KATEGORİLER

8 Nisan 2016 Cuma

07/04/2016 Perşembe, Prag

Bugün Prag'ta son günümüz. Güzel duygularla ayrılıyoruz bu güzel şehirden. Sabah erkenden kalktık hiç gerekmediği halde. Kahvaltımızı yaptık. Her gün sucuk, jambon, salama benzer bir sürü et çıkartıyorlar açık büfe kahvaltıda. Bugün de öyleydi. Uzak duruyoruz bunlara alışkanlığımız olmadığından. Neyse ki peynir çeşitleri de bol. Özellikle isli peynirlere bayılıyorlar. Bu sabah üç çeşit isli peynir vardı büfede ama her sabah olan meyveli yoğurt yoktu. Kalkmamıza yakın koca bir tabak içinde marul, domates ve salatalıktan oluşan salata tabağı getirseler de artık bizim için çok geçti. Kahvaltıda her sabah kek ve pasta, ekmek çeşitleri, yumurta, bal, reçel, şokokrem, çay, meyve suyu, süt, müsli bulunuyor. Bugüne özel güzel menüde domuz sosisi de vardı ancak o da bize göre değil.

Dün kapalı olduğu için kapısından döndüğümüz dükkana gittik. Saat neredeyse on olmuştu ancak yine de kapalı görünüyordu. İçeri dikkatle baktığımızda anahtarların içerde kapının üstünde olduğunu gördük. Buraya bakan kişi dükkanda olmalıydı. Kapının camına daha sert vurduk bu sefer. Çok geçmeden iri kıyım bir kadın söylenerek açtı kapıyı. Çekçe konuşuyordu ama bize rahatını bozduğumuz için küfür ediyormuş gibi geldi. İstediğimiz takımı tamamlayamadık ama beğendiğimiz bazı şeyleri almaya karar verdik. Kadın bu ülkede hiç karşılaşmadığımız cinsten. Aksi mi aksi. Dönerken elimdeki Çek Koronalarını erittiğimden ödemeyi Euro olarak yapıp yapamayacağımı sordum. Nasıl olduysa kabul etti. Hem aksi hem de İngilizce bilmiyor. Bu sefer Korona olarak hesapladığı tutarı düşük kurdan Euro'ya çevirdi. Anlaşmazlık birkaç kuruştan ibaretti ama bu sefer de ben inat ettim. Sonunda malı almadan çıktık dükkandan.

Dönüp otelde check out işlemlerini yaptık. Daha sonra Metroya binip B (sarı) hattın en batı ucuna yani Zlicin İstasyonuna gittik. Uçuş saatine epey zamanımız vardı. Metro istasyonunun hemen yanında otobüs durakları bulunuyordu. Havalanına gidiş biletlerimizi aldık. Oradan çıkıp zaman geçirmek için karşı taraftaki büyük alışveriş merkezi Metropole Zlicin'e gittik. 

AVM'den ayrıldığımızda uçuş saatine iki saatten az zaman kalmıştı. Bindiğimiz otobüs yarım saat sonra bizi havaalanına getirdi. Üç yer var burada inilebilecek. Terminal 1, 2 ve 3. Ama hangisi? Üstelik hepsi de birbirinden hayli uzak. Tek ümidim geldiğimiz terminalin yani Terminal 1 in giden yolculara da hizmet vermesi. Otobüsün önünde kitap okuyan bir gence sordum hangi terminalde inmemiz gerektiğini. O, "Gideceğiniz yere bağlı" dedi. "İstanbul" dedim. "Muhtemelen Terminal 1" dedi ama ben henüz tam manasıyla rahatlamamıştım.

Terminal 1 de inip check-in işlemlerini yaptık, bagajı teslim ettik. İndiğimiz terminal doğruymuş. Nasıl olsa zamanımız var deyip food court'ta bir güzel yemek yedik üstüne. Yemekten kalkarken gördük saatin nasıl hızlı geçtiğini. Hemen yetiştik bekleme salonuna. Uçağa binmeden önce kapının önünde kuyruğa girdik, uzun mu uzun. Bu durumu görünce başladı mı bir telaş bizde. Bu gidişle yarınki uçuş bile kaçar. Arada dolaşan görevli çocuğa sordum bu kuyruk gerçekten bizim uçuşun kuyruğu mu diye. "İstanbul mu?" diye sordu. Evet dedim hemen. "Beni takip edin" dedi. Peşinden gidip onca kalabalığın içinden kuyruğun ilk sıralarına getirdi bizi. Neyse ki bu sayede uçağı kaçırmamış olduk. Uçağa bindikten sonra olayın vehametini daha iyi anlayacaktık.

Uçağın hareket etmesiyle birlikte pilot uçuş hakkında açıklama yapmaya başladı. "İstanbul üzerindeki trafik yoğunluğu nedeniyle sizi uçağa yarım saat geç almak durumunda kaldığımızdan ötürü özür dileriz" Hiç özür falan dilemeyin pilot bey bu sayede biz uçağa yetiştik dedim içimden. Hava trafiği de olsa trafik yoğunluğuna hiç bu kadar sevinmemiştim.

Yaklaşık iki buçuk saatlik yolculuk boyunca kitap okuyacaktım güya. Öyle bir uyku çekmişim ki, gözlerimi açtığımda "Sabiha Gökçen'e yaklaştık, alçalmaya başlıyoruz anonsu yapılıyordu." 

İstanbul'a indikten sonra bir saat kadar dinlendik, daha sonra iç hatlara gidip İzmir uçağına bindik. İzmir'e vardığımızda saat 11.30 olmuştu. Kızım karşıladı bizi. 

Prag gezisini böylece noktaladık ama bu geziye ilişkin anlatılacak epey malzeme ve paylaşılacak bir sürü resim var daha. 

06/04/2016 Çarşamba, Prag

Mill Kolonadı
Bugün ilk kez yurtdışında geçiriyorum yaşgünümü. Özel bir günde özel bir yer, Karlovy Vary, yani "Karl'ın Banyosu". Charles IV, Çek'lerin deyişiyle Karl IV, pek çok yere ismi verilmiş bir imparator, aynı zamanda ülkenin kurucusu. Bizde Atatürk ne ise Çek'lerde Karl IV o. Rivayete göre Karl'ın avda izini sürdüğü geyik yamaçtan aşağı düşüyor. Köpekler önde Karl arkada geyiğin yanına indiklerinde onu üzerinden dumanlar çıkan sıcak bir havuzun içinde buluyor. O günden beri Karl'ın Banyosu yani Karlovy Vary olarak anılıyor burası. 

Sabah erken çıkalım dememize rağmen sözümüzde durmayıp kahvaltımızı yaptıktan hemen sonra dünden gördüğümüz ve ilginç bulduğumuz bazı eşyaları almak üzere yan caddedeki züccaciye dükkanlarından birine yöneldik. Daha açmamıştı kapısını tabii. Çek esnafı pek bir ehl-i keyif olduğundan akşamları dükkanlarını erken kapatıp sabahları geç açıyorlar. Saat akşam dokuzdan sonra alışveriş merkezleri, dükkanlar hatta kafe restaurant'ların çoğu kapanmış oluyor. Sadece barlar, bazı lokantalar ve genellikle Uzak Doğuluların çalıştığı bir kaç mini market açık bulunabiliyor geç saatlerde.

Metroya binip Prag'ın ana otobüs terminalinin  bulunduğu Fiorenc istasyonuna doğru hareket ediyoruz. İstasyonun yanı başında otobüs terminali var. Ancak metronun doğru çıkışını kullanmadığımız için onu önce fark edemiyoruz. Köşedeki hot dog satan adama yanaşıp "Afedersiniz" der demez, adam başını bile kaldırmadan elini ileri uzatıp otobüs terminalinin bulunduğu yönü gösteriyor. Hayretler içinde kalıyorum. Ne soracağımı bilmeden nasıl bana doğru cevabı verdiğini anlamaya çalışırken gülmekten alamıyorum kendimi. Metrodan her çıkan kişi, otobüs terminalinin yerini sormak için bu satıcıyı buluyor olmalı ki, adamcağız herkese aynı cevabı veriyor.

Gidiş dönüş biletlerimizi alıyoruz. Prag-Karlovy Vary arası otobüsle iki saat on beş dakika sürüyor. Tren seçeneği de var ama o daha da uzun süre alıyormuş. Seyahat edeceğimiz Student Agency isimli firmanın otobüsleri lüks ve rahat. Terminalde bizim Metro şirketinin yazıhanesini de görünce şaşırıyorum. Hem Türkiye'de İstanbul, Bursa ve Ankara'ya yolcu taşıyor hem de Avrupa'nın değişik ülkelerine.

Yol boyunca sağlı sollu ekin tarlalarıdan geçiyoruz. Prag şehri ve Karlovy Vary'ye kadar olan bu bölge göz alabildiğince tabak gibi uzanıyor. En fazla yükselti otuz metreyi geçmiyor. Ağaçlar genellikle tarlaların sınır boylarında ya da yerleşim yerlerine yakın kümelenmiş. Bunun dışında kalan yerler yemyeşil tarla. Köylerin yerleşimi, evlerin kendine özgü mimarileri değişik geliyor gözümüze. Çatılar kar tutmasın diye yüksek eğimli. Bazı evlerin çatı eğimleri değiştirilerek tavan arasında yaşam mekanları oluşturulmuş. Yol boyunca bira, şarap ve peynir fabrikaları, üzüm bağları görüyoruz.

Keyifl, bir yolculuktan sonra tam vaktinde varıyoruz Karlovy Vary'ye. Otobüsten indikten sonra gözümüz Tepla Nehrini arıyor. Şehrin planı da yok bu sefer elimizde ama dert etmiyoruz. Nasıl olsa sora sora Bağdat bulunurmuş. İlk sorduğumuz kişi İngilizce bilmediğinden ne sorduğumuzu anlamıyor bile ama ondan sonraki detaylı olarak yol gösteriyor. Beş dakika kadar yürüdükten sonra Prag'taki Vlatava nehri gibi burada da şehri ikiye bölen Tepla Nehrini görüyoruz. 

Yerler yine parke taşı kaplı. Nehrin iki yanı boyunca tarihi yapılar sıralanıyor. Kiliseler, oteller ve kolonad denilen üstü kapalı termal kaynaklar... Yerleşim bölgesinin ortasında, nehrin sağ yakasında kocaman bir otel inşa edilmiş. Termal Otel adı verilen bu modern yapı aslına bakarsanız şehrin bu tarih kokan güzelliğini lekelemiş. Restorasyon çalışmaları devam ettiği için kapalı olan müze de nehrin sağ tarafında. Gerek büyük otellerin salonlarında gerekse şehrin tiyatro binasında hemen hergün klasik müzik konserleri veriliyor.

Çağlar boyu Avrupa'nın meşhur kişilerini misafir etmiş bu güzel şehir. Bazıları dinlenmek, huzur bulmak ya da tatillerini geçirmek üzere gelmiş buraya, bir kısım ziyaretçilerin gelme sebebi ise sadece şifa bulmak. Bestecilerin, yazarların eserlerini ortaya çıkarmak için uygun ortamı sağlayan Karlovy Vary, Atatürk dahil pek çok devlet büyüğünü de ağırlamış. Doğal olarak ünlü kişilerin belli dönemlerde kaldığı bu yerler hem ziyaret hem konaklama tercihleri bakımından daha çok prim yapıyor.

Nehir boyunca akış yukarı giderken sağda ilk gördüğümüz tarihi postane binası. Daha sonra kolanadlar, oteller ve turistlere yönelik dükkanlar sıralanıyor. Bunlar arasında en görkemli kolonad Mill (Değirmen) Kolonadı. Halka açık çeşmelerden 35-70 derece arasında değişen sıcaklıklara sahip termal sular akıyor. Bu yerin ritüeli, sürahi ağızlı sapı olan porselen maşrapalara doldurulan termal suların yürürken içilmesi. Pipo tüttürüyor havası yaratan bu insanlar mide rahatsızlıkları başta olmak üzere pekçok hastalığı tedavi ettiği söylenen termal suları ağır ağır yudumluyor. Biz de birer maşrapa alıp suyun tadına bakıyoruz. Su hayli sıcak. Çeşme tabelasında sıcaklığın 60 derece olduğu yazılı. Bu sıcaklıkta dahi elimiz yanıyor. Sıcak suyun tadı pek hoş değil ama şifa niyetine içiyoruz.

Yol üstünde şifa bulmak üzere buraya gelmiş yaşlı insanlar görüyoruz. Bazıları baston kullanıyor bazıları tekerlekli sandalye üzerinde. Yolda tarihi faytonlar turistleri gezdiriyor. Arabacının giyim kuşamları o dönemi yansıtıyor. Atlar da bildiğimiz atlardan daha iri, katana dediklerinden. Ritmik yürüyüşleri ve taş parke üzerinde çıkarttıkları şlok şlok sesler çok etkileyici.

Gerçekten tarih kokuyor burası. Bol bol resim çekiyoruz. Yolun sonuna doğru yorgunluk ve açlık belirtileri başlıyor. Ancak iki binanın arası bizi içeri çekiyor. Eşim ünlü giyim markalarının sergilendiği bir butiğe takılırken ben etrafı kolaçan ediyorum. Karşımda bir funicular girişi özellikle dikkatimi çekiyor. Hemen gidiş dönüş bileti alıp çıkıyoruz tepeye. Ray üzerinde yüksek eğimde ilerleryen bu alet tren ile teleferik arası bir şey. Yüz yıldan daha fazlaymış tarihi. Eskiden ormandan ağaç taşırlarmış daha sonra turizme açılmış. Turizm için yapmayacakları bir şey yok bu milletin. Yukarıda harika bir manzara, restaurant ve kelebek müzesi bulunuyor. Tepeye vardığımızda asansörle yukarı katlara çıkılan bir kule görüyoruz. Bu kuledeki manzara daha da müthiş. Aşağıda yüksek ağaçlar manzarayı engellerken kulenin tepesinden açık görüş imkanına kavuşuyoruz. Etrafı ormanlarla kaplı şehrin tamamını kuşbakışı görmek mümkün bu noktadan. İlk aklıma gelen Kaplan'a böyle bir funicular ihtiyacı olduğu. Ama teleferikteki manzara keyfi funicularda yok tabi. 

Aşağı indiğimizde dönüş saatimiz yaklaşmıştı. Çok resim çektiğimden olsa gerek şarjım da bitmek üzereydi. Bu sefer nehrin sağından devam ettik yolumuza. Köprü üzerinden yeniden sol tarafa geçip daha önce tadına baktığımız Karlovy Varynin meşhur kağıt helvalarından aldık. Otobüsü kaçıracağız diye biraz telaşlandıysak da zamanında yetiştik. 

Çocukluğumun sokak taşları burada gördüğümüz parke taşlarından daha güzeldi. Sonra birileri gelip söktü onları, üzerini asfaltla kapladı. Çok hoşumuza gitmişti bu önceleri, sokaklarımız dümdüz kaymak gibi olmuştu. Zamanın Belediye Başkanını ne yüceltmiştik ama. "Asfalt Osman" lakabı verilmişti İzmir'in bütün sokaklarını asfaltla kapladığı için, Adalet Partisinin meşhur Belediye Başkanı Osman Kibar'a. Yaptığı bu önemli hizmetler! ona bir seçim daha kazandırmıştı. Şimdi ise ne büyük yanlışmış bu diyorum, o canım taşları söküp üç beş yılda bir yenilediğimiz asfaltı tercih etmemiz. Estetiğin, tarihin yok edilişine mi yansak, boşa harcanan devlet kaynaklarına mı?  

Beni kendisine hayran bırakan bu belde üzerinde bazı mukayeseler de yaptım elbette. Bir kere dini açıdan resme ve heykel sanatına uzak durmamızın bize çok şey kaybettirdiğini anladım. Şehrin ortasından geçen Tepla Nehrine kanalizasyon karıştırılmıyor. Nehirde çok sayıda yeşil başlı ördek var. Kuğular da olduğu söyleniyor ama onları göremedim. Biz de olsa pislik yuvası olur. Bu nehri Kastamonu şehir merkezi içinden geçen çaya benzettim. Ancak ikisi arasında sahip olmak değil sahip çıkmak farkı var.

Bu yerleri görünce turist bizim neyimizi görmeye gelsin ki dedim kendi kendime. Buradaki her bina bir sanat şaheseri ve yıllardır bir akıl sahip çıkıyor bunlara. Bütün dünyadan insanların buraya gelmesi boşuna değil.

7 Nisan 2016 Perşembe

05/04/2016 Salı, Prag

Tire'de olsaydık Salı Pazarını gezerdik bugün. Burada da hayırlı bir iş yaptık,  Prag Kalesini programa aldık. Kale Vlatava Nehrinin sağında. Bu yüzden Müstek Metrosunda sarı hattan yeşil hatta geçiş yapıyor iki istasyon sonra Malostranska durağında iniyoruz.

Önceki günlerin aksine çok ayrıntılı bir program yok elimizde. Zira Kalenin içine girdikten sonra gezilecek her yer aynı bölgede. Tek kaygımız Kalenin yolunu bulabilmek. İlk gördüğümüz büyük ve gösterişli bir bina Çek Jeolojik Araştırma Enstitüsüymüş. Bu binanın önünden geçer geçmez yollar Kaleye doğru kalabalıklaşıyor.  İlk kavşaktaki levha Prag Kalesini gösteriyor. Az sonra genişliği yaklaşık beş metre olan parke taş döşeli merdivenli bir yol karşılıyor bizi. Altı yedi basamak çıktıktan sonra yol eğimli olarak devam ediyor. Bu basamak ve eğim birbirinin ardında defalarca devam ediyor tabii. Bütün yokuş boyunca merdiven çıksaydık çok daha zordu. Sol tarafta boyumuz yüksekliğindeki duvarın arkasında yükseldikçe güzelleşen Prag manzarası mevcut.

Artık gücümüz kalmadı dinlenelim diye düşünmemiz ile Kale sınırlarına girmemiz aynı anda oldu. Sağdaki meydanlık seyir yeri olarak değerlendirilmiş. Bir kafe hizmet veriyor orada.

İlk Prag  manzaralarımızı çektiğimiz resimlerle kalıcı hale getirirken kafede dinlenip buz gibi biralarımızı yudumluyoruz.

Biraz dinlenip yola koyuluyoruz. Sol tarafta gördüğümüz tarihi yapılardan ilki Çekoslavakya'nın geçmişi 10. yy a kadar uzayan en eski ailesi, Lobkowicz'lere ait özel koleksiyonların sergilendiği müze. Hergün bu binalarda tanınmış bestecilere ait eserlerin icra edildiği klasik müzik konserleri veriliyor. Bu sanat gösterileri hep turistlere yönelik elbette. Konser ve müze ziyaretlerinin yaklaşık otuz TL ücreti var.

Yokuş yukarı yürürken sağ taraftaki kapıdan bir bahçeye giriyoruz. Karşımızda bir müze daha çıkıyor. Bu müze oyuncak müzesi. Çekler hem oyuncak hem de kukla yapımında bayağı iddialı. Müzenin önünde bronzdan çıplak bir erkek heykeli bulunuyor. Çoğu öğrenci olduğunu sandığım kızlı erkekli genç gruplar bağrışmalar, gülüşmeler eşliğinde tezahürat ediyor ve birbirlerini alkışlıyorlar heykelin önünde. Meğerse tamamen siyah renkli heykelin cinsel organını kim ovarsa o kişinin şansının yüzüne güleceğine inanılıyormuş. Kızlı erkekli gençler şanslarını denerken arkadaşları da onlara tempo tutuyorlar. Kapkara heykelde parlayan tek yer var doğal olarak. 

Müzeden sonra Kale civarını gezmek için tur bileti satın alıyoruz. Bu biletle akşama kadar gezeceğimiz yerler var. Önce biletimizi makineye okutup Altın Yol'a giriş yapıyoruz. Kalenin en ilginç yerlerinden biri burası. Parke taş döşeli yol boyunca içi eski tarihli günlük eşyalarla dekore edilmiş küçük şirin evler bulunuyor. Bu evlerde zamanında Kale'nin hizmetinde çalışan esnaf ve meslek sahipleri otururmuş. Çok katlı spiral ve dar merdivenleri olan eski bir bina ziyaretçi akınına uğruyor. Burada orta çağa ait silah ve giyim kuşam sergileniyor. Bazı binalarda da işkence aletleri. Kullanılan gürzler, mızraklar, kılıç ve kamalarla birlikte eski işkence usul ve aletlerini görünce dönemin barbarlığı insanın tüylerini ürperiyor.

Altın Yol'dan çıkmadan Daliborka Kulesini görüyoruz. Burası dönemin en berbat zindanlarından birisi. Buradan çıkıp St. George Bazilikasına giriyoruz. Yüksek binanın tavanı ahşap ve düz. Duvarlar süslemeli, İsa ve Meryem heykelleri var içeride. 

Maria Theresa Kadın Sığınma Evinden sonra Kraliyet Sarayını geziyoruz. Burası da yüksek bir bina. Çatısı son derece ilginç bu yapının altında büyük bir salon ve salonun yanında duruşmaların yapıldığı mekanlar ve kütüphane yer alıyor. Ayrıca sol köşedeki balkondan güzel Prag manzarasının resimlerini çekiyoruz. Nedendir bilinmez bu binanın içinde resim alınmasına izin verilmiyor ama ben bir kaç tane çektim yine. 

Cumhur Başkanının kullandığı binanın arkasından geçerek en muhteşem kiliselerden birini, St. Vitus Katedralini geziyoruz. Belki de bu Prag'ın en prestijli yapısı. Daha sonra Cumhurbaşkanı'nın ikametgahı ve Prag Kalesi ana giriş kapısından çıkıyoruz Masaryk meydanına. 

Kale turumuz tamamlandığında epey yorgun düşüyoruz. Sadece Saint Vitus Katedralinin önündeki bir cafede soğuk birşeyler içerken dinlenmiştik. Meydanda ayrıca turistik eşya ve hot dog, ızgara ve muhtelif yiyecekler satan kulubeler yer alıyordu.

Kaleden aşağı doğru inerken hedefimiz Charles Köprüsüydü. İniş daha kolay oldu tabiatıyla. Ancak ben şu meşhur Prag'ın en dar sokağını göreceğim diye tutturdum. Sora sora bulduk sonunda. Sokak Vlatava nehrinin yanında bir lokantaya açılıyor. Kendimizi ağa yakalanmış bir sinek gibi hissetmemize neden oldu bu durum. Bunun gibi dar sokaklardan ülkemizde çok var ama burada nasıl paraya dönüştürüldüğünü görüyorsunuz.

Son olarak Charles köprüsünün sol kenar ayak kulesinden sağ tarafa yürüdük. Köprü üzerinden hem akış aşağı hem de akış yukarı güzel resimler çektik. Köprü oldukça kalabalık. Kenarda karikatür ve kara kalem portre yapan çok sayıda ressam, sokak müzisyenleri var. Bunun dışında yaklaşık yirmi metrede bir sağlı sollu heykeller yer alıyor. Her heykelin hikayesi farklı elbette. Sağ taraftan sola giderken köprünün sağındaki sekizinci heykel yine elini sürenlere şans getiriyormuş. Bu sebeple insanlar yine parlatmışlar el sürdükleri yerleri.

Dönüş yolunda bronz bir kapı, yanında da ona ait bir plaket görüyoruz. Bronz kapının üzerindeki resim John Amos Comenius (1592-1670) ile Desiderius Erasmus (1466-1536) arasındaki tartışmayı betimliyormuş. Yakında bunu da ellemeye başlarlar eminim.

Akşam yemeği için Pizzerio Carllino Ristorante'de bir yandan biramızı yudumlarken risotto ve spagettimizi yiyoruz. Tatlı bir yorgunlukla kapatıyoruz günümüzü.

6 Nisan 2016 Çarşamba

04/03/201 Pazartesi, Prag

Şansımıza Prag günleri hiç beklemediğimiz kadar güneşli ve sıcak geçiyor. Bugün "Old Town" dedikleri Prag'ın eski şehrini gezmeyi planladık. Konakladığımız otelden üç istasyon ötedeki Müstek metro istasyonunda başladı turumuz. İlk olarak düşündüğümüz, şehir meydanındaki ücretsiz tur rehberlerine takılmaktı. Yaklaşık  iki buçuk süren turların sonunda rehbere gönlünüzden kopan bahşiş bırakılıyormuş. Ama biz öyle yapmadık. Rehber önde biz arkada ha babam de babam koşturup yorulacağımıza özgür kalmayı tercih ettik. Rehberle dolaşmanın doğru bilgi alma bakımından büyük avantajı var elbette. Ancak biz gezeceğimiz yerleri, özelliklerini zaten gezi blog notlarından ve internet üzerindeki muhtelif kaynaklardan öğrenmiştik. Yine de eksik bir şey kalırsa dönüp tamamlama imkanımız olacaktı. İşin aslı iki buçuk saat hızlı tempoyu gözümüz yemedi dersem en doğru lafı etmiş olacağım galiba.

Metrolar ve bunlara ulaşmak için kullanılan yer altı galerileri, yürüyen merdivenler genel olarak fazla kalabalık değil. Moskova metrosunu gördükten sonra Prag metrosu için söylenecek iki şey, sade ve tenha olmalı. İşletim sistemi basit ve anlaşılır. Yol boyunca gördüğümüz parkların içinde çok sayıda heykel var. Rehber eşliğindeki bir grup parkın içinden çıkıyor karşımıza. Onların geldiği tarafa doğru yürüyoruz. Karşımızda devasa bir yapı görünüyor. Prag'ın St. Vitus Katedralinden sonra gelen en büyük kilisesi Virgin Mary Snow Church karşımızda.

Kilisenin avlusunda azizlere ait birçok heykel bulunuyor. Hepsi birer sanat şaheseri. İçeri girdiğimizde temeli 1347 yılında atılıp 16 ve 17. yüzyıllarda tamirat gören kilisenin kubbesine ve içindeki gotik ve barok tarzı mimariye, süslemelere hayran kalıyoruz. 

Snow Church'tan çıktıktan sonra sokak aralarından ilerliyoruz. Binaların çoğu iki üç yüz yıllık. Bunlardan bir kısmı bakanlıklara ve devlet kurumlarına hala hizmet veriyor. O günkü teknoloji ile inşa edilen yapılara ve estetiğe şapka çıkartıyoruz. Burada söylenebilecek tek olumsuzluk, bazı binaların ve tarihi kapıların bakımsızlığı ve üzerine yazılan çirkin yazılar, boyamalar. 

Old Town'da birçok kilise var. Bu kiliselerin hepsine girmeye zaman yetmeyecek. Bu yüzden bazılarının dışarıdan resimlerini çekmekle yetiniyoruz. Yolumuzun üzerinde şimdi Powder Gate ismiyle anılan 11. yy. dan kalma bir kule yükseliyor. Eskiden şehre 13 yerden girilirmiş. Burası da onlardan biri. 186 basamak çıkıldığında bu kulede 44 metre irtifa kazanılmış oluyor. Eşimle göze alamıyoruz, manzara seyretme hakkımızı başka bir yere saklıyoruz.

Powder Gate'in hemen solunda açık renkli ihtişamlı  bina Belediye Sarayı. Buradan şehir meydanına doğru yolumuza devam ederken yol kenarlarında 1920'li yılların nostaljik otomobilleri çarpıyor gözümüze. Bunlar turistleri belli bir ücret karşılığında şehri gezdiriyor. "Old Town" meydanına giden taş parke döşeli yollar oldukça kalabalık. Sağlı sollu turistlere yönelik dükkanlar bulunuyor. Tarih kokan binaların üzerinde muhteşem heykeller yer alıyor. Dükkanlarda hediyelik eşyalar, porselen, Bohemya kristal cam ürünlerinin yanı sıra ortaçağ işkence araçları da sergileniyor. Ancak benim ve eşimin ilgisini en çok çikolata müzeleri, satış yerleri ve çikolata atölyeleri çekiyor. 

Meydana iyice yaklaşmışken yol ortasında iki kişinin yaptğı gösteri aklımızı başımızdan alıyor. İki genç adamdan biri yere çökmüş, bir eliyle on santim çapında ve yaklaşık 1.5 m uzunluğundaki bambu sırığını düşey olarak tutarken diğer elinin baş parmağı ile işaret parmağını uzak doğu usulü birbirine değdiriyor. E, hemen ne var bunda demeyin. Bambu sırığın en üst noktasını tek elinde tutan diğer genç adam sadece buradan aldığı destekle bağdaş kurmuş etrafına gülücükler dağıtıyor. Gelip geçenler bu gösteriye bahşiş bırakıyor. Ben önce acaba bunlar mumya falan mı dedim, ama adamların ikisi de capcanlı duruyor. Alttaki adamın nefes aldığını bile seçemiyorsunuz. Gözleri kapalı, öyle bir konsantre olmuş ki. Üstelik en ufak bir zorlanma belirtisi de yok. Bu adamlar Hintli falan da değil. Beyaz tenli, sarı sakallı tipler. 

Old Town Meydanının ortasında büyük bir yapı karşılıyor bizi önce. Jan Hus anısına yapılan bir heykel bu. Jun Hus (1369-1415) Çek'lerin en önemli filozoflarından biri. Dinde ilk reformist adım atan kişi olarak anılıyor ve Charles Üniversitesinin kurucularından.

Meydana bakan en önemli yapılardan biri Tyn Kilisesi. Cepheden bakıldığında adı Adem olan sağdaki kule solda Meryem adındaki kuleye göre daha büyük. Orta yerde rengarenk çaput bezleri ve balonlarla süslenmiş bir ağaç görüyoruz. Geneli ateist olan bu toplumda adak kültürünün gelişmiş olması oldukça ilginç.

Evet, sol tarafımıza dönünce nihayet meşhur Astronomik Saat Kulesini görüyoruz. Bu kuleye çıkıp Prag şehri manzarasını seyretmek ve Tyn Kilisesine yukarıdan bakmak mümkün. Saat ilk olarak Hanus Usta tarafından 15. yüzyılda yapılmış. Turistlerin büyük ilgisini çeken bir yer. Her saat başı saat üzerindeki figürler hareket etmeye başlıyor ve her hareketin bir anlamı varmış. Biz beş dakika farkla bu gösteriyi kaçırdık.

Bundan sonraki durağımız St. Nicholas Kilisesi oldu. Şehrin en eski kiliselerinden biri olan yapı oldukça büyük ve gösterişli. 12. yy sonlarında inşa edilen kilise Gotik ve Roman tarzlarında.

Prag'ta adım başı makara tatlısı yapılıp satılıyor. Turistlerin de çokça rağbet ettikleri ve kömür ateşinde dönen makaralara sarılı hamurun pişirilmesiyle yapılan bu tatlının içine isteğe bağlı dondurma da koyuyorlar. Biz de bir mola verip tadına baktık. Görüntüsü kokoreç'e benzeyen bu tatlı fena değil.

Charles Köprüsünün sol kenar kulesine doğru yolumuza devam ederken Belediye Başkanının ikamet ettiği Belediye Sarayı Binasını görüyoruz. Sağ tarafta birçok kilise klasik müzik konserlerine ev sahipliği yapıyor.  St. Salvator Kilisesi bunlardan biri. Dünyanın en güzel kütüphanesi seçilen Clementinum'u geçiyoruz. Yolun sonunda Charles Köprüsünün sol kulesi çıkıyor karşımıza. Köprü kulesi ile Opera Binası arasında Kutsal Roma İmparatoru IV. Charles'ın güzel bir heykelini görüyoruz.

Yolumuza devam etmeden önce Köprüye doğru yaklaşıyoruz. Demir parmaklıkların üzerinde sayısı yüzlerle ifade edilebilecek rengarenk asma kilitler parmaklıklara kilitlenmiş. Görevliler bunları ama oksijenle ama çelik kesme makaslarıyla çıkarmaya çalışıyorlar. Çek'lerin adak merakı burada bir kez daha kendini gösteriyor. Köprünün sağında tarihi Opera Binası bizi selamlıyor. Binanın çatısında birçok ünlünün heykeli var. 

Opera Binasının karşısında Yahudi Mahallesi yer alıyor. İspanyol Sinagogunun cephesinde restorasyon çalışması devam ediyor. Sinagoğu geçip sağa döndüğümüzde Yahudi Mezarlığını görüyoruz. Yahudi Mahallesinden çıkıp Vlatava nehrine doğru yürüdüğümüzde ise Çehov köprüsünü görüyoruz. Köprü kulelerine varmadan önce Charles Üniversitesi (Çekler Karl Üniversitesi diyor) Hukuk Fakültesi bahçesinde biraz dinleniyoruz. Tam karşımızda Metronomun ibresi bir sağa bir sola hareket ediyor. Eşime karşı sahildeki merdivenleri gösterip soruyorum. "Metronom'a çıkıyormuyuz?" Biliyorum aslında ne onda ne de bende mecal kalmadığını...

Köprü başlarından Vlatava nehrinde yüzen gemileri de içine alan güzel resimler çektikten sonra metroya binip otelimize dönüyoruz.

Birkaç saat dinlenmek yetti bize. Karnımız acıktı tabi onca yoldan sonra. Burada da İtalyan mutfağı uzak ara önde. Bir kaç tane döner ve şiş kebap helal satıcılarına da rastladık. Lokanta ararken bir yandan da otelin civarını dolaşıp keşfediyorduk. Biraz yürüyünce büyük bir kilise ile karşılaştık. Ne yazık ki Çekler yeteri kadar İngilizce açıklama koymuyor gereken yerlere. Hatta turistler için hazırlanan şehir haritaları, broşürler ve tanıtım levhaları bile Çek dilinde yazılmış. Bu sebeple bu kilisenin adını ancak Çekçe tabelasının resmini çekip internette ortaya çıkardım. Prag'ın en büyük dini yapılarından biri olan Saints Cryil and Methodius Kilisesiymiş bu. İçini görmedik ama dışarıdan baktığımızda yine müthiş bir mimari gözlerimizi kamaştırdı. Kubbeli ana giriş kapısına hayran kaldım.  

Saints Cryil and Methodius Kilisesini geçtikten sonra sağa döndük. Hava kararmıştı artık. Dükkanlar erkenden kapanıyor burada. Kilisenin paralelindeki caddede bu sefer ters yönde ilerlerken eşimin ilgisini çeken dükkanlarla karşılaştık. Bohemya kristalleri, porselen tabak, çanaklar, pastacılık malzemeleri vs. Üzerindeki fiyatlar da gayet uygun görünüyordu. Daha sonra uğramak üzere yolumuza devam ettik. Nasıl olsa otelimize yürüyüş mesafesindeydi buraları. Yolun sağında ilerlerken Sinoplu bir Türk dönerci ile karşılaştık. İngilizce konuşurken "Nerelisiniz?" diye sordu. Türküz biz deyince, "Niye Türkçe konuşmuyorsunuz o zaman kardeşim?" deyince gülmeye başladık. Çay içmeye davet etti ama benim yemek için dönerden başka planlarım vardı. Biraz daha yürüyünce bu sefer Cezayirli bir gençle konuştuk. O da geleneksel pizza yapıyormuş helalinden. Eşim domuz eti konusunda çok hassas olduğundan burada yemeyi teklif etse de ben ona domuz yedirmeyeceğime dair söz verip devam ettik yürümeye. Yemek için tam aradığımız yeri bulamadık ama bir benzerinden girdik içeri. Zira takat kalmamıştı bacaklarımızda. Cihelna La Familia isimli restoranın iç mekanı sıcak ve garsonlar oldukça ilgiliydi. Tesadüfen girdiğimiz bu mekan Prag'ta 2007-2008 yılının en iyi restoranı seçilmiş.

Bu günü de böyle tamamlayıp çakırkeyf vaziyette otelimize döndük.   
  

    

4 Nisan 2016 Pazartesi

03/04/2016 Pazar, Prag

İnsanoğlu kuş misali; sabah kahvaltısını İzmir'de kızımın evinde yaptık, öğleden sonra Prag'a uçtuk. Birkaç gün önce yanlışlıkla e-maillerimi sildiğim için başımda dolaşan kara bulutlar çok geçmeden yerini iyimser bir havaya bıraktı. Önce Pegasus Havayollarını takdir etmek lazım. Hurafelere inanmam ama nazar olayına biraz farklı bakarım. Bazılarının yaydığı negatif enerji en sıradan işi bile çözülmez yumak haline getirir. Bu yüzden kötü nazarlara karşı yaradana sığınıp yazmaya devam edeyim.

Pegasus'tan bahsediyordum. Öncelikle bütün uçuş bilgilerimi içeren bir hatırlatma e-postası gönderdiler adresime. Öyle hora geçti ki bu. Neredeyse hangi gün yola çıkacağım, hangi gün döneceğim bilgisi bile yoktu elimde. Üstelik bunu benim talebim üzerine değil standart bir uygulama olarak yapmışlardı. "Pegasus ile seyahat tarihiniz yaklaştı." diyerek önce İstanbul aktarması dahil bütün uçuş bilgilerimi verdiler daha sonra "İsterseniz hemen on-line check-in işleminizi başlatabilirsiniz" diye mesaj gönderdiler. Bu işler tamamlandıktan sonra elektronik biletlerimizi dün yazıcıdan çıkartmıştım.

Sabah tam vaktinde Adnan Menderes Havalimanına getirdi kızım bizi. Bagajımızı verdikten sonra iç hatlardan Sabiha Gökçen Hava Limanına doğru rötarsız hareket ettik. Alanında THY den çok Pegasus uçağı vardı. Güzel bir uçuştan sonra İstanbul'a tam zamanında indik. Oradan dış hatlara geçtik. Ben çıkış harçlarını alırken eşim D&R'a takıldı. İşimi hallettikten sonra D&R da buluştuk, yolda okumak için gazete ve eşimin seçtiği Franz Kafka kitabını aldık.

Uçağın kalkış saatine bir buçuk saatten fazla bir zaman vardı. Pasaport kontrolünden geçip duty free dükkanlarının arasından yiyecek katına çıktık. Bir yandan birşeyler atıştırırken gazetelerimizi okuduk. Bu sefer bir değişiklik yaptım ve gazetenin pazar ekinden başladım okumaya. Hemen hemen her sayfasını satır satır okudum. Bu kadar okunacak şey beklemiyordum açıkçası. Fehmi Korunun cemaat ve hükümet ilişkilerinde üstlendiği arabulucuk rolünün bir fiyaskoya döndüğü olayları konu alan bir röportaj. Arkasından Ayşe Arman'ın Ortanca Hanım'la yaptığı başka bir röportaj daha. Gülse Birsel'in Boğaziçi Üniversitesi'nce onur konuğu seçilmesi üzerine hoşuma giden esprileri, derken Mehmet Yaşin'in "Balıklar azaldı ama kabahat bizim" diye dert yandığı yazısının sol tarafında Vedat Milor'un şarap ve peynir ikilisinin damakta bıraktığı tatlara üçüncü olarak zeytin yağını da eklemesi.  

Uçağa biniş saati gelmişti. Kapıyı öğrendikten sonra o tarafa yöneldik. Yolda eşimle tatlı tatlı tartışıyorduk bir yandan. "Bak hayatım, Gülse de "Mid-term" demiş. Bence de doğru, ne yapsın kadıncağız. Bizde "mid-term'e mid-term" denir. Siz de de vize diye bir şey duyuyorduk. Biz de, vize denilince ülkeye girebilmek için alınan yazıdan başka birşey anlamıyorduk.

Kapıya doğru ilerlerken eşime muziplik yapmaya devam ediyorum. "Bak şimdi mesela," diyorum. "Gate'in Türkçe karşılığı yok, check-in 'in de" "Kapı dersen olmaz o "door" diyorum. "Check-inde işler daha da karışık; uçağa binmek için yapılan biniş işlemleri, otele yerleşmek için yapılan giriş işlemleri İngilizcede hep "check-in" anlamına geliyor. "Ne olur yani, check-in yerine biniş/giriş işlemleri deseler?" dedi ve son noktayı koydu her zamanki gibi...

Aslında Pegasus'u ve benim şansımın dönüşünü anlatıyordum. Evet, belki biraz da şansları vardı ama bütün yolcular saatinden önce uçağa binmiş ve kuleden erkenden uçuş izni koparmıştı pilot. Yine keyifli bir uçuş ve rötarsız Prag hava limanına iniş.

Otel reservasyonunu kızım kendi booking.com hesabından yapmış ama benim bilgilerimi vermiş. Otelden birkaç gün önce bir mail aldım. O e-mail'de de yaptığımız rezervasyona ait bütün bilgiler yer alıyordu. Kibar bir dille otele varış saatimizi soruyorlardı. Hemen yanıtladım ve ilgilerine teşekkür ettim.

Uçuş boyunca kah uyduk, kah uyandık. Zaman su gibi aktı. Bir ara gözümü açtığımda ekranda uçuş yüksekliğimizin 11.500 m, hızımızın 800 km/sa ve dışarıdaki hava sıcaklığının eksi 63 derece olduğunu gördüm. Prag'ta hava güneşli ve hiç beklemediğimiz kadar sıcaktı. 

Bagajımızı alıp pasaport kontrolünden geçtik. Gezi bloglarında sıkça konu edilen Çek vatandaşlarının sinirli ve ilgisiz tavırlarını ilk günümüzde görmedik. Tam tersine pasaport kontrol görevlisinden yoldan geçen vatandaşa kadar herkes güleryüzlü ve yardımseverdi. 

Terminal çıkışında yaklaşık elli metre yürüdükten sonra otobüse binip şehir merkezine geldik. Metro biletlerinin satıldığı büfeler gözümüze ilişmediği için yoldan geçen birilerine toplu taşıma biletlerini nereden satın alabileceğimizi sorduk. Hemen yardımcı olup tarif ettiiler. Kısa bir mesafe yürüyüp metroya bindik ve neredeyse otelimizin önünde indik. 

Otelimize yerleştikten sonra aynı güzergahın tersi istikametine doğru giderek Prag'ın hareketli semtlerinden birinde yer alan Vaclav Meydanı civarını gezdik. Bohemya kristalleri, deri çantalar, hediyelik eşya ve kuklaların satıldığı pekçok dükkan vardı. Her çeşit dünya mutfağının yanı sıra bu meydan boyunca sağlı sollu restoranlar Çek geleneksel mutfağından örnekleri müşterilerine sunuyorlar. En az iki yüz yıldır hizmet veren tarihi binalar bütün azametiyle insanları büyülüyor.

Prag şehir merkezinde kolay anlaşılır bir metro ağının yanı sıra şehre olağan üstü hava katan çok sayıda tramvay çalışıyor. Şehrin ortasından geçen Kuğulu Vlatala nehri üzerindeki köprülerin sadece birinden geçtik. O da havaalanından bizi getiren otobüsle. Bunun dışında nehri hiç göremedik bugün. Şehirdeki binaların mimarisi alışık olduklarımıza benzemiyor. İlgimizi çeken diğer bir husus; bütün bu tarihi binalar ya sanat merkezi ya da bakanlık binası olarak hizmet görmeye devam ediyor olsa da zamanın olumsuz etkilerine karşı çok iyi korunduğunu söylemek mümkün değil. Bu güzelim binaların bakımlarının gerektiği gibi yapılmadığı acı bir gerçek.  

Hava karardığında eşimin ayakları da ağrımaya başlamıştı. Yine metroya binip otelimize döndük. Benim aklımın bir köşesinde methedilen meşhur çek biraları duruyordu. Bu gecelik nefsimi köreltmek için bir tane aldım marketten. Gerçekten söylenilen kadar güzelmiş.

Otelde şimdilik internet güzel çalışıyor. Bu kadarını beklemiyordum yine. Beklenti çıtasını fazla yükseltmeyince insan daha kolay mutlu oluyor. Dediğim gibi bugün herşey planladığım gibiydi. Yarın tempolu bir gün bizi bekliyor. Program yoğun ama ne kadarına yetişebilirsek bakacağız artık.

 

2 Nisan 2016 Cumartesi

02/04/2016 Cumartesi, İzmir


Erken kalktım bu sabah. Tam on yedi sayfalık gezi planım, booking.com rezervasyon onaylarım, havayolu biletlerim derken bir sürü evrak yazıcıdan çıkartılacaktı. Herşeyden önce yazıcının kartuşlarını ilk kez değiştireceğim için biraz uğraşmam da gerekebilecekti. Kendi özel eşyalarımı toplamak ve yukarıda saydığım işleri yoluna koymak planladığım süre içinde halloldu. Sadece yarım saat rötarla çıktık kapıdan. Arabayı kapalı garaja çekip otobüse bindik. Öyle denk geldi ki, son boş koltuklara oturduktan hemen sonra hareket ettik.

Gaziemir'de bizi kızım karşıladı. Önce Kısıkköy'de güzel bir serpme kahvaltı yaptık kır manzarası eşliğinde. Daha sonra yaylada mutfağın donanımı ile ilgili iki firma ile son görüşmeleri yaptık. Oradan çıkıp  salonakoyacağımız masa ve sandalyelerin kesin bağlantısını yaptık.  

Dönüş yolunda Limontepe'yi geçtikten sonraki dinlenme yerinde popülaritesi inanılmaz ölçüde artan Köfteci Yusuf'tan köftelerimizi yedik. Kızımın evinde misafiriz bu gece. Sabah erkenden hava limanına bırakacak bizi. Öğleden sonra Prag'tayız. Belki günü gününe olmaz ama gezi maceralarımızı ve çektiğimiz resimleri burada paylaşacağım.

Başa dönersem yeniden; şu yazıcıdan print alma, toparlanma işlerini akşamdan yapmayıp sabaha bırakmamdan sorumlu olan Amelia'dır. Filmi bir yandan müzikleri öte yandan esir aldılar beni. Koltukta sızıp kalmışım. Gözlerimi açtığımda saat 03.30'u gösteriyordu. Hemen kalkıp 06.30'a kurdum saati. Yatağa uzandığımda aynı film müziği yarım saat daha kulaklarımda çınlamaya devam etti.

1 Nisan 2016 Cuma

01/04/2016 Cuma, Tire

Bugün 1 Nisan. Sadece blog arkadaşlarımdan birinin anlamlı şakasına maruz kaldım. Ben ise kimseye şaka yapmadım.

Öğleden sonra çıktım yaylaya. Elektrik bağlanmış. Bundan sonra armatür ve aksesuarlar seçilecek artık. O işler de seyahat sonrasına kaldı. Yakup Usta ve Kadir elektrikçiye yardım etmişler sabah. Bahçeden içeri girdiğimde onlar avluya kayrak taşı döşüyorlardı. Fazla kalmanın gereği yok yanlarında. Her ikisine de bir hafta boyunca olmayacağımı söyledikten sonra pencereleri iyice kapatıp kapıları  kilitlemelerini tembih ettim.

Aklıma duygusal bir müzik takıldı bu aralar. Devamlı onu mırıldanıyorum. Ancak ne yazık ki şarkının adını ve bestecisini hatırlayamıyorum. Zaten oldum olası bu konularda zayıfım. Filmi bir güzel izlerim ama yönetmenini, oyuncusunu kafamda tutmam. Aynı şekilde kitap yazarları da öyle. Aslında yanlış bir şey bu, biliyorum. Her şeyden önce emeğe saygısızlık. Ama şu "Üzümünü ye bağını sorma" özdeyişi beni çok etkilemiş olmalı. Blog yazarlığı bu açıdan tam bana göre. İster istemez eser sahiplerine az da olsa yer vermiş oluyorum.  

Nihayet ezgisi kulaklarımdan gitmeyen müziğin bir film müziği olduğunu hatırladım. Önce bir İkinci Dünya Savaşından sonra çekilen bir sürü Yahudi filminden biri olabilir mi diye düşünmüştüm. Değilmiş. Büyük mücadelelerden sonra filmin baş rol karakteri geldi aklıma "Amélie"

Filmin orijinal adı "The Fabulous Destiny of Amélie Poulain". "Amélie Poulain'in İnanılmaz Kaderi". Fransız besteci Yann Tiersen tarafından yapılan film müziğinin adı ise “La valse d’Amélie”. Bu müzik hem gitarın farklı yorumlarına  (1), (2), (3) hem akordeona hem de orkestraya çok güzel yakışıyor. Bana göre bunlar arasında en güzeli filmin full soundtrack'ı

Sol taraftaki resimde görülen Amélie, filmde üstlendiği karakterle beni çok etkiledi. O cin bakışlarıyla kaderine razı olmuş bir tip. Kendini insanları mutlu etmeye adamış. Film romantik komedi türünde ancak çok güzel mesajlar veriyor.

Tamamen tesadüf eseri evde bulduğu bir oyuncak kutusunu elli yıl geçtikten sonra artık altmış yaşına yaklaşmış sahibine ulaştırmak ne kadar güzel bir eylem.  Ya sahibinin kutu ve içindekileri görünce vermiş olduğu tepkiye Amélie'nin sessiz ve muzip bir gülümsemeyle şahitlik etmesine ne demeli?

Büyük hasılat yapan film aynı zamanda bir çok ödülün de sahibi olmuş. Gece filmi tekrar izledim. Hem güldüm, hem duygulandım. Yine de "Filmde en çok etkilendiğin ne?" diye soracak olursanız ben yine "Müzikleri" diyeceğim.

Filmdeki karakterlerin hemen hepsinin tuhaf huyları esprili bir şekilde veriliyor. Bunlardan bir tanesinin merakı da, baloncuklu naylon ambalajları sıkarak patlatmak. Ben de bayılıyorum bunu yapmaya.