeye muktedir olmayacaktır. Yukarıda bahsi geçen savunma mekanizmalarını kullandığımızı genellikle inkâr ederiz. Fakat bir süre sonra gerçeklerin farkına varıp iç dünyamızda kendimizle hesaplaşırız.

Yazımın yukarıdaki bölümünü düşünerek ve araştırarak yazdım. Şimdi bakalım fark etmeden hangi savunma mekanizmalarım çalışmış! Bu iş, bana hayli heyecanlı ve eğlenceli gelmeye başladı. 

İnkâr: İnsanın hatalı davranışlarını ve kusurlarını redderek geçici rahatlama sağlaması. Evet kısmen buna başvurmuş olabilirim. Şöyle ki, sevgili Makbule Hocamızın yazısına yaptığım yorumda ego'nun doğuştan gelen bir özellik olduğunu belirtmiştim. Daha sonra yaptığım araştırmaların neticesinde Freud'a göre ego'nun çocukluk yıllarında gelişmeye başladığını öğrendim. Demek ki yanılmış, araştırmadan fikir beyan ettiğim için hataya düşmüştüm. Sonraki aşamada kendimi temize çıkarmak için araştırmalarımı ileri safhaya taşıdım. Bana daha mantıklı görünen ego'nun doğuştan gelen bir özellik olduğuydu. Bunu öngören, beni bu konuda destekleyen başka birileri yok muydu? Jung imdadıma yetişti. Birlikte uzun yıllar çalıştığı Freud ile son dönemde fikir ayrılığına düşmüştü Jung. Ego'nun bilinç olduğunu ileri süren İsviçreli bilim adamı, insan ruhunu üç ayrı katmanda (bilinç, kişisel bilinçaltı, kolektif bilinçaltı) ele alıyordu. Bunu görünce kendimi biraz rahatlamış hissettim. Jung, ego'yu bilinçle eş değer tutuyordu. Madem bilinç dediğimiz şey, çevreyi, olan biteni sezgi ve algılarımızla kavrama ve fark etme yetisi, bu doğuştan gelen bir özellik olmalıydı. Hayvanların da alt düzeyde bilince sahip olduğunu öne süren bilim insanları olduğunu keşfettim araştırmalarım sırasında. Bu sonradan öğrenilen bir şey olamazdı.     

Ego'nun  başvurduğu savunma mekanizmalarının da genel olarak doğuştan kazanılan aygıtlar olduğu kabul ediliyordu bazı bilim insanları tarafından. Savunma mekanizmaları çevreyle uyum sağlamanın yanı sıra yetişkinlerde ruhsal sağlığın korunmasında önemli rol oynadığı ileri sürülüyordu. Karşılaşılan olumsuzluklarla baş etmede etkin rol oynayan savunma mekanizmaları; ego'nun acı veren deneyimlerle daha kolay başa çıkmasına olanak sağladığı dile getiriliyordu. 

Benim ego'yu doğuştan gelen bir özellik olarak görmemde iyilik ve kötülük kavramı etkili olmuştur. İnsanın, taşıdığı genler vasıtasıyla doğuştan iyi ya da kötü özelliklere sahip olacağı kanaatini taşıyordum. Şimdi kafam biraz daha karıştı. Ümiversitede aldığım psikoloji dersinde "Tabula Rasa" terimini ilk kez duymuştum. Bu görüşe göre, insan ilk doğduğunda yoğrulmamış bir hamur halindedir, çevre koşulları onu yoğurur, şekillendirir. Diğer bir ifadeyle insan doğuştan gelen bir kişilik özelliği taşımaz. Yani kolektif bilinç onu yönlendirerek iyi ya da kötü insan yapar. Bu durumda insanın bütün iyi ve kötü davranışlarının sebebini topluma yükleyerek bireyi tamamen aklamış olmuyor muyuz bu durumda?. Kader ve özgür irade kavramlarını çağrıştırıyor bu bende. Fakat konuyu dağıtıp içinden çıkılmaz hale getirmeyeyim. Sonuçta geldiğim noktada "ego" nun, hem doğuştan gelen hem de çevrenin etkisiyle şekillenen bir kişilik unsuru olduğuna karar veriyorum. Bilmem fark ettiniz mi? Makbule Hocamın blogunda yaptığım yorumdaki hatamı fark ettiğimde inkâr yoluna sapıp kendimi haklı çıkarmak için kaç dereden su getirdim. Rahatladım mı, evet.

Mantığa bürüme: Evet, bu yolu da kullandım. Açıklamalarıma mantıksal çözümler üreterek haklılığımı kanıtlamaya çalıştım. Bu da kullandığım ikinci savunma mekanizmasıydı. Fakat bütün bunları biliçdışı yani düşünüp taşınarak değil, fark etmeden yaptım. Rahatladım mı, evet.

Uzun bir yazı oldu, buraya kadar okuyabilenlere bir şirinlik yapayım ve aşağıya Freud ile Jung'un ilişkisini anlatan güzel bir animasyon filmini ekleyeyim. Filmin sonunda Freud'un savaşı kazandığı gibi bir izlenim edinilse de filmle ilgili yapılan pek çok yorumda insanların bu fikre katılmadıkları, Jung'un kuramının daha gerçekçi olduğu belirtiliyor. Anladığım kadarıyla kişisel özellikleri sadece libidoya bağlamak ve "çocukluğuna inelim" deyip insanın yaşam sürecinde gelişen davranış biçimlerini çocukluk döneminden başlatıp tamamen cinsellik ve çevreyle sınırlandırmak tarih oldu gibi. 



12 Ekim 2023 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 216

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili DeepTone'dan. 

"Günümüzde dünyadaki en büyük sorun nedir?"

Öyle bir sorun söylemeliyim ki, çözümü dünyayı huzura kavuştursun. Bu sorunun cevabını biliyor olsam da yerleşik düzene geçtiğinden bu yana insan türü, doğası gereği, yaşamını cehenneme çeviren sömürüyü ortadan kaldıracak bir çözüm bulamadı.

Sömürü derken bu sözcüğü biraz daha açmak gerektiğini düşünüyorum. Zira sömürü, sözlük anlamı olarak sadece istismar sınırı içinde kalmamalı, aynı zamanda adalet ve ahlâk temelinde değerlendirmelidir. Zira istismar; mevcut tanımında sömürü insan ticareti ve cinsellik konusuna hapsedilmiş görünüyor. 

İnsanlık tarihinin ilk zamanlarında karın doyurmanın yolu sadece toplayıcılık, avcılık ya da balıkçılık yapmaktan geçerdi. Bu dönemde insanların birbirini sömürmesi yok denecek kadar az olduğu söylenebilir. Hayvanları evcilleştirilip tarımı geliştirmesi sonucunda insan, yerleşik hayata geçmiş, önce takas yöntemiyle yapılan ticaret, daha sonra paranın icat edilmesiyle birlikte sömürü düzenini getirmiştir. O zamandan bu yana önemi gittikçe artan para, insan elinde en büyük güç, sömürünün ve köleliğin aracı olmuştur. Haklı ya da haksız yöntemlerle parayı eline geçiren birey ve kurumlar diğer insanların emeklerini sömürmeye devam etmekteler. Dolayısıyla dünyadaki en büyük sorun, bana göre, paranın varlığıdır. Sömürüye dayalı para kazanma hırsı, diğer insanların eziyet çekmelerine, yoksul kalmalarına ve hatta ölmelerine göz yuman ve bundan zerre kadar rahatsızlık duymayan insanlar türetmiştir. Paranın cezbedici özelliği savaşların, katliamların ve terörün başlıca nedenidir.

Adaletin olmadığı yerde haksız kazanç ve sömürü vardır. Halk özellikle cahil bırakılıp bazı enstrümanlar vasıtasıyla kandırılmaktadır. Bunların başında din ve milli duygular gelmektedir. İktidar sahipleri din ve milli duyguları sömürerek topladıkları yandaşlarına haksız menfaat sağlarlarken sınıfsal ayrımcılığı körüklemekte, zengini daha zengin fakiri daha fakir hale getirerek kendilerine karşı çıkanlara karşı şiddet uygulayıp onları özgürlüklerinden mahrum etmeye devam ediyorlar. 

Ne yapmalı?

Görünen o ki, ne yapılırsa yapılsın sömürü düzenini ortadan kaldırmak yakın gelecekte mümkün görünmüyor. Ama sömürüyü asgari düzeye indirebilmek için yapılması gerekenleri aklım erdiğince anlatmaya çalışayım: 

Öncelikle adaletsizliğin önüne geçilmeli ve iş, erbabının eline verilmeli. Yasaların düzenlenmesiyle ilgili önemli bir sorun olduğunu sanmıyorum. Önemli olan yasaların uygulanmasında kayırmacılığın, kötüye kullanımın ve yolsuzlukların önlenmesi. İşi ve makamı ne olursa olsun, yasalara aykırı davranan, yolsuzluk yapan, suç işleyen, görevini kötüye kullananlar başkalarına ibret olacak şekilde en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Toplumda düzenin sağlanması ve insanların refahı için farklı yönetim biçimleri denenmiş, bunlardan bazıları halen varlıklarını sürdürmektedir. İnsanın iş üretmede verdiği emek bir değerdir. Sorun, bu değerin farklı işlerde nasıl ve kimin tarafından belirleneceği. Sözgelimi kazma kürekle çalışan bir amelenin bir saatlik emeğinin karşılığı ile bir ressamın bir saatlik fırça sallaması ya da bir cerrahın bir saatlik mesaisi, bir öğretmenin saatlik ders ücreti aynı değerde olabilir mi? Bir bölgede köylülerin hepsi patates yetiştirirken sadece içlerinden biri soğan yetiştirdiğinde verilen emek aynı olsa dahi ortaya çıkartılan ürünün değeri aynı olabilir mi? İşte burada devletin önemli bir rol alması gerekir. Önceden ihtiyacı belirleyen devlet çiftçiye sen patates, sen soğan yetiştir demeli ki haksız kazançların önüne geçilebilsin. Ülkemizde Devlet Plânlama Teşkilâtı dahil halkın faydasına çalışan kurumlar daha verimli hale getirilip geliştirilmesi gerekirken teker teker ortadan kaldırılıyor ne yazık ki.

Eğitim ve sağlık hizmetlerinden bütün vatandaşlar eşit ve hiçbir ücret ödemeksizin faydalanabilmelidir. Eğitim kurumları liyakatli personel tarafından bilimin ışığında hizmet vermeli, hiçbir ideolojinin etkisi altına girmemelidir.

İkinci olarak dini ticaretten ve siyasetten arındırmak, cahil halkın sömürülmesine karşı atılacak en büyük adımlardan biridir. Laik bir devlette fetva veren Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum asla kabul edilemez. Dini kurumlara, ibadethanelere, her türlü cemaat ve tarikatlara devlet desteği verilemez. Bu tür kurum ve yerlerin tek geliri müritleri tarafından yapılacak bağışlardan ibaret olmalıdır. Söz konusu gelir ibadetlerin onarım, restorasyon ve dini eğitim amacı dışında kullanılmamalıdır. Herhangi bir dini kurumun siyaset ya da ticaretle bağlantısı saptandığında derhal faaliyeti yasaklanmalı ve bütün mal varlığına el konulmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığının yegâne görevi dini kurumların faaliyetlerini denetlemek, söz konusu kurumlar bünyesinde yapılagelen tacizleri ve diğer suçları önleyecek tedbirleri almak, mali gelir ve gider tablolarını takip ederek varsa uygunsuzlukları adli makamlara bildirmek, siyasi bağlantılarını ortaya çıkartmak suretiyle etki sahalarını kontrol altında tutmak olmalıdır. Özellikle İslâm dininin bu cendereye sığmayacağını biliyorum. Çünkü İslâm, insanın yaşam tarzından, şer'i hukuka kadar neredeyse her şeyine karışan, kendisinden olmayanı hasım bilen ve gerektiğinde cihat ilân edip yok etmeye çalışan bir dindir. Lâkin yukarıda bahsettiğim önlemler alındığı takdirde muhtemelen camilerin çoğu boş kalacaktır. Çünkü büyük çoğunluk inancı için bağış yapmaz, bir çıkarı yoksa dini bir cemaatin mensubu olmayı tercih etmez. Eğer din gerçekten salt bir inanç ise, bir sömürü aracı olarak kullanılması istenmiyorsa belli sınırlar içinde kalmalıdır.

Üçüncü sömürü aracı milli duygulardır. Milliyetçilik insanları fevkalâde derinden etkileyen bir zehirdir. Hiçbir milletin diğerine göre ne bir üstünlüğü ne de bir eksikliği vardır. Bayrak her milletin birer bağımsızlık sembolüdür, o kadar. Ruh hastası ya da kötü emelleri olan bir diktatör şahsi ikbali için yabancı bir ülkenin topraklarını işgal edecek ben de kalkıp onun çarpık zihniyeti ya da süper güçlerin piyonu olarak evlâdımı ölüme göndereceğim. Vatan, millet, Sakarya! Yok öyle bir şey. Bu topraklar neyimize yetmiyor? Vatan toprağı kutsalmış! Kimin toprağı? Bir avuç zengine peşkeş çekilmiş topraklar mı? Hani ormanları yakıp, kıyıları, doğal güzelliklerimizi, tarihimizi, kültürümüzü tahrip ederek turistik tesisler yapmak suretiyle servetlerine servet katanları mı koruyacağım vatan toprağı diyerek? Söz konusu durum tecelli ettiği takdirde eğer imkânım varsa malımı mülkümü satar gider kendime başka bir vatan bulurum. Kimse de kalkıp vatan, bayrak, ezan sesi kesilmesin diye beni sömürmeye, canlarımı kurban etmeye kalkmasın. Son olarak 11 Eylül ve 15 Temmuz senaryosuna benzer bir tiyatro İsrail'de sergileniyor işte. Sünni Hamas'ı destekleyen Şii İran! İran iktidarının varlık sebebi Yahudi düşmanlığı. İsrail'in bu boyutta bir saldırıya uğraması akıllara sığmıyor. Öyle dolaplar dönüyor ki sade vatandaş olarak bizlerin anlamasına imkân yok. Fakat bu olayların altında yatan yegâne sebep birilerinin iktidarlarını perçinleyerek halkı daha fazla sömürmek. Sivil halk, kadınlar, çocuklar ölüyormuş, ne gam! İktidar hırsı, dini ve milli duyguları kullanıp daha fazla para kazanmak, işte dünyanın en büyük sorunu bu, sömürü... 

6 Ekim 2023 Cuma

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 215

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu sevgili DeepTone'dan. 

"Kedi mi köpek mi?"

Yavru kedilere bayılırım. Kardeşleriyle oynaşmaları, bazen masum, bazen de cin bakışları hoşuma gider. Lâkin büyüdüklerinde her kediye cesaretle yaklaşabildiğimi söyleyemem. Yetişkin kedilerden bazıları hain bakar, hatta ne kadar iyi niyetle yaklaşırsanız yaklaşın sırtını kamburlaştırıp üzerinize her an atlayacakmış gibi pozisyon alır, tüyler ürpertici bir tıs sesi çıkartırlar. Bu yüzden büyük kedileri kucağıma alıp sevmişliğim pek yoktur. Fırsatçıdır kediler, en ufak dalgınlığınızda tezgâha sıçrayıp balığınızı, ciğerinizi kapıp kaçarlar. Bir yerde otururken gelir bazıları, ayağınıza sürtünür, tüylerini bırakır üzerinize. Bunu sizi sevdiğinden mi yoksa kendisiyle ilgilenmenizi istediğinden mi yaparlar bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum ki, kediler sizin için bir şey yapmaz, o her zaman efendi, siz onların kölesi konumundasınız. Eğer dışarı çıkmak isterlerse ne yapar yapar bir fırsatını kollar ve biri kapıya geldiğinde çaktırmadan aradan sıvışırlar. Özgürlüğüne düşkündürler, kafeslere konmayı asla kabul etmezler. Kendileri açısından saygı duyulacak bir karakter, bu bakımdan imrenirsiniz onlara. Fakat benim kedilerde en tırstığım şey tırnaklarıdır. O sevimli pembe patilerinin arasında en büyük silâhlarını saklarlar. Çoğu zaman daha iyi can yaksınlar diye tırnaklarını halıların, koltukların ve perdelerin üzerinde törpülerler. 

Bana köpekleri sevdiren Venüs oldu. İlk geldiğinde sadece birkaç günlüktü. Kızım onu ticareti yapılan bir çiftlikten belli bir miktar para karşılığı alıp gelmiş. Bizim için sürpriz olmuştu. Elbette, parayla ev hayvanı almak yanlış bir şey ama o zaman yapılanın yanlış olduğunu bilmiyorduk. Bir süre onu bebek gibi sütle, mamalarla besledik. Golden cinsi köpeğimizin çocukluk ve gençlik yılları yaylada tam da istediği ortamda geçti. Köpekler her şeyden önce tırnaklarıyla can yakmaz. Ama o keskin dişleriyle ısırabilir diyeceksiniz. Demeyin.

Açıkçası köpeklere Venüs'ten önce yaklaşırken ben de tedirgin oluyordum. Özellikle sokakta yürürken karşılaştığınız bir köpek sürüsü hep birlikte havlayıp üzerinize doğru gelirse korkmanız gayet doğaldır. Ben bu tedirginliğimi Venüs'le attığımı söyleyebilirim. Eğer kuduz değillerse ve saldırmak için eğitim almamışlarsa köpeklerin insana zarar verme olasılığı yok denecek kadar azdır. Şöyle ki, en sert kemiği tuz buz edecek kadar güçlü bir çene yapısına sahip Venüs'ün çeneleri arasına elimi koyduğumda karşılaştığım manzarayı görmeliydiniz. İçgüdüsel olarak büyük bir iştahla elimi ısırmaya çalışırken nasıl oluyorsa bunun bana zarar vereceğinin farkına varıp beni incitmemek için muazzam bir efor sarfediyor. Çeneleri titriyor, bir yanı kopar bir parça derken diğer yanı o büyük gücü frenliyor ve asla zarar vermiyor. 

Yine de evde hayvan beslemek pek akıl kârı değil. Bir yandan tatile gideceksiniz, ya da bir iş seyahatine çıkacaksınız, yalnız bırakamıyorsunuz, bir yandan onların özgürlüklerini kısıtlamış oluyorsunuz. Hallerinden memnun gözükmelerine bakmayın, özellikle köpeklerin, en iyi mamaları verseniz, her türlü konforunu eksik etmeseniz bile bir yere bağlı olmaktan, sadece kısa bir süreliğine sizlerle birlikte yürüyüşe çıkarılmaktan hoşlandıklarını sanmıyorum.