KATEGORİLER

30 Haziran 2016 Perşembe

KAPLAN FINDIĞI

29/06/2016 Çarşamba, Tire

Elektrikçi Ali erken saatte arayıp "Yarın sabah sizin işleri bitireceğiz." dedi. Eğer sözünü tutarsa günün sürprizi bu olacak.

Ünal Usta'ya güveniyordum. Defalarca aradım. Her seferinde "Bir saate kadar gelecek ustalar." demesine rağmen ne gelen oldu ne giden. Tuvaletlerin iç kapıları kaldı yine.

Ne varsa Torbalı'dan bulduğum Tire'li Yücel Usta'da var. Telefon edip yola çıktığını ve bir saat sonra yaylada olacağını söyledi. Günün sözünü tutanı o oldu ve dediği saatte bahçe kapısına geldi. Arçelik servisinde oyalandığımız için geldiğini bildirdiğinde Kaplan Köyüne yeni girmiştik. İlk kez Tireli bir esnafı bir kaç dakika bekleterek tarihin altın sayfalarına yazıldık. Yücel Usta'nın çocukluğu ve gençliğinin geçtiği yerler eşiminki ile aynı. Bu nedenle çok sayıda ortak tanıdık ve anı döküldü ortaya. Usta saatler süren çalışmasında davlumbazın bacaya bağlantılarını yaparken hep maziden konuşuldu. Ölçülerini alıp sırra kadem basan Atilla Usta'nın yapacağı hidrofor ve sanayi tüplerinin kabinlerini de Yücel Usta'nın yapmasını istedim. 

Tabak, bardak, kaşık, çatal ne varsa ambalajlarından çıkartıp makinede yıkamaya devam ettik. Eşyalar dolaplara yerleştirildi. Eşim bu işlerle uğraşırken ben de Ünal Usta'yı aramaya devam ediyordum. Tabela reklam işleri için Ahmet Bey'e telefon etmek geldi aklıma. O da gelmeyi unuttuğunu söyledi. Garip buradakiler. Sanki yüz tane işi var da benimkini arada unuttu (!)

Yakup Usta'yı arıyorum. Karısı ile birlikte yukarı yaylada çalışıyormuş. Yatık erik ağacını kesmiş. En alttaki pınarı açmış. Suyun kesilme nedeni borunun tıkanmış olmasıymış. Daha ince bir boru uydurup havuza çekmiş suyu. Aradığımda alt taraftaki yol üzerini kaplayan otlarla ceviz fidanlarının üzerini örtmüş otları biçiyormuş makineyle. Ot biçme motorunun sesi artık gelmiyor aşağıya. "Ben de birazdan gelirim yanına." diyorum. Bunu dememe sebep her an beni karşısında bulma tedirginliği içinde işi savsaklamamasını sağlamak...  

Ahmet Beyi ve Ünal Usta'yı bekliyor olmam yukarı yaylaya çıkmama engel aslında. Zaman geçiyor, ne biri ne de öteki geliyor. Aşağı yaylanın havuzu tamamen dolmuş hatta taşmaya başlamış. Ana tahliye vanasını açıyorum. Damlama sulama ağını çözmek istiyorum. Ekibin başında sürekli bulunamadığımdan ne vanaları koydukları yerleri ne de vanaların suladıkları bölgeleri bilmiyordum. Boruları takip ederek teker teker sulanan ağaç ve fidanları ile bütün vanaların yerlerini buldum. Vanaları teker teker açık konumuna getirdikten sonra suyun boru içlerine dolup küçük fıskiyelerden ağaç diplerine akışını gördükçe büyük haz duydum. Kova kova su taşımakla günlerce uğraşıp yapamayacağım işi bu sistem anında çözüyordu. Arada tıkanan meme uçlarını kurcalayıp açtım ve ağaç köklerine suyun akmasını sağladım. Hatların bazı bölümlerine su gitmediğini fark ettim. Boru bir yerde katlandığı zaman suyun geçişi kesiliyordu. Bu katlı yerleri düzelttikten sonra suyun aktığını görüyordum. Kümesin içinde kalan ceviz fidanına hat çekmeyi unutmuşlar. Alt taraflarda atladıkları birkaç ceviz fidanı daha var. Bunları Salih Usta'ya söylemem lazım. Dönüp iki kova su doldurduktan sonra sistem dışında kalan ceviz fidanlarını suluyorum. Nasıl sulamam ki? Kendi ellerimle diktim bunları bu yıl, kova kova can sularını taşıdım. 

Aşağı yaylanın neredeyse tamamını dolaşıyor, bütün vanaların yerini tespit ediyorum. En alt kesimde borunun ucunu açık bırakmışlar. Bütün su bu noktada boşa akıyor. Hemen katlayıp kesiyorum suyun akışını. İşleri yarım yamalak yapıyor bu ustalar. İyi ki güvenmeyip çıkmışım dolaşmaya... Dönüşte fındık ağacının resmini çekiyorum. Koca ağaç ama üzerinde hiç meyve tomurcuğu yok. Geçen yıl hiç olmazsa iki avuç kadar meyve vardı üzerinde. Yoksa zamanı mı değil? Bilmiyorum.

Ünal Usta'yı arıyorum. Cevap yok. Yarım saat geçtikten sonra dönüyor bana. Doktorda olduğu için açamamış telefonu. Kulakları çınlıyormuş. "Bugün gelemeyecek herhalde senin ustalar." diyorum. "Gelmediler mi daha?" diye soruyor bana. "Yok gelen giden" diyorum. "Selim Usta'yı arayıp sana döneyim." diyor. Dönmüyor.

Güzel bir kayısı eriği ile onun bitişiğinde mürdüm eriğinin yanından geçiyorum. Aşı yapılmamış, doğal yoldan bitmiş fidanlara, ya da ağaçların köklerinden filiz vermiş dallara deli dendiğini geçen yıl öğrenmiştim. Bu delileri akıllandırma işine ise aşı deniyormuş. Geçen sene deli kestanelere yaptığımız onlarca kalem aşısından çok azı tutmuştu.

Bahçenin en uzak köşesinden çıkıp Taş Ev'e döndüğümde eşimi belinden ıstırap çektiğini görüyorum yine. Son bir haftadır ne kadar iyiydi oysa. Seslenmiş bana ama iyice uzaklaştığımdan dolayı duyamamışım sesini. Fena tutulmuş beli. Ahmet Bey arıyor. Köye gelmiş, tarif ediyorum bulunduğumuz yeri. "Fatih beyin Çam Restaurant 'ını geçtikten sonra sola doğru yayla yoluna döneceksiniz. Asfalt yolu takip edip tam bin iki yüz metre sonra sağlı sollu beton çit çekilen yerin başındaki demir kapıdan içeri girersiniz. Yok, yok biz kapıda karşılarız sizi"

Ahmet Bey'i kapıda karşılıyoruz. Hava iyice kapandı. Yağmur mu yağacak yoksa? Dün haberlerde İzmir dışında bütün bölgelerin yağmurlu olduğunu duymuştum. "Şu şanssızlığa bak!" demiştim kendi kendime. Aklım zeytin fidanlarında... Göz göre göre kurutacağız.

Ahmet Bey'i içeri alıp Taş Ev'i gezdiriyoruz. Çok beğeniyor. Burayı çok iyi tanıtan bir web sitesi gerekir deyip tanıdığı birini öneriyor. Bilgi ve yönlendirme levhalarının yerini ve ebatlarını konuşuyoruz. "Logo konusunda ben de bir çalışayım bakalım." diyor. Tekrar bahçe dışına çıkıp tanıtım levhasının yerine karar veriyoruz. Yönlendirme levhaları için iki yer belirliyoruz. Biri köyün içinden yayla yolu girişine, diğeri köye varmadan bize ait zeytinliğin başladığı yere.

Yakup Usta'nın pikabını görüyorum çamlığın önünde. Belli ki ben çıkacağım diye mesai saatinin sonuna kadar beklemiş. Ahmet Bey'i uğurlarken gök gürlemesi ile birlikte yağmur damlaları irileşiyor. Az önce Taş Ev'in salonunda pencereleri açmış, çisil çisil yağan yağmurun yapraklara vururken çıkarttıkları sesi dinlemiştik. Suyla buluşmasının ardından havaya yayılan toprak kokusunu ciğerlerimize çekmiştik. Ünal Usta'yı ve ardından Selim Usta'yı son kez arıyorum. Aramalarım cevapsız kalıyor. Bundan sonra gelmezler artık. Eşimin rahatsızlığı artıyor. Eve dönmemizi istiyor. Yağmur bastırıyor birden. Kapıları kapatıp çıkıyoruz yola. Kırk yılda bir ağız tadıyla sulama yaptım ama buna hiç gerek yokmuş bugün. Yağsın da zeytinler sulansın. Bahçe kapısında geliyor aklıma. Gidip havuzun tahliye vanasını kapatıyorum.Hiç olmazsa havuz boşalmasın...

Çarşıya uğruyoruz. Dün alamadığım ceviz kıracağını ve tuvaletler için eksik kalan bir aplik alıyorum. Yarın elektrikçiler gelecek. Kalan işleri tamamlayacaklar...   

29 Haziran 2016 Çarşamba

NAR ÇİÇEĞİ

28/06/2016 Salı, Tire

Yok bunu anlatmam için yazının sonunu bekleyemeyeceğim. Bir değişiklik yapıp sondan başlasam dünyanın sonu gelmez ya! Eşim "Bu vakit yemek olur mu? Otur Allah aşkına." diye söylenirken girdiğim mutfaktan gece saat on birde çıktım. Taşınma telaşı içinde ilişmişti gözüm arborio pirincine. Malzeme olsa "risotto di mare" yapacaktım ama ne deniz mahsulü var elimde ne de parmesan. Ama ne gam, ben de oturur "Turkish risotto" yaparım dedim ve sıvadım kolları.

Gerçekten geç olmuştu ama mutlu yatmak istiyordum bu akşam. İçine zeytinyağı koyduğum küçük bir tencereye ince dilimler halinde doğranmış iki biber ve ince kıyılmış orta boy  bir kuru soğan ilave edip orta ateşte pişirmeye başladım.

Bu arada buzdolabında kalan yüz gram kadar konserve mantarı değerlendirmek iyi olacaktı. Orta boy bir domatesin kabuklarını soyup küçük parçalar halinde doğradım. Soğan ve biber yumuşadıktan sonra tencereye ekledim. Birkaç dakika çevirdikten sonra önceden hazırladığım bir bardak arborio pirincini boşalttım. Elektrikli ısıtıcıda suyu kaynattım. Pirinç yağa nişastasını bırakmaya başlarken tencereye sık aralıklarla sıcak su katıp dibi tutmadan karıştırmaya devam ediyordum. Pirinç nişastasını saldıkça risottonun kendine has kremamsı dokusu belirginleşiyordu. Karışım suyunu çekince bir fincan sıcak su ekliyor ve karıştırmaya devam ediyordum. Aslında su yerine et suyu, tavuk suyu, kereviz vs. sebzelerle hazırlanan bitkisel karışımın suyu ve beyaz şarap alternatifleri var. Ama ben bu sefer sadece su kullandım. Pirinçler hafif dişe gelecek kıvama gelince tencereye bir parça tereyağı ve önceden ince ince doğradığım kaşar peyniri ve tulum peyniri karışımını ilave ettim. Bir iki tur daha karıştırıp peynirin risotto ile bütünleşmesini sağladım. Düz büyükçe bir tabağa serip üzerine karabiber serptim. Eşime gösterdim marifetimi. Ancak o "geç vakit yemek yememe" prensibini bozmamak adına tadına bile bakmadı... Mis gibi tereyağı kokusu eşliğinde oturup afiyetle yedim.

Bu moralle bugünü anlatabilirim artık. Kahvaltıdan sonra sınıfta yoklama yaparmış gibi ustalara sırayla telefon ettim. Önce Ünal Usta'yı aradım. Tuvalet kapılarının montajı için ancak yarın adam gönderebileceğini söyledi. Elektrikçi Ali, ikinci aradığım kişiydi. Hani "Pazartesi olmazsa salı gününe tamamlarız senin işini." diyen. Uzun uzun çaldı telefon. Cevap veren yok. Onun adamı Kamil'i aradım "Kapsama alanı dışında" bildirimi geldi kulağıma. Oğlu Hasan'ı aradım. Ondan da cevap alamadım. Tam Yakup Ustayı aramaya niyetlenmiştim ki, telefonum çaldı. Telefonun ekranında arayanın Elektrikçi Ali olduğunu gördüm. Elemanı Kamil'in kafasına göre çekip gittiğini, işlerin kaldığını, üç adamının eksik olduğunu anlattı durdu. Baktım ki adam benden dertli. Sakinleşmesini öğütledim. "Ali bey, sıkma canını hepsi düzelir."  Telefon konuşması bittiğinde benim işin yine bilinmez bir tarihe ertelendiği gerçeği ile yüzleştim.

Yakup Usta'yı aradım. Yukarı yaylada ot biçiyormuş. Salih Usta'nın gelip gelmediğini sordum. Onun adamları da gelmiş, çalışıyorlarmış. "Hemen geliyorum ben de" dedim.

Birkaç parça eşya kalmıştı evde. Onları da arabaya yerleştirip çıktım yola. Taş Ev'den iki büyük sepet aldım. Birine armut diğerine toplayacağım kayısıları koyacaktım. Patika yoldan çıktım yukarı yaylaya. Hemen girişte Salih Usta'nın dört adamı damlama borularını döşüyorlardı. Salih Usta gelmemiş. Yakup Ustaya telefon ettim. Havuzun üzerinde ot biçiyormuş. "Geliyorum" dedi.

Yanıma geldiğinde yaptıklarını anlatmaya başladı. Üç tane pınar gözüne giden yolları  kuru otlardan temizlemiş. Dördüncü pınarın suyu boruya hiç girmeden boşa akıyormuş. Havuza yakın bir yerde bulunan gözün yanına gittik. Büyük bir erik ağacı devrilmiş, pınarın önünü tamamen kapatmıştı. Damlama boruları döşendiği için iş makinesi giremezdi artık. Haftalığını verdim. "Bir de hanımın parası var" dedi. Oysa ben onu kendisine çay yapması için yanına aldığını düşünüyordum. Yapacak bir şey yok. Yakup Usta'nın iyi çalışması, başka hiçbir alternatifinin olmaması, karısına da çay yapma yevmiyesi ödemeye zorladı beni. 

Yakup Ustaya işine devam etmesini söyledim. Sucuların arasına gittim. Fidanlar sulandıkça havuzun seviyesi   hızla düşüyordu. Otları biçilmemiş ceviz fidanlarının bulunduğu alt kısım dışında ekip çalışmalarını bitirmiş görünüyordu. Alet edevatlarını toplayıp orta yaylaya, damlama borusu çekmeye gittiler.

Yukarı yaylada döşenen yeni hatları inceledim. Girişteki nar çiçek açmış. Hemen gidip resmini çektim. Liseye giderken sevdiğim arkadaşlardan biri, abisinin sevdiği kıza "Nar çiçeğim" diye hitap ettiğini söylemişti. Nar çiçeği görmeyi ne kadar da çok istemiştim o zamanlar. Yanımda getirdiğim sepetleri topladığım armut ve kayısı ile doldurdum. Özellikle havuzun dibindeki kayısı ağacı keyifliydi. Burada kayısı toplamak çok rahat. Elimi uzatıyorum, dokunur dokunmaz meyve pat diye avucuma düşüyor. Geldiğim yoldan aşağı inerken yaylanın misafirlerinden biriyle karşılaşıyorum. Resmini almak için eğildiğimde kafasını iyice kabuğuna çekiyor. Uzun bir süre kafasını çıkarmasını bekliyorum.

Aşağı yaylada Taş Ev'in kapılarını açtım. Bu sefer çalan telefonumdaki sesin sahibi Aynacı Ali. Eğer yukarıdaysam hemen yola çıkabileceğini söyledi. Gelir gelmez tuvaletteki dört aynayı duvara sabitledi.

Saat üçe doğru şehre inip eşimi aldım. Salı pazarını şöyle bir dolaşıp yaylaya döndük. Bahçe girişindeki havuza iyi su geldiğini görünce çok sevindim. Yakup Usta içine yaprak dolduğu için suyun kesilmesine neden olan boruyu kurcalamış ve suyun önünü açmıştı. 

Eşim tabak çanağın önemli bir kısmını  makinede, bazılarını ise elde yıkarken, ben ambalajları açıyordum. Son haftadır eşimin bel ağrılarındaki büyük iyileşmeden konuştuk. Artık ağrı kesici de almıyor. Böyle devam ederse nöral terapi uygulamasının ona çok iyi geldiğini söylemek yanlış olmayacak. Zaman zaman sevincini paylaşınca, "Aman" diyorum, "Sakın kimselere söyleme de nazar değmesin."

Geç vakit eve döndüğümüzde risotto yapmayı çoktan kafama koymuştum. Hazırlıklara başladım. Az sonra eşim geldi yanıma. "İstanbul'da büyük patlama olmuş." dedi. Mutfaktaki küçük televizyonu açtık hemen. İlk alınan haberlere göre on kişi hayatını kaybetmiş. "Her zaman böyle yapıyorlar infiali önlemek için. En azından kırk kişiyi bulur can kaybı." dedim. Neden birinin hatasını başkaları canlarıyla ödemeye devam ediyor? 

28 Haziran 2016 Salı

TAŞINMAYA DEVAM

27/06/2016 Pazartesi, Tire

Güya bugün işler çok yoğun olacaktı. Artık bu günlüğü okuyan herkesin tanıdığı Elektrikçi Ali ile Ünal Usta  ağız birliği etmişlercesine pazartesi olmazsa salı günü "İnşallah" dediler ya, otomatikman bu işin salı gününe kaydığı zaten belliydi. "İnşallah" sözcüğünden çok korkuyorum. Çünkü bu sözcüğün anlamı "Ben olacak veya olmayacak konusunda bir şey söyleyemem. Allah izin verirse olur." demek. Söz ver sonra sözünü bir güzel ye, arkasından "Ben o kadar yapmak istedim ama Allah izin vermedi. Allah'ın istemediği şeyi ben nasıl yaparım?" de. Bu din tam tembellere, yalancılara, fırsatçılara göre...

İnşallah'ın ne anlama geldiğini bildiğim için çok sarsılmadım. Gel gelelim Yakup Usta beni ters köşeye yatırdı. Sabah gök gürültüleriyle birlikte üç beş damla atıştırdığını görünce yağmur yağacak diye ot biçmeye gelmemiş. Salih Usta ise sabahtan gelip su hatlarını elden geçirecekti. Nasıl olsa Yakup Usta yukarıda diye içim rahat. Kendinden başkasına güvenmenin hata olduğunu bir kez daha anlıyorum. "Yakup Usta ben sana nasıl güvenirim? Hani sen Salih Usta'yı arayacaktın da ona kaynakların yerini gösterecektin?" Ağzıma geleni sayıyorum. Normal olarak salı günleri çalışmaz köylüler. Ben o kadar konuşunca utancından "Yarın çalışayım bari" demek zorunda kaldı. "O zaman ara Salih Ustayı, sabah erkenden başlasın çalışmaya" dedim.

Salih Ustayı aradım. Öğleden sonra yaylaya çıkacaklarını söyledi. Yakup Ustayı yukarıda biliyor tabii. Ben Yakup Ustanın buğun gelmediğini söyleyince, "O bize kaynakların yerini gösterecekti, bir şey yapamayız o olmadan" dedi. Ben de "Peki yarın sabah başlarsınız, ben de sabah erkenden orada olurum" dedim. 

Velhasıl bugün yapılacak elektrik ve sıhhi tesisat işlerinden geriye kalanlar, tuvalet iç kapılarının montajı, sulama ve içme suyu ile damlama sisteminin elden geçirilmesi, yukarı yayladaki otların biçilmesi işleri yarına kaldı.

Madem yukarıda çalışma olmayacak, o zaman bugünü değerlendirmemiz lazım. Evde kalan diğer mutfak malzemeleri ile kilolarca ev yapımı reçel, Çeşme'den gelen malzemeler hepsini yukarı götürmeye karar veriyoruz. Arabaya önce ambalajı içindeki barbekü setini, kırılacak eşya kolilerini yerleştirdim. Tam reçellere başlayacaktım ki telefonum çaldı. Arayan kazadan sonra arabamızı toparlayan Rüştü Ustaymış. Arabanın taş sıçraması neticesinde hasar gören ön camını da değiştirmişti. On gün kadar önce bu konuyla ilgili olarak ehliyet, ruhsatın fotokopisini ve hasarın nasıl olduğuna dair bir dilekçe yazmamı istemişti. Unutmamıştım ama istediği belgeleri ona götürecek zamanım olmamıştı. "Bugün mutlaka uğrarım." dedim.

Reçelleri yükleyip, sanayinin bozuk yollarında şangır şungur gitmek doğru olmayacaktı. Önce Rüştü Ustaya uğrayalım (adama ayıp oldu), hazır çarşıya çıkmışken tencereleri kalaya verelim (tarihi bakır tencereler), eve süt alalım (yoğurdumuz bitti), ceviz kıracağı alalım (dün gece kırılmıştı), Toplu Konut pazarına gidelim (yarın Salı Pazarına çıkmak için zor vakit buluruz) sonra eve uğrayıp reçelleri alalım dedik.

Düşündüklerimizin hepsini bir istisna ile gerçekleştirdik. Sadece ceviz kıracağı almayı unuttuk. Eve geldiğimizde arabayı ilk kez sitenin önündeki geniş tretuvarın üzerine çıkardım. Bu bana en az on metre kazandırdı. Önce bütün reçel kavanozlarını asansörle apartman girişine teker teker indirdim. Kavanoz derken kiloluk değil tabii bunlar. Bazıları beş, on kilo hatta on beş kiloluk olanlar var. İkinci aşamada, apartman girişinden aldığım kavanozları arabaya yerleştirdim. Arka koltuğu yatırmam sayesinde ceviz haricindeki bütün reçeller arabaya sığmış oldu. Kavanozları birbirine değecek şekilde sıkıştırdım. Hiçbirinin devrilip dökülmemesi için yine de ağır ağır gitmem gerekiyordu.

Yaylaya hiç bu kadar yavaş çıkmamıştım. Yokuş ve virajlarda, yolun engebeli kısımlarında duracak kadar yavaşladım. Sonunda hiçbir zayiat vermeden Taş Ev'e vardık. Vakit geç olmuştu. Hiç ara vermeden mümkün olduğunca eve yakın yanaştırdığım arabayı boşaltmaya başladım. Eşim bir yandan reçelleri dolaplara yerleştiriyordu. Reçellerden sonra tabak ve bardak kolileri boşaltıldı. Mutfaktaki ada tezgah üzerinde kolileri açtım. Aylar önce her fırsatta aldığımız porselen küçük reçel ve meze tabakları ile servis tabaklarını gördükten sonra yaptığımız seçimlerden dolayı gurur duyduk. Yıkama işini yarına bıraktık. Çeşme'den gelen koliler açıldı. İçinden çıkan ama zaman içinde unuttuğumuz  bazı mutfak eşyalarını görünce hem şaşırdık hem sevindik.

Üzerinde sadece beş meyvesi olan küçük bir şeftali ağacım vardı Taş Ev'e yakın. Geçen sene yukarı yaylada üzerine titrediğim küçük armut fidanının üzerindeki meyve sayısı kadar. Her gün  yanından geçerken sayıyordum teker teker. Geçen sene bir gün baktım armutların hiçbiri yerinde değil. Yanından geçen biri mi kopardı yoksa domuz mu yedi bilemedim.  Şeftalilerin sonunun da aynı olmasından korkuyordum. İçimde kalmasın diye bir tanesini koparıp yedim. Meyvenin sert olanını severim, olgunlaştığı zaman yemem zaten. Kütür kütür olacak meyve benim için. Ertesi gün bir şeftaliyi daha koparıp yediğimde geriye üç tane kalmıştı. Eşime dün gösterdim ağacı. "Bak" dedim. "İstersen bir tane de sen kopar, yoksa kuşlar bizden önce davranacak." Eşim, meyvenin olgun olanını sever. "Daha bunlar olmamış." dedi. Bugün iki tane kalmış olması lazımdı. Gittim yine ağacın olduğu yere. Şeftaliler yerindeydi ama ikisini de kuşlar yemeye başlamış. Kuşların başladığı yerden karıncalar devam ediyordu. Yarısını kuşların yemiş olduğu şeftaliyi koparıp yıkadım. Kalan yarısını yerken eşime seslendim "Geç kaldın bak, kuşlar seni beklememişler."

Hava kararmıştı artık. Bir koli, bir daha derken vakit hızlı geçmişti. İşin büyük kısmını bitirdikten sonra, üzerimde tatlı bir yorgunluğun izi kaldı. Kapıları kilitleyip evimize doğru çıktık yola. Bugün hiç fotoğraf çekmediğim geldi aklıma.  Eve girdiğimizde saat onu bulmuştu...  

26 Haziran 2016 Pazar

ÇAĞLAYAN

26/06/2016 Pazar, Tire
Haftanın yorgunluğunu atma günü sanmıştım bu pazar gününü. Bir çağlayan altında serinlemeyi düşledim. Ne kadar yanılmışım oysa. Kahvaltıdan hemen sonra bir yıl boyunca alıp kenara koyduğumuz ne kadar bardak, tabak, çanak varsa çıkarmam istendi aşağıdaki depodan. Onca mutfak eşyası yıkanıp gidecek yaylaya. Yaylada niye yıkamayalım ki? Neyse bir orta yol bulundu sonunda. Hiç açılmamış ambalajlar yukarıda yıkanacak.

Asansör bodrum katına inmiyordu. Neyse ki yapılmış. İşimi kolaylaştırdı. Bir sürü koli, bir sürü poşet içinde yığınla malzeme. Malzemelerin tamamını depodan çıkardıktan sonra Şükrü'den beklediğim telefon geldi. Saat ikide yaylada olacağım dediğinde bir saatim kalmıştı sadece. Bir de evde yıkanan bardak ve kırılacak eşyalar kağıtlara sarılıp paketlenecekti. Paketleme işlemi tamamlandıktan sonra ilk aşamada bütün eşyaları apartmanın kapısının önünde topladım. Saate baktığımda yukarı yetişemeyeceğim kesin gibiydi. Telefon ettim ve yarım saat kadar gecikeceğimi söyledim. İkinci aşamada kolileri teker teker arabaya yerleştirdim.

Araba tamamen kırılacak eşya ile dolduğu için ağır gitmem gerekiyordu. Kazasız belasız yaylaya ulaştım. Taş Ev'in önüne kadar yanaştırdım arabayı. Mutfak servis kapısından içeri girip orta tezgahın üzerine taşıdım bütün eşyaları. Son koliyi taşıdıktan sonra Şükrü geldi arabasıyla yanında bir adamla birlikte. 

Hemen işe koyuldular. Yanındaki adam babasıymış Şükrü'nün. Bakır borular açıldı. Vanalar, bağlantılar, basınç göstergeleri... Bir sürü teferruatı varmış tahminimden öte.

Bugün hava sıcaklığı biraz düşmüş düne göre. Dün bütün beklentilerim boşa çıkmış, sadece birkaç damla yağmur düşmüştü. Bugün  yağmasını çok istiyordum ama yine yağmadı. Bir ara yarım bıraktığım su hattının kanal kazısına devam etmek istedim. Dört beş metre uzunluğunda bir kanal açtıktan sonra elimde henüz iyileşmemiş yaralar yeniden açılmaya başladı. Kısa kesip bıraktım.

Hafif bir rüzgar yaprakları hışırdatarak esiyordu bugün. Kuş sesleri arasında uzanıp uyunası bir yerdeyim. Akşam saat altıya kadar çalışma devam etti. Şimdi gazla çalışan bütün cihazlar çalışıyor. Hepsinin kontrolleri yapıldı. Tek işim buydu bugün. Yarın yine hareketli geçecek...   

     

MİM: ÇOCUKKEN ETKİLENDİĞİM HİKAYE VE MASALLAR

Sevgili Aytül Hanım lütfetmiş beni konu başlığında mimlemiş. Kendisine herkesin huzurunda bir kez daha teşekkür ederim.

Benim ablam ve abim olmadı ama ailenin tek çocuğu olduğumu zannetmeyin. Dört kardeşin en büyüğüydüm, üç kardeşin ağabeyi. Bu nedenle "Sen büyüksün" sözünü çok duydum. Benim hatırladığım hep birilerinden büyük olmam. Büyük olmak olgunluk gerektirir. Bu nedenle küçükken pek çocukluk yapamadım. Hep olmam gerektiği gibi davranmaya çalıştım. Oldukça sert bir babaya sahiptik. Çocukluk yapmasını bilemediğimden olsa gerek kardeşlerim arasında en az dayağı yiyen de ben oldum.

Çocukluk yaşlarımda öyle hikaye masal okuyan biri hiç değildim. Ailemde, çevremde okumayı özendirecek kimse de yok denecek kadar azdı. Sadece Fatma isminde lise mezunu bir komşumuz vardı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban adındaki romanını okuduğunu duymuştum. Uzun yıllar okumadığım halde aklımda kalan yazar ve roman adı oldu bunlar. Okul çağımda Türkçe öğretmenlerimden hiçbiri kitap okumamızı öğütlememişti. Evde ders kitapları dışında herhangi bir kitap bulunmazdı zaten. Babamız (nedenini hala bilemiyorum) çoğu zaman eve sinirli gelirdi. Ben ve kardeşlerim bir köşeye siner babamızı daha çok sinirlendirecek bir şey yapmamaya çalışırdık. Bunu başarmak oldukça zordu. Bir süreliğine akşam eve geldiğinde elime ders kitabımı alarak çalışır görünmek faydalı oldu. Çalışır görünmek diyorum, çünkü kitabın bir harfini bile okumuyordum. Bütün çabam yatma saatine kadar geceyi vukuatsız geçirebilmekti. Televizyon olsaydı o zamanlar oyalanırdı belki maç günleri en azından. Ah, Tanrım ne uzardı o televizyonsuz dakikalar...

Akşam hava karardığında gelirdi babam eve. Elinde bir kese kağıdı... İçinde ya portakal, ya da elma. Bazen üzüm, mevsimine göre işte. Kesekağıdı yoksa kocaman bir karpuz olurdu elinde. Zaman gelir sokakta top oynarken saati unutur babama yakalanırdım. Arkadaşlarım benden önce görürdü onu sokak başında. "Baban geliyor." lafını duyar duymaz savaşta sirenler çalınırken insanların sığınaklara kaçıştığı gibi koşardım evimize doğru. Babamız eve girdikten sonra eve girmenin hayali dahi korkutmaya yeterdi bizi...

Aradan çok uzun zaman geçti. Yanılmıyorsam sadece pazar günlerinin sabahı geç kalkardı babam yatağından. Bir türkü çığırmaya başlardı nadir keyifli anlarında. Sinsi sinsi yatağın içine süzülürdük tepkisini ölçerek. Neşeli hali devam ediyorsa daha bir cesaret kaplardı içimizi. Yorganın ucunu kaldırır içine girerdik. O sıcaklığı hala hatırlarım. "Baba, masal anlatsana"

Masal falan bilmezdi babam. Ama anlatırdı bir şeyler. Biz de masal nedir bilmezdik o zamanlar. İnanırdık her söylediğine. Heyecan dorukta, sonra, sonra diyerek sıkıştırırdık babamızı. O da her soluk alışında uydurmaya devam ederdi. Şimdi neler anlatırdı onu hatırlamam imkansız. Ancak unutmazdık biz, o zamanlar çocuktuk. Bir hafta sonra isterdik masal başlasın kaldığı yerden...

Akşam saatlerinde büründüğüm ders çalışır halim iflas etti günün birinde. Dayak yemedim ama işittiğim azarın dayaktan farkı yoktu. Bütün gün niye dersimi çalışmamıştım da bu vakte bırakmıştım. Buraya kadarmış. Ertesi gün dersini zamanında yapıp bitirmiş bir çocuk rolündeydim. Ama yine de fayda etmedi. Kızdı, hem de çok... Neden elime bir kitap alıp okumuyor muşum?

Anneme üzülürdüm hep. Babam ne kadar sert bir insansa annem o kadar yumuşak, melek gibi biriydi. Hep aramıza girer, bizi korumak adına en büyük darbeleri o alırdı. Şimdi babam yaşlandı artık. Munis mi munis. Üstelik anneme çok yardımcı. Her gördüğümüzde "Annenizin hakkını ödeyemem ben." diyor.

Babamın görmediği saatlerde Teksas, Tommiks, Zembla, Kaptan Swing çizgi romanlarını severek okurdum. Gamlı Baykuş'un bit torbası deyip nefret ettiği köpeği Puik'i hatırlıyorum.

Çocukluğumun en büyük sanat etkinliği akşam saatlerinde radyoda yayınlanan "Radyo Tiyatrosu" programını dinlemekti. Jenerik müziği hafızama kazınmıştır hala. Seslendiren sanatçılar sayıldıktan sonra efekt: Ertuğrul İmer, Korkmaz Çakar isimlerini duyardık efektin ne olduğundan haberimiz bile yokken.

Ben on yaşına gelinceye kadar sağdı dedem. Ondan hiç hikaye ya da masal dinlediğimi hatırlamıyorum. Benim en sevdiğim, beni en çok sevendi. Dinine bağlı ama asla yobaz değildi. Okuma yazmayı öğrendikten sonraki ilk yaz tatilimde kuran kursuna gönderdiler beni, her çocuk gibi. Benim dinine bağlı bir çocuk olmamı isterdi dedem. Ben de onu çok sevdiğimden dinime bağlı olmaya çalışırdım. Kısa zamanda kuran okumayı öğrendim. Hatimler indirmeye başladım. Arapça bilmek isterdim anlamak için kargacık burgacık yazıları. Dedemin en yakın arkadaşıydım sekiz on yaşlarında. Camiye her zaman birlikte gider, müezzin ezanı okuyana kadar avluda yapılan dini sohbetleri dinlerdim. On yaşında onu kaybettiğim zamana kadar dedem benimle hep gurur duymuştu.

Çocukluğum Türkçe ve edebiyat derslerinden nefret etmekle geçti. En kötü derslerimdi bunlar. Bu derslerin ödevlerini evde ilkokul mezunu anneme yaptırırdım. Bir okuma parçası verilir altında anlama bilgisini ölçen bir dizi sorular sorulurdu. Liseye başlayınca garip bir durum çıktı ortaya. Edebiyat derslerim ne kadar kötü ise diğer bütün öğrencilerin sapır sapır döküldüğü kompozisyon derslerinde o kadar iyiydim. Kompozisyon derslerinin kitabı olmadığından çalışmama gerek kalmazdı. Sözlüsü de yoktu üstelik. Sınavlarda bir atasözü verilir. Bu konuda düşündüklerimizi yazıya dökmemiz istenirdi.   

Üniversite yıllarında okumamanın bir eksiklik olduğunu anlamaya başlamıştım ama artık çok geçti. Geç yaşında yüzme öğrenenler gibi yol yordam bilmiyordum. Tekirdağ'da yedek subaylığımı yaparken büyük hevesle ilk kitabımı satın aldım. Kitabın yazarı, geçen sene hayatını kaybetmiş olan Andre Brink ... 1982 yılında yayınladığı "Sesler Zinciri" (A Chain of Voices) kitabıydı aldığım. Onlarca kez denedim okumayı. En fazla otuz sayfa gidiyor, başını unutup başa dönüyordum. Kitabı sevmem (hatta kitap okumayı öğrenmem desem daha doğru olacak) evlendikten sonra Türk Dili ve Edebiyatı mezunu eşim sayesinde oldu.

Evet Aytül Hanım işte böyle... Benim çocukluğumda etkilendiğim o kadar çok  hikaye, masal ya da kitap olmadı. İlk okuma mücadelesine giriştiğim "Sesler Zinciri" kitabını sakladım. Evlendiğimde çeyizimdi. Evlendikten bir kaç yıl sonra bir solukta okudum. Ne kadar sürükleyici bir romanmış meğer...

MAVİ TİRE, UZUN OLACAK...

25/06/2016 Cumartesi, Tire


Bu aralar zamanın resmi geçidi hızlandı yine. Ya da bana öyle geliyor. Ne çabuk tüketiyoruz sayılı günlerimizi, farkına varmadan...

Penci Mehmet yanında çalışan fırıncı ustasıyla birlikte geldi bu sabah. İtfaiyeci adayı ufaklık yine onlarla birlikte.

Yakup Usta yukarı yaylada çalışıyor. Ot biçme makinesinin seslerinden takip ediyorum onu. Vanasını açık unuttukları büyük havuz dolmamış. 

Penci Mehmet adamıyla beraber çalışıyor. Yanlarına gidip izliyorum onları. Bir müddet sonra şehre inmem gerekiyor. Ustalara bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını soruyorum. Hemen döneceksem sigara getirmemi istiyor Penci Mehmet. Ne sigarası diye sorduğumda "Uzun Vasaro" diyor, kelimeyi okuyuşundaki "acaba" ları gizlemeden. Ama ben biliyorum onun ne istediğini. "Viceroy mu?" Sesi çıkmıyor. "Yani, Mavi Tire" istiyorsun öyle mi? Gözleri parlıyor. "Evet, diyor Mavi Tire, ama uzun olacak." Bir zamanlar Viceroy buraya fabrika kuracakmış. Halkımız nasıl telaffuz etsin bu zor kelimeyi. Fabrikası da kurulacak ya burada. Artık bundan böyle Tire sigarası olsun bunun adı  diyorlar. Mavi Tire, kırmızı Tire. İşin garibi firma Tekel'i satın alınca Tire fabrikasındaki üretimi durdurmuş. Buna rağmen Tireli sevmiş bu sigarayı. Burada en çok tüketilen sigara markası olan "Viceroy"a  ilçelerinin adını vermeye devam ediyorlar hala.  

Şehre iniyor, birkaç parça eşya daha yüklüyorum arabaya. Bundan sonra her yukarı çıkışımda bir şeyler götürsem iyi olacak. O kadar eşya var ki evde depoladığımız... Torbalı'dan ayarladığımız Tire'li tenekeci Yücel Usta'dan ses seda yok. İzmir'den tenekeci mi bulacağız şimdi üç kuruşluk iş için?

Penci Mehmet'in işi erken biterse Ödemiş'e gidelim diye bir öneri getiriyorum eşime. Muhtemelen orada başka tenekeci buluruz. Saat bir gibi Penci Mehmet işlerini bitiriyor. Hemen çıksak mı yola? Bir iki yere telefon etmem lazım. 

Elektrikçi Ali'yi arıyorum önce. Telefonu hemen açmasının sebebi tahsilatın yakın olması. "Asma tavan işi bitti, sensörlü ışıklar takılabilir, lavabolar silikonlanacak, odanın klozeti altından su sızıyor, eksik aplikler yerine takılacak..." sıralıyorum. "Ben de sizi arayacaktım, pazartesi veya salı günü bitirelim işlerinizi" diyor. "İyi olur." derken, "İnşallah" sözcüğü dökülüyor dudaklarımdan.

Faruk Bey, on gündür banyonun duşa kabin montajını yapacak (!) Sayın kardeşim, eğer olmuyorsa "Yapamayacağım" dersin. Telefon ediyorum. "İzmir'den haber bekliyorum daha" deyip devam ediyor, "Henüz geri dönmedikleri için size haber veremedim. Pazartesi tekrar arayım bakayım, sizi durumdan haberdar ederim."

Adam on günde İzmir'e telefon edip duşa kabin parçalarının siparişini verecek (!) Boşuna dememişler "Millet aya biz yaya". Hani deseler "Yok kardeşim biz yapmıyoruz." ya da "Yapamıyoruz." başımın çaresine bakıp başka yerden bulacağız. Haber verme özürlü bunlar.

Sıradaki telefonum Ahmet Bey'e. Tabela konusunda fikir verebilmem için yerini görmem lazım demişti. "Bir saat sonra oradayım." diyor.

Şükrü'yü arıyorum. Bu çocuğu tutmuştum aslında ama kimselere de güvenim kalmadı. Malzemeler gelmiş. Bugün işi varmış, yarın geleceğini söylüyor. Şükrü mü? Ha evet, o gazla çalışacak ocakların ve plate ızgaranın bakır borularla tüplere bağlantısını yapacak. Sadece boru uzatmak değil, emniyet sistemi, detantörler, basınç düzenleyiciler vs. montajı da var. Tüplerin hazır olmasını istedi yarın geldiğinde.

Hikmet beyi arıyorum tüpleri göndermesi için. Üç saat sonra gelir demesine rağmen bir saat geçmeden geliyor tüplerimiz.

Ödemiş'e geç kalıyoruz derken sürpriz bir gelişme oluyor. Torbalıda yaşayan Tireli tenekeci Yücel Usta arıyor. Sürpriz çünkü ondan artık ümidi kesmiştik. Yine beklediğimizin üzerinde bir fiyat söylüyor, çaresiz kabul ediyoruz. Çarşamba günü gelip davlumbazın baca bağlantısını yapacak.

Terasa koymayı düşündüğümüz masa ve sandalyeleri silip temizliyoruz eşimle birlikte. Allah'a şükür elimiz ayağımız tutuyor daha. Başkasının nazını çekmektense kendi işimizi kendimiz görürüz. İçimiz rahat. Bir yandan temizlenen masa ve sandalyeleri Taş Ev'in giriş salonuna yerleştirmeye çalışıyoruz. Yer dar geliyor doğal olarak. Üst kattaki salonda balkonu içeri aldığımızdan dolayı en az yirmi beş metrekare daha fazla bir yer kazanmıştık. Zaten oturma grubu koymayı düşünmemiştik girişe. Yedi masaya ancak yer var burada sıkış tepiş. İçecek grubu gelince o kadarını da almayacak. Masaları yerleştirince bir bar havasına bürünüyor burası. Aslında bu masa ve sandalyeler verandaya yakışır ancak orası da en çok altı masa alacaktır. Dört masayı da süs havuzunun çevresine koyarız. Yoksa ilk düşündüğümüz gibi teras mı olmalı bunların yeri. Tente yapılmazsa güneşten oturulmaz ki orada... Biraz daha düşünmemiz lazım.

Tabelacı Ahmet Bey'i arıyorum. Cevap yok. Üçüncü kez çeviriyorum numarayı. Nihayet açıyor. Araba bekliyormuş. Geç oldu artık diyorum. Gelişini yarına erteliyoruz. 

Havada bulutlar artmaya başladı. Uzaklardan gök gürültüsü seslerini duyuyorum. Yağmur yağarsa balkonda güneşe bıraktığımız reçeller bozulacak. Yağmazsa zeytinler kuruyacak. Hangisi daha kolay gözden çıkarılır bunun? Balkona değil zeytinliğe yağ, fidanları sula diyemiyorsun ki yağmura...

YA İTFAİYECİ, O DA OLMAZSA POLİS

24/06/2016 Cuma, Tire


Yaylada iş bitmek bilmiyor. E, acemilik de var. Geçen sene yıllardır icara verdiğimiz kişiden az buçuk bir şeyler öğrenmiş olsam da tek kişiyle yapılacak işler değil ki bunlar. Yevmiyeli işçi çalıştırmak birkaç yönden sıkıntılı: Birincisi istediğiniz zaman çalıştıracak adam bulunmuyor. Özellikle fabrikalar çoğaldıkça işten anlayan köylülerin çoğu fabrikada çalışır olmuş. Köydekiler için fabrikada sigortalı çalışmak pek bir havalı. Derler ki, birkaç seneye kalmaz kestane silkecek adam kalmayacak... İkincisi yevmiyeler yüksek. Öyle ki hasat elde edilene kadar cebinizden çıkacak işçilik bedeli ürün bedelinden çok daha yüksek. Bırakın sulamayı, çapalamayı, ilaçlamayı, budamayı, toplattırma maliyeti bile ürün bedelinin üzerinde. Başka etkenler de var elbette. İnsanların karnı tok bu memlekette. Her birinin en az üç beş dönüm arazisi var. Yaşamak ucuz. Çoğu kahve köşelerinde iş bekliyor beklemesine ama iş çıktığı zaman da kendini bir ağırdan satıyor ki sorma gitsin. Siz işçiyi değil işçi sizi seçiyor...

Sabah erkenden iki önemli işim vardı hedefimde. Orta ve yukarı yaylanın sulama işleri için Salih Ustayla buluşacaktık. Geç çıkacaklarını tahmin ediyordum. Bu yüzden kahvaltımızı rahat rahat ettik. Daha sonra aradım Salih'i. "Yarım saate kadar çıkıyoruz." dedi.

Arabaya bardak, çanak, çatal, kaşıkları yükledim. Yavaş yavaş evimizi yaylaya taşıyoruz artık. Kırılacak eşya çok olduğu için Kaplan yollarını ağır çıktım bu sefer. Tam köye varmıştım ki Salih Usta aradı. Yaylaya çıktıklarını ama bahçe kapısının kapalı olduğunu söyledi."İki dakika sonra yanınızdayım." dedim.

Orta yayladan başladık. Buradaki vanaya gelen su kesilmiş. Kaynaklar yukarı yaylada olduğu için geçen sene açtırdığım yoldan yukarı doğru tırmanmaya başladık. Yol kış sezonu boyunca yağan yağmurlardan etkilenmiş, derin oluklar oluşmuş. Yolun üzerinde biten otlar iyice odunlaşmış artık. Geçen sene arabamla çıkabildiğim yola yeniden çıkabilmek için makine sokup tesviye etmek zorundayım.

Yukarıda ot biçen Yakup Ustayla buluştuk. Kaynakların yerine varmak için daha çok geniş bir alanda otların biçilmesi lazım. Büyük havuzda da su kalmamış. Vanaları açık bırakmış olmalılar. Su gelirleri iyice azalmış. Kaynakların önünün açılması şart. Salih Usta'nın ekibi ve Yakup Usta ile birlikte yukarı doğru omuz seviyemize varan otların içinde güçlükle ilerlemeye çalışıyoruz . İlk kaynağı kolaylıkla bulunuyor. Buraya paletli bir makine çıkabilir ancak. "Makine olursa kaynağı biraz hareketlendirmek mümkün olacak, aksi takdirde kazma kürekle günlerce uğraşmak gerekir." diyorlar.

Yukarıda iki üç kaynak daha var. Yerlerini bu otların arasında bulmak mümkün değil. "Havuz dolana kadar bir şey yapamayız." diyor Salih Usta. "Öncelikle yukarıdaki kaynakların yeri belli olsun, otlar biçilsin. Bu arada havuz da dolmuş olur. Ne zaman bu işler bitti, telefon edersiniz, biz hemen geliriz." diyor. Yakup Ustadan Salih'in telefonunu kaydetmesini istiyorum. İşi bittiğinde arasın diye.

İkinci önemli iş genel tuvaletlerin asma tavan montajı. Aslına bakılırsa çok parçalı oluşu, duvar seramiklerinin yapılmış olması sebebiyle kaynak kullanamamaları işleri zorlaştırıyor. Penci Mehmet'i hazır bulmuşken kaçırmak istememiştim bu yüzden. Malzemeleri de getirip bırakmıştı yaylaya. Bugün, yani Cuma günü geleceğine söz vermişti. Ben bu sözü hafif bulduğum için "Erkek sözü mü?" diye üstelemiştim. Gülerek "Evet" demişti. Görecektik bugün, erkek sözü nasılmış?

Saat on olmuş, bizim Penci Mehmet'ten ses yok. Telefon ediyorum. "Abi, arabayla uğraşıyorum, aküsü bitmiş, kaldım yolda." diyor. "Neredesin Mehmet?" diyorum. Hani dilimin ucuna geliyor, arabayı olduğu gibi bırak gelip seni alayım da şu işe başla demek. Ama demiyorum. "Güme Köyündeyim" diyor. "Mehmet, bugün başlayacaksın değil mi benim işe?" diye sıkıştırıyorum. "Bak, söz vermiştin" deyip hatırlatıyorum. "Başlayacağız abi, hele şu arabayı bir halledeyim, bugün başlarız." diyor.

Salih Usta ve ekibi ayrıldıktan sonra Penci Mehmet'i beklemeye koyuluyorum. Bu arada zamanı değerlendirmek için kazma küreği alıp depo hidrofor arasındaki su hattını toprağa gömmek için kanal kazmaya başlıyorum. Bunca yıl kalem tutmaya alışmış eller hiç alışık olmadıkları kazma ve küreğe tepki gösteriyorlar. On beş metre kadar bir kanal kazıyorum. Hava burada bile sıcak. Buram buram terliyor, terledikçe kaynak suyundan kana kana içiyorum. Kim demiş terli terli soğuk su içilmez diye. Ben en çok terli iken severim soğuk su içmeyi...Terledikçe suya koşuyor kana kana içiyorum buz gibi kaynak suyundan. Ellerim su topluyor...

Arada Penci Mehmet'i arıyorum. Geldim, geliyorum diyor ama geldiği yok. Birazdan akşam olacak bizimki daha gelecek!

Bu arada Torbalı'dan bulduğum şu bizim Tireli tenekeci arıyor. "Abi senin iş bin üç yüze olur." diyor. "Ne diyorsun? Nerdeyse davlumbaz kadar fiyat çıkardın üç metrelik teneke boruyu..." diyorum şaşkın vaziyette. "Daha aşağı kurtarmaz, krom pahalı" diyor. Ne kromu, kim senden krom baca borusu istedi. Davlumbazlarla uyum sağlasın diye  o da krom olsun demiş. Tövbeler olsun. "Ya usta, ben senden krom borumu istedim? Galvanizli boru neyime yetmiyor?" diyorum. "Tamam, o zaman ona göre hesaplayıp döneyim size." diyor.

Penci Mehmet'i arıyorum. Artık bu vakitten sonra gelmesin diyeceğim. Telefonu cevap vermiyor. Bir daha arıyorum. Bir daha... Cevap veren yok. Yukarı yaylada otların arasında dolaşırken ayakkabımın içi diken dolmuş. Havız başına oturup temizlemeye başlıyorum. Aklımdan kapıları kapattıktan sonra çekip gitmek geçiyor. O sırada bir ses duyuyorum. Penci Mehmet yanında iki kişiyle teşrif buyuruyor. Arabadan biri çocuk üç kişi iniyor. Esmer olan ustasıymış. Çocuğunu da yanında getirmiş çıraklık etsin diye. Birkaç malzeme, el aleti indirdikten sonra arabasına binip gidiyor Mehmet.

Tenekeci Özdemir Usta'yı arıyorum. Cevap yok. Bir daha arıyorum. Yine cevap alamıyorum. Bu adam davlumbaz borusunu krom istemediğim için mi telefona çıkmıyor acaba! Lanet olsun, kromsa krom aç şu telefonu artık diyesim geliyor. Üç dört saat boyunca arıyorum ama ne cevap veren var ne de geri dönen. Eşimi arıyorum. Bak Torbalı'dan Tireliyi bulduk, adam yine bizi satışlara getirdi. "Ne bahtsız insanız biz." diyorum. Eşim komşuluk ettiği için kendisiyle, "Bana telefonunu ver ben arayacağım." diyor. Mesajla gönderiyorum numarayı. Az sonra dönüyor eşim bana. Çok iyi karşılamış. Cuma namazında olduğu için açamamış telefonu. Abisine (!) dönecekmiş hesabı çıkarınca. Kusura bakmasınmış abisi (!)

Penci Mehmet'in ustası hava kararana kadar çalışıyor ama sadece bayanlar kısmını bitirebiliyor. "Aslında fırıncılık yapıyorum ben" diyor. Ancak çalışması ustaca. Bir buçuk yıl önce bu işi yapıyormuş. İşler kesilince fırında çalışmaya başlamış. Oğlu akıllı bir çocuk. Babasına yardımcı oluyor, şunu ver, bunu götür işlerinde. Soruyorum, kaça gittiğini. Dörde geçmiş. "Ne olmak istiyorsun?" "Henüz karar vermedim." diyor. Biraz daha üsteliyorum. "Ya itfaiyeci, o da olmazsa polis." diyor. İlkokul çağındaki çocuklar ne de düşkün oluyorlar üniformaya. Yarına sarkıyor iş. Evlerine bırakıyorum ustayla ufaklığı. Hava iyice karardı. Yemekten sonra bende hal kalmamış koltukta uyuklamaya başlamışım. "Hadi kalk yatağına" diyor bir ses. Ama ben daha günlüğümü yazacaktım... Blogları da okumadım... İki gün de üst üste sabahlanmaz ki deyip doğru yatağa...