KATEGORİLER

26 Şubat 2018 Pazartesi

NAPOLİ

06/02/2018 Salı, Napoli

                                                                                                                                        
Dün gece baktığımız hava tahmin raporları yanılmamıştı. Roma ve Napoli'de havanın gök gürültülü sağanak yağışlı olduğu görünüyordu. Sabah henüz hava aydınlanmadan yağmur altında otelimize yakın mesafede bulunan Roma Termini tren istasyonuna doğru yola çıktık. Önceden biletlerimizi internet yoluyla aldığımız Intercity treninin hareket saati 06.26. Hareket saatine on dakika kalıncaya kadar peron numarası açıklanmıyor. Peron numarası belli olunca trenin yanaştığı platforma koştuk. Vagon numarası ve koltuk numaralarımız belliydi. Napoli deyince ilk akla gelen Vezüv yanardağı ile yaklaşık iki bin yıl önce bu yanardağın püskürttüğü lav ve zehirli gazlar nedeniyle tarihten silinen iki şehir, Pompei ve Herculenium. Elbette meşhur olanını, yani Pompei'yi görmekti niyetimiz. Napoli Centrale tren istasyonunun hemen altındaki Garibaldi istasyonundan kalkan banliyö treni ile sahil boyunca tatil kasabası Sorrento istikametinde gidecektik. Pompei Napoli'ye on beş dakikalık mesafede ama sadece orayı hakkını vererek gezebilmek için tam bir günün ayrılması gerektiği söyleniyordu. Geniş bir açık hava müzesi. Beklenmeyen felaket sonucu 16.000 kişinin hayatını kaybettiği, kimilerine göre lanetlendiği söylenen bu şehirde cesetlerin ve her türlü eşyanın yirmi metre kül katmanının altında bozulmadan korunduğundan bahsediliyordu. İki bin yıl bir ceset nasıl koruyabilir kendisini? Dinler açısından ibretlik bir olay, tanrının gazabı olarak dillendirilse de bu yönden çok fazla etkilendiğimi söyleyemem. Kül katmanları arasından ceset yığınlarını çıkarmak mümkün değildi elbette. O kadar zamanda organik bir yapıya sahip cesetlerden bir eser kalmayacağını düşündüm. Nitekim kül katmanları arasında cesetlerin yerlerinin sadece boşluk olarak kaldığını öğrendim. Yani cesetler taş oldu, taşlaştı diye bir şey yok. Avrupalı bir bilim adamının aklına gelmiş bu boşlukları çimento şerbeti enjekte ederek doldurmak. Bu işlemden sonra sertleşmiş küller temizlenip beton doldurulmuş insan cesetlerinin boşlukları kalıp gibi çıkartılmış (!) Bu suni, betonla doldurulmuş ceset boşluklarını merak eden 2.500.000 kişi en az 15 Euro giriş ücreti vererek her yıl akıyor buraya. Şahsen o paraya bir ristorante'ye gidip "spaghetti di mare" yemek daha cazip geldi bana.

Tren yolculuğu esnasında bu konuyu tartıştık eşimle. İki saat kadar süren yol boyunca kah tünellerden geçtik, kah sisli sahil yamaçlarını seyrettik. Yazın buraları çok daha güzel olmalıydı. Pompei'ye gitmek için kullanılacak banliyö trenlerinde çok hırsızlık oluyormuş. Güneye inildikçe insanların ekonomik ve kültür seviyesi düşüyor. Örneğin okuduğum bir blogta Napoli sokaklarının çöpten geçilmediği, balkon ve pencerelerden çamaşırların sarkıtıldığı anlatılıyordu. Çantamdan kitaplarımızı çıkarıp okumaya başladık Napoli'ye varıncaya dek.

İstasyondan dışarı çıkıp ara vermeksizin yağan sağanak altında yürümeye başladık. Özellikle zenci nüfusun yoğunlaştığı bir bölge burası. Bu yağmurun altında Pompei ne gezilirdi ya (!) Eşimin hava durumuna bakarak Pompei ısrarından vazgeçmesi hiç de zor olmadı. Şehrin turistik bölgesi Centro Storica denilen bölgenin ortasından geçen yaklaşık iki kilometre uzunluğundaki Spaccanapoli caddesi boyunca ilerledik. Yağmur altında bir taraftan şemsiyemizi tutarken diğer taraftan telefonumuzdan aldığımız kılavuzluk hizmeti, bilgi notlarımıza bakmamız canımızı sıkıyordu. Spaccanapoli isminde bir cadde göstermiyordu Navigasyon. Napoli'yi bölen anlamındaki bu sözcük birbirinin ardında uzanan Vicaria Vecchia, San Biagio dei Librai ve Benedetto Croce caddelerinden oluşuyormuş meğer. Bu üç caddenin kısaltılmış adıymış Spaccanapoli. Sık sık mola verip gideceğimiz yerleri sıraya sokmaya çalışıyorduk. Tarihi şehrin ara sokakları ilgi çekiciydi. Sadece balkonlarda değil sokak aralarında iki direk arasına asılan iç çamaşırlarını gösteriyordum eşime. Böylesine turistik bir şehre yakıştıramadık doğrusu bu manzaraları. Yağmur şiddetinden bir şey kaybetmiyordu. Bir kafeye girip mola verdik. Kurabiye büyüklüğünde bir kek için üç euro ödemek aptalca geldi. 
Sokak denebilecek dar caddeler arasında dükkanları gezdik. Biraz alışveriş yaptık. Centro Storico'ya oradan da Piazza del Plebiscito meydanına geçtik. Piazza kelimesi İtalyanca meydan demek. Pek çok yerde irili ufaklı birçok meydan var bu memlekette. Karnımız acıkınca ilk "spaghetti di mare" mi yemek üzere gözümüzün kestiği bir restorana girdik. Genel olarak liste ve fiyatlar kapı girişlerinde yazılı. Eşim pizza söyledi. Ben deniz mahsullü spagettimin yanında bir de yerel bira istedim. İtalyan mutfağına hayranım. Eşim benimle aynı fikirde olmadığını söylüyor. "Ne varmış yani, pizza, pasta dedikleri makarna ve unlu mamuller... Hepsi karbonhidrat." Gel gelelim Sophia Loren aynı fikirde değil bu konuda. Ünlü aktristin spagetti hakkında sözleri İtalya'da yemek yediğimiz restoranın duvarını süslüyor. "tutto quello che vedete lo devo agli spaghetti", yani "gördüğün her şeyi spagettiye borçluyum"   

Yolumuz üzerinde rastladığımız bazilika, kiliseleri geziyoruz. İlginç bulduklarımızın fotoğrafını çekiyoruz. Bunlar arasında en çok ilgimizi çeken devasa yapısıyla Napoli Katedrali yani diğer adıyla Basilica di Santa Maria Assunta oluyor.

Yine Napoli'nin meşhur caddelerinden Via San Gregorio Armeno üzerinde yer alan ve aynı adı taşıyan kilisede salı sabahları 09.30 - 10.30 saatlerinde "akan kan" mucizesine tanık olacağımıza dair gezi notları okumuştum. Kilisenin önüne geldiğimiz salı günü saat tam da 09.30'u gösteriyordu. Meryem'in sırt üstü uzanır vaziyette yatan İsa'nın üzerine eğilmiş bir heykeli yer alıyordu kilisenin bir köşesinde.



İsa'nın çarmıktan yeni indirilmiş hali olmalıydı bu. Zira el ve ayaklarının çarmıha çivilendiği yerlerindeki yara izleri belirgindi. Vücudunun üzerindeki kesiklerden kan renginde kırmızı boya akıtılmıştı. Muhtemelen hava şartları sebebiyle kilise görevlisi boya şişelerini yetiştirememiş olmalı ki şahsen biz akan kana maalesef şahit olmadık. Aslında niyetimiz ciddiydi, böyle bir mucizeyi görüp imana gelmemek mümkün müydü? 

Kiliselerden çıkıp sağanak yağmurla yeniden yüzleştik. Tek şemsiye hem eşimin hem de benim yarı bedenlerimizi yağmurdan ancak koruyabiliyordu. Su birikintileri arasında seke seke ilerlerken şansımıza söyleniyorduk. "Hadi yeter artık bu kadar, yoksa ikimiz de hasta olacağız." dediğinde eşim, dönüş tren saatine daha 3,5 saat vardı. Bu ahval ve şerait içinde bir an önce Roma'ya otelimize dönsek iyi olacaktı. Birbirine benzer dar sokaklar arasında ilerlerken yolumuz üzerinde olduğu halde görmeden geçtiğimiz bir yer kalmasın diye elimizde telefon, kendimize yön belirliyorduk. Yağmur altında yol uzadıkça uzuyordu. Telefonumu sık kullandığım için bu kez her zamanki gibi pantolonumun ön cebine koymak yerine paltomun cebine attım. Çantamdan bilgi notlarımı elime aldım. Acaba bilet saatini öne almak mümkün olacak mıydı? İstasyona 100 metrelik bir mesafe kalmıştı. Bilet satış yerinde uzunca bir kuyruğu görünce önünde kimse beklemeyen danışma yazılı bankoya yanaştık. Biletimizi öne almak istediğimizi söyledik. Orta yaşlı görevli adam "maalesef" dercesine başını sağa sola salladı, İngilizce "Biletiniz fırsat bileti, bu yüzden değişiklik yapamayız." dedi. Eline aldığı biletimizi geri vermemesi hala bir şansımız olduğunu düşündürüyordu. Sohbete başladık. Nereden geliyorsunuz? Ne yapıyorsunuz? gibi sorular soruyordu. Nihayet "Size bir şartla yardımcı olurum." dedi. "Neymiş bu şart?" diye sordum. Güzel İzmir'inizin sahilinden çekilmiş bir fotoğraf gönderirsen işinizi halledeceğim." dedi. Bana üzerinde e-mail adresi bulunan bir kartvizit uzattı. "Elbette gönderirim." dedim. Biletin üzerine yarım saat sonra kalkacak trenin numarasını yazdıktan sonra kaşeleyip imzaladı. Teşekkür edip yanından ayrılırken arkamdan sesleniyordu. "Bak fotoğraf göndermek zorunda değilsin, ama gönderirsen sevinirim."

İstasyonun içinde bir yer bulup beklemeye koyulduk. Bir ara cebimi yokladım, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. "Telefonum sende mi?" Bazen elimde bilgi notları vs. olunca eşime veriyordum tutsun diye. Şaşırdı, biraz uzatarak "Hayıır." dedi. Cepleri, çantaların içini didik didik ettik, yok. "Eyvah, telefonu çaldırdık galiba." dedim can sıkıntısıyla. Tren saati iyice yaklaşmış, ben çaresizlik içinde ceplerimi yoklamaya devam ediyordum hala. Ne yapacağız şimdi? Trene bindik, Roma'ya varıncaya kadar başka bir şey yoktu aklımda. İki ay bile olmamıştı telefonu alalı. Roma'ya, otelimize döndük. Oda temizlenmiş, yeniden düzenlenmişti. Oysa üç günümüzü geçireceğimiz odamıza biz ayrılıncaya kadar kimsenin girmeyeceğini sanıyorduk. Eşimi otelde bırakıp dışarı fırladım. Birkaç yere gidip hani belki açıp bir cevap veren olur umuduyla telefonumun numarasını çevirmeyi denedim. Hiç kimse yardımcı olmadı. Eşimin telefonu yurt dışına açtırılmadığı için bir başka telefonla bunu halletmeliydim. Eğer düzgün birinin eline geçtiyse Napoli'ye dönüp almayı bile göze almıştım. Telefon bulsam bile bu yeterli olmayacaktı. İyimser bir ihtimal de olsa telefonumu biri açacak ancak İtalyanca konuşunca ben bir şey anlayamayacaktım. Birisi "Git, telefon şirketlerinden birini bul, sana yardımcı olsun." dedi. Ne yazık ki oradan da bir netice alamadım. "Parası neyse vereceğim yardımcı olun". desem de oralı olmadılar. "Yakınlarda bir polis karakolu var oraya git, derdini anlat." dedi telefoncu. Carabinieri dedikleri polis istasyonunu buldum. İçerisi biraz kalabalıktı. Sıra bana gelince polis memuruna durumu anlattım. Telefonumun seri numarasını sordular. Nereden bileyim ben şimdi seri numarasını. "Bilmiyorum." dedim. "O zaman rapor tutamayız." dediler. Nöbetçi polis bir yere telefonuyla mesaj çekti. Gelen cevabı bana göstererek, "Bak görüyorsun, seri numarası olmadan işlem yapamıyoruz." dedi.  "Ne yapmam lazım, telefonu unutayım mı şimdi? Yapılacak bir şey olmadığını söylüyorsunuz." Beklememi istedi biraz. Bir başkasının işiyle meşgul oldu bu arada. Sonra bana dönüp emniyet müdürlüğünün saat 20.00'ye kadar çalıştığını istersem oraya müracaat edebileceğimi söyledi. "Eğer sonuç alamazsan yarın saat 09.00 da yine buraya gel." dedi. Yaklaşık iki kilometrelik bir yoldu tarif edilen adres. "Sora sora Bağdat bulunur." hesabı kapanış saatinden önce vardım istenen adrese. Girişi zor buldum. Kocaman demir bir kapı kapalı durumdaydı. Kapının yanında bir zil ve megafon bulunuyordu. Zili çaldım. Karşıdaki ses mesainin bittiğini söyledi. "Ama beni diğer karakoldan gönderdiler ve saat sekize kadar çalıştığınızı söylediler." dedim. "Hayır kapalıyız bu saatte, yarın gelin." dedi yüzünü göremediğim adam. 

Çaresizlik içinde oteli bulmaya çalışıyordum. Hatta o kadar karışık sokaklardan, meydanlardan geçince yolumu kaybettim. Uzakdoğulu bir gence adres sordum, "Şu karşıdan geçen tramvaya bin seni istediğin yere götürür." dedi. Yok ben yürümek istiyorum. Genç çocuk "Bilete gerek yok, bin git." dedi. Ben ısrar edince "O zaman tramvay raylarını takip et, seni götürür." dedi. Böylelikle oteli buldum. Yağmurlu Napoli sokaklarını arşınladıktan sonra bu spor fazla gelmişti ama ben cebimdeki telefonu nasıl çaldırdığımın muhasebesini yapıyordum kafamda hala. "Şimdiye kadar bir şey çaldırmadıysan o senin şanslı olduğunu gösterir." diyordu eşim. Belli ki bugün şanssız günümdü Kızımı aradık telefonla. Benim telefon numaramı çevirip aramasını söyledik. Dönüp "Çalıyor ama cevap veren yok." dedi. Bir müddet sonra telefon çalmaz olmuş. Belli ki sim kartını çıkarmış hırsız. Artık ümit kalmadı. Kızım servis sağlayıcı ve benim aramda konferans yapıp telefonun çalındığını ve hattı geçici olarak görüşmelere kapatmak istediğimizi söyledi. Yetkiliyle görüşüp hattı kapattık. Bunca olandan sonra kitap okumak ne mümkündü. Geç vakitlere kadar "Nasıl çaldırırım ben telefonumu?" deyip durdum kendi kendime. Odanın caddeye bakan penceresini araladım. Yağmur şiddetini iyice kaybetmişti ama Roma'nın yarın yine yağışlı olduğunu gösteriyordu hava tahmin raporları. 

19 Şubat 2018 Pazartesi

ROMA I

05/02/2018 Pazartesi,
İzmir, İstanbul, Roma

İtalya gezimizin tarihi yaklaşınca bir heyecan sardı beni. Aslında hemen her şeyi çok önceden planlamıştım. Bir ikisi dışında bütün otel rezervasyonları yapılmış, şehirler arası tren biletleri internet üzerinden alınmıştı. Havaalanından şehre transfer için otobüs biletlerine kadar...

Yola çıkmadan bir gün önce bilgisayarıma kaydettiğim bilet ve rezervasyon bilgileri ile gezeceğimiz yerler hakkında resimli kısa bilgi notlarının çıktılarını aldım. Yanımda nasıl olsa cep telefonum var deyip bunları yapmayabilirdim de. Yine de ne olur ne olmaz deyip işimi sağlama almak doğru olacaktı. Önceden hazırladığım üç sayfalık bilgi notu benim için en önemlisiydi. Zira uçak biletlerinin rezervasyon ve PNR numaraları, uçuş bilgileri, otellerin isimleri ve booking.com rezervasyon numaraları, tren biletlerinin tarih, saat ve yolculuk sürelerini belirten bilgileri tarih sırasına göre yazmıştım bu notlarıma. Tren ve otobüs biletlerinin çıktılarını alıp son kontrollerimi yaptım. Bu esnada Roma Fiumicino havaalanı ile şehir merkezi arası yolculuk en az bir saat süreceğinden dönüşte otobüs saatini en az bir saat öne almam gerektiğini fark ettim. Bunu düzeltmem gereken bir iş olarak not ettim.

Elimizdeki valizlerle sabah erkenden yola çıkmamız gerekiyordu. O saatlerde İzmir'de metro çalışmadığı için arabamızı Gaziemir metro istasyonunun yakınlarında bir sokağa bıraktık. Zira havaalanı otoparkını kullanmak oldukça tuzluya kaçacaktı. Şans eseri arabamızı park ederken hemen yanımızda yolcu indiren bir taksi gördük. Hemen o taksiye atlayıp Adnan Menderes Hava Limanına attık kendimizi. Hafiften yağmur çiseliyordu. Yaklaşık iki ay önce İstanbul'a en uygun bileti Sun Express şirketinden bulmuştum. Şubat ayının beşinci günü adı geçen şirketin yönünü İstanbul Sabiha Gökçen havaalanına çeviren uçağıyla  İtalya seyahatimiz başlamış oldu.

Bu arada eşimin ve benim cep telefonlarımıza gezimiz boyunca çok faydasını göreceğimiz "Here WeGo" adındaki navigasyon programını indirmişti kızım. Bu sayede göreceğiniz yerlerin adı ve adresi olduktan sonra haritaya hiç gereksiniminiz kalmıyor. Sadece internet olmaksızın kullanabilmek için hangi ülkede kullanacaksanız o ülkenin haritasını önceden indirmeniz gerekiyor.

Pek zaman bulacağımızı düşünmesem de yanımıza iki kitap aldık. En azından yolculuklarımız esnasında okuruz diye. Eşim her ikisini de okumaya başlamış. İki kitabı aynı anda okuyanlara hayranım. Bunlardan biri Osman Balcıgil'in kaleme aldığı "İpek Sabahlık" diğeri ise Susan Abulhawa'nın "Filistin Sabahları". "Hangisini istersen okuyabilirsin." demişti eşim. Tercihim "İpek Sabahlık" tan yana oldu. Bu kitap hakkında değerlendirmemi ayrı bir yazıda kaleme almayı düşünüyorum. Uzun bir ara verdiğim okuma alışkanlığıma yeniden kavuşmamın heyecanını da yaşıyordum bu seyahatle birlikte.

Açık söylemek gerekirse bu yazım tam anlamıyla bir gezi rehberi kıvamında olmayacak. Zira hazırlık döneminde gezeceğimiz, göreceğimiz yerlere ilişkin çok sayıda gezi bloğu okudum, vlog izledim ve internet üzerinde araştırma yaptım. Çok faydalandığım güzel ön bilgilerdi bunlar. Nereleri gezmeli, nerelerde yemeli, neler yapmalı türünden. Ben ise kendi yaşadıklarımı sohbet tarzında yazacağım.

İstanbul'dan Pegasus Havayolları uçağı Roma semalarında süzülürken saat farkından dolayı iki saat kazanmamızın keyfine varırken kaptan pilotumuz ne yazık ki havanın yağmurlu olduğunu anons ediyordu.  

Uçaktan inip pasaport kontrolünden geçtikten sonra valizlerimizi alıp Bus Shuttle otobüslerinin kalktığı yöne doğru ilerledik. Olası rötarları düşününce tedbir olsun diye otobüs biletini bir buçuk saat geç almıştım. Yetkili alışkın olduğu bu durumu normal karşıladı ama kalkmak üzere olanda yer kalmadığından dolayı yarım saat sonra kalkacak otobüse aldı bizi. Bir saat süren yolculuktan sonra Roma Termini tren istasyonunda indik. Kalacağımız otel bu noktaya sadece 200 metrelik bir mesafede. İstasyonun önünde bir sağa bir sola bakarken aklımıza "Here WeGo" geldi. Hemen cep telefonumuzu çıkardık. Otelin adını girdik. Başlat düğmesine basınca bizi gitmemiz gereken yönü gösterdi. XIX. yüz yıldan kalan tarihi binaların yer aldığı geniş Via Cavour caddesinde ilerlerken yağmur çiseliyordu. Telefon "Hedefinize ulaştınız." diye anons etmesine rağmen görünürde otelin adını yazan ne bir tabela ne de bir işaret vardı. Bulunduğumuz yerdeki bir restorana sorduk otelin nerede olduğunu. "Bilmiyoruz." cevabını alınca eşim panikledi. Yanımdaki bilgi notlarından adrese ve kapı numarasına baktım. Alt kattaki dükkanların kapılarında biri eski biri yeni olmak üzere ikişer numara vardı. Kocaman kapılı iş hanına benzer bir binanın önünde aradığımız numarayı bulduk. Kapının yanında yer alan zil etiketleri arasında otelin adı yazılıydı. Zile bastık, beklemeye koyulduk. Cevap alamayınca eşim söylenmeye başladı. "Nasıl bir otel burası böyle?" Roma'da eski evlerden bozma kat otellerinden biri olmalıydı. Zile tekrar bastık, kapı açılınca rahatladık. "Elimizdeki valizlerle birlikte asansörün üçüncü kat düğmesine bastık. Asansör üç kişilik olmasına rağmen küçücük kabinine valizlerimizle birlikte zor sığdık. Rastgele bastığımız üçüncü kat düğmesi sekiz numaralı dairenin katına denk gelmesi bir şanstı. Otelin kapısına gelmiştik ama kapıyı açan kimse olmadı. Yan tarafta elektronik bir şifre yardımıyla açılan kapıdan içeri girmek mümkün görünmüyordu. Eşim yine başladı söylenmeye. Kapının üzerine iliştirilmiş bir kağıt üzerinde Check-in yapmak için aranması gereken numara yazılıydı. Telefonumu değiştirdikten sonra yurt dışı görüşmelerine açmadığım geldi aklıma. Eşime kapıda beklemesini hemen bir çözüm bulacağımı söyledim. Kağıdın üzerindeki numaranın resmini çektim telefonuma. Hemen dışarı çıkıp alt kattaki restorandan telefonlarını kullanmak istedim. Bunu yapamayacaklarını söylediler. Hemen yanında doğulu olduğunu düşündüğüm bir pizzacıya girdim. Adam Bangladeşliymiş. Sabit bir telefon gösterdi. "Oradan arayabilirsin." dedi. Numarayı çevirdim. "Pronto" diyen bir hanımefendi çıktı karşıma. Durumu anlattım, kapıda beklediğimizi söyledim. "Hemen geliyorum" dedi isminin sonradan Julia olduğunu öğrendiğim kız. Eşimin yanına çıktım ve beklemeye başladık. Beş dakika geçmeden Julia geldi. Son derece kibar bir şekilde karşıladı düzgün İngilizcesiyle. Odamızı gösterdi, kapının şifresini, internet parolasını söyledi ve giriş holündeki mutfağı kullanabileceğimizden bahsetti. Roma'nın turistik yerlerini ve metro planını gösteren bir harita verdi. Otel paralarını ödediğimiz için sadece kişi başı günlük 3,5 Euro olan şehir vergisini ödedik, hemen faturamızı düzenleyip uzattı. Kendisine teşekkür ederken dönüşümüzde aynı otelde bir gün daha kalacağımızı söyledim. Odanın temizliğini görünce eşim yanmakta olan korun üzerine su dökülmüş gibi sakinleşti. Gerçekten bembeyaz çarşaf ve yastıklar, pırıl pırıl bir banyosu vardı odanın. Hemen telefonlarımıza şifreyi girdik. Gayet güzel bağlandık internete. Vakit henüz erken olmasına rağmen hava kapalıydı. İnceden yağmur serpiştiriyordu dışarıda. Klimayı çalıştırdık. Odanın içi ısındı. Buradan Roma deyince ilk akla gelen Colosseum'un bulunduğumuz yere mesafesi sadece 1.400 metre olmasına rağmen eşim oraya kadar yürüyemeyeceğini söyledi. Roma'da her ne kadar güzel bir metro sistemi olsa da yürüyerek gezilecek bir şehir. O kadar çok tarihi yapı var ki. Her durakta en az bir iki tanesini görebilirsiniz. Ertesi gün, sabah erkenden Napoli'ye gideceğimizi dikkate alıp bugün görülecek yerlerin bir kısmına gideceğimizi düşünmüştüm ben oysa. Ne var ki eşimin daha ilk günden ayak ağrısı çekmesini göze alamazdım.
Yanımızda götürdüğümüz şemsiyeyi açıp çıktık otelden dışarı. Bize en yakın yapı olan Basilica Papale di Santa Maria Maggiore bulunduğumuz yere sadece 200 metre mesafedeydi. Papa, Meryem'i görmüş rüyasında. Bir kilise inşa ettirmesini istemiş işaretleyeceği yerde. Yaz günü Esquilini tepesine bembeyaz kar yağınca "Tamam" demiş papa "İşte Meryem validemizin istediği yer burası." Bu bazilikanın işte böyle bir öyküsü varmış. Roma kiliselerden geçilmiyor. Hepsinden tarih ve sanat fışkırıyor. Pek çoğunda tanınmış heykeltıraş ve ressamların heykel ve tablolarına duvar ve tavan süslemelerine rastlamak mümkün. Her resim ve figürün ayrı bir anlamı var. Bunların tam anlamıyla hakkını verebilmek ve anlamak için özellikle Hristiyan dinini ve sanat tarihini bilmek gerek.  Oysa apayrı bir ihtisas konusu olan bu işe hiçbir zaman heves etmedik. Bazilika, kilise, şapel ve vaftizhanelerin içleri ayrı dış görünüşleri ayrı güzel. Bu tür yapıların yanı sıra Roma deyince akla meydanlar ve çeşme dedikleri heykellerle süslü havuzlar geliyor. Bizim yaptığımız bu devasa yapıları, içindeki heykel ve tabloları, süslemeleri hayranlıkla  seyretmekten başka bir şey değil. Kiliselerin bizim açımızdan bir başka faydası da yorulduğumuzda sıralarına oturup biraz dinlenmemiz ve bir sonraki durağımızı belirlememiz için imkan sağlamasıydı. Bugün ziyaret ettiğimiz ikinci bazilika Basilica di San Pietro in Vincoli oldu. Michelangelo'nun ünlü Musa heykelini burada görmek mümkün. Havanın yağışlı olması durumunu dikkate alarak diğer önemli yerleri sonra gezmek üzere otelimize dönmeye karar verdik. Sabah erkenden kalkmalı, Napoli trenini kaçırmamalıyız. Kahvaltılıklarımızı Türkiye'den götürdük. İki otel dışında oda ücretlerinde kahvaltıyı hariç tuttuk. Otellerde kahvaltı zaten en erken 07.30'da başlıyordu. Oysa bu saatler bizim tren hareket saatlerimize denk geliyordu. 

Otelin bulunduğu cadde üzerinde bir pizzacıda karnımızı doyurduktan sonra eşimi odaya bırakıp biraz market alışverişi yaptım ve bu her bulunduğumuz şehirde adet haline geldi. Market fiyatları restorana ya da kafelere göre daha uygun olsa bile Türkiye ile mukayese edildiğinde oldukça yüksek. Meyve fiyatları dört beş katına kadar çıkarken muz en ucuz olanı bu memleketin. Aşağı yukarı bizdeki fiyatlar seviyesindeydi. Yarım kiloluk meyveli yoğurt ve litrelik kolayı üç-üç buçuk Euro'ya alabiliyorduk. Yanımızda bolca üçgen eritme peyniri, zeytin, bisküvi ve atıştırmalıklar hayli işe yaradı. Odaya döndüğümde eşimle her gece müptelası olduğumuz TV2 de yayınlanan "Kelime Oyunu" nu buradan da izlemek çok hoşumuza gitti. Odamızda mevcut televizyonda bütün uydu kanalları İtalyanca yayın yaptığı için cep telefonumuz imdadımıza yetişti. Otele dönünce diğer bir etkinliğimiz kızımızla yaptığımız görüntülü whatsapp görüşmeleriydi. Zaman zaman Venüs'ü görmek de mümkün oluyordu bu sayede. Ardından yaptığımız sohbetin hem bir sonra gezeceğimiz yerler hakkında hem de okuduğumuz kitaplar üzerine oluyordu. Genellikle eşim bu sohbetlerin ardından uykuya teslim oluyor ben ise geç vakitlere kadar İpek Sabahlık romanını okuyordum. 

17 Şubat 2018 Cumartesi

YENİDEN MERHABA

Uzunca bir aradan sonra yeniden dönüyorum sözcüklerimin arasında kaybolmaya. Başlangıçta hiç önemsemiyor gibi görünsem de bir şeyi sonlandırmak onu başlatmaktan daha zormuş. Taş Ev'i kapatalı iki buçuk ay oldu. Su gibi geçti zaman. Kararımızın hemen ertesinde yapmıştık programımızı. Evet, güzel bir yurt dışı tatili iyi gelecekti. Eşimin ısrarla görmek istediği İtalya'ya gitmeye karar verdik. İtalya'dan sonra İspanya'ya geçmeyi aklımdan geçirdiysem de sonradan vazgeçtim. Zira daha önce defalarca gittiğim Roma ile sınırlı kalmayacaktı seyahatimiz bu kez. Kızım uygun bir Roma bileti ayarladı bize. Ondan sonraki hafta aheste bir şekilde tur programı üzerinde yoğunlaştım. 

Belki son gidişimiz olacaktı bu güzel ülkeye. Elimizden geldiğince görülmeye değer şehirlerini gezmek isabetli bir karar gibi göründü. İtalya haritasını açtım önüme. Roma'dan sonra sırasıyla Napoli, Bolonya, Venedik, Milano, Cenova, Pisa, Floransa şehirlerini ziyaret etmeyi planladım. Önce uçak ve tren biletlerini internet üzerinden almakla başladım. Kalacağımız otelleri booking.com dan araştırırken temizlik ve mümkün olduğu kadar tren istasyonlarına yakınlık değişmez kriterlerimdi. Zira şehirler arası yolculuklarımız hep hızlı trenlerle olacaktı. Milano'dan Cenova'ya geçerken Pisa kulesini görmeden yapamazdık. Eğik kulesinin yanı sıra Pisa'da gezilecek görülecek bir çok yer olduğunu öğrendim. İşte bu yüzden Pisa'dan Floransa'ya geçerken tren biletimizi oradan almak daha mantıklı geldi. Elimizdeki bavulları istasyonda emanete bırakabileceğimizi düşündüm. Pisa'dan sonra Floransa'ya ne kadar zamanımız kalacak bilemediğimden Floransa-Roma dönüş yolculuğumuzu nasıl yapacağımız konusunu da sonraya bıraktım. İlk üç gecenin birini Napoli'ye ayıracağımızı düşünürsek kalan bir buçuk gün Roma için yeterli olacak mıydı? Son günü yine Roma'ya ayırırsak Pisa ve Floransa şehirlerinin her ikisini bir günde gezebilir miydik? Bu soruların cevabını zamanı geldiğinde bulmak dışında gezimizin ana hatları belli olmuştu.

Tamı tamına on gün sürecek bu seyahatimiz Taş Ev'den sonraki yaşantımızı nasıl sürdüreceğimiz konusunda bir bekleme dönemine soktu bizi. Sadece seyahat değildi bu bekleyişimizin nedeni. Kızım uzman olduktan sonra yeniden zorunlu hizmete gidecekti. Bu arada o da bir arkadaşı ile birlikte Uzakdoğu gezisi planlamıştı. Yola çıkacağı günlerde bir şanssızlık olmuş, Bali'deki aktif yanardağ harekete geçmiş, lav ve kül püskürtmeye başlamıştı. Birkaç günlüğüne adanın hava alanı da trafiğe kapatılınca -bizim de ısrarımızla- tatil planını değiştirmek zorunda kaldı. Bali yerine Malezya'yı programına alırken göreceği ikinci ülke Tayland olarak kalmıştı. Tam da ülkemize döneceği gün belli olacaktı münhal kadrolar.

Kızımın tatil dönüşünde açıklanan yerlerin hepsi birbirinden beter görünüyordu. Hakkari Çukurca mı ararsın, Tunceli Ovacık mı yoksa Çemişgezek mi? İçlerinde en iyi yer Afyon Bayat ve Adana'nın Feke ilçe devlet hastaneleriydi. Eğer tayini doğuda, hele hele terörün kol gezdiği yerlerden birine çıksa biz de onu yalnız bırakmayacaktık elbette. Kötülerin arasından görece iyileri seçerek yaptı tercihlerini. Bir hafta sonra tayin yeri belli oldu. Adana'nın en uzak ilçelerinden biri olan Feke olmuştu yeni iş yeri. Havaların güzel gitmesini fırsat bilip Feke'yi görmeye gittik hep birlikte. Küçük bir ilçe ama insanları son derece sıcak ve konuksever. Anlaşılan içimiz rahat bir şekilde yanında olmasak da zorunlu hizmetini tek başına burada tamamlayabilecek. Köylere gitmesi durumu endişelendiriyor sadece beni. Zira köylerin rakımı yüksek ve yolları pek de emniyetli görünmedi gözüme.

Taş Ev'i kapattıktan sonra her akşam arayıp rezervasyon yaptırmak isteyenler eksik olmadı. Burası küçük bir yerleşim yeri olmasına karşılık bu aramaların halen sürmesi tuhaf. Bunun bir nedeni facebook sayfamızı hala kapatmamış olmam belki de. Taş Ev'i kapatmış olsak da facebook sayfasını kapatmak gelmedi içimden. Bu arada eşim ve ben bir türlü zaman bulamadığımız diş tedavilerine başladık. Haftanın yarısı İzmir'de geçmeye başlamıştı artık. İtalya seyahatine kadar bu böyle gitti ama daha işlerin yarısındayız sanırım.

Taş Ev'in faaliyetlerini sonlandırma kararımızdan sonra bir ayı aşkın bir zaman içinde her gün yaylaya çıktım. Zira Venüs'ü Fifi'yi ve tavukları beslemek zorundaydım. Yaylada sevgili dostlarımla en az iki saat geçiriyordum. Venüs'ü bu süre zarfında serbest bırakıp ayrılmadan önce yeniden bağlıyordum. Bunun nedeni onun tavuklara olan düşkünlüğüydü. Nihayet tavuklara bir talip çıktı ve hepsini elden çıkardım. Aynı günün akşamı kızım yurt dışına çıkacaktı. Telefonla görüştük. Her zaman olduğu gibi Venüs'ü sordu. Tayini nereye çıkarsa çıksın onu yanına alacağını söyledi. Tavukları gönderdiğimize göre bahçede tehlikenin kalmadığını ve Venüs'ü artık bağlamama gerek bulunmadığını söyledim. Her seferinde serbest bırak diyen kızım nasıl olduysa bu kez bağlamamı istiyordu. Buna rağmen o akşam serbest bıraktım Venüs'ü. Ertesi günü yaylaya rutin ziyaretimi yapmak üzere bahçe kapısından içeri girdim. Ortada ne Venüs ne de Fifi görünüyordu. Yanında Fifi olduktan sonra gözüm arkada kalmazdı. O kadar seslenmeme aramama rağmen ortaya çıkmadılar. Neyse, özgürlüğün tadını çıkarıyorlar, yarın dönerler acıkınca dedim kendi kendime. İkinci gün Fifi beni karşıladı ama Venüs hala yoktu. İki köy arasında her gördüğüme sordum, bağırdım çağırdım ama nafile çabalardı bunlar. Kızıma ne derim ben şimdi? Her gün yukarı çık saatlerce bağır, bağır yok. Fifi'yle birlikte yol boyu Venüs'ü aradık günlerce. Aradan bir hafta geçmesine rağmen hiç bir ize rastlamadık. Kızım Uzak Doğu seyahatinden döner dönmez Venüs'ü sordu ilk olarak. Venüs'ün bir haftadır kayıp olduğunu söylerken ona sahip çıkamamanın ezikliğini hissettim. Hem de bağlamamı istediği halde ben onu dinlememiştim. İzmir'den yola çıkıp atladı geldi. Sağanak yağmur altında "Venüs" diye bağıra bağıra akşamı ettik yine yok. Artık ümidi kesmeye başlamıştık. Ya yabani hayvanlara yem oldu, ya da çaldılar. Yoksa o kadar zaman geri dönmez miydi? Nereden bulurdu yiyeceği, hiç mi acıkmadı onca zamandır? Yolunu mu kaybetti de dönemedi? Bütün bu olasılıklar arasında en iyisi çalınmış olmasıydı. "Çalanlar ona iyi baksalar bari." diye düşünmeye başladık. Kızım göz yaşlarına boğuluyordu. Buruk bir şekilde eli boş döndü İzmir'e.

Aradan sadece bir gün geçmişti. Ben her gün yaylaya çıkmaya devam ediyor, hem Fifi'yi besliyor hem de Venüs'ü aramaya devam ediyordum. Boynundaki tasmasında adı ve telefon numaram yazılı olduğundan iyi insanlar mutlaka arayacaklardı. Eve yine bir gelişme olmadan döndüm. Şimdiye kadar aranmadığıma göre vahşi hayvanlara yem olmasından endişe etmeye başladığım sırada telefonum çaldı. Arayan Kaplan köyünde yaşayanlardan biri. "Gel, şu köpeğini al köyde tavuk bırakmayacak." diye bağırıyordu. Hemen tutup bağlamalarını, sakın ola kaçırmamalarını söyledim. Venüs'ün bulunması mucize gibi bir şeydi. Hemen fırlayıp bir solukta çıktım yaylanın virajlı yokuşlarını. Köye varır varmaz onu demir bir kapıya iple bağladıklarını gördüm. Köylü kadınlardan biri, bizimkinin ağzından tavuğunu kurtarsın diye ellerinin kan içinde kalmasına aldırmamış görünüyordu. Venüs beni görünce sevinci görülmeye değerdi gerçekten. Üzerime sıçrayıp durdu. Üzerindeki çamura aldırmadan ben de sarıldım kucakladım. Gözlerimle görmeden kızıma müjdeyi vermeyecektim. Arabamın arkasına attığım gibi doğru bahçeye götürdüm. Facebook hayvan dostları grubuna kayıp ilanı vermiştik. Kızımı aradım. "Bak aklıma ne geldi. Venüs'ü bulana bir ödül koysak nasıl olur?" O da mantıklı bulunca bu önerimi, devam ettim. "Mesela ne olabilir bu?" deyince "Bin lira olabilir." diye cevapladı sorumu. "Peki, o zaman." dedim. "Hazırla bin lirayı, Venüs'ü buldum."

Çığlık çığlığa kapattı telefonu. "Hemen geliyorum." Ne yağmura, ne akşamın karanlığına aldırdı ve çıktı yola. Yaylaya çıktık onun arabasıyla. Benim üçüncü çıkışım oluyordu bu. Venüs'le uzun uzun hasret giderdikten sonra onu alıp evine doğru yola çıktı aynı günün akşamında.

İtalya seyahatiyle ilgili detayları daha sonraki yazılarımda paylaşacağım.

2 Aralık 2017 Cumartesi

YENİ BİR SAYFA

01/12/2017 Cuma, Tire

Restaurant faslını bitirip uzun bir aradan sonra şehirdeki evimizin geniş yatağına hasretle attık kendimizi. Sabah erken kalkma derdi yoktu nasıl olsa... O da ne? Rahat batmış olmalı. Sabah sırt ağrıları içinde uyuşmuş bir şekilde kalkıyorum yataktan. Eşim benden daha kötü durumda. Bel ağrısı tutmuş kıpırdayamıyor. Hiç beklemediğimiz bu durum karşısında şaşkınız. "Taş Ev'deki uyduruk çek yatı mı getirsek?" Uzun zamandır bel ağrısından şikayet etmiyordu eşim. İnsanoğlunun rahata alışması da zaman alıyor demek.

İki gündür sürekli yağmur yağıyor. Fırıncı Hatice Hanım'ın bozuk para olmadığı için bir dahaki sefer verirsin dediği bir lira borcum geliyor aklıma. Salı pazarını unutup arabamla Derekahve üzerinden pazara açılan sokağa dalıyorum. Yoğun yağışa rağmen brandalarla korunan pazarcı tezgahları arasından geçmem mümkün değil. Park edip fırına kadar sağanak altında yürümek de işime gelmiyor. Yarın veririm artık. Toptancıdan ilk kez "Acelem var, bulaşık deterjanının parasını sonra veririm." diyerek almıştım. Gidip borcumu ödüyorum. Yağmur şiddetini arttırıyor. Cadde ve sokaklar dereye dönmüş. Yollarda biriken sulardan oluşan kocaman gölcüklerin arasından kendimi şehrin tek kapalı otoparkına atıyorum. 

Muhasebeciye uğrayıp kapatma işlerine başlamasını istiyorum. Cuma günü vergi dairesine gideriz birlikte diyor. Gelecek mayıs ayına kadar ufak tefek borçlar çıkacakmış. Hatır için aldığım bir sürü banka kartını kapattıracağım. Sadece bir paramatik ve bir adet kredi kartı neyime yetmez ki? Arabanın elektrik arızası için servise bırakmaya zaman bulamıyordum. Şimdi tam sırası. Yanına uğradığım Aziz Usta "Perşembe günü sabah getir bakalım." diyor.

Tavuklara ve köpeklere bakmak için her gün gitmek zorunda olduğum yayladan eve mütemadiyen eşya taşıyorum. Salondan yağmuru, sis çökmüş şehri seyrediyorum. Neyimiz varsa yukarı taşımışız. Sanırım her şeyin yerine oturması bir ayı bulacak. 

Her gün rezervasyon telefonları gelmeye devam ediyor. Özür dileyerek durumu anlatırken önce içime hüzün çöküyor, ardından eşimin cumartesi sabahki hali gözümün önüne gelince rahatlıyorum. Sağlığımızı kaybetmeden verdiğimiz kararın ne kadar doğru olduğunu düşünüyorum.

Evde hummalı bir temizlik başlıyor. Aylarca uzak kaldığımız evimize yeniden alışmaya çalışıyoruz. Ankara'dan gelip bundan sonraki hayatımızı geçirmeyi hayal ettiğimiz bu şehir şimdi daha farklı görünüyor gözüme. Gölet manzarasını seyrederken yaptığımız keyifli sabah kahvaltıları eski güzelliğini çoktan kaybetmiş. Karşımızdaki yeşil alana yan taraftaki inşaattan çıkan hafriyat toprağı dökülmüş. Hemen yanındaki okul binasının önüne yeni bir bina inşa ediliyor. Son derece kaba ve çirkin bir yapı. Üç sene önce aynı alanda oynayan çocukların cıvıl cıvıl seslerini duyar, caddenin karşı tarafında otlayan atları seyrederdik eşimle birlikte.

Çarşamba günü temizlikçi kadın geliyor. Kapıdan içeri girer girmez eşime, "Senin herif uyuyor mu?" diye soruyor. Eşimin ağzı açık kalıyor. Gözünü seveyim Ankara. Neler duyacağız, neler yaşayacağız daha burada? Önüne hazırlanan kahvaltıya nazlanarak oturuyor. "Ben kahvaltımı yapıp giderim işe." diyor. Çayını içerken limon istemeyi ihmal etmiyor bir yandan. Ev zaten üç dört gündür temizlenmiş eşim tarafından. Kadın salonda temizliğe başlıyor. Biz de eşimle birlikte mutfak dolaplarını boşaltıp dip temel temizliğe girişiyoruz. Dolaplardan çıkan pastacılık malzemeleri bir kez daha şaşırtıyor beni. "Bu kadar malzemeyle bir pastacılık malzemeleri dükkanı açabiliriz." diye takılıyorum eşime. "Ne yapayım, bu benim hobim, yine değişik bir şey görsem alırım." diyor. "Kimi ayakkabıya, giyime düşkün, kimi takıya, benim takıntım da bu."   

Kullanma süresini doldurmuş ürünlerle atılacak bir sürü eşya çıkıyor. Bazılarında kararsız eşim hani belki lazım olur diye. Temizlikçi kadın araya giriyor, "At kız onları ne yapacaksın?" Canım, hayatım sokma şu kadını bu eve bir daha. Bak ben senin camlarını siler, balkonlarını yıkarım, hatta halılarını bile silerim. 

Akşam saatlerinde kadın evden çıkar çıkmaz eşim kontrole başlıyor. Büyük banyodaki çamaşır makinesinin üstü silinmiş, alt yarısına bez değmemiş. Yatak odasının dolaplarına el sürülmemiş. Ankara'da temizliğe gelen kadınlar geliyor aklımıza. Evi temizlerken altı aydır koyduğumuz yeri bulamadığımız 4.500 dolar parayı tesadüfen bulup teslim etmişti biri. Başında durmaya hiç gerek yoktu onların. Anahtarı verip parasını masaya bırakırdık. Döndüğümüzde mis gibi tertemiz bir ev karşılardı bizi.

TV haberlerinde Bali'de bir yanardağın faaliyete geçtiği söyleniyor. Eşimle birlikte canımız sıkılıyor bu habere. Geç vakit olduğu için kızımı arayamam. Bütün uçuşlarını konaklama yerlerini ayarladığını biliyorum. Sabah ilk işim onu aramak.

"Her an, her yerde bir şeyler olabilir." diyor kızım telefonda. Dünya yansa umurunda değil. Air Asia ve Katar Hava Yolları Bali Havaalanının kapatılması nedeniyle uçuşlarını iptal edince tutuşuyor bizimki. Rezervasyon değişiklikleri, yeni rotalar. Bali yerine yeni bir destinasyon buluyor kendine hemen. Kuala Lumpur, Malezya'nın başkenti. Bali'deki bütün konaklamaları iptal edip Kuala Lumpur'da yeni yerler ayarlıyor. Katar Havayollarına (daha yakın mesafe olmasına rağmen) bir fark ödeyip rotayı değiştiriyor. Air Asia'dan hala dönüş yok. Bali-Singapur uçuşu yerine Kuala Lumpur-Singapur olarak değiştirilmesi gerekiyor uçuşun.  

Bugün perşembe, ne çabuk geçiyor zaman. Uyanır uyanmaz saate bakıyorum 08.56'yı gösteriyor. "Eyvah, geç kaldım." Aceleyle çıkıyorum evden arabayı saat 09.00'da teslim edecektim servise. Eve yürüyerek dönmenin iyi bir spor olacağını düşünürken servisteki elemanlardan biri arabamla gideceğim yere bırakmayı teklif ediyor. Eve erken dönünce eşim şaşırıyor. Kahvaltımızı yapıyoruz birlikte. Öğleden sonra servisten arayıp arabamın hazır olduğunu söylüyorlar. Sabah yapamadığım yürüyüşü yapmam için iyi bir fırsat. Hava kapalı ama yağmur yok. Servisten arabamı alıyor, yaylaya çıkıyorum. Bahçe kapısından içeri girer girmez Fifi'nin sevinci görülmeye değer. Etrafımda fır dönüyor. Arabanın kapısını açar açmaz üzerime sıçrıyor. Onun başını okşuyor, seviyorum. Venüs çıldırıyor kıskançlıktan. Önce tavukları besleyip yumurtalarını topluyorum. Sıra Fifi ile Venüs'e geliyor. Çok sevdikleri Arnavut ciğeri var bugünkü menülerinde.

Akşam eve döner dönmez TV nin karşısındaki koltuğuma kuruluyorum. Reza Zarrab'ın itiraflarını, kime ne kadar rüşvet verdiğini, Kılıçdaroğlu'nun ifşaatlarını izlemeye koyuluyorum. Tam bir şeyler yazmaya karar vermişken kızım arıyor. Katar Havayollarından gereken değişikliği yaptırmış ama Asia Air'den dönüş olmadığı için panikte. Onun adına havayolu şirketi destek hattından online chat üzerinden konuşmak, durumu anlatmak istiyorum. Bali'deki Agung yanardağının harekete geçmesi yolcuların bütün uçuş planlarını değiştirdiği için havayolu şirketleri olağanüstü yoğunluk yaşıyorlar. Büyük bir kuyruk var. Tam 84 kişi var önümde. Oldukça ağır ilerliyor. Gecenin üçünde sıra geliyor bana. Dağ fare doğuruyor. Yetkili kişi durumu anladığını ve ilgili birimi en kısa zamanda bize dönmesi için uyaracağını söylüyor. Şu en kısa zaman lafını oldum olası sevmem. Soruyorum karşımdaki kişiye. "En kısa zaman" diye bir zaman birimi tanımı yok, nedir bu en kısa zaman. "Sizi ve içinde bulunduğunuz durumu anlıyorum ama elimizden geleni yapıyoruz." diyor. Teşekkür edip konuşmayı kesiyorum.

Cuma sabahı muhasebeye uğrayıp kapanış işlemleri ile ilgili birkaç imza atıyor, kullanılmayan faturaları teslim ediyorum. Pazartesi günü Vergi Dairesinden kontrole geleceklermiş. Stok durumlarına bakacaklar sanırım. Bankalara gidiyorum sırasıyla. Elimde biriken hatır için kabul ettiğim bir sürü kredi kartını iptal ettiriyorum. Oldum olası ne kredi kartını ne de taksitli alışverişi severim. Yaylaya çıkarken telefonum çalıyor. Karşımdaki düzgün bir dille konuşan hanımefendi ne zaman açılacağımızı soruyor. Saate bakıyorum, 11.10'u gösteriyor. Arkadaşlarıyla Ödemiş'ten çıkıp gelmişler öğlen yemeğine. Durumu anlatıyorum. Arkadaşlarının tavsiyesiyle ilk kez geldiklerini ve yeri çok beğendiklerini söylüyor, böyle güzel bir yerin kapanmasına üzüldüğünü söylüyor.

Kaplan Köyünün üzerindeki yola bugün yine greyder sokmuşlar. Kenar hendekleri ve otlar temizlenince yol platformu genişlemiş, çukurlar doldurulmuş. Sanki kapatmamızı beklemişler. Küfür gibi geliyor bu yaptıkları.

Bahçe kapısından içeri giriyorum. Avluyu rüzgar süpürmüş tek bir çöp dahi görünmüyor. Bütün yapraklar tuvaletlerin olduğu bölümde toplanmış. Hayvan dostlarımıza olan görevlerimi yerine getirdikten sonra geri dönüyorum eve. Eşimle uzun uzun sohbet ediyoruz. Ne zamandır hasret kalmıştık bir birimize. O kendi yapacağı, ben kendi yapacağım işlerden başka bir şey düşünmüyorduk. Oysa birbirimize daha çok zaman ayırmak değil miydi niyetimiz? Fikren olağan üstü uyumlu bir çift olmamız huylarımızın aynı olmasını gerektirmiyor. Eşimdeki mükemmeliyetçilik, acelecilik bende yok o kadar. Bana göre pek de güzel özellikler değil bunlar. Mesela edebiyat öğretmeni olması yüzünden yazarlığa cesaret edemiyor. Oysa iyi bir öğretmen ve dil bilgisi son derece kuvvetli.

Rezervasyon telefonları geldikçe "İyi ki bu kararı vermişiz, yoksa bir arada olsak da birlikte olamayacaktık." diyorum. İlerleyen saatlerde bir telefon daha. Arayan gençten biri. "İyi akşamlar, Taş Ev mi?" diye soruyor. "Evet, buyurun." diyorum merakla. Karşımdaki devam ediyor. "Canlı müzik var mı?" Gülüyorum eşime. Cansızını buldu da cansızını arıyor.       

27 Kasım 2017 Pazartesi

FİNAL

25-26/11/2017 Cumartesi, Pazar Kaplan, Tire


Yaşam bir devinimdir. Yaşadığımız süre içinde devamlı durum değiştiririz. Devinim döngüye dönüştüğünde yeni arayışlara gereksinim duyarız. Çoğu zaman bir şeyler kazanırken kaybettiklerimizin farkına varamayız. Yoğun iş hayatı kör eder insanı. Bugün hayatımızda önemli bir gün. Kaystros Taş Ev Restaurant'ı açarken "Bir tarihin sonu ve bir diğerinin başlangıcı..." demiştik. Eskilerin "Kule" dedikleri bir taş ev vardı, geçmiş nesillerin birçok anılarına şahitlik eden. Kısa bir süre de olsa bizler gibi ağırladığımız misafirler de orada birer anı, birer iz bıraktılar. Ve bir sabah vakti, ani bir kararla diğer bir başlangıca son noktayı koyduk.

Ne başlarken büyük umutlar taşıdık ne de kapatırken hüzün çöktü içimize. Hizmet sektörü zordur dediler. Hangi iş kolaydı ki yaşamak için. Akıl verenler çok oldu. "Burada konaklama olsa ne güzel olur." diyenler mi ararsınız, av etleri bulundurmamızı önerenler mi yoksa manzara tarafına teras isteyenler mi? 

Çok para kazanmak değildi amacımız. Paraya ihtiyacımız yoktu bu işi yapmak için. Ama güzel şeyler hayal ettik. Hayallerimizin çoğunu gerçekleştirdik de. Keyif yeri olsun dedik Taş Ev. Hem keyif alalım, hem de keyif yapmaya gelsin misafirlerimiz. Bahçemizde tavuk besledik, yaşamımız boyunca yemediğimiz kadar taze ve organik yumurta yedik, misafirlerimize ikram ettik. Taş Ev sayesinde köpekleri daha çok sevdik. Fifi ve Venüs bizlere gerçek sevgiyi, dostluğu gösterdi.

Cuma günü öğretmenler günüydü. Kalabalık bir grup. Bahçe arabalarla dolu... Biz dahil hiç kimse bu gecenin  bir son olacağından habersiz. Birkaç boş masa kalmış ama sadece gruba yetecek durumdayız. Rezervasyonsuz gelenleri kabul etmeyince eşim bana karşı çıkıyor. Dönüp tekrar kabul edeceğimizi söylüyor, geri çeviriyorum. Salondaki son boş masanın misafirleri de yerini alınca hummalı bir çalışma başlıyor. Şömine soba tüm azametiyle salonu ısıtıyor. Herkes halinden hoşnut. Bütün masalara yetişiyoruz. İlave elemanların yanı sıra kızım da bize yardımcı oluyor. Gece çabuk bitiyor ancak çıkan bulaşıkların yıkanması ve ortalığın temizlenmesi gece yarısını buluyor. Eskiden saat 22.00 deyince uykuya dalan eşim oldukça yorgun görünüyor. Vitrinin önünde borcam tepsilere bakıyoruz. Neredeyse bir şey kalmamış. Yarın hafta sonu, bütün mezeler yeniden yapılacak, pazar günü için kahvaltı hazırlığı, börekler, kekler...

Cumartesi sabahı. Eşim erkenden kalkmış, işlere koyulmuş. Uykusuz, bezgin görünüyor. Endişeleniyorum durumuna.  "Gel bugün kapatalım." "Olur mu hiç?" diye cevap veriyor. "Senin sağlığın daha önemli." diyorum. Elemanı almak üzere şehre iniyorum. Niyetim bir an önce dönüp eşimi yalnız bırakmamak. Eleman yok yerinde. Beş dakika sonra arıyorum telefonla. "Yoldayım, hemen geliyorum." diyor. Tam on beş dakika sonra varıyor yanıma. Zaten sinirlerimiz iyice gerilmiş. Söyleniyorum ona biraz. Yaylaya dönünce ısrar ediyorum eşime. "Kapatalım bugün." Eşim, "Her şey hazırlandıktan sonra mı?" Durumunu iyi görmüyorum. "Mangalı, yakmayacağız, hiçbir şeye elimi sürmeyeceğim." diyorum. "Bugün kapatırsak, bir daha açmayız." diyor tehdit edercesine. "Tamam, diyorum, "Senin sağlığının üzerine hiç bir şeyin önemi yok." Vitrin tamamen mezelerle donatılmış. Hafta içinden her türlü et ürünü hazırlanmış. Ve biz o önemli kararı veriyoruz. Emine Hanım, şaşkın. Bu kararımızda geç kalmasının  ne kadar payı olduğunu düşünüyor kendince, suskun. Kızım sevinçli, gözlerinin içi gülüyor. 

Emine Hanım temizliği büyük ölçüde tamamlamış, bulaşıkları yıkamış, soğutucuların camlarını siliyor. "Madem karar verdik, bu ince temizlik niye?" diye soruyorum. Eşim, "Ne olursa olsun, temizliğin ne zararı var?" diye cevap veriyor bana. Akşam saatlerine kadar verdiğimiz ani kararın sarhoşluğunu yaşıyoruz. "Venüs, Fifi, kara kızlar ne olacak?" "Venüs'ü ben alırım." diyor kızım. "Belli bir süre her gün gidip geliriz zaten." diyorum. Rezervasyon telefonları durmak bilmiyor. "Sağlık nedenleriyle bugün kapalıyız." Bugün? Tamamen kapattık demeye dilim varmıyor. "Geçmiş olsun." deyip kapatıyorlar kibarca. Karar verdikten hemen sonra gidip demir bahçe kapısını kilitlediğim için kapıdan dönenlerden haberimiz yok. Bir an önce çıkıp bir yerlere gitmek istiyoruz. "Nereye gidelim?"

Kuşadası'ndan gına geldi. "Şirince?" diye bir fikir ortaya atıyor kızım. "Şirince'de ne varmış?" Geçen sene Söke'de güzel bir balıkçı lokantasına gitmiştik, eşimle kızımın hoşlanacağı alışveriş merkezleri de var orada. Yola çıkıyoruz. Selçuk üzerinden otobana çıkıyoruz. 70 km'lik yol çabuk bitiyor. Hepimizde büyük bir rahatlık, ama en büyüğü eşimin yüzünden okunuyor. Görmemişler gibi yiyebileceğimiz balığın iki katı kadar balık sipariş ediyoruz. Yanında mezeler, kalamar, midye dolması. Kutluyoruz özgürlüğümüzü adeta. Yeniden doğmuş gibiyiz. Oradan çıkıp alışveriş merkezine giriyoruz. Bir sürü dükkan. Ne kadar çok yemişiz? Asitli bir içecek lazım sindirebilmek için. Büyük bir Kipa mağazasına dalıyoruz. Geç vakitlere kadar oyalanıyoruz çarşıda. Evimize dönüyoruz. Bu sefer şehirdeki evimize. Facebook sayfalarımızda Taş Ev'in faaliyetlerine son verdiğimizi duyuruyorum. 

Pazar sabahı kahvaltı rezervasyonu yaptırmak üzere arayanlara Taş Ev'i kapattığımızı söylüyorum. Kızım Uzak Doğu gezisinin planlarını anlatıyor. Bir ara Julia Roberts'in "Eat, pry, love" isimli filmini seyretmeye koyuluyoruz. Film, konusu gideceği ülkelerden biri olan Bali'de geçtiği için kızım tarafından özellikle seçilmiş. Gün boyu rezervasyon telefonları gelmeye devam ediyor. Akşama doğru yaylaya çıkıyoruz birlikte. Bugünün misafiri de ev sahibi de bizleriz. Salonun en güzel masasını bu kez kendimize tahsis ediyorum. Mangalı yakıyor, ızgaraları hazırlıyorum. Eşimi ve kızımı ilk kez rakı içerken görüyorum. Manzara harika. "Hep ne kadar keyifli derlerdi burası, anlamazdım. Şimdi ilk kez bu keyfin farkına varıyorum." diyor eşim. Ziyafet soframızın fotoğrafını çekmekten ziyade şehrin gece manzarasını seyretmek geçiyor gönlümden. İphone kullanmaya alışkın olan ben kızımın bana yeni aldığı Samsung telefondan acemice ilk fotoğraf karesini çekiyorum.

Otuz yaşında genç bir şantiye şefi iken DSİ Bölge Müdürlerinden biri, "Sen hiç masanın bu tarafına geçtin mi?" diye sormuştu. Bu şekilde taşıdığı sorumluluğa dikkat çekiyordu aklı sıra. Restoran işletmeciliğinde masanın diğer tarafına geçtik biz ailece. Yorucu, eğlendirici, zaman zaman yıpratıcı günlerimiz oldu. Yirmi yıl üst düzey yöneticilik yapan ben, yeri geldi garsonluk, hatta bulaşıkçılık yaptım. Sosyal bir deney olarak gördüm yaşadıklarımı. Pek çoğu garipsedi bu durumu. Ama ben yaptığım her işten zevk aldım. Çok şey öğrendim, her şeyden önemlisi yazacak çok malzemem oldu. 

Güzel insanlar tanıdık Taş Ev sayesinde. Çok keyifliydi onları ağırlamak... Birisi vardı ki, her rezervasyon yaptırdığında tatlı bir telaş kaplardı içimizi. Alçak gönüllü, kibar bir insan. Dışarıdan gelen misafirlerini gönül rahatlığıyla bize getiren meslektaşım ve zarif eşleri. İlk açıldığımızdan  bu yana kar, buz dinlemeden bizi hiç yalnız bırakmayan başka bir hanımefendi. Kararımızı öğrendikten sonra göz yaşlarını tutamayan harika insan. Ne güzeldi sizleri ağırlamak.

Bundan sonra ne yapacağız?

Her şeyden önce biraz dinleneceğiz. İşletmeyi kapatma işlemlerine başlamam lazım. Taş Ev'i kiraya vermek gibi bir düşüncemiz yok ama devren satmayı düşünüyoruz. Eğer bu gerçekleşirse Ankara'ya dönmek kuvvetli bir ihtimal. En az on yıl daha mühendislik mesleğimi yapacak kadar kendimi dinç hissediyorum. Oğlum Taş Ev'i kapatma fikrine en çok sevinenlerden. Tanzanya'da bir projeye harıl harıl müdür arıyorlarmış. Eşime hadi desem benimle gelecek. Tek korkum işkolik yanım. Artık, okumaya, yazmaya, gezmeye, konsere, tiyatroya gitmeye daha çok zaman ayırmak istiyorum. 

Kızımızı uğurladıktan sonra İzmir'deki evine varır varmaz ilk işi bize Roma'ya bilet ayarlamak olmuş. Telefon edip bilgi veriyor. Roma'yı işim icabı defalarca gördüm. Eşimle ilk kez birlikte gideceğiz Şubat'ın beşinde. Oradan Venedik ve Napoli'ye arkasından Barselona'ya geçebiliriz. Seyahate çıkmadan önce kızımın mecburi hizmeti için gideceği yerde onu yerleştirmek üzere yanında olmak istiyoruz.

Hayallerimizin çoğunu gerçekleştirdik Taş Ev'de demiştim yazımın başında. Evet, büyük yatırım yaptık bu işe. Daha fazla da yapılabilirdi belki. Ne yazık ki, bölgenin en nezih mekanını yaratmamıza rağmen yaklaşık bir buçuk senedir 1.200 metrelik yolumuzun tamiri yapılmadı, yol kenarındaki drenaj hendekleri açılmadı, büyük tehlike arz eden menfez başları onarılmadı. Her yağış sonrası daha da kötüleşen yol şartlarında araç kullanmak insanları korkutmaya devam ediyor. Oysa Kaplan biraz el atılsa Şirince'den daha fazla ilgi görebilecek turistik bir yer. Eğer yolumuz yapılsaydı, on beş dönümlük bahçemize güzel bir peyzaj yapmayı, on tane bungalow tarzı konaklama imkanı yaratmayı, araç park yerlerini düzenlemeyi düşünüyordum. Bölgeden kalifiye, işini seven, düzgün eleman bulmanın neredeyse imkansız olduğunu anladım. Aslında dışarıdan kalifiye personel temin edip beyaz masa örtüleri üzerinde servislerin açıldığı, papyon kravatlı beyaz gömlekli garsonların hizmet ettiği, kısacası mutfağından servisine kadar "Fine dining" denilen birinci sınıf bir işletmeydi hedefim. Ne var ki, bir süreç meselesiydi bu. Kanaatimce Taş Ev'in faaliyetlerine son vermesi her şeyden önce Tire için bir kayıp oldu. Zira misafir potansiyelimiz daha ziyade Ödemiş, Bayındır, Torbalı, Kuşadası, İzmir ve Aydın'dan gelenlerden oluşuyordu. Bu durum şehre dışarıdan daha fazla para girişi demekti. Sebzesinden mandıra ve et ürünlerine kadar her şey bölge pazarları ve şehir esnafından karşılanıyordu.

Mutlu anların adresi oldu Taş Ev. Mütevazı masa süslemeleriyle pek çok genç, evlilik tekliflerini burada yaptı. Evlilik yıl dönümleri, doğum günleri için tek adresti. Şehir sakinlerinin dışarıdan gelen misafirlerini ağırlayacak en güzel mekan olma özelliğini son güne kadar korudu. OSB'de faaliyet gösteren iş adamlarının, yöneticilerin, şehrin gürültüsünden uzak doğa içinde bir yer arayan insanların aklına ilk gelen yerdi. Tam bir aile yeriydi. Akşamcıların yeri olmadı, olamazdı. Yeri geldi dört hanımefendi yalnız başlarına rahat ve huzur içinde, gönüllerince sohbet ettiler. Ne bir taşkınlık, ne bir kavgaya şahitlik etti Taş Ev bu sürede. Ne mutlu bize ki tarih içinde bizim de küçük bir imzamız oldu.

16 Kasım 2017 Perşembe

KIZIMIN HAFTASI

06/11/2017 Pazartesi, Tire 

Tatil günümüz bugün. Diğer tatil günlerimizden farklı. Başta düşündüğümüzü ilk kez bu sefer uygulama imkanı bulduğumuz için, bir ilerleme(!) Önceleri tatil günlerini hazırlık yapmakla geçirdiğimizden dolayı en çok çalıştığımız, yorulduğumuz gün oluyordu bugünler. Şimdi işi iyice öğrendiğimizden olsa gerek kısa zamanda çok daha fazla iş çıkarmayı öğrendik. Tatil gününde iş olmamalı, hatta işi bile düşünmemeli. Gel gelelim vücutlarımız alışmış bir kere. Saabahın 7.30'unda uyanıyoruz. Aslında eşim için geç bir saat ama benim açımdan oldukça erken. Yeniden uykuya dalıp iki saat daha geçiyor. Uzun zamandır böyle bir lüksümüz olmamıştı.

Yataktan kalkışımız sıkıntılı. Eşimin uzun zamandır şikayet etmediği bel ağrıları, benim akşamları muhtemelen oturma bozukluğundan ötürü sırt ağrılarım ile birlikte yeni güne merhaba diyoruz. Kapıyı açıp tertemiz yayla havasını ciğerlerime dolduruyorum. Fifi uzaklardan koşarak yanıma geliyor. Uzun yıllar göremediği bir dostuna yeniden kavuşmuş gibi üzerime sıçrıyor. Venüs karşıdan bizi izliyor. Kara kızların bir kısmı bir yolunu bulup ağaçların üzerinden kümesin dışına çıkmışlar. Venüs'ü bırakmak istesem de onlara zarar vermesin diye bağlı kalmasını yeğliyorum. Akşam el ayak çekilince Venüs'ün özgür saatleri başlıyor. 

Arabanın durumu malum. Uzaklara gitmeyi, gönlümüzce bir değişiklik yapmayı düşünsem de içimdeki ses buna mani oluyor. Güzel bir kahvaltı hazırlıyorum. Eşim tiryakisi olduğu çayı kendisi hazırlıyor. Tavukları besliyor, yumurtalarını topluyorum bu arada. Ağaçların altı hala dökülen cevizlerle dolu. Bir kısmını toplayıp Taş Ev'in önündeki kayısı ağacının kalınca bir dalı üzerinde kırıyor ve kabuklarını soyuyorum. İç cevizlerin bir kısmını ağzıma atarken yanımdan ayrılmayan Fifi kendi payını bekliyor. Kırdığım cevizleri Venüs, Fifi ve ben adil bir şekilde paylaşıyoruz. Fifi uzattığım cevizi önce kokluyor, yiyebileceğine kanaat getirdikten sonra kibar bir şekilde dişlerinin ucuyla ağzına alıp uzaklaşıyor. Venüs hiç öyle değil. Kendisine verilen ne varsa sorgusuz sualsiz havada kapıyor. O kocaman ağzıyla havaya attığım cevizi yakalayıp mideye indirmesi aynı anda oluyor. 

Kahvaltı sonrası Erdal arıyor. Kestane toplamaya gelmişler, kapıyı açmamızı istiyor. Onları bırakıp eşimle şehre iniyoruz. Arabamı ilk kez normal hızda kullanıyorum. Kulağım motorun sesinde, ağır ağır Kaplan yokuşundan aşağı süzülürken karşımda virajı hızla dönen beyaz bir otomobil yolu ortalayıp yanımdan teğet geçiyor. Delik deşik yolları tamir edecek yerde yolun sağına soluna kedi gözlü fiberglas km çubukları diken Büyük Şehir Belediyesine kızıyorum. Çünkü o dar yolu daha da daralttıkları, kaçacak yer bırakmadıkları için pek çok yerde kaza riski yaratıyor bu çubuklar. 

Biraz alışveriş, birkaç dost ziyaretinden sonra yemeğimizi yiyor ve Taş Ev'imize dönüyoruz. Arabada hiç bir sorun çıkmaması içten içten sevindiriyor beni. Döner dönmez Venüs'ü serbest bırakıyor, dostlarımızın karınlarını doyuruyorum. Sen misin Venüs'ü serbest bırakan. Bir kaç saat sonra dışarı çıktığımda gözlerime inanamıyorum. Kızımın ona aldığı yatağı parçalamış, içinden çıkan pamuğa benzeyen elyaf parçalarını bütün bahçeye dağıtmış. Ağzında bir tutam elyaf karşımda poz veriyor. Gülmeye başlıyorum. Bizim Venüs sakallı bir ihtiyara dönmüş!

07/11/2017 Salı, Tire

Geçen haftanın aksine işlerim rast gidiyor. Pazar yerine yakın bir park yeri bulabildiğim için güne şanslı başlıyorum. Aslında evden erken çıkmamın rolü büyük bunda. Öğlene doğru gelen telefonun ucundaki ses kahvaltı servisimiz olup olmadığını soruyor. Hafta içi kahvaltı vermediğimiz gibi bugün hazırlık yapmamız gerektiği için işlerimiz yoğun. Kibarca durumu anlatıyorum telefondaki beyefendiye. Eşim bir yandan, Emine Hanım diğer yandan üzerime geliyorlar. "Kabul etseydin, her şeyimiz hazır zaten." Yeniden beni arayan telefonu çeviriyorum. "Eğer dönüş yoluna çıkmadıysanız sizi geri çevirmeyelim bari." diyorum. Ödemiş'ten gelmişler, karınları da bayağı acıkmış. Beş dakika içinde gözlemesinden böreğine, kurabiyesinden pişisine kadar tam tekmil kahvaltı hazırlanması beni bile şaşırtıyor. Emniyet mensubu olduklarını öğrendiğim iki aile, çocuklarıyla birlikte hiç beklemedikleri ikramlar karşısında oldukça memnun kalıyorlar.

Rezervasyon işini kafaya takıyorum. Bir kampanya başlatsam mesela. Bir gün önceden rezervasyon yaptıran misafirlerimize hesapta indirim yapsam nasıl olur? Böylece hem biz rahatlarız hem de bu yolu seçen misafirlerimiz daha az öder.

Dün fotoğrafını çekmeyi unuttuğum salep çiçeğinin hava karardıktan sonra yanına gidiyorum. Taç yapraklarını kapatıp uykuya dalmış. Kupkuru toprağın içinden bu kadar güzel ve narin çiçekler nasıl hayat bulur? Baktıkça insana umut aşılıyor.

08/11/2017 Çarşamba, Tire

Aklımda salep çiçeği. Uyanır uyanmaz yanına gidiyorum. Gözlerime inanamıyorum. Dün gece uykuya dalıp bütün cazibesini yitiren çiçek sabahın ilk ışıklarıyla serpilmiş yanında bir çiçek daha doğurmuş.

Eşime soruyorum. "Bugün ne tür müzik çalalım?" Aldığım cevap şaşırtıcı değil. "Roman havası." "Tamam." diyorum. "Ama kulağınız kapıda olsun, biri gelirse Taş Ev'in karizması sıfıra düşer." Spotify'dan bir roman albümü buluyorum. Romanların o kendine özgü neşeli ezgileri ve matrak sözleri ile neşemiz yerine geliyor. Parça sözlerinin büyük bir kısmı kaynanaları hicvediyor. Ne çekmiş bu romanlar kaynanalarından.

Dün pazardan aldığım kapya biberlerin közlenmesi bugüne kalmıştı. Hemen işe koyuluyoruz. Hava şömineyi yakacak kadar soğuk mu karar veremiyorum. Kah sıcaklanıyor üzerimden ceketi atıyorum, kah üşüyüp ceketimi yeniden üzerime alıyorum. Dün yapılan rezervasyon akşamın hareketli geçeceğini gösteriyor.

Saat 6.00 deyince hava kararmaya başlıyor artık. Kümesi kapattıktan sonra ışıkları yakıyorum. Ne olur ne olmaz misafirlerimiz üşümesin diye önceden hazırladığım şömine sobayı tutuşturuyorum. Elimizde bolca bulunan ceviz kabukları çıra yerine geçiyor. Hemen kestane odunlarını tutuşturuyorlar. Isınmaya ihtiyaç bulunmasa da yanan şömine görsel olarak ilave bir katkı sağlıyor.

Hava kararmaya başladıktan sonra grubun öncüleri geliyor. Arkadaşlarının doğum günü için masaları süslemek istediklerini söylüyorlar. Konuklar henüz gelmeden masalara servisler açılmış durumda. Yine bir doğum günü, özel bir gün kutlaması. Boşuna demiyorum. "Mutto"muz neydi? "En özel anlarınızda." Masalar, camlar, duvarlar süslenirken orta yaşlı bir çift geliyor. Onların da evlilik yıl dönümleri olduğunu öğreniyorum.

Rezervasyon masaları yeni gelenlerle birlikte uç uca ekleniyor. Şehrin tanınmış simalarından bir dost. Didim'den misafirlerini getirmiş. Hafta arası hiç beklemediğimiz bir yoğunluk.

Doğum günü pastaları kesiliyor. Konfetiler patlatılıyor. Emine Hanım yine korkuyor. Kocaman bir pasta. Salondaki diğer masalara ve bize ikram ediliyor. Misafirlerimizi teker teker uğurluyoruz. Temizlik, bulaşık derken saatler ilerliyor. Hafta arasını sürpriz bir şekilde hafta sonu gibi yaşıyoruz.

Personel servisinden döner dönmez Venüs'ü serbest bırakıyorum. Onlar da payına düşenlerden kendilerine güzel bir ziyafet çekiyorlar. Hava ısınmış gibi sanki. Yoksa bana mı öyle geliyor?

09/11/2017 Perşembe, Tire

Bugün yine günlerden Irmak. Kızımın doğum günü. Ne yazık ki bir arada değiliz. İzmir uzak bir yer değil. Lakin meslek aşkı onunla bir arada olmamıza izin vermedi. Tezini verdi, şimdi 15 Kasım'daki sınavına hazırlanıyor. Telefonu sessizde, harıl harıl çalışıyor. Sokak gürültüsü eksik değil. Devam eden inşaatın sesleri, sokak satıcılarının bağrışları, yanı başındaki caminin ezan seslerine karışıyor.

Yüreğim onunla atıyor bugün. Nereye baksam o geliyor aklıma. Sabahın erken saatlerinde arıyor, yaş gününü kutluyorum. O sınavı anlatıyor. O kadar çok konu, ezberlenecek bir dolu Latince kelime. Ocak ayında zorunlu hizmete gidecek nasipse. Dualarımız onunla. İnşallah sınavını verir ve güzel bir yer çıkar şansına.

Fazla söze gerek yok. O benim canım. Her şeyim, kızım. İyi ki doğdun, iyi ki varsın. Seni çok seviyorum. Sınavdan sonra en yakın zamanda kutlarız doğum gününü...

10/11/2017 Cuma, Tire

Bugün de özel bir gün. Atamızın arkasında ona aşık bir sürü insanı bırakarak yaşama veda ettiği gün. 79 yıl önce bugün Türkiye Cumhuriyeti kurucusunu kaybetti. Onun fikirleri, devrimleri ve ulus bilinci, topluma uzun yıllar ışık tuttu ve tutmaya devam edecek. Bu yıl Gazi Mustafa Kemal Atatürk daha bir coşkulu kutlanıyor. Facebook'ta birçok paylaşım. Medya Atatürk'e methiyeler düzüyor. Sözcü gazetesinin manşeti en hoşuma giden. "Onun sayesinde biz varız." Ve devam ediyor, "Atatürk, Çanakkale'de yanılmışım deseydi, şimdi yoktuk." O hiç yanılmadı ve ileriyi, bugünleri gördü. AKP dahil bütün siyasilerin Anıtkabir'e akın etmesi geç de olsa onun kıymetinin anlaşılması mı yoksa bazılarının söylediği gibi Meral Akşener'in geniş kitlelerden karşılık bulan Atatürk vurgusu mu? Zamanın Ankara valisinin sarf ettiği "Komünizm gelecekse, onu da biz getiririz." sözü geliyor aklıma. "Atatürk sevilecekse, onu da en çok biz severiz." demeye getiriyorlar. Yok anam, bacım yok. O kadar ucuz değil bu işler. Sizin Atatürk sevginiz Baykal'ın kara çarşaflılara CHP rozeti takmasına benzer. Bir hafta sonra çıkar gerçek yüzünüz.

Eşimle birlikte iniyoruz şehre. Onu kuaföre bırakıyor, küçük pazardan alışverişimi yapıyorum. Biraz geç dönüyoruz yaylaya. Kapıyı açar açmaz peşimizden bir araç giriyor bahçeye. Çok methetmişler Taş Ev'i, İzmir'den kalkmışlar gelmişler. Tavsiye edilen bir yer olmak mutlu ediyor bizi.

Bir süredir 24 Kasım Öğretmenler Günü rezervasyon talepleri gelmeye başlamıştı. Elini çabuk tutan kazandı. Öğleden sonra okullarını temsilen gelen iki genç öğretmen ile birlikte menü üzerinde anlaşıyoruz. Bundan sonra gelecek taleplere "Maalesef doluyuz." demek zorunda kalacağız.

Akşamın sürprizi, kızımın ani bir kararla gelmesi. Venüs'ün gözündeki kanlanma mı onu buraya getiren? İlaçlarını da almış yanına. Arabadan iner inmez sevgi gösterileriyle ilk olarak Fifi karşılıyor onu. Vakit geçirmeden Venüs'e koşuyor. Gözlerindeki yoğun kanlanma azalmış. Son olarak parçaladığı yatağının içinden çıkan elyaflardan mikrop kapmış olabilir. Hemen gözüne damlasını ve merhemini sürüyor. Kızıma güzel bir ordövr tabağı hazırlıyorum. Odasına çekilip çalışmaya başlıyor zaman kaybetmeden.

11/11/2017 Cumartesi, Tire

Kızımın getirdiği damla ve merhem Venüs'ün gözüne iyi geldi. Gözündeki kanlanma büyük ölçüde azaldı. Akçam yemeğine üç masa rezervasyon yaptırıyor.

Kızım uzmanlık sınavına hazırlanıyor. Ara sıra kafayı dağıtmak için Venüs'le şakalaşıyor. Hava kararmaya başlarken ilk gelenler rezervasyon yaptırmadan gelen misafirlerimiz. İşler yoğunlaşınca misafirlerimizi tanıma, onlarla rahat rahat sohbet etme imkanı kalmıyor. Gece geç vakitlere kadar koşturunca günlük yazılarım aksıyor. Bir sürü gelen oluyor ama her birini hatırlamak çok zor.

12/11/2017 Pazar, Tire

Pazar kahvaltısını kaldırmıştık güya. Geleni geri çevirmeyelim diye eşimin ısrarı üzerine yeniden başladık kahvaltı servisine. Elemanları alıp geri döndüğümde kapalı bahçe kapısının önünde bir aracın beklediğini görüyorum. İzmir'den gelmişler kahvaltı için. Kapıyı açıp buyur ediyorum misafirleri.

Rezervasyon yaptıranların dört katı kadar misafir çat kapı geliyor. Hava çok güzel olduğu için teras kapısı açık. Kahvaltısını tamamlayan kahvelerini terasta güneşlenerek içiyorlar. Tek şansımız kahvaltı misafirleriyle yemek misafirlerinin çakışmaması oluyor. Kahvaltı servisi sona erdikten sonra bizler de bir şeyler çöplenme fırsatı buluyoruz. Gözlemesi, pişisi derken fazla bir şey de kalmadığından olanlarla idare ediyoruz.

Son üç ayın en yoğun pazarını yaşıyoruz bugün. Bir iki tabak kırmamı saymazsak her şey düzgün gidiyor. Ama bizi en memnun eden husus misafirlerimizden birinin tuvaletlerin temizliğine övgüler yağdırması oluyor. Bu kadar övgüyü hak eden Emine Hanım'dan başkası değil. Bunu karşılıksız bırakmıyor onu primle ödüllendiriyorum.

Merak edip Taş Ev'i gezip görmeye gelenler de oluyor. Eğer müsait zamanım varsa onları zevkle gezdiriyor, bilgilendiriyorum. Dürüst olmak gerekirse başım kalabalık olduğunda işin zevki kalmıyor. Böyle durumlarda kapıdaki levhayı "restaurant" yerine "müze" olarak değiştirip bir giriş ve rehberlik ücreti koysak daha mı karlı olur bu iş diye bizimkilere takılıyorum. Gelenler "Ne güzel yapmışsınız burayı? Bir kartınızı alalım, en yakın zamanda geleceğiz." deyip ayrılıyorlar. "Bir de konaklama olsa ne kadar güzel olur." diyenler artıyor gün geçtikçe. Hatta İzmir'den arayıp "Konaklama hizmetiniz var mı?" diye soruyor bazıları.

Her pazar olduğu gibi bu pazar da gece geç vakte kalan olmuyor ama Emine Hanım ve ablasının bulaşıkları yıkayıp mutfağı toparlaması uzun sürüyor. Bir de üzerine çay keyfi yaptıkları için geç vakitlere kadar kalıyoruz. İşler bittikten sonra gece kahvaltısı yaparken elemanlarla yapılan sohbet eğlenceli olmaya başlıyor. Ben ise bir an önce servisi tamamlayıp günlüğümü yazmak istiyorum.

13/11/2017 Pazartesi, Tire

Dünkü yorgunluğun üzerine sabah geç kalkıyoruz. Hava kapalı ve ara sıra ince ince yağmur çiseliyor. Gece boyunca konularını tekrarlayan kızım sınav günü yaklaştıkça geriliyor. Onu rahatlatmaya çalışıyorum. Hiçbir şey yok aklımda, tek soru bile cevaplayamayacağım dediği sınavlarda en yüksek notu aldığı geçmişteki günlerini hatırlatıyorum. Beni duymuyor bile. Sanırım ona en güzel morali Venüs veriyor. Güneş biraz yüzünü gösterince ikisi birlikte yürüyüşe çıkıyorlar.

Elimizde kalan mezelerden Venüs ve Fifi'nin en çok sevdiği Arnavut ciğeri. İlk defa Fifi o ufak cüssesine aldırmaksızın Venüs'ü yanına yaklaştırmıyor. Şehre inip bir pizzacıda karnımızı doyuruyoruz. Ben daha önce denemediğim "calzone" sipariş ediyorum, acılı olanından. İçinde sadece sucuk olması gereken kapalı pizzanın içi salam ve şerit sosislerle geliyor. Siparişimin bu olmadığını söylüyorum, değiştiriyorlar. Garsonla fırının başındaki ustanın tartışmaları geliyor kulağımıza. Geri gönderdiğimin hamuru daha güzel iken yeni geleni pek başarılı bulmuyorum.

Biraz alışveriş yaptıktan sonra kızımızı uğurluyoruz İzmir'e. Yağmur bastırıyor. Yaylaya döndüğümüzde yağmurun yanı sıra fırtına çıkıyor. Bilgisayarımın başında otururken terastaki sandalyelerin şiddetli rüzgarın etkisiyle bir o yana bir bu yana sürüklendiğini duyuyorum. Eşim oğlumla konuşuyor. Oğlum yılbaşında program yaparsak yanımıza gelmeyeceğini söylüyor. "O zaman kapatır, biz Ankara'ya gideriz." diyorum.

Kızımı arıyorum. Sağ salim İzmir'e varmış olması rahatlatıyor. Eşim TV'de dizisi "Kırgın Çiçekler" in başında. Birazdan "Kim bir milyon ister?" başlayacak. O zamana kadar bu yazım bitmeli.

14/11/2017 Salı, Tire

Pazar alışverişini tamamladıktan sonra yaylaya dönüyorum. Köyün girişinde Emine Hanım'la zeytinliği geziyoruz. Gözlerim onunki kadar keskin değil. Bu sene yok senesi olmasına rağmen en az geçen seneki kadar zeytin yüklü ağaçlar. Umutsuz girdiğim bahçeden mutlu bir şekilde ayrılıyoruz.

Eşim her şeyin hazır olmasını istiyor. Büyük hazırlık var bugün. Sevgili kızımın sınavı için hazırlık yapmamız gerekiyor. Jüri üyelerine kahvaltı masası hazırlamak adettenmiş. Taş Ev zaten bu işin uzmanı artık. Catering servisi bizden. Tabaklar, çatallar, bardaklar itina ile paketlenip kutulara yerleştiriliyor. Aman unuttuğumuz bir şey kalmasın.

Akşam erken çıkma telaşındayız. Diğer yandan mekan kapanmaz. Nitekim misafirlerimiz arasında ağırlamaktan en fazla onur duyduğum bir aile İzmir'den gelen konuklarını bizde ağırlamayı tercih ediyor.

Misafirlerimizi geç vakit ağırladıktan sonra İzmir'e, kızımın evine varışımız saat 01.30'u buluyor. Park yerinin büyük problem yaşattığı bir sokak. Tek araçlık yer yok, arabalar yolun sağında ve solunda birbiri arkasına sıralanmış. Tek çare cama telefon numaramızı bırakıp garajın önüne park etmek. Ne var ki orayı da kapmışlar. Hemen onun arkasına zor bela yanaşıyorum. Saatlerimiz sabah saat 06.00'ya kuruluyor.

15/11/2017 Çarşamba, İzmir

Alarm çalmadan yirmi dakika önce eşim uyandırıyor. Kızımla birlikte iki araç çıkıyoruz yola. Sahil yolunda sabahın erken saatleri olmasına rağmen trafik yoğun. Kızım önde biz eşimle arkada araçların arasında şerit değiştire değiştire ilerliyoruz. Hızımız yol açıldığında oldukça fazla. Kırmızı ışıklardaki kaybettiğimiz zamana rağmen zamanında varıyoruz hastaneye. Sınav salonu fazla büyük değil. Malzemeleri taşıdıktan sonra paketler teker teker açılıyor. Altı kişilik masaya beyaz örtü seriliyor. Kahvaltılıklar, tabaklar, bardaklar yerleştiriliyor. Erken yola çıkmamızın ne kadar isabetli olduğunu anlıyorum şimdi. Çay semaverinin düğmesi eşimin elinde kalıyor. Ne yapacağız şimdi? Hemen elime bir bıçak alıp açma kapama düğmesinin altındaki çubuğu çeviriyorum. İşe yarıyor.

Her şey hazır hale gelince kızıma başarılar dileyip Bornova Vergi Dairesine gitmek üzere ayrılıyorum. Uzmanlık harcının yatırılması gerekiyor. Kızımın akşam uçağına yetişebilmesi için yaptığımız iş bölümünün gereği bu. Kızım "Ya sınavdan geçemezsem?" deyip telefonunu beklememi, daha sonra harcı yatırmamı istiyor. Vergi Dairesine yatan paranın geri alınmasının mümkün olmadığını bildiğim kadar kızımın sınavı geçeceğinden de eminim. "Hı, tamam, öyle yaparım." diyorum kızıma.

Sabah trafiği yoğun. Navigasyon yardımı ile hiç bilmediğim Vergi Dairesini bulmam zor olmuyor. Sıra numarası alıp beklemeye başlıyorum. Sıram gelince ödemeyi yapıp makbuzu alıyor, hemen hastaneye doğru yola koyuluyorum. Yolda kızım arıyor. Sesi heyecanlı geliyor. "Baba, harcı yatırabilirsin." "Yatırdım bile, az sonra yanındayım." Kızımı uzmanlık sınavını geçip artık uzman doktor olması sebebiyle kutluyorum.

Ne yazık ki sınav sonunda hocaları ve jüri üyeleriyle çekilen fotoğraf karelerine girmekte geç kalıyorum. Hastaneye döner dönmez masaların toplanması, yeniden paketlenip kolilere yerleştirilmesi zaman alıyor. Taş Ev'e geç dönüyoruz. Mangal sönmüş, yeniden ateşi yakmak zaman ister. Aksilik bu ya böyle zamanlarda misafir eksik olmaz.

Akşam olmadan başlıyor yoğunluk. Bonfile kalmamış, kuzu şiş kalmamış. Telaşla nasıl atlamışız bunları? Mangalda ateş yok. Gelen misafirlerimiz Allah'tan anlayışlı insanlar. Bekliyorlar mangalın yanmasını. "Çoluk çocuk sincapları seyrettik çok güzel vakit geçirdik." diyorlar. 

6 Kasım 2017 Pazartesi

ŞÖMİNE KEYFİ

31/10/2017 Salı, Tire

Büyük pazar alışverişi çileye dönüyor. Arabamı park edecek yer bulamıyorum. Dar sokak aralarından ilerlemeye çalışırken hareket halindeki ya da talih yüzüne gülüp park edebilmiş araçların arasından teğet geçiyorum. Sonunda pazar yerine oldukça uzak bir yerde güçlükle bir yer buluyorum kendime.

Personel servisini geciktirmemek için pazar alışverişini yarıda kesince yeniden şehre inmem farz oluyor. Pazar yeri olağan üstü kalabalık. Geçen haftanın yağmurlu olması diyorlar buna sebep. Yine aynı manzaralar. Daracık yollarda bebek arabalarıyla alışveriş yapan genç anneler, iki bastonla yürüyebilen yaşlı teyzeler, herkesin elinde pazar arabaları...

Dönüş yolunda eşim arıyor. "Misafirlerimiz var." Gelenler yabancı değil. Haftada en az bir kere ziyaret eder onlar bizi. Hava serin olmasına rağmen terasta, açık havada güneşlenmek istiyorlar. Geçen hafta yedikleri ayva tatlısının tadını unutmamışlar ki yemekten hemen sonra "Ayva tatlısı var mı?" diye soruyorlar.

Lüks bir arazi aracıyla zarif bir hanımefendi geliyor. Urla'da bir butik oteli varmış. O da duymuş namımızı. Lion kulüp dönem başkanlarını ağırlamıştık epey önce. Onlardan biri tavsiye etmiş. Salona çıkınca manzara büyülüyor onu. Şarap gurmelerinden oluşan kırk kişilik grubu getirmekmiş niyeti.

Gecenin sürprizi İzmir'den. Telefon ediyor hanımefendi, "Servisiniz var mı?" Sormakta haklı. Açılalı beri değişik nedenlerle üç kez değişti tatil günümüz. Dün kapalı olduğumuzu bilmeden kapıdan dönenler oldu. Telefon edip kapalı olduğumuzu öğrenenler daha şanslıydı tabii. Açık olduğumuzu söylüyorum. "Birazdan İzmir'den yola çıkıyoruz, sanırım bir, bir buçuk saat sürer yol." Taş Ev uzak diyen Tireliler geliyor aklıma. İnsanlar en az yüz kilometre yapmayı göze alabiliyorsa demek iyi şeyler yapıyoruz.

Quora'dan ilginç bir soru ve ilginç bir yorum dikkatimi çekiyor. Soru şu: ABD Irak'a girmeseydi şimdiki durum ne olurdu? Cevap verip yorum yapanlar hiç boş insanlar değil. Bütün sorulara verilen cevaplar bilgi, belge ve araştırmaya dayanıyor. Cevaplar olabildiğince özgür ve tarafsız. Bir ABD vatandaşı diyor ki "Şüphesiz Saddam ülkesinin başında olur, Işid ve benzeri terör örgütleri ortaya çıkmazdı. İran bu kadar güçlü olmazdı. Orta Doğu'da sükunet hakim olurdu. Unutmamak gerekir ki Saddam, Osama Bin Ladin'den en az bizim nefret ettiğimiz kadar nefret ederdi." diyor. Ben devam edeyim. Suriye karışmaz, üç milyon mülteci Türkiye'ye gelmezdi. Irak'ın Saddam döneminde o topraklarda yaşayan biri olarak cevabı gerçekçi buluyorum. Neydi Irak'a girmek için gösterilen asıl neden? Ülkeye demokrasi getirmek. Alın size demokrasi...

01/11/2017 Çarşamba, Tire

Hava mevsim normallerinin altında seyrediyor. Gündüz saatlerinde idare etse de geceleri şömine sobayı yakmaya başlayacağız artık. Alışveriş yapmadığım nadir günlerden biri.

Dört genç arabalarını bahçe kapısının önünde park edip bahçe içindeki yürüyüş yolundan yaya olarak yaklaşıyorlar. İzmir Alsancak'ta bir kafeyi işletiyorlarmış. Onlar da "Kahvaltı için harika bir yer burası." diyorlar. "Keşke burada bir de konaklama imkanı olsaydı." diyor bir diğeri. Eleman sıkıntısından bahsediyoruz.

Şömine sobayı yakmak konusunda karar veremiyorum. En azından hazırlık yapmak lazım. Erdal'ın kestiği kestane kütüklerini salona istif ediyorum. Her gün böyle biraz stok yapabilsem sonra rahat ederim.

Venüs'e mamasını veriyorum. Yüzüne bakmıyor. Pirzola kemiklerine alıştığından olsa gerek. İlginç olan kara kızların gelip Venüs'ün kulübesinin önündeki köpek mamasını yemesi. Serbest bıraksam en az bir tavuğu katleden Venüs yanına gelen tavuklara o kadar ilgisiz ki.

Ödemiş'ten sadık misafirlerimizden biri rezervasyon yaptırıyor. Eşi ile birlikte artık aşina oldukları mezelerimizden sipariş ediyorlar. Son derece kibar bir çift. Teşekkür sözcüğü dillerinden düşmüyor.

Akşam misafirlerini erken uğurladıktan sonra erken kapatıp dinlenme hesapları yaptığımız bir anda bir rezervasyon daha alıyoruz. Geç vakitlere kadar onları ağırlıyoruz. Bu sayede bu satırları yazma imkanım oluyor.

02/11/2017 Perşembe, Tire

"Hiçbir şeyden çekmedi dünyada, nasırından çektiği kadar." Orhan Veli "Kitabe-i Seng-i Mezar" isimli şiirini Süleyman Efendi için değil de benim için yazsaydı herhalde şöyle derdi. "Hiçbir şeyden çekmedi dünyada, şu Tire'nin esnafından çektiği kadar." Bir aydır çay ocağının tamiratıyla uğraşıyorum. Dün "Servisteyim, işim bitince gelirim." demişti. Yorulmaması için "Yok sen zahmet etme, ben gelir alırım seni." desem de kar etmedi. Bugün telefonuma cevap bile vermiyor.  "Adam mı yok, başkasına gidin siz de." diyorsunuz değil mi? Yok arkadaş, hepsi aynı. "Bu işi yapacak zamanım yok." demiyorlar, sizi bağlıyorlar ama işinizi de yapmıyorlar. Eğitimle alakası yok bu durumun, tarihine yakışmayan bir kültür oluşmuş burada, sözlerin namus olmaktan çıktığı, yoz bir kültür. Eşim "Böyle değildi benim memleketim otuz sene önce, nasıl bu hale geldi anlamıyorum." der durur.

Sabah gıdak gıdak sesleri ta uzaklardan geliyor. Emine Hanım, "Sessizce git yanına oraya yumurtlamış olmalı." diyor. Kümesin arka taraflarından gelen sese doğru ilerliyorum. Kara kızlardan biri koca bahçe dar gelmiş olmalı ki, tel çitin arkasındaki ormana geçmiş. Ormanda yumurta aramak işime gelmiyor. Bahçede atılı bulduğum eski bir kümes telini kümesin ortasındaki ağacın etrafına sarıyorum. Böylelikle kümesin çatısına, oradan da dışarı atlayacak bir yolu kapattığımı umuyorum. 

Hava soğudukça kış hazırlıkları daha fazla önem kazanıyor. Dün başladığım yakacak odun istifine devam ediyorum. Girişte geçen sene odun istiflediğimiz yeri ağaç kütükleri ile dolduruyorum. Akşama doğru şömine sobayı yakmak üzere hazırlıkları tamamlıyorum. Depodan odunluk ve maşa takımlarını çıkarıp şöminenin yanına yerleştiriyorum.

Akşama doğru şöminede yılın ilk ateşi yanıyor. Kestane odunlarının çıtırtısı oldukça büyüleyici. Akşam yemeğine yakınlarda bir baraj inşaatını yapan şantiye şefi ve çalışma arkadaşları konuğumuz oluyor. Konu baraj, barajın tipi de silindirle sıkıştırılan beton SSB olunca muhabbet derinleşiyor. Sohbet ettikçe Kayseri'den, Zonguldak'tan, Aydın'dan pek çok ortak tanıdıklar çıkıyor ortaya. 

03/11/2017 Cuma, Tire

Biraz geç kalınca ikinci defa şehre inmek zorunda kalıyorum. Malum bu gün küçük pazar. Sabahın serinliği diri tutuyor insanı. İlk olarak çay ocağını tamir edecek ustanın dükkanına uğruyorum. Artık bu son gidişim. Yapmayacaksan yapmayacağım de. Dükkan kapalı. Telefon ediyorum, tahmin ettiğim gibi yine cevap vermiyor. Cevap verecek yüzü yok çünkü. Başka birini buluyorum bakalım o sözünde duracak mı?

Pazar oldukça kalabalık. Bebek arabasıyla arada sıkışan genç bir kadın elindeki pazar arabasını yolun ortasında bırakıp alışveriş yapmaya koyulan orta yaşlı bir kadına çıkışıyor. "Şu arabanızı önünüze alsanız da yol verseniz." Kadın bir şey demeden arabayı çekip yolu açıyor. Fırıncı Hatice Hanımın işleri yolunda. Pazarın içine nasıl girdiğini anlayamadığım bir pikabın arkasına ekmek dolduruyor. "İdare edebilirsen gerisini yarın vereyim." diyor. "Tamam, olur." diyorum gülümseyerek.

Akşama yine bir doğum günü yemeği var. Şömine sobayı erken yakıyorum. Geçen seneden işi öğrendiğim için sobayı yakmak uğraştırmıyor. Salon oldukça keyifli bir mekana dönüşüyor. Hem sıcacık hem de şöminenin ateşinde çıtır çıtır yanan kestane odunları güzel bir görsellik veriyor.

Saat yedi deyince misafirlerimiz gelmeye başlıyor. Eşimin TV de tiryakisi olduğu kelime oyununun başladığı saatler. Emine Hanım bizi çok güldürüyor. Dışarıdan mutfağa girsem "Ay korkuttunuz beni." diye çığlık atıyor. Hadi buna alıştık ama bugün ne dese beğenirsiniz? Salonda pencerenin kenarında duran bir iki biblo var. Benim çok hoşuma giden, bir dostumuzun hediye getirdiği dekoratif süs eşyaları. Biri saksafon çalan şapkalı zenci, diğeri gitar çalıyor. "Yukarıdakiler ne korkunç değil mi? Ben çok korkuyorum." demesin mi? Ne korkunç? "Hani pencerenin yanında duruyorlar ya, gece rüyama girmesin diye temizlik yaparken gözlerimi kapıyorum." 

Misafirlerimizden bir diğeri incir üreticisi. Arkadaşlarıyla birlikte gelirken bir torba incir getirmişler, tadımlık. Torbayı eşime uzatıyorum. "Balık getirmişler pişirilmesi için." Yüzüme şöyle bir bakıyor. Gülmeye başlıyorum. "Yok, yok hediye incir getirmiş misafirlerimiz." 

Eşimin kahvaltı ısrarı var yine. Bana söz veriyor. Sadece pişi ve börek vereceğim, aşırıya kaçmayacağım diye. "O zaman sadece rezervasyon yaptıranlara veririz kahvaltıyı." diyorum.

Misafirleri uğurladıktan sonra Venüs'ü serbest bırakıyorum. Sevinci görülmeye değer. Bu kadar enerjiyi nereden buluyor bilmiyorum.

04/11/2017 Cumartesi, Tire

Güzel başlayan bir gün. Venüs ile Fifi birbirleriyle eskisi kadar boğuşmuyor. İkisinin karşımda poz verir gibi durmaları üzerine vakit geçirmeden deklanşöre basıyorum.

Diğer günlerin aksine şarap siparişleri rakıyı solluyor. Ağırlamaktan büyük zevk duyduğumuz misafirlerimiz son geldiklerinde ayırtmışlardı masalarını. Talihsizlik işte, geçen geldiklerinde değerli bir yüzüklerini düşürmüşler. Ne kadar arasalar nafile. Yanlarında İzmir'den gelen misafirleri var bu kez. Hanımefendiler şarap beyefendiler rakı içiyor. İçtikçe coşuyorlar, kahkahaları ortalığı inletiyor.

Yan masada genç aşıklar. Onlar da şarap içiyor. Şömine ateşinde Tire manzarası ve şarap. Keyifler tıkırında. Benim ise başıma geleceklerden haberim yok.

Misafirleri yavaş yavaş uğurluyoruz. Hanımefendiler kendi aralarında karar vermişler. Bu mezeleri yapanın elinden öpülür. Eşimin elini öperek ayrılıyorlar. "Ayılabilirsek sabah kahvaltısında görüşmek üzere."

Genç çift, çifte kumrular gibi yan yana oturmuş şaraplarını yudumluyorlar. Kalkmaya hiç niyetleri yok gibi. Elemanları bırakmak için şehre iniyorum. Yakıt göstergesi sona dayanmamış ama ışık yanıyor. Şansıma güvenip eşimi yalnız bırakmamak için yakıt alma işini yarın sabaha bırakıyorum. Maceramız da böyle başlıyor. Dönüş yolunda Taş Ev'e varmaya iki yüz metre kala arabam yolun en dar kısmında kalıyor. Ne direksiyon dönüyor, ne fren tutuyor. Hemen dörtlüleri yakıyorum. Arkamda bir başka araba beliriyor. Arabadan inip emniyetli mesafeye kadar geri gitmelerini istiyorum. Fren de direksiyon da kazık gibi. Bir taraf uçurum. Diğer taraf budanmış ağaç dallarıyla kaplı. Zor bela biraz sola yanaşıp arkamdaki aracın geçmesini sağlıyorum. Şanssızlık işte! Neyse, yürünebilecek bir yol. Depoda bir bidon benzin olacaktı. Eşime durumu anlatıyorum. Depodan aldığım bidonu ve huni görevi görecek plastik bir şişeyi alıp aracın yanına varıyorum. Karanlık bir taraftan, bidonu tek başıma huniyi tutarak depoyu doldurmanın zorluğu diğer taraftan, bu işin tek başına olmayacağına kanaat getirip benzin bidonunu arabanın bagajına koyuyor, gerisin geriye Taş Ev'e dönüyorum.

Genç kumrular hala yukarıda oturuyorlar. Bir ihtiyaçları olup olmadığını soruyorum bir kez daha. Teşekkür ederek bir istekleri olmadığını söylüyorlar. Saat 12.00 olunca müzik yayınını kesiyorum. Kalkma zamanının geldiğini anlıyorlar böylelikle. Hava oldukça serin. Durumu anlatıp bizi arabanın yanına kadar bırakmalarını rica ediyorum. Yanımızda götürdüğüm beş litrelik su bidonu işe yarıyor. Depoya üç dört litre kadar benzin boşaltıyorum. Eşim bir an önce dönmek için sabırsızlanıyor. Biraz daha benzin koymak niyetindeyken işi yarına bırakıyorum. Bir iki denemeden sonra araba çalışıyor ve arabayla Taş Ev'e geliyoruz.

Arabadan inerken aklım başıma geliyor. Yahu benim araba dizel. Ben kalktım benzin koydum. Tamam, şimdilik işimi gördü ve arabamı bırakılmaz bir yerden Taş Ev'e kadar getirdi. Hemen internete giriyorum. Aman Allah'ım ben ne yaptım? Motoru parçalarsınız diyen mi ararsın, krank milini kesersin diyen mi. Bazı yorumlarda araba ateş alır diyen bile var. Hemen arabayı olduğu yerde bırakıp depoyu boşaltın, benzin giren ne kadar aksam varsa servise temizletin yorumları iyiden iyiye canımı sıkıyor. Yarın pazar, kahvaltı vermeye karar verdik, alışveriş yapmam lazım, elemanları erken getireceğim. Yarın ola hayrola.

05/11/2017 Pazar, Tire

Ne zaman başımı yastığa koydum, nasıl uyandım hatırlamıyorum. Eşim kahvaltı telaşında, benim zorum arabanın durumu. Saat 07.30 da taksi duraklarından birini arıyorum. Cevap veren yok. Pazar sabahı kimin işi olur taksiyle. Canım sıkılıyor. Bir başka taksi durağını arıyorum. Uzun uzun çaldırdıktan sonra Mustafa isminde biri açıyor telefonu. Hemen gelmesini istiyorum. Niyetim şehirden mazot alıp mümkün olduğunca benzini mazot içinde seyreltmek. Hafta arası olsa tamircimi arayacağım ama bugün sanayide çalışan olmaz. Elimdeki 25 lt lik bidonda hala bir miktar benzin var. Şansım yaver gidiyor pazar olmasına rağmen 25 litrelik bir bidon daha alıyorum. Benzinlikten ikisini de mazotla doldurduktan sonra geri dönüyoruz. Mustafa arabasını o kadar yavaş kullanıyor lakin sesimi çıkartamıyorum. Elemanları alış saatim yaklaşıyor. Taş Ev'e varıyoruz. Bidonları indirdikten sonra elemanları almaya gidiyoruz birlikte. Mustafa "Şansımız varsa hortumla depodaki benzini çekebiliriz belki." diyor. Biraz da olsa rahatlıyorum.

Hortum işe yaramıyor. Aldığımız iki bidon mazotu aracın yakıt deposuna zor bela boşaltıyoruz. İnternet yorumlarında böyle bir durumda sakın ola sürat yapmayın diye uyardıklarını hatırlıyorum. İkinci sefer kontağı çevirince araba çalışıyor. Rolantide yarım saate yakın çalışır durumda bırakıyorum. Kahvaltı rezervasyonları başlayınca iyice daralıyorum. Bu benzin kokusundan nasıl arınacağım?

Taksi şoförünü gönderiyorum. İlk kahvaltı misafirleriyle ilgilendikten sonra acil ihtiyaçları almak üzere şehre iniyorum yavaş yavaş. Pencerem açık. Dışarıdan kuş seslerine benzer sesler geliyor. Sesler beni takip edince bunun motordan geldiğini anlıyorum. Benzinli motorine motorun alışma sesleri bunlar. Bir süre sonra sesler kesiliyor. Alışverişimi tamamlayıp kazasız belasız dönüyorum Taş Ev'e.

Yoğun bir pazar günü. Misafirleri ağırlama telaşıyla arabayı unutuyorum. Yoğunluk öyle bir hal alıyor ki rezervasyonsuz gelen bazı misafirlerimizi geri çevirmek zorunda kalıyoruz. Taş Ev övgü üstüne övgü alıyor. Telefonlara bile cevap veremez haldeyim. 24 Kasım Öğretmenler günü rezervasyonları gelmeye başlıyor. Böyle zamanlarda vakit hızlı ilerler. Bir bakmışız akşam olmuş. Öyle oluyor. Eşimle birlikte elemanları şehre bırakıyoruz. Arabada sorun yok görünüyor.