KATEGORİLER

8 Temmuz 2019 Pazartesi

ULUSLARIN DÜŞÜŞÜ - D. ACEMOĞLU / J.A. ROBINSON

Kitabın Adı: ULUSLARIN DÜŞÜŞÜ
Orijinal Adı: Why Nations Fail
Yazarlar: Daron ACEMOĞLU- James A. ROBINSON
Çeviri: Faruk Rasim Velioğlu
Sayfa Sayısı: 496
Yayınevi: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş (Doğan Kitap)
Basım Yılı: 34. Baskı, Temmuz 2018
Türü: Araştırma, Tarih, Ekonomi, Siyaset

Kitap Hakkında: Doğrusunu söylemek gerekirse öyle fazla ilgi alanıma girmeyen türden bir kitapt olarak algılaşmıştım Ulusların Düşüşü'nü. Önce yazarlar çekti dikkatimi. Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı olan Daron Acemoğlu, ABD'nin en prestijli üniversitelerinden biri olan MIT'de iktisat profesörü. J.A. Robinson ise Harvard Üniversitesinde siyaset bilimi dalında profesör ve aynı zamanda ekonomist. Şu aralar ülkemize yeni bir nobel ödüllü bilim adamı kazandıracağına mutlak gözle bakılan Acemoğlu, dünyada ekonomi üzerine yazılan makaleler ve kitaplarda kendisine en çok atıfta bulunulan ilk on ekonomist arasında yer alıyormuş. Kitabın İngilizceden dilimize çevirisi genel olarak başarılı diyebilirim. Özellikle beyin yıkarcasına tekrar edilen terimlere dilimizde güzel karşılıklar bulunmuş. Ancak okuyup bitirdikten sonra kitap adının orijinaline karşılık gelmediğini ve içeriği ile örtüşmediğini fark ediyorum. Sanki dünya ulusları bir şekilde yükselmiş ve sonradan düşüşe geçmişler gibi bir şey anlıyor insan. Oysa biraz argoya kaçsa da orijinal adının tam karşılığı "Uluslar Neden Çuvallar"olabilirdi. Hadi bunu beğenmediniz, "Ulusların Başarısız Olmasının Nedeni" ya da "Ulusların Başarısızlığı" gibi adlarından biri daha uygun olabilirdi.

Kitabın konusuna gelince; neolitik dönemden bu yana dünya coğrafyasında insan ilişkilerinin tarihsel süreç içinde analizini görüyoruz. Geniş bir araştırmaya dayanan saptamalar yazarların perspektifinden okura sunuluyor. Amerika kıtasından Japonya'ya, Avrupa'dan Asya'ya, Afrikaya oradan Avustralya'ya kadar gelmiş geçmiş irili ufaklı devletlerin yönetim sistemleri ve buna bağlı iktisadi gelişimleri tarihsel bir süreç içinde incelenerek toplumların refah düzeyi üzerindeki etkileri masaya yatırılıyor. Birçok değişkene bağlı ve kontrolü neredeyse imkansız olan olaylar silsilesi ülkelerin kaderini çizerken yapılan değerlendirmeler ve tespitlerin sonucunda neo-liberalizme alternatif ancak adını koyamadığı yeni bir yönetim sistemi üzerinde karar kılıyor yazarlar. Bazen Sahra Altı diye tanımlanan Orta Afrika ülkelerindeki kabile şeflerinin isimlerine varıncaya kadar detaya inilirken, Amerika kıtasındaki İnka ve Aztek medeniyetleri, Batı Avrupa ülkelerinin kolonileri ve Hindistan hatta Uzak Doğu'ya kadar uzanan sömürgecilik faaaliyetleri ile köle ticareti, monarşik ve komünist rejimlerin toplum üzerindeki sosyo-ekonomik etkilerine değiniliyor. 

Düşünen her insanın kolaylıkla ikna olabileceği temel ilkelere okurları ikna etmek yazarlar açısından hiç zor olmuyor. Anlatılan her olay, yazarların savunduğu teorileri destekleyecek tarzda sonuçlanmış gösteriliyor. "Bak gördünüz mü bunları yapmayan toplumlar böyle olur buna uyan toplumlarsa işte böyle" dercesine. Tarihin kazananlar elinden yazıldığı gerçeğini göz ardı etmeden bahse konu kitap okurlara tavsiye edilebilecek niteliğini kaybetmiyor yine de. Eleştirel gözle bakılmadığında pek çok kişiyi etkisine alacağından ve her cümlesine hayranlık duyulacağından eminim. Ancak benim gibi düşünen ve her taşın altında bir yılan arayan kişiler (ki, çoğu kez o yılan bir yerlerde bulunur) kitabın muhtevasında eleştirilebilecek bazı noktalara parmak basmakten kendilerini alamaz. 

Öncelikle takdir ettiğim hususlar: Oldukça geniş bir araştırma ve emeğe dayalı bu kitap, tarihsel süreç içinde toplumların sosyal, ekonomik ve siyasal gelişimine farklı bir bakış açısı sergilerken, aynı zamanda okuru bilgilendiriyor, var olan bilgileri tazeliyor. Ekonomik büyüme refahı getirir diyor ama bunun sürekli ve yeterli bir unsur olamayacağının altını çiziyor. Örnek olarak Sovyetler Birliği'ni veriyor. Çarlık Rusya'sından sonra özellikle askeri ve uzay teknolojisine yatırım yaparak belli bir süre ekonomik büyüme gösterdi ancak bu süreklilik arz etmedi ve sonunda sistem çöktü. Çünkü orada belli bir kesim (parti üyeleri) vatandaşları ekonomik ve siyasal bakımdan sömürülüyordu. Amerikan kültürünü almış profesörlerden başka bir değerlendirme beklenir mi? Elbette hayır. Şaşırmıyorum. Neyse konumuz bu değil, geçelim.

Peki sürekliliği olan ekonomik büyüme hangi koşullarda sağlanır? Bunun için tamamen katıldığım birbirine bağlı üç hatta dört unsurun yerine gelmesi şarttır denilmekte. Nedir peki bunlar?

1. Kapsayıcı Siyasal Sistemler: Yani yöneticilerin toplumun her kesimini temsil eden, onların haklarını savunabilen, refah düzeyini adil bir şekilde yükseltecek politikalar üreten kişilerden oluşması. Bahse konu yönetim sisteminin adını koymaması dikkatimi çekiyor. Demokrasi demiyor mesela, cumhuriyet demiyor. Hatta kapsayıcı siyasete Orta Afrika'da kabile devletlerinden birini örnek gösteriyor. Orada kabile şeflerinin halkı dinleyip ihtiyaçlarını belirlediği ve emeğin karşılığı olan geliri adil bir şekilde paylaştığından söz ediyor. Aslında ülke demokrasi ile yönetilse bile eğer siyasal sistemi kapsayıcı olmaktan uzak ise halkının refahı, huzuru ve mutluluğu söz konusu değildir.

2. Kapsayıcı Ekonomik Sistemler:  Ülkenin geliri toplumun her kesimince adil olarak paylaşıldığı, halktan alınan vergilerin gelirleriyle orantılı olduğu, sömürü düzeninin ortadan kalktğı bir iktisadi sistemden bahsediliyor. Monarşik yapıların oluşumuna yer vermeyen, sömürgecilik ve köleliğin olmadığı, rekabete açık, sanayileşmeyi destekleyen ve teknolojilik yeniliklerin önünü açan bir düzen bu. Kapsayıcı ekonomik bir sistemden yoksun devletlerde isyanlar, iç savaşlar çıkar ve bunun sonucunda kapsayıcı olmayan siyasal sistemlerin devreye girdiğinden söz ediyor yazarlar. Ne var ki, böyle bir ekonomik sistem hangisidir sorusuna cevap bulamıyorsunuz. Her fırsatta gelişmiş ülkelere örnek gösterilen İngiltere ve ABD olduğuna göre bu devletlerin siyasal yönetim tarzları ve iktisadi sistem tercihlerinin kapsayıcı olduğu ve bu sebeple sürekli bir büyüme içinde oldukları algısı yaratılmak isteniyor aslında.
Bir diktatörün halk direnişiyle devrilip bir başka diktatörün başa gelmesi "kısır döngü" olarak tanımlanıyor. Nadiren İngiliz sanayi devrimine yol açan "Görkemli Devrim" ise "verimli döngü" olarak tanımlanıyor. Yazarlara göre toplumun teknolojik yeniliklere açık olması ve devlet tarafından müteşebbis hareketlerin teşvik edilmesi, sanayileşmesi, tekelciliğin ortadan kaldırılıp özel sektörün önünün açılması kapsayıcı ekonomik sistemin parçaları. Tarıma dayalı bir üretim yapılan ülkelerde işçilerin emeklerinin karşılığını alamadığı, toprak sahipleri, aşırı vergi toplayan yöneticiler ve ürünü pazarlayan elit kesimin ise hak ettiğinden çok daha fazla miktarda gelir elde ettiğinden yola çıkarak bunun gibi feodal yapılanmanın olduğu devletlerde sanayi ve teknolojiye karşı çıkmasını doğal buluyor ve geri kalmışlığı örnekler vererek açıklıyor. Çünkü emeği sömürmek daha kolay ve daha kazançlıdır. Makineleşme sonucunda emekçiler işsiz kalacak ve bu durum huzursuzluk getirecek isyana sebep olacaktır. Yazarların "Yaratıcı Yıkım" tabirini kullandıkları bu olay İngilterede sanayi devriminin başlamasının nedeni olarak gösteriliyor.

3. Merkezi Yönetim:  Yukarıda bahsi geçen Orta Afrika ülkesi kapsayıcı siyasal sisteme haizdi ancak bu kabile şeflerinin hepsini birden temsil edecek bir yöneticiden yoksundu ve bu nedenle sürekli bir büyüme gösteremediler diyor yazarlar. Başta birliği sağlayacak bir lider olmayınca ülkelerin siyasal ve ekonomik kapsayıcı sistemlere sahip olması bile fayda sağlamıyor yine.

4. Bağımsız Medya:  Demokratik rejimlerde birbirinden bağımsız yürütülmesi şart olan üç saç ayağına artık dördüncü bir ayak ekleniyor. Yasama, yürütme, yargı ve son olarak medya. Yazarlar ülkelerin sürdürülebilir ekonomik büyümelerinde medyanın etkisini de göz ardı etmemişler. Fakat şunu da ifade ediyorlar; Eğer siyasi kurumlar gerçekten kapsayıcı olursa medya zaten bağımsız olur. Medyanın bağımsız olmaması siyasetin kapsayıcı olmamasından kaynaklanır. Medya bağımsız olacak ki, sistemin aksayan yönlerinden halk ve onların seçtiği yöneticiler farkına varabilsin. 

Ne güzel değil mi? Kağıdın üstünde legonun parçalarını yerli yerine koyduk. Şimdi gelelim eleştirilerime. Öncelikle yazılanların yani teşhisleri ve önerilen tedavileri doğru bulduğumu söyleyebilirim.  Ancak uygulamaya gelince nasıl olacak bu iş? Çok kıymetli profesörlerimiz buyursunlar gelsinler ülkemize, yukarıda belirtilen dört kriteri uygulasınlar hele bir görelim.

Sadece bizim ülkede mi bu kriterlerin uygulanmasına olanak yok? Kaç ülke var bunları hakkını vererek uygulayabilecek olan? Sonra biz istesek bile bu koşulları yerine getiremeyiz ki (!). Dış güçler de istemez bunu yapmamızı değil mi? Maazallah sonra kimi sömürecekler? Belki tuhaf kaçacak ama ne düşündüm biliyor musunuz? Yazarların kitabı aynı kutsal kitaplar gibi. Cenneti var cehennemi var. Eğer cici insanlar olursanız refaha erersiniz diyor biri, diğeri de cennette hurilere gönderiyor. Yok yanlış yolu seçerseniz batarsınız, aç kalırsınız, perişan olursunuz diyor biri, bir diğeri cehennemde zebanilere yem ediyor. Binaenaleyh ne saygıdeğer bilim adamlarının şartlarını dört dörtlük uygulayıp insanlığa refah ve huzur getiren ulusları gördük, ne de cenneti (!) 

Gelelim diğer eleştirilere. Yazarlardan biri Ermeni asıllı da olsa cumhuriyet kurulalı beri bizler gibi aile boyu Türk Vatandaşı. Galatasaray Lisesi mezunu yanılmıyorsam, Daron Acemoğlu. Osmanlı İmparatorluğunun monarşisinden, sömürüsünden bahsediyor, bütün dünya ülkelerinden, Afrika'nın kabile devletçiklerinden Avustralya'nın aborijinlerine kadar her şeyden söz ediyor kitabında ama Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili iyi ya da kötü bir satır bile yazmak aklına gelmiyor. Atatürk'ün yapmış olduğu devrimlerden, emperyalizme, feodalizme karşı yaptığı mücadeleden bahsetmek işine gelmiyor. Nasıl ABD uydusu haline geldiğimiz, neden başarısız olup gelişemediğimiz yönündeki sorularıma kitapta cevap aramam boşuna. Sadece Türkiye değil başka ülkelerde vardır elbette ayrıntısını bilemediğim, uluslarının refahı için istenen dört şartı sağlamaya çalışırken toz kondurmadığı ABD ve İngiltere tarafından çelme takılan. Neyse konu oldukça geniş. Bugün gelişmiş ülke olmanın dört şartını en üst düzeyde yerine getiren İskandinav ülkelerindeki tarihsel siyasal, sosyolojik ve ekonomik gelişimden nedense hiç bahsedilmiyor. 

İki ülke İngiltere ve ABD her şeyini halletmiş, örnek alınacak ülkeler olarak ön plana çıkarılıyor. İngilizlerin sömürgecilik hareketlerinden kibarca bahsediliyor ama usta bir manevra ile sömürge ülkelerinde geri kalmışlığın kabahatı sanki kendilerindeymiş hissi uyandırılıyor. Hele milyonlarca Afrika'lıyı köleleştiren, işkence eden ABD'nin tarihinde kızılderi yerli katliamı olmamış sanki. Tanrı ABD topraklarını gökten indirip ABD vatandaşlarına vermiş, huzur ve refah içerisinde yaşasınlar diye. 

Ne demiştik? Tarihi kazananlar yazar. Quora'da sormuş birisi (!) Hitlerin fazla bilinmeyen özellileri nelerdir? diye. İlginç cevaplar verilmiş. Mesela toplama kamplarından hiçbirini görmemiş (!) Görse ne bu kepazalik (!) der miydi bilinmez. Ama herkesin hemfikir olduğu şu bilgi kesinlik taşıyor. Avrupa'da insan hayvanat bahçelerini ilk olarak yasaklayan lider Adolf Hitler'miş biliyor musunuz? Yani muhtemelen ABD'de fakat kesin olarak İngiltere'de 1940'lı yıllarda Afrikalı zencileri kafeslerin içinde hayvan gibi gösterip zavallı insanlara işkenceyi kendilerine eğlence yapanları görmek mümkünmüş (!)

Sonuç olarak, beyni yıkatmadan dikkatlice okunması gereken bir kitap, ulusun refahı ve mutluluğu için teşhisler ve tedavi doğru ama kanaatimce pratikte olur tarafı yok, ulusların gelişmesinde coğrafi ve kültürel farklılıkların etkisi olmadığı düşüncesine katılmakta zorlandığımı da söylemek isterim. Nihayetinde halen bazı ülkelerin sömürü kaynağı olan din faktörüne değinmemesi, diğer ülkelerin pek çoğunu eleştirirken iyimser düşünce ile (kötümser düşünceyle propoganda diyesim var ki bu tür şeylerle karşılaşılmıyor değil) ABD ve İngiliz kültüründen etkilenmiş olmasından dolayı dünyayı sömüren bu ülkeleri diğerlerine cici göstermesi eleştirdiğim diğer hususlar.             

5 Mayıs 2019 Pazar

KATARAKT

İyice ilerlemiş yaşlarda karşılaşılan bir rahatsızlık olarak bilirdim bu meredi. Katarakt göz merceğinin saydamlığını kaybederek matlaşması sonucu yaşanan görme kaybı olup yaşam kalitesini ciddi oranda etkileyen bir rahatsızlıktır. Genellikle orta yaş üzerindeki kişilerde görülürmüş. Sağlık konusunda çok titiz biri olduğumu söyleyemem ama mecburen yolum hastaneye, doktora düşüyor işte bazen. Böyle durumlarda en önemlisi şans faktörü ve belki yine buna bağlı olarak doktor seçimi. Şimdi, yaşadıklarımı halk diliyle anlatırsam belki birilerine faydası dokunur ve sevgili bloguma dönmek için güzel bir bahane bulmuş oluyorum böylece.

Dört sene kadar önce eşimle bir ay kaldığımız Muscat'tan henüz dönmüştük. Fırsat buldukça gezmek, ülkeyi tanımak ve hoşça vakit geçirmek için çevre şehirlere arabayla yolculuk yapıyorduk. Yön ve trafik bilgi levhalarını görmemde ciddi olarak zorlandığımı ilk kez o zamanlarda anladığımı söyleyebilirim. Aslında bundan birkaç ay önce Umman'da ehliyet almak için görme testine girdiğimde ışıklı levhada yazılı harflerin yarısını göremediğimi fark etmiştim. Gözlüklerimi değiştirmemin zamanı geldi anlaşılan diye mırıldanmıştım kendi kendime. Yine de ehliyeti alırken sorun olmaması şaşırtmıştı beni doğrusu. Şehirler arası yollarda ilerlerken levhaları okumakta zorlandığım için yanımda oturan eşime soruyordum ne tarafa döneceğimizi. Trafik kuyruğunda önümde duran arabanın plakasını dahi okuyamadığımı fark edince ülkeye döner dönmez ilk işimin bir göz doktoruna görünmek olduğunu iyice kavramıştım.

Sene 2015, yurt dışından dönüşümüzün ertesi günü Ankara'da nam salmış bir ihtisas hastanesi olan Kudret Göz Hastanesindeyiz. Beklentim basit bir muayene ve belirlenecek yeni gözlük numaraları. Kontroller yapıldıktan sonra ilk doktorum beni yanlış hatırlamıyorsam Seda ismindeki başka bir doktora yönlendiriyor. Bir üst katta basit bir cihaz kontrolünden sonra teşhisi koyuyor doktor hanım. Katarakt. Ondan sonrası tam bir pazarlama. O kadar basit bir ameliyatmış ki bu birkaç dakika içinde hem yakını hem uzağı net olarak görebilecek ve asla bir gözlüğe ihtiyaç olmayacakmış bir daha. Vay anasını, demek teknoloji o kadar ilerledi demek. O tatlı dili, kendinden emin duruşu ve ikna kabiliyeti beni mest etmişti. Bekliyorum ki ameliyat için gün versinler. Hanımefendi isterseniz hemen şimdi yapabilirim ameliyatınızı deyince şaşkınlığım daha da artmıştı. O kadar basit yani... İki göze birden mi? diye sormuş, "Evet, tabii neden olmasın." diyerek beni şaşırtmaya devam etmişti. Oysa ben gözlük numarasını belirlemek için gelmiştim. Bu kadarı fazla deyip yarın olsun bari dedim. Bu ameliyat nasıl bir şey, yan etkileri var mı, doktor bu işte ne kadar uzman düşünmeksizin ertesi güne randevu aldık. En kaliteli mercek kullanacakmış, multifokal. Yani ne uzak ne yakın ne de astigmat için gözlük derdi kalacak, yeniden doğmuş gibi olacağım.

Her iki gözüme aynı gün multifokal lens takıldı. Birkaç gün sonra gözlerim her şeyi görmeye başlayınca çok sevinmiştim. Bir hafta boyunca verilen göz damlasını kullanıyordum. Ne izin, ne istirahat. Serde iş ve görev aşkı var ya, ertesi gün ben Balıkesir yolunda araba kullanıyorum. Gözlerim gün ışığına karşı oldukça hassas henüz, yaşlar boşanıyor ve akşamları yanmaya başlıyor. Doktor bana araba kullanmayacaksın, istirahat edeceksin, ya da güneş ışığında kalmayacaksın demedi ki (!)

Neyse bir hafta sonra kontrole gidiyorum, her şey normal diyor doktor hanım. Yaşadığım sorunlar için bir göz merhemi veriyor. Bu o doktoru son görüşüm. İzmir'e taşınıyoruz birkaç ay sonra. Sol gözüm yine görmüyor, hatta eskisinden daha kötü. İzmir'de Kaşkaloğlu Göz Hastanesinin sahibi hakkıyla ün kazanmış Mahmut Kaşkaloğlu'na gitmeden önce başka bir iki doktora gidiyoruz. Multifokal lens yerinden kaymış, yapışmış, katlanmış gibi bir şeyler söylüyorlar. Durum vahim. Yine ameliyat görünüyor ancak bu kez ilki kadar kolay olmayacak. Zira bu riskli ameliyatı her doktor üstlenmiyor. Sadece iki doktor bu işin üstesinden gelir diyorlar. Biz en iyisine, Kaşkaloğluna gidiyoruz. 2016 yılının Mart ayı. Artık multifokal lens takmamız risk olur diyor hoca. O da bir aksilik durumunda körlüğe kadar gidecek bir sonuca karşı tedbirli davranıyor. Monofokal takacağız bu sefer, ama bu işin üstesinden gelirim diyor. Güveniyoruz, çünkü başka çaremiz yok. Sol gözüm mono, sağ gözüm multifokal olacak. Yani bir gözüm yakın gözlüğüne ihtiyaç duyarken diğer gözüm gözlüksüz görebilecek yakını. Psikolojik bakımdan rahatsızlık verici. Takma göz kullanıyormuşum hissi.

Ameliyat başarılı geçiyor. Zor bir ameliyat tabii, bayağı uğraştırıyor hocayı ama sonuçlar güzel. Üç yıl kadar böyle gidiyor. Son birkaç aydır görmemde yine sorun yaşamaya başlıyorum. İki göz arasında bir iletişim sorunu var sanki. E, lensler farklı ya ondandır, psikolojik olmalı. Unutursam, kafaya takmaz isem düzelir belki. Düzelmiyor... Bu arada yine Kaşkaloğlu Göz Hastanesine gidiyoruz. Kontrolü yapan hastanenin genç doktorlarından biri. Bundan sonra artık böyle idare edeceksiniz, yapacak bir şey yok gibi şeyler söylüyor. Kaderime teslim oluyorum. Ama görmüyorum. Aslında belki de görüyorum, gözler arasında koordine eksiği var. Gözlük kullanmıyorum, yakını artık hiç görememeye başladım. Uzak da hem var hem yok. 

Geçenlerde bir doktor akrabamızı ziyarete gittik. Karşıda kocaman televizyon. "Sizin televizyon bulanık mı gösteriyor ben mi net göremiyorum?" diye soruyorum. Aklıma o ana kadar hiç gelmeyen ama son derece basit bir test uyguluyor. "Sağ gözünü elinle kapat, şimdi görebiliyor musun?" diye soruyor. Evet, bulanıklık kayboldu, fena değil. "Şimdi de sol gözünü kapat bakalım." diyor doktor hanım. "Ne orada televizyon mu var?" O zaman anlıyorum ki problem sağ gözümde. Bunu ortaya çıkaramadığım için utanıyorum kendimden. Sorun ciddi görünüyor. Kendimi biraz rahatlatırım umuduyla, mal aldığında nasıl garanti belgesi veriyorlar imalat hataları için, doktorlar niye bunu yapmıyor diye dalga geçiyorum bizimkilerle. Mahmut Kaşkaloğlu'ndan randevu alıyoruz yeniden. 

Randevu gününde sorunu anlatmaya başlıyorum. Hani siz sağ gözümü ameliyat etmiştiniz ya birkaç sene evvel. Ha, işte o göz şimdi görmüyor. Biraz daha detaylandırmak için devam ediyorum. Hani Ankara'da ameliyat olmuştum da, lens kaymıştı, siz de yapışan, kayan multifokal lensi çıkarıp yerine monofokal takmıştınız. İşte o göz şimdi görmüyor. Hoca şaşkın bir şekilde soruyor, "Hiç mi görmüyor?" Hiçe yakın işte. Karşıdaki harfleri okutmaya çalışıyor. Sol gözüm gayet iyi görürken, sağ gözümle en kocaman harfleri dahi okuyamıyorum. Bir yandan da içimden bak bu ameliyatı sen yapmıştın, hatanı düzeltmene imkan veriyorum düşüncesi aklımdan geçmiyor değil. Hadi bakalım doktor şimdi ne yapacaksan yap artık havalarında, biraz da küstahça. Doktora güveniyorum yine, eğer varsa bir hatası düzeltecektir elbette. Ama yine de bu tür şeyleri kafaya fazla takmayan ben "korkuyorum". Görmemenin şeker ile ilgisi olabilir, aynı göze üçüncü kez ameliyat fazlasıyla risk içerecek. Keşke bir gözlükle sıyırabilsem. 

Doktor önceki kayıtlarına bakıyor. "Ben," diyor. "Sizin sağ gözünüzü değil, sol gözünüzü ameliyat etmişim görünüyor Mart 2016'da. Ama yine de yanlış yazılmış olabilir ben bir bakayım, siz emin misiniz ameliyatı sağ gözünüzden olduğunuza" Hayır, hayır. Kısa bir kontrolden sonra durum anlaşılıyor. Sağ göz, multifokal lensin olduğu Ankara'da yapılan operasyondan sonra müdahale edilmeyen göz. E, bu sevindirici. Çünkü daha önce iki kez müdahale edilen göze üçüncüsü yapılmayacak demek. Doktor diyor zaten, ameliyat ettiğim sol gözde hiçbir problem yok. Sağ göz için değişik cihazlara sokuyor, göz tomografisi midir nedir bir film çekiliyor. Renkli baskıda hangi gözün görmediği ve durumun vahameti açıkça belli zaten. Hocanın kafası karışık, sen görmüyorum diyorsun, bu durumun şekerle falan alakası da yok ama nedenini hala anlamadım. Şekerle alakası olmaması beni nedenin ortaya çıkmaması sorunsalından uzaklaştırıyor birden. Olsun, onu yeme dokunur, bunu yeme dokunur davası olmasın da. Rahatsızlığın nedenini anlamadım diyen doktorları seviyorum ben. Anlamadan yanlış teşhis çok daha kötü. Kafamı yeniden bir cihaza sokmamı istiyor. Çeneni oturt, alnını daya. "Hah, tamam şimdi anladım." diyor, hoca, yüzünde rahatlatan bir gülümsemeyle. Katarakt ameliyatlarında % 5 oranda merceğin altında bir kesiflik kalabilir. "Yoğunluk yani" diyorum. İtiraz ediyor, "Hayır yoğunluk değil." Anlatmak istediğinin bir tortu, birikim, kalıntı gibi bir şeyle olduğunu tahmin edebiliyorum. "Küçük bir operasyonla bunu temizlersek, her şey hallolacak." diyor. "İsterseniz randevu alabilirsiniz, isterseniz hemen yapabilirim." diyor. Birkaç dakikalık lazerle temizleme operasyonu. Hemen olsun diyoruz. Alt kata inip ameliyat parasını yatırıyoruz. Hemen çağırıyor ve kısa, basit bir ameliyat sonucunda gözümdeki o perde anında kalkmış oluyor. Mucize gibi bir şey bu. Bir hafta boyunca günde dört kez damla damlatılacak gözüme. On beş gün sonra kontrole gel ya da rahatsızlığın yoksa gelmesen bile olur diyor doktor. Ne diyeyim şimdi. Hayat böyle, bazen işler umduğunun tersine kötü gidiyor, bazen beklediğinin tersine güzel sonuçlarla karşılaşırsın.    
        
     


14 Nisan 2019 Pazar

BAHAR MİMİ

İyice kızmaya başlamıştım kendime. Derken İstiridye Avcısı'nın mim daveti hoş bir bahane oldu ve yeniden sevgili bloguma döndüm sayesinde. Daha önce cevaplamak isterdim ama birkaç gündür bilgisayarıma "check-up" yaptırdığım için olmadı. Neyse ki ciddi bir rahatsızlığı çıkmadı. Fazla uzatmadan "Bahar Mimi" sorularını cevaplamaya çalışayım. Neler dökülecek kalemimden, ben de en az sizler kadar merak ediyorum. Zira sorular fazlasıyla sıra dışı...




1) Bahar bir insan olsaydı onunla aranız nasıl olurdu?  
Nedense "Bahar" deyince mevsimden önce kadın ismi olarak algılarım. Aslında çok fazla Bahar olmadı çevremde. İlkokulda "Nevbahar" isminde sarışın çilli bir kız vardı. Çilli olmasına rağmen güzel ve hanım hanımcık, çalışkan biriydi. Diğeri liseden bir sınıf arkadaşımdı. Adı sadece Bahar'dı. Nevsiz bahar yani. Aklı başında, terbiyeli, hayvan sever, düşünce yapısına hayran olduğum insanlardan biriydi. Her ikisini çok takdir ederdim. Aradan uzun yıllar geçti, benden yana  onların da olumsuz bir düşünce içinde bulunduklarını düşünmüyorum. Buradan hareketle, Bahar bir insan olsaydı iyi huylu, seviyeli, çalışkan, akıllı, düşünen, ahlaklı ve geçinmesi kolay biri olurdu ve doğal olarak onunla aram mutlaka iyi olacaktır.

2) Şu ana kadar yaşadığınız hayatın "bahar" kısmı hangi döneminiz? O dönemde neler yaşadınız?
Bir hafta önce doğum günümdü. Baharın benim açımdan diğer güzel bir tarafı da bu. Bir bahar günü açmışım gözlerimi dünyaya. Hayatımın "bahar" kısmı hangi dönem sorusunu cevaplamakta zorlanıyorum açıkçası. Zira yaşadığı süre içinde her dönem dört mevsimi yaşar insan. Kadınlar belki bu soruya benden farklı bir gözle bakabilir. Fiziki görünüme erkeklere kıyasla onların daha fazla önem verdiği bir gerçek. Bu sebeple kadınlar nazarında hayatın baharı gençlik yılları denirse şaşırtıcı bir cevap gelmez bana. Her yeni başlangıç yaşamın bir baharı. İlk adımlar, okula başlanan gün, üniversiteye giriş, evlilik kararı, yeni bir işe başlangıç vs. Pek çok kişiye garip gelebilir ama emekliye ayrılışım bile bahardı benim nazarımda. Yok, hayır sonbahar değil, ilkbahar. Yaşamım boyunca dört mevsimi yaşamaya devam edeceğim. Bazen baharı yaşayacağım bazen yazı, bazen kışı bazen sonbaharı. Sonbaharı sevmem, çünkü hüzün vardır içinde. Artık bitmiştir iş, dürülmüştür defterler. Sonbahar bende ölümü çağrıştırır. İnsanlar bitkiler gibi yaprak döküp bir sonraki bahara yeniden filiz vermezler. Sonbahar deyince emeklilerin kahve köşelerinde vakit geçirip ölümü beklemeleri gelir aklıma. Oysa ben yeni bir işe başladım yeniden. Yine yeni bir baharım başladı.

Bahar dönemleri heyecanlı olur. Çünkü arkasından yaz gelir. Yazı hak etmek için çok çalışmak gerekir. Çok çalışmazsan eğer, yazı göremeden kışı yaşarsın. Umudun olmazsa sonbaharın yakındır. 

3) Bahar bir arkadaşın olsaydı onun okumaya ihtiyacı olan kitabın ne olduğunu düşünürdünüz?
Bahar arkadaşıma okumaya ihtiyacı olan kitabı söylemeye ve hatta düşünmeye haddim olmazdı. Çünkü Bahar hangi kitabın kendisine katkı sağlayacağını gayet iyi bilirdi. Benim okuduğum kitaplar arasından kendisine önereceğim kitaplar olurdu muhtemelen. Büyük olasılıkla hoşlandığımız kitap tür ve konuları da benzeşirdi, aramız iyi ya...

4) Size baharı anımsatan insanlar var mı çevrenizde? Varsa kimler?
Var, hem de yakın çevremde. Oğlum. Aşık, yakında nişanlanacak. Kanatlanmış, resmen uçuyor. İşte bahar böyle bir şey... 
5) Bahar temalı bir yağlı boya tablo yapmak isteseniz, resmin içinde olmazsa olmazınız ne olurdu?
Klasik kaçacak ama gerçek bu. Bahar mevsiminde açan çiçekler, uçan kelebekler...

6) Bahar yorgunluğuyla mücadele eder misiniz? Yoksa kendini baharın kollarına yorgunca bırakmayı tercih edenlerden misiniz?
Bahar bana yorgunluk değil enerji verir. Bahar zamanı çalışırsam yazın kollarında yorgunluğumu atabilirim.

7) Baharda gitmek istediğiniz coğrafya neresi?
Bir bahar mevsimi dedelerimin yaşadığı topraklara Girit'e, Selanik'e gitmek isterim. Zira yazları sıcak olur oraları. 

Böylelikle bir mimin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Baharın güzel sürprizleri üzerinize gelsin. 



24 Mart 2019 Pazar

KOŞULLAR & ŞARTLAR

Amatörce bir web sitesi kurmaya çalışıyorum. Bir zamanlar üyesi olup daha sonra ayrıldığım Danimarka merkezli SimpleSite adında bir yazılım şirketi çalıyor kapımı. Gönderdikleri e-postada adeta yalvarıyorlar, niye vazgeçtiniz, neyimizi beğenmediniz türünden nağmeler... "Bakın biz kendimizi yeniledik, beğeneceğiniz özellikler ekledik, üstelik hiçbir ücret de talep etmiyoruz." diyerek ısrarlarını sürdürürken İdea-Soft gibi şirketlere onca para ödemek yerine cazip bulduğum tekliflerini kabul edip yeniden üye oluyorum. Arkasından bir teklif daha alıyorum (!) Aylık 1,00 USD ödersem istediğim isimde bir web-adresi adı verilecek, üstelik bu rakama alan (domain) ücreti de dahil. Ayrıca beş adet e-mail adresi ve beş ürün için E-Ticaret imkanı veriyorlar. Benim için aliyyülala bir teklif. Hemen web sitemi oluşturmaya başlıyorum. Çok fazla olmasa da bana yeterli olacak şablonlar mevcut. 

Web sitemin adını www.kaystrostasev.com olarak alıyorum. İlk olarak ödeme aracı yönünden duvara tosluyorum. Ödemeler sadece bütün dünyada geçerli olan PayPal üzerinden yapılıyor. PayPal, ülkemizle anlaşmazlığa düşünce uzunca bir süredir Türkiye'deki çalışmalarını askıya almış. Bu durumda sipariş edilen ürün sepete eklenip ödeme safhasına gelince "Üzgünüz, mağaza şu anda siparişinizi kabul edemiyor." kabilinden bir mesajla karşılaşılıyor. Yönetime sorunu iletiyorum. Türkiye'de henüz ekibini kurmadığından olsa gerek yazışmaları İngilizce yapabileceğime dair bir e-posta alıyorum. Yazılımın sadece PayPal ile yapılan ödemeler için olduğu bunun dışında bir ödeme sistemi getiremeyeceklerini söylüyorlar önce. Nazik ifadelerle başka bir sorunum olduğunda kendileriyle irtibata geçmekte tereddüt etmemem gerektiği vurgulanıyor. Bundan yüz bulup arka arkaya birkaç kez yazışıyorum. Sorularıma verilen cevaplar hemen ertesi gün geliyor. "Türkiye'de başarılı olamazsınız, ülkede mevcut olmayan bir ödeme sistemi niye tercih edilsin ki." diye ısrar ediyorum. Bu sorunumun üst makamlara iletildiğini ancak çözülüp çözülemeyeceği veya bunun ne kadar zaman alacağı hususlarında bir söz veremeyeceklerini söylüyorlar. Beklediğim cevap çok geçmeden geliyor. "Size iyi haberlerimiz var. Probleminizi çözdüğümüzü sanıyoruz. Şimdi ödemelerde banka havalesi ile ödeme seçeneğini koyduk." İşte bu tam aradığım şey, seviniyorum. Ancak, web marketimiz satışa açılmadan önce bir şey daha yapılması lazımmış. İşte o sihirli kelimelere geliyor sıra... "Terms & Conditions" Web sitesi şablonunda kullanılan dil Türkçe olduğu için bu ifade matbu olarak "Şartlar ve Koşullar" olarak çevrilmiş. Her adımda neyin nasıl yapılacağına dair yardım kutucukları var. Bu "Şartlar ve Koşullar" neleri içerecek, neler yazılmalı gayet güzel anlatılıyor. Ben de adım adım kendime uygun olan satış şartlarımı yazıyorum. 

Akşam eve döndüğümde eşime gösteriyorum yazdıklarımı. İlk tepkisi "Yanlış yazmışsın." oluyor. "Şartlar ve Koşullar" diye bir ifade olmaz. İkisi eş anlamlı. Bir anda kafama dank ediyor. Ben bu hatayı nasıl yaptım. "Hemen düzeltirim." diyorum. Yıllarca bir sürü sözleşme geçmiş elimden. Bu sözcükler o kadar tanıdık geliyor kulağıma oysa. Düzeltmek için siteye giriyorum. "Yok bu hatayı ben yapmamışım, şablonda bu şekilde." diyorum eşime. Bu beni bir nebze temize çıkarmış olsa da merakımı cezbediyor, araştırmaya başlıyorum. Nice namlı şirketlerin sözleşmelerinde İngilizce "Terms & Conditions" ifadesinin Türkçesi "Şartlar ve Koşullar" olarak çevrildiği gibi sözlük çevirilerinde de aynı karşılığın yazıldığını görüyorum hayretle. Üstelik böylesine önemli bir hata hiç kimsenin nazarı dikkatini çekmemiş olacak ki, İnternet üzerinden yaptığım araştırmada bir sonuca ulaşamıyorum. Kafaya takmışım bir kere; Şu Terms ile Conditions arasında farkı yabancılar nasıl görüyorlar diyerek çalışmalarımı derinleştiriyorum. Ve aradığımı buluyorum sonunda, ya da bulduğumu zannediyorum.

Bir satış sözleşmesinde "Term-Şart", satılan mala ilişkin "Alıcı" nın yerine getirmesi beklenen hususlara açıklık getirirken, "Condition-Koşul" ise kararlaştırılan bir süre içinde satışın gerçeklemesi veya cayma hakkı için "Alıcı" tarafından yapılması gereken konuları açıkladığını anlatıyor bir yazı.

Kafam daha çok karışıyor. Aynı belirsizlik yabancı ülkelerde de var demek. Aslında "Terms of Use-Kullanım Koşulları" de gitsin ancak satıcılar ne olur ne olmaz diye sözcük tekrarı yapmayı tercih ediyorlar. Bir başka yerde farklı bir şey buluyorum:

Aslında yasal olması bakımından gereksiz bir laf kalabalığı olarak açıklıyor bu ikilemeyi. Bununla birlikte birileri çıkıp teknik açıdan küçük bir farklılık ileri sürebilir yine de. "Terms-Şartlar" tarafların sözleşmenin bir parçası olarak üzerinde anlaştıkları hususlardır. Bunlar bazen spesifik durumlar ya da bu durumların sebep olduğu "Conditions-Koşullar" olabilir. Bu yüzden tüm "Conditions-Koşullar" sözleşmenin "Terms-Şartları" dır. Ancak  bütün "Terms-Şartlar" sözleşmenin "Conditions-Koşulları" değildir. 

En iyisi bu konuyu daha fazla kurcalamamak. İngilizlerin kullandığı bu iki kelime yani "Term" ve "Condition" aslında "Legal Doublet" dedikleri bir ikileme. Hikaye 1066 yılına götürüyor bizi. Fransa Kralı William, Hasting Savaşında İngiliz Kralı Harold'u alt ediyor. İşgal ettiği İngiliz topraklarına soyluluk kavramını getiriyor William. Böylelikle iki sınıf oluşuyor. Fransızca konuşan elit sınıf ile İngilizce konuşan işçilerin oluşturduğu çalışanlar sınıfı. Bu sırada İngiliz diline yaklaşık 10.000 Fransızca sözcük geçiyor. Orta Çağ yazar ve hukukçuları toplumun her kesimi tarafından anlaşılsın ve kabul görsün diye her iki dildeki sözcükleri birlikte kullanmak zorunda kalıyorlar. Bu ikilemeler bir süre sonra Orta Çağ modası haline gelerek hem İngiliz hem de Fransız hukukçuları tarafından aynı ya da yakın anlama gelen sözcükler tekrarlanmaya başlıyor. Şimdi bir kısım hukukçular bu ikilemelerin gereksiz laf kalabalığı ve karışıklığa neden olduğunu savunup bu tür terimlerden kurtulunması gerektiğini savunuyor ancak  kayda geçmiş onca yasal doküman dikkate alındığında böyle bir değişikliğin yapılabilmesi oldukça zor görünüyor. 

Sonuç olarak, "Şartlar ve Koşullar" terimi Türk Dili kurallarına göre bir hilkat garibesi olarak sözleşmelerde yer almaya devam ediyor. Bunun yerine "KULLANIM KOŞULLARI" terimini kullanmak en doğru olanı. 
                

12 Mart 2019 Salı

Hiç bir insanı öldürdünüz mü?

Uzun bir ara verdim yine. Nihayet kırdım zincirimi. Uzun zamandır "Quora" yı takip ediyorum. İlginç sorulara daha ilginç cevaplar veriliyor bu platformda. Sadece İngilizce dilinin kullanıldığı bu web sitesi oldukça ciddi çalışıyor ve sorulara verilen cevaplar referans gösterilerek ya da fotoğraflarla destekleniyor. Bozuk dil ve gramer kullanımına, laf olsun diye gayr-ı ciddi cevaplara veya kötü amaçlı kullanımlara izin vermiyor yönetim. Aklınızdan geçen ve merak ettiğiniz bir soruya dünyanın değişik milletlerinden tarafsız ve sağlam cevaplar gelebiliyor. Özellikle Türkiye ile ilgili bir soruya yabancı bakışıyla verilen cevaplar ilgimi çekiyor ama bu sefer ultra ilginç bir soru ve ona verilen cevaplar beni çekti kendine. Soruyu başlığa koydum. Verilen cevaplardan bir tanesinin ilk cümlesi oldukça şaşırtıcıydı. Uzun bir hikaye fakat sonuna kadar okumaktan kendimi alamadım. Sonra da Türkçeye çevirip burada paylaşmak istedim. Bir Amerikan vatandaşı son derece duygusal ve destansı bir şekilde içini döküyor. Soruyu tekrar hatırlatarak başlayalım.

HİÇ BİR İNSANI ÖLDÜRDÜNÜZ MÜ?

Evet, annemi...
Ortaokula giderken anneannemin felç geçirdiğini anımsıyorum. O yaşımda inmenin kötü bir şey olduğunu biliyordum ancak tam olarak ne manaya geldiğini asla anlamamıştım. Yine hatırladığım kadarıyla annem bir bakım evinde onu sık sık  ziyaret etmek zorundaydı. Ziyarete giden tek kişi annemdi ve teyzemle amcam onu yalnız bıraktıkları için sık sık söylenirdi. Bu sefer ilk kez yanında götürmüştü beni. Hatırlamaya çalışıyorum ama aklımda kalanlar net değil: cansız yatan anneannem, beyin ölmüş ve onunla konuşmaya çalışan annem, aşırı derecede bitkin, yenilmiş. Ortamda dışkı ve ölüm kokusu var sanki. Annem sık sık sonunun bu şekilde olmasını arzu etmediğini, benzer bir durumun başına gelmesi halinde onu öldürmem için kesin söz vermemi isterdi. Bu konular için çok küçüktüm ve henüz bunları düşünecek durumda değildim.

Üniversiteyi bitirdikten sonra annemden uzakta yaşamayı düşünmüyordum, babamı kaybedeli çok zaman olmuştu. İlk torunu gibi sevdiği Akita cinsi köpeğimle birlikte anneme uğrardım sık sık. 20'li yaşlarımın sonuna doğru hayalimin ötesinde birbirimize yakınlaştık ve birlikte çok daha fazla zaman geçirmeye başladık. Müthiş bir kadındı. İş hayatına atılıp yaşamın gerçekleriyle boğuşmaya başladığım ana kadar fark edememiştim bunu. Gençlik yıllarımda hayat hakkında düşündüğümden daha fazla bilgi sahibi, çok yer gezip görmüş, dünya gerçeklerini özümsemiş biriydi o.

2004'te test yaptırmak için kendisini hastaneye götürmemi istedi. Çıkan sonuçlar, kalın bağırsağında iyi huylu bir tümörün tespit edildiğini gösteriyor ve ameliyat öneriliyordu. Geriye dönüp baktığımda yanlış doktorla yanlış yönlendirildiğini düşünüyorum. O her zaman bir şeyin korkusuyla yaşamaktan ziyade onunla yüzleşmeyi tercih ederdi. Bu yüzden hemen ameliyat için gün aldı. Başka bir yerden görüş almaya gerek duymadı, sadece pembe dizilerindeki iyi görünümlü doktora inanmıştı o.

Ameliyattan sonra bağırsak hareketini görmek için dışarı çıkması gerekiyordu ki eve dönebilelim. Fakat beklediğimiz olmadı. Sadece o da değil, sık sık spazmlar girip ağrılar içinde kıvranmaya başladı, sürekli olarak ağrı kesiciler istiyordu (hiç yapmadığı bir şeydi bu, asla kendi isteğiyle ilaç kullanmamıştı o ana kadar). Beklenmeyen bu davranışını çektiği ağrılara bağlamıştım.

Hastanede geçirdiğimiz üçüncü günde annemin yanında ona refakat eden agresif kız kardeşi, annemin niye bu durumda olduğunu sordu cerraha, olan biteni öğrenmek için doktoru iyice sıkıştırdı. İstediği açıklamaları alamayınca sorularına açıkça cevap verilmesini istedi. Şaşırıp kalmıştım öyle, bu konularla ilgili hiçbir bilgim yoktu, annemin körü körüne inandığı sağlık sistemine ben de aynı derecede bağlanmıştım. Teyzem ertesi gün annem iyileşmezse onu başka bir hastaneye nakletmemiz gerektiğini söylediğinde ben hala olan bitenin farkında değildim.

Sabahın 4'ünde her zaman yaptığım gibi annemin yanına geldim. Gözlerini kapatmış, yatağında uzanıyordu. Sağ elinin parmakları hareket ediyordu. Aşağı salona indim ve çığlık atarak yardım istedim. Korkunç bir şeyler olduğunu biliyordum. İki dakika sonra hemşirenin biri beni sakinleştirip olan biteni nihayet anladı ve hemen harekete geçtiler. Ama artık çok geçti...

O gece bütün aile toplandı, komaya giren annem yoğun bakım ünitesine alındı. Felç geçirmişti. Bizim için büyük bir yıkımdı bu. Ameliyattan önce kullandığı ve kanında daha çok pıhtılaşmaya neden olduğunu söyledikleri Plavix adlı ilacı kesmesi gerekiyordu. Ben bu ilacı kullandığını dahi bilmiyordum. Bundan başka felç geçiren hastalara verilebilecek kan inceltici "pıhtı avcıları" olduğunu söylediler ama yeni ameliyat olduğu için annemde bu iç kanamaya neden olabilecekti. Hastalığını seyri iyi değildi ve gittikçe daha da kötüleşiyordu.

Yaşım ilerledikçe onun iradesi ve yaşama bağlılığı gibi konularda sohbet etmiştim annemle. Eğer günün birinde felç geçirmesi halinde onu öldürmemi her istediğinde vasiyetine yazdığı takdirde bunu yapabileceğimi söylemiştim. Hastanede geçirdiğimiz süre boyunca her yerde Terry Schiavo'nun öyküsü canlanıyordu gözümde. Ona inme geldikten bir gün sonra isteği üzerine eve dönüp kasasına baktım. Kasayı buldum. Vasiyeti aradım. Yerinde yoktu. Avukatı ile irtibata geçtiğimde, vasiyetin bir kopyasını anneme gönderdiğini ama ondan geri alamadığını söyledi. Kahretsin (!)

Önceleri aile desteğini benden esirgemedi ama esas yük benim omuzlarımdaydı. 33 yaşındaydım ve ortağı bulunduğum bir şirkette başkan yardımcısı olarak görev yapıyordum. Bundan başka herhangi bir sorumluluğum olmamıştı o ana kadar. Aşırı dindar bazıları ona dua ettiklerini ve iyileşeceğinden emin olduklarını bilmemi istediler. Ben ise bundan pek emin değildim. Doktorlarından onu yaşam desteklerinden çıkarmalarını istedim. Onlar bunu yasal bir vasiyet olmaksızın yapamayacaklarını söylediler. Bazı avukatlara danıştım, bu kez şansım yaver gitmiş görünüyordu.

Yoğun bakımda 30 gün geçirdik. Ameliyat ve felç olmasının üstüne bir de mikrop kaparak MRSA ile sarsıldı. Hayatımın en kötü anlarını yaşıyordum, komada yatan şişmiş bir vücut, her taraftan sarkan tüpler... İnmenin son derece ciddi olduğu ama bir "mucize" gerçekleşerek sonradan aldığı enfeksiyondan değil ama inmeden kurtulduğu söylendi. Yaşamı sona erdiğinde annesi gibi sebze olacağını söylerdi bana. Ancak daha da kötüsü oldu, onu bakım evine yatırmak zorunda kaldım. Onun gibi akut hastalara yer verebilen tek yer annesinin öldüğü bakım eviydi.

30 günün sonunda mikrobu atmıştı ve artık onu hareket ettirmenin zamanı gelmişti. Sabah onu yürütmeye çalışırlarken oradaydım. Sonunda biraz daha iyi görünüyordu. Biraz... Hastaneden taburcu edileceğini ve hep onunla birlikte olacağımızı ve onu sevdiğimi söyledim. Bir süre sonra otuz günden beri ilk kez gözlerini açtı ve bana "Seni seviyorum" diye mırıldandı. Yüreğim adeta kanatlandı. Belki bir ümit ışığı belirmişti (!) Onunla yeniden iletişim kurmaya çalıştım ama o yine 30 gün boyunca yaşadığı belirsizlik sürecine geri döndü.

Dışarı çıktım ve ailemden yakınlarımı aradım, mutlu oldular. Geri döndüğümde asansörün önünde nöroloğu beni rahatlamış bir şekilde gördü. Neden bu kadar mutlu olduğumu sordu ve ben de söyledim. Bana inanmadı ve beyninde oluşan hasar göz önüne alındığında böyle bir şeyin neredeyse imkansız olduğunu söyledi. Hastayı gelip görmek istedi. Odasına yaklaştığımızda küçük el fenerini çıkardı ve yüksek sesle şunları söyledi: "Bayan Wiley, Bayan Wiley beni duyabiliyor musunuz?" Beni duyabiliyorsan başını salla. Cevap yok. Bana dönerek bazen istediğimiz şeyleri gördüğümüzü ancak en doğrusunun gerçekleri kabullenmek olduğunu söyledi. Onu geri iterek anneme yumuşakça seslendim. "Anne beni duyabiliyor musun?" Başını salladı ve gözlerini açtı. "O kim?" dedi belli belirsiz. Hiç kimsenin önemi olmadığını zaten az sonra onun da ayrılacağını söyledim. Doktordan bizi yalnız bırakmasını istedim. Doktor el fenerini indirdi ve yaşamı boyunca gördüğü en büyük mucizeye tanıklık ettiğini söyledi. Benim beklentim ise çok daha fazlasıydı.

Bakımevi kabus gibiydi. Bana hastanedeki bakım standardının ne kadar kötü olduğu söylendi ve yapmam gerekenler anlatıldı. Başhekim gerçekçi bir adamdı, umut vadeden haberler vermesi için pohpohladım onu ama cevabı "Göreceğiz." oldu. Sol tarafı tutmuyor, ağzında ve burnunda respiratör takılı, tüple besleniyordu. Hastalık hakkında her şeyi okudum ve her gün kendisini ziyaret ettim. Bakımevinde ona yeterince itina gösterilmediğini ve acilen yanına yardımcı getirmek gerektiğinin fark etmiştim. İdarecilerle mücadele etmeye başladım. Bana savaş açtılar. Avukatlarımı getirip ihlal ettikleri yasaları hatırlatıp tehdit ettikten sonra geri adım attılar. Sadece birkaç ay sonraki doğum gününde onu eve götürmeye karar verdim.

Bu arada şunu da belirtmeliyim ki annemin dar günler için kenara koyduğu bir parası olduğu için şanslıydım. Bu bana farklı yerlerden görüş almama ve onu eve getirme konusunda gerçekçi bir yol izleme esnekliğini sağladı. Önce respiratörünü çıkardım. Ondan daha kötü bir şey yoktur. Asla bu kadar kötü hiç bir şey olamaz. O zaman güç bela yazı yazabiliyordu, ancak sadece sayfanın sağ alt kısmına kısa bir şeyler karalamıştı. Adını yazıp imzalamıştı. Böylece onun vekaletnamesini ve sağlık konusunda vekilliğini aldım. Buradaki terapinin berbat halini göstermek için kendi yakınlarımızı çağırdım ve zaman içinde cihaz olmaksızın nefes almaya ve konuşmayı başardı (!)

Ekseriyetle saçma sapan konuşuyordu ama bazen konuştukları bir anlam ifade ediyordu. Apansızın benden onu öldürmemi istedi. Bunun mümkün olmadığını söyledim ancak o bunu hemen unuttu. Beynindeki hasar büyük olduğu için mantıklı konuşma yeteneği gidip geliyordu. Bazen çok komik şeyler yapıyordu, buna çok üzülüyordum ama kendimi gülmekten alıkoyamıyordum. Sık sık yastıkla onu boğmamı isterdi, ben bu konuyu yarın konuşalım diyerek geçiştirirdim. Bu zorlu yolculukta ona ihtiyacım vardı. Olanı biteni bütün aile ve doktorlar izliyordu. Merak ediyorsanız, evet onu bu duruma sokanları dava etmeye çalıştım, ancak inmelerde doktor ihmalinin kanıtlanması zor görünüyordu. Zengin bir bölgede yaşıyoruz, bu tür yerlerde şüphesiz jüriler doktorların tarafında yer alacaktır. Yani bu tür bir davayı kabul edecek bir avukatlık bürosu bulmak hayli zor. İşime bakmaya karar verdim, yapılacak daha önemli işlerim vardı.

Doğum gününden tam iki gün önce onu eve getirdim. İnme başlayalı tam altı ay olmuştu. Bakımevinde bakımın nasıl yapıldığını iyice öğrenmiştim. Aslında o kadar karmaşık değildi zaten. Bunu yapabileceğimiz konusuna kanaat getirdim. Yaş gününü evde aile fertleriyle birlikte kutladık, aslında kutladığımız onun bizden ayrılışıydı, ama o bunun farkında değildi.

İşin en zor kısmı iyi bir destek alabilmekti. Evde verilen sağlık hizmetleri yetenek ve iş ahlakına göre değişiklik göstermekte. Bunun için çok para harcadık ama gerçekten oldukça zorlu bir işti bu. Devamlı altı temizlendi. Acı ama gerçek... Annem geçirdiği felci sanki ayağı uykuya dalmış gibi tanımlardı. Ona dokunmazsan sorun yok ama hareket ettirdiğin takdirde fena halde can yakar. Onu usulünce hareket ettirebilen, canını yakmayıp öfkelendirmeyen yardımcılara ihtiyacım vardı. Fena halde sinirlenir yardımcıyı suçlardı. Sonunda ona biraz ilaç verdim, bu büyük fark yaratmıştı. Yine de yetmişten fazla yardımcı kadın işe aldım, işine son verdim, bunların bazıları hakkında sayfalar dolusu yazabilirim. Neler, neler...

Neredeyse dört yıl boyunca bu böyle devam etti. Bütün bu işlerin arasında nişanlandım ve daima yanımda bana destek olan mükemmel biriyle evlendim. Ona birkaç kez genç ve güzel olduğunu istediği gibi bir hayat sürmesi gerektiğini oysa benim yetmişinde felç geçirip yatağa düşen annemle ilgilenmek zorunda olduğumu söylemiştim. O da bana annesinin bir erkeği değerlendirmek için her zaman kendi annesine olan davranışına bakılması gerektiğini hatırlatır ve benim kadar iyi bir evlat görmediğini söylerdi. Böylece yanımda kalmayı tercih etti.

Ayrıca işimde kariyerimi de kaybetmek zorunda kaldığımı eklemeliyim. Her sabah ve geceleri anneme gittim, olabildiğince yanında geçirdim vaktimi. Arkadaşlarım benim de hayatımı yaşamaya ihtiyacım olduğunu söylediler. Kaldı ki annem de böyle yapmamı istemezdi. Ailem aynı şeyleri söyledi. Ben onlara dönüp dedim ki, eğer o yatakta yatan ben olsaydım annem benim yaptıklarımın aynısını hatta çok daha fazlasını yapardı. Ve bu durum böylece devam etti gitti...

Yine bir gece ziyarete gittiğimde yatağında oturur pozisyonda gözlerini bir noktaya odaklamış halde buldum onu.
"İşte geldin, bekliyordum seni" dedi.
"Üzgünüm anne, elimden geldiğince acele ettim." dedim.
"Beni üç aydır nasıl böyle yalnız bırakabildin?" diye sordu. (Neredeyse dört yıl olmuştu.)
"Affedersin anne." dedim.
"Senden beni öldürmeni istemiştim. Şimdi al şu yastığı ve boğ beni. Seni ancak öyle affederim." dedi.
"Üzgünüm anne. Bunu şimdi yapmam mümkün değil ama sen bana yarın hatırlat, ne yapılabilir bakarım." diye cevap verdim.

Saatler, saatler boyunca konuştuk. Ne bir karışıklık ne de saçmalama. İşte % 100 bu benim annemdi. Bu bir hayaldi. Eve geç döndüğümde eşim bu vakte kadar ne yaptığımı sordu. "Annemle sohbet ediyorduk, hem de eskiden olduğu gibi. Sanki bir şeyler hafızasına geri gelmiş gibi... İlla kendini bana öldürtecek."  

Ertesi gün aklı hala aynı yerdeydi ve açıkça istediğinin hemen yapılmasını istiyordu. Bu yüzden birkaç yıl önce değiştirdiğim işgüzar doktoru aradım ve bana yapılacak tek şeyin beslenme tüpünü çıkarmak olduğunu bunun için eğer akıl sağlığı yerinde ise onun rızası gerektiğini söyledi. Ancak ilk olarak onu görmek istedi. (Artık biz bile onu nadiren görüyoruz, benim gayem annemi mikropların cirit attığı hastanelerden ve doktor muayenehanelerinden uzak tutmaktı)

Doktoru ziyaret ettik, annemin zihinsel faaliyetlerinin yerinde olup olmadığını belirlemek için bir uzman psikiyatrı aradı. Otuz soru sordular. Bütün cevapları doğru bildi. Teyzem hayrete düşmüştü, çünkü o dahi birkaç soruyu yanlış cevaplamıştı. Daha sonra avukatımı çağırıp üzerime aldığım sağlık vekaletini iptal ettirdim, vicdanım rahat, bu sadece onun kararı olacaktı şimdi. Ne yazık ki ona gerektiği gibi bakamadığımı ve bir bakım evine yatırıp parasını kilitli bir kasaya koymam gerektiğini söyleyen bazı aile üyelerinden özellikle uzak durdum. Bu da uzun hikaye ama biz yine devam edelim.

Sonunda tüpü çıkartmak için birkaç hafta sonrası için bir gün belirledik. Onu tanıyan herkesi durumdan haberdar ederek gelip vedalaşmalarına izin verdim. Bu süre zarfında akıl sağlığı inanılmaz derecede yerindeydi. O güne kadar son iki haftayı tamamen birlikte geçirdim. Tuvalet ihtiyacı ve duş almak dışında onun yanından hiç ayrılmadım. Sohbet ettik, eskiden birlikte hoşlandığımız filmleri seyrettik, güldük, eğlendik. Yatağının yanındaki şezlongda uyudum ve neredeyse 7 gün 24 saat ellerimiz birbirinden ayrılmadı. Sonra beslenme tüplerinin çıkartılma anı geldi çattı.

Bana susuzluk ve açlıktan ölmenin haftalar sürebileceği söylenmişti. Yine dirençliydi(!) O kadar ki dudaklarını nemlendirmek için buz parçalarını bile kabul etmedi. Bu kadar kötü bir şekilde hayatına son vermek istedi, böylesine inatçı ve kararlı birini daha görmemiştim.

Sağlık Bakanlığından gelip yüklü miktarda morfin bıraktılar. Elimizde fazlasıyla sıvı Vicodin vardı ama aşırı derecede gaz yaptığı ve dışarı çıkmakta sorun yarattığı için onu hiç kullanmamıştım. Fakat bunun bir önemi yoktu artık. Bu yüzden ilk üç gün ona Vicodin verdim. Dördüncü gün Cumartesiydi ve bütün aile onunla son olarak vedalaşmaya geldi. Zayıflamaya başlamıştı. Birçoğu onunla yalnız kalıp vedalaşmak istedi ve ölmeden önce yakınlarını son kez görmesinden mutluydum.

O akşam saat 17.00'de soluk alıp vermeyi hala sürdürüyordu. Onun gibi fiziğe sahip bir kadının dört gün boyunca bir şey yiyip içmeden yaşamaya devam etmesi etkileyiciydi. Sonra uyudu. Umduğum destansı bir vedalaşma şansına sahip olamadım ve artık içimden bir ses onun yeniden uyanamayacağını söylüyordu. Saat 19.00 sularında battaniyesini düzeltiyordum, yatağında doğrulup  beni yakaladı, gözlerimin içine bakarak kalan enerjisinin ötesinde bir tutkuyla "SENİ SEVİYORUM." dedi.

Hemen sonra geriye düştü. Size ruhunun hemen orada vücudunu terk ettiğini söyleyebilirim. Bunu gördüm diyemem ama böyle olduğunu biliyordum. Bana anlatılanlara göre bilincini kaybettikten sonra nihai ölüm gerçekleşene kadar muhtemelen bir haftası daha vardı. "Ölüm hırıltısı" hakkında ikaz edilmiştim, ölüm yaklaşırken soluk alma esnasında çıkan korkunç bir sesmiş bu.

Artık o haftasını da doldurmuş başka haftası kalmamıştı ancak ölüm hırıltısından da eser yoktu. Yardımcılarına gitmelerini, onları yarın sabah arayacağımı söyledim. Sonra, bir taraftan katıla katıla ağlarken ona morfin verdim. Sonra yanındaki şezlonguma oturdum ve elini tuttum. Sanırım biraz kendimden geçmiştim, haftalarca bir şezlongda uyumak, yıllar süren ıstırap ve stres beni yıpratmıştı. Uyandığımda eli soğuktu, O gitmişti. Perde kapanmıştı.

İşte böyle... Evet, ben birini öldürdüm, sevgili annemi, yaşadığım 47 yıl boyunca gururunu taşıdığım başka bir şey daha var fakat bu başka bir günün başka bir hikayesi.

Bu destanı okuduğunuz için teşekkür ederim.

Böyle bitiriyor sözlerini. Bu yazı Quora' da yayınlandıktan hemen sonra çok sayıda soru ve destek mesajları alıyor kahramanımız. Belki ilerideki yazılarımdan birinde bunlardan bahsetmeye devam ederim.
Ülkemizde yasal olmayan bu uygulama hakkında ne düşünüyorsunuz?






12 Şubat 2019 Salı

HANGİSİNİ TERCİH EDERSİN MİMİ

Recep Hilmi Tufan arkadaşımız "Hangisini tercih edersin?" sorusuyla bir mim başlatmış, bir çok kişi tarafından cevaplandırılmıştı. İşin doğrusu bloggerlar tarafından verilen cevaplar maksadından biraz farklı şekilde ilerlemiş. Değerli arkadaşımızın tasarlamış olduğu formata göre soruların nedenleriyle birlikte cevapları verildikten sonra cevapları veren kişi kendi sorularını farklı arkadaşlarına soracakmış (!) Bu sorulara cevap vermeyen bir ben kaldım sanırım. Ne var ki bazı soruların beni benden aldığını da zikretmeden geçmeyeyim. Cevaplarımı ben de merak ediyorum. Hadi o zaman başlayalım:

Hangisini tercih edersin? Uçabilme yeteneğinin olmasını mı yoksa su altında da nefes alabilmeyi mi? Neden?
İkisinden birini tercih etmek zorunda mıyım? Ayrıca havada ve su altında yaşam mücadelesinin daha zor olduğunu tahmin ediyorum. Sürekli olarak değil de canım istediğinde, hava şartları da uygunsa eğer, kanatlanarak uçmak daha cazip gelebilir belki. Suyun altı birçok güzelliğe sahip olmasına karşın daha ürkütücü gelir bana.
Hangisini tercih edersin? Sonsuza dek etrafının kitaplarla çevrili olmasını mı yoksa evcil hayvanlarla mı? Neden?
Kitaplarla elbette. Evcil hayvanları bakmak büyük sorunluluk ister, altından kalkamam. Şartlar müsait olsaydı sadece bir köpeğim olsun isterdim.
Hangisini tercih edersin? Büyük ellere sahip olmayı mı yoksa büyük ayaklar mı? Neden?
Büyük eller, ayaklar derken ne kadar büyük? Beni en çok benden alan soru bu işte. Yok, kalsın ikisinin de orantısı güzel.
Hangisini tercih edersin? Geriye kalan hayatının tamamında çay içmeyi mi yoksa kahve içmeyi mi? Neden?
Bu soru, bana göre cevabı en kolay olanı. Zira nadiren görülen çaydan hoşlanmama hastalığına sahibim. Kahveyi severim ama.
Hangisini tercih edersin? Pilav üstü kuru mu yoksa köfte patates mi? Neden?
İkisi de sevdiğim yemekler. Pilav üstü kuruyu güzel bir pilavın hatırına köfte patatese tercih ederim.
Hangisini tercih edersin? Sınırsız döner mi yoksa sınırsız kokoreç mi? Neden?
Bana sorulabilecek kolay sorulardan biri daha. Elbette kokoreç, ama İzmir usulü olacak. Hergün yesem bıkmayacağım bir lezzet, tabii ustasının elinden. 
Hangisini tercih edersin? Ölüm saatini bilmeyi mi yoksa nasıl öleceğini bilmeyi mi? (Ölüm tarihini ve ölüm şeklini değiştiremiyorsun.) Neden?
Cevabı zor olan aynı zamanda beni benden alan bir soru da bu. Ölüm saatimi bilsem (yukarıdan vahiy yoluyla gelmiş olmalı) sanırım onu öne almaya çalışırdım. Ne demek şimdi ya iki yıl kaldı, altı ay kaldı, bir haftam kaldı, 12 saatim... Böyle bir yaşam düşünemiyorum. Evet, hepimiz zamanı gelince öleceğiz ama bunun bilinmez olması bence iyi tasarlanmış. Nasıl öleceğini bilmek de huzursuz eder insanı. Mesela trafik kazasında öleceğim bildirilmiş olsa evden çıkmaz sonsuza dek yaşayacağımı zannederdim. En sonunda torunlarımın torunları iple dışarı çeker arabanın önüne atarlardı beni herhalde... Bu sorunun net cevabı yok sanki.
Hangisini tercih edersin? 500 yıl gelecekte yaşamayı mı yoksa 500 yıl geçmişte yaşamayı mı? Neden?
Bu hususta tercihim net. 500 yıl geçmişte yaşamayı tercih ederdim. Her şeyden önce geçmiş bilinendir ama 500 yıl sonrasını kim bilebilir. 500 yıl öncesinin doğal meyve ve sebzelerinin tadına varmayı, küçük şeylerle mutlu olmayı isterdim. Bu gidişle 500 yıl sonrasının nereye varacağı bilinmez ama yaşamak için daha çok çalışmanın gerekeceği, sömürmek, sömürülmek, mutsuz insanlar geliyor ilk aklıma.
Hangisini tercih edersin? Her yıl yenilenen tek seferlik uluslar arası bir uçuş bileti mi yoksa yurt içinde geçerli sınırsız uçak bileti mi? Neden?
Uluslar arası bileti tercih ederim tek seferlik de olsa. Bir kez yurt dışına çıksam yeter. Daha fazlasını cebimden öderim artık. Gezmek ise söz konusu olan, yurt içinde arabamla yolculuk yapmayı tercih ederdim.
Hangisini tercih edersin? daha çok dinlemeyi mi daha çok konuşmayı mı? Neden?
Sanırım bunun yaşla ilgisi var. İnsan yaş aldıkça tecrübesi ve anlatacağı daha fazla oluyor. E, ben de artık gençler kategorisinden çıktım sayılır. 

Evet, böylece soruların sonuna gelmiş bulunuyoruz. Hayat yolunda şansınızın tercihleriniz doğrultusunda olmasını diliyorum.  

7 Şubat 2019 Perşembe

İNSANLAR, İNSANCIKLAR...

Taş Ev insanları tanımaya devam ediyor... Genç bir hanım, otuzlu yaşlarda. Alışverişini yaptıktan sonra sohbete başlıyoruz. Ticarette siyaset olmaz ama bizim buralar neredeyse silme Atatürkçü olduğu için nispeten rengimizi belli etmekte mahzur görmüyoruz. Doğal gıdalara geliyor konu. Oradan tohum yasasına, yerli üretime. GDO'lu ürünlerden girip ülkesindeki baskı rejiminden kaçan İranlılardan çıkıyoruz. Zaman zaman gerilimli geçen ayaküstü tartışma en az bir saat devam ediyor. İyi ki iki kişiyiz, birimiz gelen müşterilerle ilgilenme imkanı buluyor.  

Hanımefendi "Bakın, ben siyaset yapmıyorum." derken dik âlâsını yaptığının elbette farkında. Eşimle ağzımız açık, sabırla dinliyoruz söylediklerini. Birkaç kelimelik itiraz cümleleri, hanımefendiyi daha çok ateşliyor. Sanki bu ülkede yaşamıyormuşuz hissine kapılıyorum.

31/10/2006 tarihinde TBMM'de kabul edilen "Tohumculuk Yasası" nı meğerse ABD çıkarmış (!) Hükümetimiz buna karşılık değişik birlik ve kurumları aracılığıyla yerli tohumculuğa büyük destek veriyormuş(!) Eşim, yasaya göre yerli tohumun satışının yasaklandığını söyleyecek oluyor, dinleyen kim? Türkiye, kendi kendine yeten ender ülkelerden biri deyince ben dayanamıyorum bu kez. "O eskiden öyleydi, şimdi samanı bile ithal ediyoruz." diyerek müdahil oluyorum. Yavaş yavaş saygı ve sabır sınırlarını zorlayan atmosfer oluşmaya başlıyor, hele "Siz hiç kitap okuyor musunuz?" diye sorunca. Yok anacım, biz yaylada kaval çalıyoruz dememek için zor tutuyorum kendimi.

Hoop atlıyor başka bir konuya. "Ülkemizde birlik beraberlik var, biz Türkler en zor anımızda küllerimizden yeniden doğarız. Yunanistan bizi vurmak için gizli planlar yapıyor." Dur hele dur, Yunanistan bizi mi vuracak? "Yurdumuzun kalkınmasını çekemiyorlar, ülkemizde özgürlük var, herkes mutlu. Siz biliyor musunuz, İranlılar akın akın Türkiye'ye göçüyor. Suriyelilerin arkasından birkaç yıl sonra dört milyon İranlı göçmenimiz olacak. Bu ülke onlara da kucak açacak ama biz kendi yurdumuzda azınlığa düşeceğiz bu gidişle. İran yönetimi Sünnilere, Azerilere, Şiilere, değişik etnik ve dini kökene sahip insanlara ayrı ayrı baskı uyguluyor. İzmir'e binlerce İranlı gelip kalıcı olarak yerleşti. Zulümden kaçıp huzura geldiler."

İranlıların İzmir'e akın ettiğini bilmiyordum. Araştırdım. Evet doğru geçen yıl İran uyruklulara İzmir'de 8.000 daire satılmış. Bunun asıl nedeni yasalarda yapılan değişiklikmiş tabii. Yabancıların mülk sahibi olmalarına sağlanan kolaylıktan dolayı böyle bir durum çıkmış ortaya. Hükümetimiz kaynak yaratmada uzman, hiçbir fırsatı göz ardı etmiyor. Yoksa, İzmir limanına demir atmak üzere kimsenin İran rejiminden kaçtığı falan yok. Kaldı ki bu konuları araştırırken bir haber dikkatimi çekiyor. Dini bir sıfatı da bulunan İran İçişleri Bakanı, kadın özgürlüğünü kısıtlama faaliyetlerinde başarısızlığa uğradıklarını kabul etmiş. Bu İran kadınının ne kadar mücadeleci bir karaktere sahip olduğunu gösteriyor açıkça.

Giderayak bir soru daha soruyor bize. "Sizce bizim bu denli güçlü olmamızın sebebi ne?" Eşim bam teline basıyor. "Biraz gücümüz kaldıysa o da Atatürk sayesinde." "Evet," diyor hanımefendi, "O da var tabi ama biz zor anlarımızda birleşiriz, birleşince kuvvetleniriz." Dükkandan ayrılır ayrılmaz alışveriş yaptığı kredi kartının işyeri nüshası slipi üzerindeki isme bakıp google amcadan parti bağlarını araştırıyoruz. Bakış açılarımızın bu kadar zıt, üstelik kendinden yaşça büyük insanlara ders anlatır gibi akıl veren saygısız ve ukala bir insanla ilk kez bu kadar uzun bir süre tartıştığımızı düşünüyorum.