KATEGORİLER

19 Mayıs 2017 Cuma

SENİNKİNDEN

18/05/2017 Perşembe, Tire

Dün aşçımız olmadan yaşadığımız deneyim bizi fazla zorlamadı. Bugünü de atlatabilirsek eğer, her şey yoluna girecek. Sabah eşimle birlikte yolumuz üzerinden elemanı alıyoruz. Dün ızgarayı kolayca yakmam kendime güvenimi arttırmıştı ama bugün aynı başarıyı gösterebilecek miyim?

Hava yağmurlu. Bu bir dezavantaj. Dış mekan temizliği daha az zaman alıyor. Salonun masa ve sandalyeleri ağır. Sürüklemek bağlantılarının gevşemesine sebep oluyor. Her ne kadar özen göstermiş olsam da elemanlar temizlik esnasında çekip sürüklüyor ahşap masaları. Bu yüzden en kısa zamanda vidalarının sıkılması, elden geçirilmesi gerekiyor. Dışarıdaki masalar daha dayanıklı. Onları rahatlıkla sürükleyebiliyorum. Bu yüzden dış mekanlarda yerlerin temizlenmesi daha az zaman alıyor.

Dün misafirlerimizi veranda ve avluda ağırladığımız için salonda yapılacak çok fazla işin olmaması bir şans. İlk olarak ızgaranın başına geçip ateşi hazırlamaya koyuluyorum. Ateşin üzerini iyi örtmediğimden olsa gerek bir gün önceden kalan korlar ilave ettiğim kömürleri tutuşturmuyor. Düne nazaran daha çok vaktimi alıyor bu iş. Ayşe Hanım temizlik işlerini tamamlıyor. Eşim ve ben aynı dileği tutuyoruz içimizden. Çok gelen olmasın bugün, rezil olmayalım. Yarın yeni aşçımız geldiğinde gelsinler... Perşembe günleri alkol satışı diğer günlere nazaran daha düşük oluyor. Bu nedenle daha sakin geçirmeyi umuyoruz bu son günümüzü.

Henüz ızgaranın kömürü kor haline gelmeden iki araba dolusu insan geliyor. Çisil çisil yağan yağmur havayı temizlemiş. Veranda biraz serin olmakla birlikte keyifli. Misafirlerimiz verandayı doldururken her gelene birer şal veriyoruz. Kahvaltı siparişi veriyorlar. Eşimle birbirimize bakıyoruz. Ben prensiplerimden ödün vermekten yana değilim. "Kahvaltı servisimiz hafta sonları." Eşim ızgarayla uğraşacağına kendisine daha kolay gelen kahvaltı hazırlama işini tercih ediyor. Hazırlığımız olmamasına rağmen bir istisna yapıp kahvaltı vermeyi kabul ediyoruz.

Veranda misafirleri bir müddet sonra üşüyüp salona taşınıyor. Hava kapalı, aralıklı olarak yağmur yağıyor. Beklentimizin aksine her geçen saat yoğunluğumuz artıyor. Tavsiye üzerine ilk kez gelen konuklarla sıcak dostluklar kuruyoruz. Burası bir restoran değil, sanki evimizde misafir ağırlıyoruz. Ekip huzurlu, birbirimizin açığını tamamlıyoruz. Tireli olup bir sahil beldesine yerleşmeye karar vermiş yüksek mimar mühendis bir beyefendi ailesiyle birlikte teşrif ediyor. Bu unvanı veren tek okulun İTÜ olduğunu biliyorum.

Bahçede park eden araç sayısı artıyor. Venüs gelenleri rahat bırakmıyor. Gelen misafirlerden birinin beş yaşlarındaki çocuğu çöküp Fifi'yle İngilizce konuşuyor. "Come here boy". Fifi'nin bir hanımefendi olduğunu söylüyorum. Türkçe konuşmakta zorlanıyor. Ta Chicago kentinden Taş Ev'in methini duyup gelmişler. Ne güzel...

Öğlen saatlerinde Gani Usta'nın büyük oğlu geliyor. Artık ormana dönen otları biçmeye başlıyor. Birkaç saat içinde bahçenin havası değişiyor.

Bugün fonda Frank Sinatra çalıyorum. Aslında devamlı aynı müziği çalmak değil niyetim. Ancak müzik değiştirmeye zaman bulamıyorum. Misafirler çaldığımız müzikten hoşlandıklarını söylüyorlar.    

Sağlam müdavimlerimizden biri geliyor eşiyle. Serin havaya aldırmadan verandada oturmayı tercih ediyor. Keyifleri yerinde. Gelen gidenler hız kesmiyor. Açıldığımızdan bu yana en yoğun perşembe gününü yaşıyoruz. Her gelen memnuniyetini ifade ederek ayrılıyor.

Sabahtan beri ağzımıza doğru dürüst bir şey koymadık. Yeni aşçı göreve başlayana kadar personelin karnını doyurma işini ben üstleniyorum. Küçücük doğradığım küp patatesleri wok tavada biraz zeytinyağı ile birlikte çeviriyor, sırasıyla doğranmış biber, küp doğranmış domates ilave ediyorum. Domatesler ölmeye başlar başlamaz sucuk dilimlerini kattıktan sonra içine bizim kara tavukların yumurtalarını kırıyorum. İlk yumurtalar ne de küçük oluyormuş. En az on yumurta kırdıktan sonra gözüm doyuyor. Dışarıda, kiraz ağacının altındaki masaya açıyorum servisi. Gel gelelim yemeye fırsatımız olmuyor. Yukarıdaki masanın temizlenmesi lazım. Ayşe Hanım, "Ya biri gelip o masaya oturmak isterse?" diyor, yukarı koşuyor. Eşimle ben oturuyoruz masanın başına. Verandada oturan beyefendi kokuya dayanamıyor. Çatalını kaptığı gibi tabaklara servis ettiğim patenti bana ait sucuklu menemenden bir lokma alıyor. Yanındaki hanımefendi ayıplıyor onu. "Ne yapıyorsun sen?" Samimiyet hoşuma gidiyor. "Bir sonraki sefere bana bundan yap." diyor, "Seninkinden dediğimde hatırlarsın." Gülüyorum.

Hemen arkasından bankacılar geliyor. Onlar da verandada oturmayı tercih ediyor. Siparişleri benim hazırladığım sucuklu menemen. Rastgele hazırladığım personel yemeği menüye girecek gibi. Adı da belli şimdiden "Seninkinden." İzmir'de yapılan karışık tost isimlerine benziyor. Kaşarlı sucuklu yengen, Rus salatası olursa enişten... "Bana oradan bir yengen, bir de enişten ver."  Ne kadar garipsemiştim. Şimdi de bana gelip "seninkinden" siparişi verirlerse yandık.  

Misafirler cennette yaşadığımızı söylüyor. Çoğunun aklında Taş Ev'in bir benzerine sahip olmak var. Emekli olunca aynı işi yapmayı hayal edenler de az değil. Evin önündeki kiraz ağacının yetişilebilecek dallarında meyve kalmadı. Üst dallara uzanıp koparılan tek bir kiraz misafirlere sunulan bir şölene dönüşüyor. Aşkın Şef kendi tavuklarını aldıktan sonra geride kalanların tamamı bize ait. Bunlarla uğraşmak ayrı bir iş. Doymak bilmiyorlar. Mutfaktan çıkan sebze ve ekmek artıkları onların. Kadir askerden döndükten sonra tavukların bakımını ona bırakacağım.

18 Mayıs 2017 Perşembe

DEĞİŞİYORUM

17/05/2017 Çarşamba, Tire

Yeni bir dönem başlıyor bizim için. Kapılarımızı bugün yeniden açıyoruz konuklara. Yeni bir şef katılacak aileye cuma günü. İki gün eşimle birlikte idare edeceğiz. Sabah Ayşe Hanım'ı aramamı istiyor eşim. İyi ki aramışım. Bugün mekanı açacağımızdan haberi yok. Eşim "Ona bugün açacağımızı söylemedik ki." diyor. Öyle bile olsa bir telefon açıp "Arkadaş ne zaman iş başı yapıyoruz?" demez mi insan?

Gelir gelmez Venüs'ü serbest bırakıyorum. O da yavaş yavaş yayla hayatına alışıyor artık. Hemen koşup Fifi'nin ensesine yapışıyor.

Bu iki günlük geçiş döneminde yoğun bir gün yaşamak istemiyoruz. Gündüz gelen misafirler bizi yormuyor. İlk kez ızgarayı yakıyorum. Bu işi de becermiş olmanın haklı gururunu yaşıyorum.

Artık aileden saydığımız dostlarımız iki araba dolusu misafirleriyle birlikte geliyor, manzaraya karşılarına alıp verandada oturuyorlar. Annem rahat durmamış kardeşlerime haber verip kendisini eve götürmelerini istemiş. "Yarım saat sonra gelip alacaklar beni." diyor. Ne zaman canı isterse yanımızda kalabileceğini söylüyorum. Erkek kardeşim kız kardeşimle birlikte geliyorlar. Avluda bir şeyler atıştırırken sohbet ediyoruz. Erkek kardeşimin "Değişiyorum" sloganı yazdığı kitabın adı olmuş. İmzalayıp hediye ediyor. İkinci kitabını hazırlıyor olması sevindirici.  

Yağmur havası var. Sıcaklık önemli ölçüde düşmüş. Verandada oturan misafirlerimiz üzerlerine şal istiyorlar. Gelen misafirlerimizden bazılarıyla sohbet ederken ortak dostlarımız çıkıyor. Taş Ev'i çok beğeniyorlar. Akşam mesai saati sonunda kimsenin kalmaması erken dönüş hazırlıklarına başlamamıza imkan veriyor. Uzun zamandır bu saatlerde kapatmak mümkün olmuyordu. Gelenler Taş Ev'i benim projelendirdiğimi sanıyor. Ben bu yapının mimarının Rumlar olduğunu söyleyince şaşırıyorlar. Benim yaptığım sadece olanı tamir etmek.

Akşam diğer günlere göre daha erken dönüyoruz evlerimize. Biriken günlüklerimi gözden geçirmeme imkan sağlıyor bu durum.

YİNE YENİ YENİDEN

16/05/2017 Salı, Tire

Dün Taş Ev yastaydı. Tabelaların üzerinde "Cenazemizden Dolayı Kapalıyız" yazısı iliştirilmiş. Hayat devam ediyor. Bugün büyük pazar kuruluyor. Açıldığımızdan bu yana alınacak listesini aşçıdan alırdım. İlk kez eşimle birlikte karar veriyoruz alınacaklara. Yeni şef cuma günü başlayacak çalışmaya. Pazar alışverişi için araba şart. Ali Ustadan henüz haber yok. Öğlene doğru arıyorum. Yarım saate kadar arabamı teslim edeceğini söylüyor. Bugün yapacak çok iş var. Zamandan kazanmak için taksi tutuyorum sanayiye gitmek için. Üç tane plastik boru değiştirilmiş. Eski boruları gösteriyor Ali Usta, güvenimi kazanmak için. Arabayı alıyor, pazarın kurulduğu bölgeye doğru yola çıkıyorum. Pazarın ortasındaki alışveriş merkezinin kapalı otoparkı tıklım tıklım dolu. Sadece bir yer gözüme ilişiyor. Kolon ile park etmiş başka bir aracın arasından zor bela giriyor, arabayı park ediyorum.

Pazarda doğru dürüst ot kalmamış. Bol bol kabak çiçeği alıyorum. Bir yerde sadece sirken otu buluyorum. Domates geçen haftalara göre ucuzlamış. Mantarın fiyat artışı sıcakların artışına bağlanıyor. Soğuk hava depolarının maliyetini bindirmişler. Reçel yapmak için çileğin biraz daha ucuzlaması lazım. Defalarca gidip gelip arabanın arkasını malzeme ile dolduruyorum.

Pazar dönüşü eve uğrayıp yemeğimizi yedikten sonra hep beraber yaylaya çıkıyoruz. Eşimle birlikte yeni mezeler hazırlıyoruz. Anneme de kabak çiçeği dolmalarını sarmak düşüyor. Ona bir şey yaptırmak değil niyetimiz ama bir şey yapmadan durmak bizim genlerimizde yok.

Annemin tansiyonu normal seviyelerde seyrediyor. Yayla havası yaramış olmalı. Ama onun aklı kendi evinde. "Şimdi eve gelenler olur, daha fazla uzak kalamam." diyor. "Anne iyi de, sana iyi gelmez bu, bak tansiyonun yükselir yine."

Akşamın karanlığına kadar çalışıyoruz hep birlikte. Komşulardan dostlardan telefonlar geliyor, baş sağlığı için. Akşama bizzat baş sağlığına gelmek isteyenler var. Aceleyle kapıları kapatıp şehre dönüyoruz. Saat dokuz buçuktan sonra misafirlerimiz geliyor. Aslında biz gelmeden önce gelmişler kapıya. Güzel ve sıcak bir buluşma oluyor dostlarla.
  

YAYLAYA DÖNÜŞ

15/05/2017 Pazartesi, Tire

Bugün kapalıyız. Dün dönerken yanıma aldığım annemle birlikte yapıyoruz kahvaltımızı. Eşimin evde yapacak işleri olduğundan yaylaya onsuz çıkıyoruz. Yukarıda yapacak fazla bir şey de yok aslında. Venüs ve Fifi'ye bakacağız, onlara yemek su vereceğiz sadece. Annem ilk kez görecek Taş Ev'i.  

Hava oldukça sıcak olmasına rağmen yaylada tatlı bir esinti var. Fifi karşılıyor bizi. Venüs'ü serbest bırakıyorum. Hoplaya zıplaya koşturmaya başlıyor. Yaramaz bir çocuk adeta. Suyunu dökmüş yine. İlk iş olarak suyunu koyuyorum. Dakikalarca ağzını şapırdata şapırdata içiyor.

Anneme Taş Ev'i gezdiriyorum. Çok beğeniyor. Ben işlerimi bitirene kadar avludaki masalardan birinde oturuyor. Kümesteki tavuklara biraz ekmek atıyorum. Elimde ekmeği görür görmez bağrışmaları artıyor. Sularını tazeliyorum.

Sosyal medya üzerinden mesaj gönderen ve telefonla bizzat arayan dostlara cevap vermekle meşgul oluyorum. Dün mesaj gönderenlere cevap veremezdim. Onların tümüne genel bir teşekkür mesajı yazıyorum.

Dün arayanlardan biri de aşçılık için müracaat ettiğini söylemişti. Durumu anlatıp yarın kendisine döneceğimi söylemiştim. Aradığı saati aklımda tutmuştum. Hemen randevulaşıp görüşüyoruz. Gözümüz tutuyor kendisini. Birlikte çalışmak için anlaşıyoruz.

Öğleden sonra şehirde biraz işim var. Arabadan ıslık sesi gibi bir ses geliyor gaz verirken. Her zaman fırsat bulamam diye Ali Ustaya gösteriyorum. "Radyatörde delik olabilir." diyor. "Sökmeden bir şey diyemem." Uzun bir yürüyüşten sonra eve geliyorum. Eve taziye için gelen misafirlere görünüp odama çekiliyorum. Akşam üzeri usta arıyor. İzmir'den parça sipariş etmiş. Arabayı yarından önce teslim edemeyecekmiş.

TV'de 24 kişinin hayatını kaybettiği trafik kazasının haberleri veriliyor. Anneler Gününü kutlamak için çıkmışlar yola. Dün mezarlıktaki imamı hatırlıyorum. "Su satan çocuklara yüz vermeyin." diyordu. Mezarı sulamak, çömlekleri suyla doldurmak adetlerimizden biri. Nedense komik geliyor bana. Suyun ne faydası var ölüye. Susuzluktan kırılan insanlara lazım su. İmam boynuna bir ses cihazı takmış, mezarlığın başında dualar okuyor. Kimse anlamıyor dediklerini. Çok mu lazım anlamını bilmediğin Arapça sözcükleri duymak. Ölüye faydası olur mu ki?

Sabah okunan salanın bir faydası var sadece. Cenaze merasimine bir davet oluyor bu çağrı. Hayat devam ediyor. Yarın büyük pazar. Günlükleri tamamlamam lazım. Taziye mesajlarının ardı arkası kesilmiyor... 

ARTIK BABAM YOK

14/05/2017 Pazar, İzmir

Yoğun bir günü karşılayacağımız için hemen yatmak zorundaydık. Zira dünkü telefonların çoğu bugünkü rezervasyon taleplerine aitti. Diğer taraftan günlük yazılarım biriktikçe huzursuzluğum artıyor. Koltukta sızıp kalmışım yine. Kızımın sesine uyanıyorum. Her zamanki gibi yatağıma yatmamı isteyeceğini düşünüyorum. Aniden kalkarsam tansiyonumun düşeceğini iyi biliyor. "Baba sakin ol, iyi misin?" Olağan üstü bir durum var sesinde. "Dur, hemen kalkma." "Ne oluyor?" "Haber geldi hastaneden şimdi, dedemin kalbi durmuş (!)"

Saat 02.00. Daha bir saat olmuş eve geleli. Ne yapacağız? Taş Ev'i açmazsak olmaz. Bir ay önce yapmış programlarını insanlar. Bugün Anneler Günü. Eşim ve kızım "İdare ederiz biz, sen git." diyorlar. "Sadece rezervasyon yaptıran misafirleri kabul edelim." diyorum. Anahtarları bırakıp yola çıkıyorum. Anneme haber verilmiş. Onu daha fazla düşünüyorum. Babamın durumuna sanki hazırım. "Sıcakken yara acımaz." derler, belki ondan bu hissizliğim?

Yol bomboş, kafamın içi gibi. Son günlerde aklıma düşen görüntü geliyor gözümün ününe. Koyu yeşil bisiklet. Kurbağalı dere. Sobaya dokunmayalım diye etrafında döndürülen ahşap korkuluk... Henüz okula başlamamışım. Babam koyu yeşil bisikletine binip işine gidiyor. Arkasından bakakalıyorum. Gözlerim doluyor. İçim daralıyor. Hastanenin morguna doğru yaklaşıyorum.

Neredeyse son altmış yılına şahitlik ettiğim bir hayat. Bir sürü anı, iyi günlerden fazla kötü günler. Hızla geçen zaman. Bir ömür. Erkek kardeşim arıyor. Saat sekize kadar işlem yapılmıyormuş. Annemi kız kardeşim almış, Ayrancılar' daki evine getirmek üzere yola çıkmışlar. İlk toplantı yerimiz Ayrancılar. Az sonra buluşuyoruz. Kendimi tutmam lazım. Annemin tansiyonu yükseliyor, sıkılmaması gerek. Ama nasıl olacak bu?

Cenazeyi kaldırmak için neyi nasıl yapmak lazım, hiçbir fikrim yok. İlk durak hastane. Oradan birilerine sora sora öğreniriz. Dolan gözlerimin yaşını içime akıtıyorum. Yapmam gereken son görev var daha. Bir yol gösteren var mı etrafımda? Aklıma çocukluk arkadaşım geliyor. Sabah sabah uykudan uyandırıyorum. Hani "Mutlaka haber ver bana." demiştin ya. İşte sana haber veriyorum. "Yapmam gereken bir şey var mı?" diye o da bana soruyor. Bütün mesele bu zaten. Bana ne yapmam gerektiğini söyleyecek biri lazım acilen. "Yok, sağ ol." diyorum.

Kardeşimin kafası benden iyi çalışıyor. "Mezarlıklara gidelim, yerini ayırtalım." diyor. Hava aydınlanmadan çıkıyoruz yola. Bütün mezarlıklar dolmuş. Ya bir yakınının üstüne gömüleceksin ya da şehrin uzak bir köşesine. Paşaköprüsü mezarlığına giriyoruz. Yönetim binasının kapıları asma kilitlerle kapatılmış. Çevrede dolaşanlara soruyoruz. Saat ona doğru açılır diyorlar. Ne kadar rahat bu insanlar?

Sala verdirmek için camiye gidip görüşmeye karar veriyoruz. İki caminin imamıyla görüşüyoruz. Karşılıklı görüşme değil bunlar. Camiler kapalı. İlk caminin avlusunda zorlukla okunabilecek mesafede imamın cep telefonu yazılı. İmamı arıyoruz. "Merhumun ismini bir kağıda yazıp posta kutusuna atın, saat on bire doğru okurum." diyor. Ama öğlen namazına yetişmezse, yanlış anons edilmiş olacak (!) "O zaman beni ararsınız." diyor. Benzer şekilde diğer cami imamı ile telefonda görüşüyor, sala okumasını istiyoruz. Demek artık böyle oluyormuş bu işler.

Morgdaki sorumlunun mesaisinin başlamasına yakın bir zaman. Hastaneye gidiyoruz. Hayatımda ikinci kez morga giriyorum. Daha önce şantiyede kırk metreden beton zemine çakılan bir işçimin cesedini görmüştüm Karadeniz'in Ereğli'sinde.

Bu kez babamı görmek istemiyorum. Ne faydası olacak ki bundan sonra. Kapalı kapılardan birinin üzerinde "imam" yazıyor. Kapıyı vuruyoruz, kimse cevap vermiyor. Bir sedye getiriyor biri erkek biri bayan iki görevli. Beyaz kefen bezine sarılı kişi morga alınacak misafirlerden sonuncusu. Görevliler morgun anahtarlarını taşıyan imamı bekliyorlar. Bir yere telefon ediyorlar. Az sonra imam çıkıyor ortaya. Yüzlerce kez aynı işi yapmanın rahatlığı var üzerinde. Demir kapıyı açıyor. Hep birlikte soğuk hava dolaplarının içindeki bir tepsiye beyaz kefene sarılmış cesedi indiriyorlar. Kapıyı kapattıktan sonra kendine tahsis edilen odaya alıyor bizi. "İlk iş olarak mezarlıkta yer bulun yoksa gusülhaneye dahi gönderemeyiz." diyor. Mezarlıklar Müdürlüğünde henüz mesai başlamamış olmalı. Hastaneye yakın bir binada defin işleri müdürlüğünü buluyorum. Buradaki işlemlerin takibi için kardeşimi bırakıyor, mezarlıklara dönüyorum. Dedemin üzerine babamı gömmek için annemin rızası gerekliymiş. Mezarlık Müdürlüğünün imamı bir kağıt hazırlayıp veriyor elime. Ayrıca ölüm raporunu alıp getirmeliymişim. Ayrancılara dönüp annemin kimliği ile birlikte içi doldurup imzalanacak belgeyi alıyorum. Zamana karşı yarış başlıyor. Telefonum durmadan çalıyor bir taraftan. Taziye telefonu değil bunlar. Kimse durumdan haberdar değil ki. Telefonlar yeni rezervasyon talepleri. Teker teker hepsine durumu izah edip özür dileyerek talepleri geri çeviriyorum.

Öğlen namazına yetişebilmek için her zaman havalimanı kavşağında yer tutan radar kontrolünü bilmeme rağmen hızımı olabildiğince arttırıyorum. Mezarlık imamını buluyor, belgeleri veriyorum. İşin önemli bir aşaması hallolmuş oluyor. Hemen hastaneye geri dönüp kardeşimle buluşuyorum. Bu taraftaki işlerde ilerleme yok. Mezarlıktan arıyorlar, merhumu defnedilecek yeri hazır diye. Haber geldikten sonra babamı gusülhaneye getirip cenaze işlemlerine başlıyorlar.

Artık beklemekten başka bir şey yok yapacak. Oğlum arıyor. "Başın sağ olsun." Sesim düğümleniyor, konuşamıyorum. Yaşadığım durumu zihnimden uzaklaştırmak, düşünceleri karga kovalar gibi başımdan atmak bir kaçış yolu. Duygusal olarak zayıf bir anımda üniversite arkadaşlarımdan biri arıyor. Yine kelimeler boğazımda düğümleniyor. Cenaze aracı hazırlanıyor. Öğlen namazına yetiştireceğimiz kesin artık. Camiye gidiyorum. Uzun yıllar görmediğim insanları görüyorum cami avlusunda. Musalla taşının üzerinde babam yatıyor. Bazen büyük bir metanetle direniyorum. Öğle namazını kılıyor cemaat. Elli yıldır görmediğim eski komşular, gençliğini hatırladığım yaşlı dedeler baş sağlığı diliyor çevremde. Aynı mahallenin çocuklarının saçları ağarmış, her biri koca koca ihtiyar adamlar olmuşlar. Çocukluğumda sık görüştüğümüz bir aile dostumuzun yetmiş beş yaşlarındaki oğlu ile sohbet ediyoruz. Annesi Zehra Teyzenin yıllar önce öldüğünü biliyorum. Cenaze namazı kılındıktan sonra mezarlığa gitmek üzere arabama alıyorum. "Ali Abi, Zehra Teyze kaç yılında ölmüştü?" Dönüp bana garip garip bakıyor. Bakışları şaşkın. Garip geliyor sorum ona. "Zehra Teyzen ölmedi ki, yaşıyor. " Ne?... "Daha sabah görüştük. " Yazık diyorum içimden, ona da gelmiş gelenler.

Mezarlık kalabalık. Bugün Anneler Günü. Ben annemin Anneler Günü'nü kutlayamadım. Nasıl kutlarım ki. Acısıyla, tatlısıyla ortak geçen bir altmış yıl. Sıkılmaması lazım, ağlamaması lazım. Sağlığı açısından çok önemli bunlar. Ama elde mi?

Babamıza karşı son görevimizi yerine getiriyoruz. Düşünüyorum, garip geliyor. Cenaze arabası adet olduğu üzere kapımızın önünden geçiyor. Son kez selamlıyor komşuları, vedalaşıyor babam onlarla. Sessizce... Annemi kız kardeşimin evine kaçırdığımız için evden ne ağlama ne de çığlık sesi duyuluyor. Ağlasa o ağlardı sadece. Bir de kız kardeşim. Benimle aynı acıları yüreğinde bastıran erkek kardeşim. Onlar ağlarken ben tutabilir miydim kendimi? Akıtmayı başarabilir miydim gözyaşlarımı içime? Sessizce... Evimizin karşısında virane iki katlı bir ev. Yanındaki ev bir enkaz yığını. Çocukluğumun en lüks evlerinden biriydi bir zamanlar, altı bakkal. Bakkal Teyzenin evi. Ayakta bir o kalmış. Yeşile boyalıydı o ev, ben çocukken. Koyu yeşil boyalı bisiklet. Babamın bisikleti... Zaman ne çabuk geçiyor? Bir varmış, bir yokmuş. Artık babam yok...


SAYGIN KONUKLAR

13/05/2017 Cumartesi, Tire

Dün akşam konuştuğumuz üzere Ozi'nin kardeşini alıyoruz yanımıza. Kalabalık bir grup için verandanın bütün masalarını kapatmak durumundayız. Kahvaltıdan sonra gelen misafirler verandada uzun uzun oturuyorlar. Elemanlara boşalan her masaya hemen rezerve edildiğini gösteren yazıyı koymalarını söylüyorum. Verandada ağırlayacağımız grubun geliş saatine iyice yaklaşmamıza rağmen son masa kalkmak bilmiyor. Bu duruma çare ararken onların da son dakika hesap istemelerinden sonra derin bir oh çekiyorum.

Elemanlar güzel çalışıyor. Bu durum beni epeyce rahatlatıyor. Sabah aldığım telefon hiç hoş değildi ama beni şaşırtmıyor bunlar artık. Birkaç gün önce anlaştığımız aşçı gelemeyeceğini söylerken kusura bakmamamızı istiyordu. Ne yazık ki ona güvenerek iki günden beri bütün müracaatları geri çeviriyordum.

Akşama doğru genç bir misafir geliyor. Verandanın dolu olduğunu söylüyoruz. Avluda kenar masalardan birine oturuyor. Gelen yabancı değil aslında. O bir opera sanatçısı. Sevdiği bir bölümü kazanmış. Torpili olmadığından devletin opera ve balesinde çalışma imkanı verilmemiş. Keyifle içkisini yudumluyor. Vakit buldukça yanına takılıyorum. Şimdi burada özel bir lisenin müzik direktörü olarak görev yapıyor. Zevkle ağırlıyorum bu insanları. 

Akşam saatlerinde veranda konukları geliyor. Hepsi birbirinden kaliteli. Aslında bir aile toplantısı. İçlerinde profesörler var. Bir sürü mezenin yanı sıra canları kavun çekiyor. Kavun mevsimini açmadık henüz. "Karpuzumuz var ama kavunumuz yok." demek istemiyorum. Hemen arabaya atlayıp şehirden birkaç kavun alıyorum. Biraz gecikmeli de olsa kavunlar kesiliyor. Şef, "Kavun kötü çıktı." diyor. Bu vakitte iyisini nereden bulabilirdim ki? Misafire gönderildiği söylenen kavundan bir parça tadıyorum. Gerçekten de ne tadı var ne tuzu. Hemen misafirlerin yanına koşuyor, özür diliyorum. "Olur mu hiç?" diyorlar. "Siz biz istedik diye gidip kavun buldunuz bu saatte. Bu jestiniz yeter." İçime sinmiyor. Karpuzun iyi olduğunu tahmin ediyorum. Biraz kendimi affettirmek için şefe karpuzlardan birini kesip ikram etmesini söylüyorum. Misafirlere kavunlardan ücret almayacağımı söylüyorum. Misafirler, kavunların hiç de fena olmadığını söylüyorlar. İnanmıyorum. Israrla bir dilim tatmamı istiyorlar. Hayretler içinde kalıyorum. Bana az önce şefin verdiği kavundan eser yok. "Peki kötü kavunu kim yedi?" diye soruyorum. Hiç kimseden ses yok. Herkesin kavunu güzel görünüyor. Bu işin içinden çıkmam oldukça zor görünüyor.

Veranda misafirleri erken kalkacaklar. İçlerinden bazıları İstanbul yolcusu. Kapanış saatine bir çeyrek saat kala telefonum çalıyor. Yeni gelen misafirlerimizi üst kata alıyoruz. Uzun uzun oturuyorlar. Saat gece yarısını geçiyor. Kızım kapıda bizim dönüşümüzü bekliyor. Kapanış saatimizi geçtiğimizi söylüyoruz çekinerek. Durumu anlatıyoruz. Anlayışla karşılayıp toparlanıyorlar. Saat biri buluyor eve dönüşümüz.   

SÜRPRİZ BİR ORGANİZASYON

12/05/2017 Cuma, Tire

Günler su gibi akıyor. Küçük pazardan alacağım fazla bir şey yok aslında. En önemlisi kabak çiçeği. İzmir'de yirmili paketini beş liraya getiririm diyen toptancı manavdan topan patlıcanın kilosunu 1,25 TL almıştım. Pazarda kabak çiçeği iki liraya satılırken patlıcanın kilosu üç lira. Sebze fiyatları borsayı geçti, ne zaman fiyatı artacak ne zaman düşecek belli değil.

Sakin bir gün geçireceğiz gibi görünüyor. Temizliği bitirdikten sonra dünkü günlüğümü yazmaya fırsat buldum. Çok güzel bir hava var burada. Yaylaya çıkar çıkmaz serbest bıraktığım Venüs, Fifi'yle oynaşıyor. Hafif bir rüzgar yüzümü okşuyor. Avluya taşıdığımız masalardan birine oturuyor, gözlerimi kapatıyorum. Biri gelse uyanabilir miyim diye düşünürken göz kapaklarım ağırlaşıyor.

Bahçeye giren bir arabanın kapısı kapatılırken çıkan ses beni tatlı uykumdan uyandırmaya yetiyor. Yanıma orta yaşlı iki adam yanaşıyor. "Ne güzel uyunur bu havada değil mi?" Ağır ağır toparlanıyorum bu samimi girişten sonra. "Evet, tam da güzel uyku çekilecek hava." Bir organizasyon için geldiklerini söylüyorlar. "Kaç kişi?" diye sorarken aslında sorulacak ilk sorunun "Ne zaman?" olması gerektiğini düşünüyorum. Otuz kişi civarında olacaklarını söylüyorlar. "Bu akşam mı?" Saate bakıyorum. "Yani birkaç saat sonra?" Hemen şefi çağırıyorum yanıma. Masalara serpme mezeler konulsun. Yeşil salata, keşkek vs. Ara sıcak, ana yemekler seçiliyor beş dakika içinde. Toplantıya katılacak olanlar lise arkadaşları. İçlerinde birisi oldukça tanıdık geliyor. Eski Kültür ve Turizm Bakanı, bir ara ANAP Genel Başkanlığı yapan Erkan Mumcu.

Hayat ne garip. Eşimle bugün karar vermiştik grup organizasyonları kabul etmemeye. Babamla ilgili bir haber gelebilirdi. Evvelsi gün veteriner grubunu başarıyla ağırlayıp rahat bir nefes almıştık. Az önce kabul ettiğimiz organizasyon yarın ya da daha sonraki bir tarihte olsaydı kabul etmeyecektik. Cuma günleri hareketli geçmeye başladı. O saate kadar hiçbir rezervasyonunun olmaması ikinci şans oluyor bizim için. Ancak organizasyonu düzenleyen iki kişi ayrılır ayrılmaz telefonların birbiri ardına çalması gecikmiyor. Akşama rezervasyon yaptırmak isteyenlere salonun tamamen rezerve edildiği eğer kabul ediyorlarsa veranda ve avluda ağırlayabileceğimizi söylüyorum. Böylelikle veranda ve avlu da dolmuş oluyor.

Beklenmedik misafirler acil ihtiyaçlar doğuruyor. Başta destek elemanları. Hemen Elmas'ı arıyorum. "Gelirim." diyor. Arkasından Ozi'yi arıyorum. O da gelebileceğini söylüyor. Onlar gelir gelmez masaları düzenliyoruz.  U düzenine göre yerleşen masalara servis açılıyor. Kısa bir müddet süre sonra misafirler gelmeye başlıyor.

Şehre inip döndüğümde olağan dışı bir durum olduğunu fark ediyorum. Salondaki misafirlerden birinin kalp krizi geçirdiği ve ambulans istendiği söyleniyor. Hastayı terasa çıkarıp sırt üstü yatırmışlar. Ambulans yetişiyor hemen. Sağlıkçılar bir sedye ile birlikte içeri girerken ben ambulansın yönünü çevirmek için şoföre yardımcı olmaya çalışıyorum.

Hasta sedyeye konup ambulansa taşınıyor. Eğlenmek için gelen grubun neşesi kaçmış görünüyor. Yarım saat sonra gelen haberler hastanın durumunun iyi olduğu yönünde. Grup kaldığı yerden devam ediyor. Ortadaki masalardan birinde oturan kırlaşmış sakallı birini Erkan Mumcu'ya benzetiyorum. Tahmin ettiğim gibi ta kendisi. Elini sıkıp "Hoş geldiniz." diyorum. Uzun zamandır siyasetten uzak kalmış.

Güzel bir gece düşüyor Taş Ev tarihine. Salonda sazlar çalınıp türküler söylenirken verandada sohbet koyulaşıyor. Memleketin muhtelif yerlerinden gelen konuklar yavaş yavaş salonu terk etmeye başlarken herkesin yüzü gülüyor.