KATEGORİLER

21 Temmuz 2019 Pazar

MADALYONUN İÇİ - GÜLSEREN BUDAYICIOĞLU

Kitabın Adı: Madalyonun İçi
Yazar: Gülseren Budayıcıoğlu
Sayfa Sayısı: 383
Yayınevi: Remzi Kitabevi
Türü: Anı - Psikolojik

Yazarın kurmuş olduğu özel klinikte kabul ettiği hastalarıyla yapmış olduğu psikoterapi seanslarını ve tedavi sürecinde su yüzüne çıkan birbirinden ilginç yaşanmışlıkları ele alan bir psikoloji kitabı. Hasta ile kurduğu iletişim tekniklerinin yanı sıra hasta hakkında düşünceleri ve hastalığın olası sebeplerine dair bilimsel değerlendirmeleri herkesin anlayabileceği bir dilde ele alıyor yazar. Bu yönüyle tür bakımından okumuş olduğum diğer iki kitabından farklı bir çizgide.

Öncelikle hastalarından her birinin öyküsünü ara-başlıklar altında toplaması ve görüşme sırasına göre numaralandırıp kitabın içine serpiştirmesi okurun ilgisini bir miktar azaltıyor. Bunun yerine olaylar aynı başlık altında toplanmış olsaydı konu bütünlüğü daha iyi korunabilirdi. 

Gerçek hikayelerden yola çıktığını ifade eden yazarın olay ve kişilerin davranışlarını bir miktar abarttığı ve kurgusal öğelere fazlasıyla yer verdiği izlenimi edindim. Değişik sosyal sınıflardan kabul ettiği hastalarla yaptığı diyaloglar hasta - doktor arasında olabilecek diyaloglardan uzak. Bu durum sorulara verilen cevapların bazılarında doğallığın dışında, terapist tarafından uydurulmuş hissi bırakıyor.

Yazım dili, ele alınan konular ve verilen mesajlar dikkate alındıırsa yazar hayli başarılı. Panik atak, şizofreni gibi ciddi rahatsızlılarla baş etme yollarını sade bir dille aktarıyor hastalarına. Seçilen kahramanlar genellikle ağır travma geçirmekte olan sıra dışı insanlar. En uzun psikoterapi seanslarını verdiği çöp apartmanın sahibi üç kızkardeşe göstermiş olduğu alaka, bütün randevularını iptal etmek pahasına haftada iki kez evlerine gidip en az iki saat yanlarında kalması ülkemizde ve dünyada karşılaşılmayacak cinsten. Bu yüzden inandırıcılığını zorluyor. Böyle düşünmemin sebebi yazarın bütün öykülerinin gerçek yaşam öyküsü olduğunu iddia etmesi olabilir mi? Kim bilebilir... 

Diğer taraftan kitapta anlatılan olaylarla ilgili detayları hafızamızda uzun süreli misafir edemesek de aklımızda kalan yazarın çıkarımları kitaba değer katıyor. Her davranışımızın bir sebebi olduğunu, haksız yere kendimizi suçladığımızda yalnızlık hissedeceğimizi ve bu durumun ileride ne kadar büyük problemler yaratabileceğini yerinde ve dozunda aktarmayı başarıyor.  

18 Temmuz 2019 Perşembe

USTA ve MARGARITA - MIHAIL BULGAKOV

Kitabın Adı: USTA ve MARGARITA
Yazar: Mihail Afanasyeviç BULGAKOV
Çeviri: Mustafa Kemal YILMAZ
Sayfa Sayısı: 505
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Türü: Roman Fantastik, Mizah, Aşk

Kitap Hakkında: Hemen belirtmeliyim bu bir başyapıt. Nasıl söyleyeyim kitapta ne ararsanız bulabiliyorsunuz. Keyifle okuduğum kitabın içinde olayların ve kişilerin muhteşem bir şekilde tasvir edilmesinden mi bahsedeyim, hayal gücünün genişliğinden mi, dönemin sosyal yaşantısına dair olağan üstü hicivlerden mi?

Mihail Afanasyeviç BUNGALOV, (1891-1940) Stalin döneminin olağanüstü koşullarında kaleme aldığı bu eseri yaşamının son on yılında tamamlamış. Usta ve Margarita ne yazık ki ancak yazarın ölümünden 26 yıl sonra 1966 yılında yayınlanabilmiş, o da sansürle. Aslen bir tıp doktoru olan Bungalov, okurun ayağını yerden kesen bir klasik yaratıyor edebiyat dünyasında.

Birçok çevirisi var kitabın. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından satışa arz edilen eserin çevirisi 1972 yılında sansürsüz orijinalinden bazı açıklamalarla birlikte sunuluyor. Rusya'da genel olarak şahısların adı soyadı ve baba adı uç uca diziliyor. Kitabın başında kitabın kahramanları ve kişilerin bir kısmının adları ve lakapları ile birlikte görevleri ve birbiriyle olan ilişkileri kısaca tanımlanıyor. İlerleyen bölümler arasında mekan değişiklikleri ile birlikte kişiler değişince girişteki bu tanımlamalar okurun imdadına yetişiyor. Ekim devriminden sonra Rusya'daki sosyal yaşamı mizahi bir şekilde dile getiren yazar diğer taraftan İsa peygamberin yargılanıp çarmıha gerilmesi hadisesini farklı bir şekilde ele alıyor. İncil'in dört ayrı versiyonunda ve tarihçiler nazarında farklı yorumlanan bu olayda herkes kendi siyasetine göre tavrını belirliyor. Hristiyanlığın doğuşuna temel teşkil eden bu önemli olayda İsa'nın ölüm kararını onaylayan Yahuda Eyaletinin Roma'lı valisi Pontius Pilatus'un yaşadıkları ve kararsızlıkları gözler önüne seriliyor. Bir yandan dini inançlara ince bir üslupla dokunurken kitabın ilerleyen bölümlerinde büyük bir aşkı görüyoruz.

Eserin her tarafında ortaya çıkan veya varlığını hissettiren yabancı profesör Wolfang kimliğinde Şeytan bizim bildiğimiz kötü karakterinden uzak. Dört tane yardımcısı var. Bunlardan en haylazları olan iki kafadar tombul iri kara kedi Behemot, garip kılıklı koro şefi Korovyev doğa üstü güçleri ile kötü yürekli insanları cezalandırma biçimiyle okuru gülümsetiyor.

Romanın baş karakteri adını öğrenemediğimiz Usta. Kendisi sadece böyle anılmasını istiyor. Pontius Pilatus hakkında bir roman yazmaya çalışırken hem dönemin baskısı altında ezildiğinden dolayı hem de yazdıklarını istediği duruma getiremediği kuruntusu sebebiyle en sonunda kitabını yakmak zorunda kalıyor. Tam bu esnada Margarita ile yolları birleşiyor ve aralarında büyük bir aşk doğuyor.

Kitabın içinde geçen terim ve olayları daha iyi anlayabilmek için sık sık google amcadan destek almak faydalı oldu benim için. Bu durum biraz sıkıntı yaratıyor görünse de bilmediğim hatta duymadığım bazı terimleri öğrenmeme fırsat yaratması kazanç. Beni en çok etkileyen ise yazarın kullandığı edebi dil oldu. Kitabı okurken yanıma gelip merak edenlere okduğumu değil zevkten uçtuğumu söylüyordum. O kadar yani.  

16 Temmuz 2019 Salı

15 TEMMUZ - AKLIMDA DELİ SORULAR

Kafam karışık, karmakarışık. 3 yıl geçti aradan. Herkes birşeyler anlatıyor, yazıyor, çiziyor. Bu konuda daha önce yazdım ben de düşüncelerimi. Yine yazdım, sonra beğenmedim, sildim hepsini. Elimden geldiğince kısa tutmak istiyorum bu kez.

Tiyatro demiştim daha önce. Bu düşüncemi değiştirmez kimse, tek başına da kalsam demiştim. Kim bunun sorumlusu, kimler getirdi bu darbecileri bu makamlara diye bilinenleri sormayacağım.

Demokrasi şehitleri(!) dedikleri 252 kişi. Yaklaşık 700 kişi ölmüş toplamda bu kanlı darbe girişiminde. Yakalanan darbeci askerlerin dışında yaklaşık 450 kadarı öldürülmüş. Kimse bunu dile getirmiyor. Yani ciddi bir iç savaş provası. Ehveni şer olan cumhuriyete bağlı birimlerin sayesinde kazanmış neyse ki. Böylesine kanlı bir teşebbüsü kontrol etmek mümkün görünmüyor tankın önüne yatan vatandaşın darbeyi önlediği mümkün görünmediği gibi. Aklımda deli sorular...

Derler ki, kuvvet komutanlarının hepsi darbeci. Gidiyorlar Genel Kurmay Başkanını ikna edip yanlarına almaya. Zira biliyorlar ki emir komuta zinciri olmadan başarılı olamazlar. Genel Kurmay Başkanı kabul etmiyor. Canını gözden çıkarmış, gözünü karalar bürümüş darbeciler için Genel Kurmay Başkanını orada öldürmek ve bir kuvvet komutanını onun yerine Genel Kurmay Başkanı ilan etmek çok mu zor?

Selalar okunuyor yine ülkemin bütün camilerinde, saat gecenin yarısı... Çözmekten aciz bu darbe denilen garabeti.

Genel Kurmay Başkanı, Cumhurbaşkanının yanlarından ayrılmayan emir subayları darbeci (!) Silah taşıyorlar yanlarında. Madem iktidarı ele geçirmek istiyorlar ve bu uğurda kendilerinden 450 can vermiş, Marmariste kaldığı otele suikast timi gönderip devletin başını ortadan kaldırmayı planlayana kadar emir subayına bu işi yaptırtmak daha kolay değil miydi hedeflerine ulaşmak için?

Bu işin bana göre kara kutusu Hakan Fidan şimdiye kadar neden ağzını açmadı? Darbe konusunda açılan meclis soruşturması neden yalap şap kapatıldı? Darbeye iştiraki nedeniyle görevden alınan, hapse atılan her meslek grubundan insan varken örgüt siyasi kanada hiç mi bulaşmamış?

Diyelim ki bu tiyatro değil. Belki bir içsavaşa kadar sürüklenecek darbe girişiminde, siyasiler uyuyor. Genel Kurmay Başkanı, Milli İstihbarat Teşkilatı başkanı da uyuyor muydu. Görevlerini suistimal ettikleri bu kadar açık olmasına rağmen bırakın haklarında dava açmayı, açığa alınmadıkları gibi birinin Savunma Bakanlığına getirilmesi, diğerinin aynı görevine devam ettirilmesi normal mi?

        

12 Temmuz 2019 Cuma

GÜNAHIN ÜÇ RENGİ - GÜLSEREN BUDAYICIOĞLU

Kitabın Adı: Günahın Üç Rengi
Yazar: Gülseren Budayıcıoğlu
Sayfa Sayısı: 286
Yayınevi: Remzi Kiyabevi
Türü: Roman


Kitap Hakkında: Camdaki Kız kitabını değerlendirme yazımda yazar hakkında düşüncelerimi detaylı bir şekilde aktarmış olduğum için tekrarlamak istemiyorum.
Yazarın okuduğum ikinci kitabı Günahın Üç Rengi iddia edildiği üzere yine hastaların gerçek yaşamları üzerine kurgulanmış psikolojik bir roman. Kapak fotoğrafında kırmızı, gri ve siyah renkli üç elma roman karakterlerini temsil ediyor. Toplumda şiddetle karşı çıkılan, dışlanan yaşam biçimlerine sahip kişilerin kendilerini gizleme çabası, yaşadıkları tramvaların altında yatan sebepler, ve bunların su yüzüne çıkartılması akıcı bir dille anlatılıyor. Hastalarla sıcak bir ilişki kurulmasına müteakip güvenlerinin kazanılması, onların yaşadıkları serüveni içtenlikle hekime anlatılması, hekimin de problemi ortaya çıkaracak yeni sorularla sonuca gitmesi, yeri geldiğinde kendi değerlendirme ve düşüncelerini dile getirmesi şeklinde süregelen bir temaya sahip olan kitaptan çıkarılan sonuç insan ilişkilerinde bütün olumsuzlukların temelinde sevgi noksanlığının yatması.

Yazar kitabında kırmızı fahişeliği, gri homoseksüelliği, siyah ise cinsel sapkınlıkları temsil eden renkler olarak sınıflandırıyor. Toplumda bütün bu niteliklere sahip kişilerin ahlaki yönden dışlandığı ve yaptıklarının dini değerler bakımından da günah sayıldığı için kitabın kahramanları bir yandan kendileriyle hesaplaşırken diğer yandan çevrelerinden gelen büyük baskı altında ezilmektedir. Her bir yaşam inanılmaz bilinmezlikler içerirken, büyük sırlara anne babaların bile ulaşamadıklarını görüyoruz. Sıradışı bu insan özelliklerinde kişinin kendini suçlamasının haksızlık olduğu her davranışta geçmişte kalan bir neden yattığını ve insanın bu nedenlerle yüzleşmesi halinde huzura kavuşacağını, böylelikle normalleşeceğini iddia ediyor yazar.

Kitabın kurgusunun salt yaşanan gerçekleri yansıtmadığı, yazarın başarılı bir şekilde karakterleri olduğundan daha ilgi çekici kıldığı izlenimine kapılıyor insan. Bunun en önemli sebebi ilerleyen süreçte karakterlerin birbirleriyle ilişkilerinin ortaya çıkması. İlginç bir tesadüf olarak okuru fazlasıyla şaşırtmasına karşılık, bu durum yazarın gerçek yaşam kurugusu iddiasını zayıflatmış oluyor elbette. Velhasılı okuyucuyu merakla peşinde sürükleyen, başka dünyaların insanları hakkında bilgi veren güzel bir kitap.

11 Temmuz 2019 Perşembe

CAMDAKİ KIZ - GÜLSEREN BUDAYICIOĞLU

Kitabın Adı: Camdaki Kız
Yazar: Gülseren Budayıcıoğlu
Sayfa Sayısı: 352
Yayınevi: Doğan Kitap
Türü: Roman

Kitap Hakkında: Kitaba geçmeden önce yazardan bahsetmek gerektiğini düşünüyorum bu kez. 1972 yılında A.Ü Tıp Fakültesinden mezun olduktan sonra psikiyatr dalında uzman olan Budayıcıoğlu üniversite yıllarında TRT Ankara Televizyonunda açılan sınavı kazanarak kadrolu spiker olarak görev yapmış. Bu yönü ile kendine güvenen, hırslı bir karakteri var, başarılı da aynı zamanda. Uzun yıllar serbest hekim olarak çalıştıktan sonra Ankara'da Türkiye'nin ilk özel psikiyatri kliniğini kuruyor. İşleri daha da büyüterek İstanbul'da iki merkez daha açıyor ve yanında profesörler ve onlarca uzman psikolog-psikiyatr çalıştırıyor. Bugüne kadar roman dalında beş kitap yazmış. Genel olarak yazdıkları yazarın hastalarıyla yaptığı mülakatların bir özeti. Bunun yanı sıra yeri geldiğinde gelişen olayların değerlendirmesini yapıyor, düşüncelerini aktarıyor ve bazen de  kendi hayatından örnekler veriyor. Her ne kadar bütün yazdıklarının gerçek hayat hikayelerinden kurgulandığını belirtmiş olsa da bunların ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu bilmiyoruz. İki kitabını okuduktan sonra yazarın müteşebbis ve reklam, pazarlama stratejileri konusundaki uzmanlığının hekimliğini geride bıraktığını söylemek yanlış olmaz sanırım.

Kitaba gelince; Yazım dilini ve sürükleyiciliğini beğendiğimi söyleyebilirim. Roman karakterleri ülke coğrafyasında karşılaşılması muhtemel kişilik özelliklerine sahip. Buna rağmen vay canına, bu kadar da olur mu? diyeceğimiz davranış ve kişilik özellikleri ilgi uyandırıyor. Romanın baş karakteri kitaba adını veren Camdaki Kız değil bana göre. Baş karakter kızın aşık olduğu ve kişilik olarak tamamen zıddı olan Hayri. Yazar çocukluk çağında içinde bulunulan ortamın ve yaşananların yaşam boyunca etkisi olacağını, en önemlisi kaderin daima çocukluk yıllarındaki yaşantıya göre şekillendiği savında. Bu rotanın her zaman mutluluk getirmeyeceğini, insanın önüne çıkan bazı fırsatları değerledirerek kaderinin akışını değiştirebileceğini ileri sürüyor. 

Baş kişi Hayri, tam bir kıro. Ama üç kadını birden idare ederken onları mutlu ediyor aynı zamanda. Karşısına çıkan kadınların özelliklerine göre onlara nasıl davranılacağını biliyor. Bu nedenle dayakla terbiye edilen nikahlı karısı, üniversite mezunu aşığı ve gece kulübünde laz karısı da Hayri'ye kör kütük aşık. Üstelik birbirlerini tanıyor, biliyorlar bu kadınlar.  Yazar, kendi mesleği gereği bir detektif gibi her birinin çocukluklarına inerek olayları çözmeye çalışıyor. 

Şunu da söylemeden geçmeyeyim: Gülseren Budayıcıoğlu'nun bu kitabını okuyanlardan pek çoğu yazarın özel kliniğinde alıyor soluğu. Kitabın içinde özel kliğinin her ayrıntısı ve hastalara ne kadar iyi davranıldığı, çalışanların ne denli uyum içinde çalıştığı özellikle vurgulanıyor. Velhasılı kitabın hasta sayısında ciddi bir artış yarattığını tahmin etmek zor değil. Bu durum, yazarın roman sayısının artmasında etkilidir belki de. Yine de kitap kendini okutuyor mu, evet okutuyor.    

8 Temmuz 2019 Pazartesi

ULUSLARIN DÜŞÜŞÜ - D. ACEMOĞLU / J.A. ROBINSON

Kitabın Adı: ULUSLARIN DÜŞÜŞÜ
Orijinal Adı: Why Nations Fail
Yazarlar: Daron ACEMOĞLU- James A. ROBINSON
Çeviri: Faruk Rasim Velioğlu
Sayfa Sayısı: 496
Yayınevi: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş (Doğan Kitap)
Basım Yılı: 34. Baskı, Temmuz 2018
Türü: Araştırma, Tarih, Ekonomi, Siyaset

Kitap Hakkında: Doğrusunu söylemek gerekirse öyle fazla ilgi alanıma girmeyen türden bir kitapt olarak algılaşmıştım Ulusların Düşüşü'nü. Önce yazarlar çekti dikkatimi. Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı olan Daron Acemoğlu, ABD'nin en prestijli üniversitelerinden biri olan MIT'de iktisat profesörü. J.A. Robinson ise Harvard Üniversitesinde siyaset bilimi dalında profesör ve aynı zamanda ekonomist. Şu aralar ülkemize yeni bir nobel ödüllü bilim adamı kazandıracağına mutlak gözle bakılan Acemoğlu, dünyada ekonomi üzerine yazılan makaleler ve kitaplarda kendisine en çok atıfta bulunulan ilk on ekonomist arasında yer alıyormuş. Kitabın İngilizceden dilimize çevirisi genel olarak başarılı diyebilirim. Özellikle beyin yıkarcasına tekrar edilen terimlere dilimizde güzel karşılıklar bulunmuş. Ancak okuyup bitirdikten sonra kitap adının orijinaline karşılık gelmediğini ve içeriği ile örtüşmediğini fark ediyorum. Sanki dünya ulusları bir şekilde yükselmiş ve sonradan düşüşe geçmişler gibi bir şey anlıyor insan. Oysa biraz argoya kaçsa da orijinal adının tam karşılığı "Uluslar Neden Çuvallar"olabilirdi. Hadi bunu beğenmediniz, "Ulusların Başarısız Olmasının Nedeni" ya da "Ulusların Başarısızlığı" gibi adlarından biri daha uygun olabilirdi.

Kitabın konusuna gelince; neolitik dönemden bu yana dünya coğrafyasında insan ilişkilerinin tarihsel süreç içinde analizini görüyoruz. Geniş bir araştırmaya dayanan saptamalar yazarların perspektifinden okura sunuluyor. Amerika kıtasından Japonya'ya, Avrupa'dan Asya'ya, Afrikaya oradan Avustralya'ya kadar gelmiş geçmiş irili ufaklı devletlerin yönetim sistemleri ve buna bağlı iktisadi gelişimleri tarihsel bir süreç içinde incelenerek toplumların refah düzeyi üzerindeki etkileri masaya yatırılıyor. Birçok değişkene bağlı ve kontrolü neredeyse imkansız olan olaylar silsilesi ülkelerin kaderini çizerken yapılan değerlendirmeler ve tespitlerin sonucunda neo-liberalizme alternatif ancak adını koyamadığı yeni bir yönetim sistemi üzerinde karar kılıyor yazarlar. Bazen Sahra Altı diye tanımlanan Orta Afrika ülkelerindeki kabile şeflerinin isimlerine varıncaya kadar detaya inilirken, Amerika kıtasındaki İnka ve Aztek medeniyetleri, Batı Avrupa ülkelerinin kolonileri ve Hindistan hatta Uzak Doğu'ya kadar uzanan sömürgecilik faaaliyetleri ile köle ticareti, monarşik ve komünist rejimlerin toplum üzerindeki sosyo-ekonomik etkilerine değiniliyor. 

Düşünen her insanın kolaylıkla ikna olabileceği temel ilkelere okurları ikna etmek yazarlar açısından hiç zor olmuyor. Anlatılan her olay, yazarların savunduğu teorileri destekleyecek tarzda sonuçlanmış gösteriliyor. "Bak gördünüz mü bunları yapmayan toplumlar böyle olur buna uyan toplumlarsa işte böyle" dercesine. Tarihin kazananlar elinden yazıldığı gerçeğini göz ardı etmeden bahse konu kitap okurlara tavsiye edilebilecek niteliğini kaybetmiyor yine de. Eleştirel gözle bakılmadığında pek çok kişiyi etkisine alacağından ve her cümlesine hayranlık duyulacağından eminim. Ancak benim gibi düşünen ve her taşın altında bir yılan arayan kişiler (ki, çoğu kez o yılan bir yerlerde bulunur) kitabın muhtevasında eleştirilebilecek bazı noktalara parmak basmakten kendilerini alamaz. 

Öncelikle takdir ettiğim hususlar: Oldukça geniş bir araştırma ve emeğe dayalı bu kitap, tarihsel süreç içinde toplumların sosyal, ekonomik ve siyasal gelişimine farklı bir bakış açısı sergilerken, aynı zamanda okuru bilgilendiriyor, var olan bilgileri tazeliyor. Ekonomik büyüme refahı getirir diyor ama bunun sürekli ve yeterli bir unsur olamayacağının altını çiziyor. Örnek olarak Sovyetler Birliği'ni veriyor. Çarlık Rusya'sından sonra özellikle askeri ve uzay teknolojisine yatırım yaparak belli bir süre ekonomik büyüme gösterdi ancak bu süreklilik arz etmedi ve sonunda sistem çöktü. Çünkü orada belli bir kesim (parti üyeleri) vatandaşları ekonomik ve siyasal bakımdan sömürülüyordu. Amerikan kültürünü almış profesörlerden başka bir değerlendirme beklenir mi? Elbette hayır. Şaşırmıyorum. Neyse konumuz bu değil, geçelim.

Peki sürekliliği olan ekonomik büyüme hangi koşullarda sağlanır? Bunun için tamamen katıldığım birbirine bağlı üç hatta dört unsurun yerine gelmesi şarttır denilmekte. Nedir peki bunlar?

1. Kapsayıcı Siyasal Sistemler: Yani yöneticilerin toplumun her kesimini temsil eden, onların haklarını savunabilen, refah düzeyini adil bir şekilde yükseltecek politikalar üreten kişilerden oluşması. Bahse konu yönetim sisteminin adını koymaması dikkatimi çekiyor. Demokrasi demiyor mesela, cumhuriyet demiyor. Hatta kapsayıcı siyasete Orta Afrika'da kabile devletlerinden birini örnek gösteriyor. Orada kabile şeflerinin halkı dinleyip ihtiyaçlarını belirlediği ve emeğin karşılığı olan geliri adil bir şekilde paylaştığından söz ediyor. Aslında ülke demokrasi ile yönetilse bile eğer siyasal sistemi kapsayıcı olmaktan uzak ise halkının refahı, huzuru ve mutluluğu söz konusu değildir.

2. Kapsayıcı Ekonomik Sistemler:  Ülkenin geliri toplumun her kesimince adil olarak paylaşıldığı, halktan alınan vergilerin gelirleriyle orantılı olduğu, sömürü düzeninin ortadan kalktğı bir iktisadi sistemden bahsediliyor. Monarşik yapıların oluşumuna yer vermeyen, sömürgecilik ve köleliğin olmadığı, rekabete açık, sanayileşmeyi destekleyen ve teknolojilik yeniliklerin önünü açan bir düzen bu. Kapsayıcı ekonomik bir sistemden yoksun devletlerde isyanlar, iç savaşlar çıkar ve bunun sonucunda kapsayıcı olmayan siyasal sistemlerin devreye girdiğinden söz ediyor yazarlar. Ne var ki, böyle bir ekonomik sistem hangisidir sorusuna cevap bulamıyorsunuz. Her fırsatta gelişmiş ülkelere örnek gösterilen İngiltere ve ABD olduğuna göre bu devletlerin siyasal yönetim tarzları ve iktisadi sistem tercihlerinin kapsayıcı olduğu ve bu sebeple sürekli bir büyüme içinde oldukları algısı yaratılmak isteniyor aslında.
Bir diktatörün halk direnişiyle devrilip bir başka diktatörün başa gelmesi "kısır döngü" olarak tanımlanıyor. Nadiren İngiliz sanayi devrimine yol açan "Görkemli Devrim" ise "verimli döngü" olarak tanımlanıyor. Yazarlara göre toplumun teknolojik yeniliklere açık olması ve devlet tarafından müteşebbis hareketlerin teşvik edilmesi, sanayileşmesi, tekelciliğin ortadan kaldırılıp özel sektörün önünün açılması kapsayıcı ekonomik sistemin parçaları. Tarıma dayalı bir üretim yapılan ülkelerde işçilerin emeklerinin karşılığını alamadığı, toprak sahipleri, aşırı vergi toplayan yöneticiler ve ürünü pazarlayan elit kesimin ise hak ettiğinden çok daha fazla miktarda gelir elde ettiğinden yola çıkarak bunun gibi feodal yapılanmanın olduğu devletlerde sanayi ve teknolojiye karşı çıkmasını doğal buluyor ve geri kalmışlığı örnekler vererek açıklıyor. Çünkü emeği sömürmek daha kolay ve daha kazançlıdır. Makineleşme sonucunda emekçiler işsiz kalacak ve bu durum huzursuzluk getirecek isyana sebep olacaktır. Yazarların "Yaratıcı Yıkım" tabirini kullandıkları bu olay İngilterede sanayi devriminin başlamasının nedeni olarak gösteriliyor.

3. Merkezi Yönetim:  Yukarıda bahsi geçen Orta Afrika ülkesi kapsayıcı siyasal sisteme haizdi ancak bu kabile şeflerinin hepsini birden temsil edecek bir yöneticiden yoksundu ve bu nedenle sürekli bir büyüme gösteremediler diyor yazarlar. Başta birliği sağlayacak bir lider olmayınca ülkelerin siyasal ve ekonomik kapsayıcı sistemlere sahip olması bile fayda sağlamıyor yine.

4. Bağımsız Medya:  Demokratik rejimlerde birbirinden bağımsız yürütülmesi şart olan üç saç ayağına artık dördüncü bir ayak ekleniyor. Yasama, yürütme, yargı ve son olarak medya. Yazarlar ülkelerin sürdürülebilir ekonomik büyümelerinde medyanın etkisini de göz ardı etmemişler. Fakat şunu da ifade ediyorlar; Eğer siyasi kurumlar gerçekten kapsayıcı olursa medya zaten bağımsız olur. Medyanın bağımsız olmaması siyasetin kapsayıcı olmamasından kaynaklanır. Medya bağımsız olacak ki, sistemin aksayan yönlerinden halk ve onların seçtiği yöneticiler farkına varabilsin. 

Ne güzel değil mi? Kağıdın üstünde legonun parçalarını yerli yerine koyduk. Şimdi gelelim eleştirilerime. Öncelikle yazılanların yani teşhisleri ve önerilen tedavileri doğru bulduğumu söyleyebilirim.  Ancak uygulamaya gelince nasıl olacak bu iş? Çok kıymetli profesörlerimiz buyursunlar gelsinler ülkemize, yukarıda belirtilen dört kriteri uygulasınlar hele bir görelim.

Sadece bizim ülkede mi bu kriterlerin uygulanmasına olanak yok? Kaç ülke var bunları hakkını vererek uygulayabilecek olan? Sonra biz istesek bile bu koşulları yerine getiremeyiz ki (!). Dış güçler de istemez bunu yapmamızı değil mi? Maazallah sonra kimi sömürecekler? Belki tuhaf kaçacak ama ne düşündüm biliyor musunuz? Yazarların kitabı aynı kutsal kitaplar gibi. Cenneti var cehennemi var. Eğer cici insanlar olursanız refaha erersiniz diyor biri, diğeri de cennette hurilere gönderiyor. Yok yanlış yolu seçerseniz batarsınız, aç kalırsınız, perişan olursunuz diyor biri, bir diğeri cehennemde zebanilere yem ediyor. Binaenaleyh ne saygıdeğer bilim adamlarının şartlarını dört dörtlük uygulayıp insanlığa refah ve huzur getiren ulusları gördük, ne de cenneti (!) 

Gelelim diğer eleştirilere. Yazarlardan biri Ermeni asıllı da olsa cumhuriyet kurulalı beri bizler gibi aile boyu Türk Vatandaşı. Galatasaray Lisesi mezunu yanılmıyorsam, Daron Acemoğlu. Osmanlı İmparatorluğunun monarşisinden, sömürüsünden bahsediyor, bütün dünya ülkelerinden, Afrika'nın kabile devletçiklerinden Avustralya'nın aborijinlerine kadar her şeyden söz ediyor kitabında ama Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili iyi ya da kötü bir satır bile yazmak aklına gelmiyor. Atatürk'ün yapmış olduğu devrimlerden, emperyalizme, feodalizme karşı yaptığı mücadeleden bahsetmek işine gelmiyor. Nasıl ABD uydusu haline geldiğimiz, neden başarısız olup gelişemediğimiz yönündeki sorularıma kitapta cevap aramam boşuna. Sadece Türkiye değil başka ülkelerde vardır elbette ayrıntısını bilemediğim, uluslarının refahı için istenen dört şartı sağlamaya çalışırken toz kondurmadığı ABD ve İngiltere tarafından çelme takılan. Neyse konu oldukça geniş. Bugün gelişmiş ülke olmanın dört şartını en üst düzeyde yerine getiren İskandinav ülkelerindeki tarihsel siyasal, sosyolojik ve ekonomik gelişimden nedense hiç bahsedilmiyor. 

İki ülke İngiltere ve ABD her şeyini halletmiş, örnek alınacak ülkeler olarak ön plana çıkarılıyor. İngilizlerin sömürgecilik hareketlerinden kibarca bahsediliyor ama usta bir manevra ile sömürge ülkelerinde geri kalmışlığın kabahatı sanki kendilerindeymiş hissi uyandırılıyor. Hele milyonlarca Afrika'lıyı köleleştiren, işkence eden ABD'nin tarihinde kızılderi yerli katliamı olmamış sanki. Tanrı ABD topraklarını gökten indirip ABD vatandaşlarına vermiş, huzur ve refah içerisinde yaşasınlar diye. 

Ne demiştik? Tarihi kazananlar yazar. Quora'da sormuş birisi (!) Hitlerin fazla bilinmeyen özellileri nelerdir? diye. İlginç cevaplar verilmiş. Mesela toplama kamplarından hiçbirini görmemiş (!) Görse ne bu kepazalik (!) der miydi bilinmez. Ama herkesin hemfikir olduğu şu bilgi kesinlik taşıyor. Avrupa'da insan hayvanat bahçelerini ilk olarak yasaklayan lider Adolf Hitler'miş biliyor musunuz? Yani muhtemelen ABD'de fakat kesin olarak İngiltere'de 1940'lı yıllarda Afrikalı zencileri kafeslerin içinde hayvan gibi gösterip zavallı insanlara işkenceyi kendilerine eğlence yapanları görmek mümkünmüş (!)

Sonuç olarak, beyni yıkatmadan dikkatlice okunması gereken bir kitap, ulusun refahı ve mutluluğu için teşhisler ve tedavi doğru ama kanaatimce pratikte olur tarafı yok, ulusların gelişmesinde coğrafi ve kültürel farklılıkların etkisi olmadığı düşüncesine katılmakta zorlandığımı da söylemek isterim. Nihayetinde halen bazı ülkelerin sömürü kaynağı olan din faktörüne değinmemesi, diğer ülkelerin pek çoğunu eleştirirken iyimser düşünce ile (kötümser düşünceyle propoganda diyesim var ki bu tür şeylerle karşılaşılmıyor değil) ABD ve İngiliz kültüründen etkilenmiş olmasından dolayı dünyayı sömüren bu ülkeleri diğerlerine cici göstermesi eleştirdiğim diğer hususlar.             

5 Mayıs 2019 Pazar

KATARAKT

İyice ilerlemiş yaşlarda karşılaşılan bir rahatsızlık olarak bilirdim bu meredi. Katarakt göz merceğinin saydamlığını kaybederek matlaşması sonucu yaşanan görme kaybı olup yaşam kalitesini ciddi oranda etkileyen bir rahatsızlıktır. Genellikle orta yaş üzerindeki kişilerde görülürmüş. Sağlık konusunda çok titiz biri olduğumu söyleyemem ama mecburen yolum hastaneye, doktora düşüyor işte bazen. Böyle durumlarda en önemlisi şans faktörü ve belki yine buna bağlı olarak doktor seçimi. Şimdi, yaşadıklarımı halk diliyle anlatırsam belki birilerine faydası dokunur ve sevgili bloguma dönmek için güzel bir bahane bulmuş oluyorum böylece.

Dört sene kadar önce eşimle bir ay kaldığımız Muscat'tan henüz dönmüştük. Fırsat buldukça gezmek, ülkeyi tanımak ve hoşça vakit geçirmek için çevre şehirlere arabayla yolculuk yapıyorduk. Yön ve trafik bilgi levhalarını görmemde ciddi olarak zorlandığımı ilk kez o zamanlarda anladığımı söyleyebilirim. Aslında bundan birkaç ay önce Umman'da ehliyet almak için görme testine girdiğimde ışıklı levhada yazılı harflerin yarısını göremediğimi fark etmiştim. Gözlüklerimi değiştirmemin zamanı geldi anlaşılan diye mırıldanmıştım kendi kendime. Yine de ehliyeti alırken sorun olmaması şaşırtmıştı beni doğrusu. Şehirler arası yollarda ilerlerken levhaları okumakta zorlandığım için yanımda oturan eşime soruyordum ne tarafa döneceğimizi. Trafik kuyruğunda önümde duran arabanın plakasını dahi okuyamadığımı fark edince ülkeye döner dönmez ilk işimin bir göz doktoruna görünmek olduğunu iyice kavramıştım.

Sene 2015, yurt dışından dönüşümüzün ertesi günü Ankara'da nam salmış bir ihtisas hastanesi olan Kudret Göz Hastanesindeyiz. Beklentim basit bir muayene ve belirlenecek yeni gözlük numaraları. Kontroller yapıldıktan sonra ilk doktorum beni yanlış hatırlamıyorsam Seda ismindeki başka bir doktora yönlendiriyor. Bir üst katta basit bir cihaz kontrolünden sonra teşhisi koyuyor doktor hanım. Katarakt. Ondan sonrası tam bir pazarlama. O kadar basit bir ameliyatmış ki bu birkaç dakika içinde hem yakını hem uzağı net olarak görebilecek ve asla bir gözlüğe ihtiyaç olmayacakmış bir daha. Vay anasını, demek teknoloji o kadar ilerledi demek. O tatlı dili, kendinden emin duruşu ve ikna kabiliyeti beni mest etmişti. Bekliyorum ki ameliyat için gün versinler. Hanımefendi isterseniz hemen şimdi yapabilirim ameliyatınızı deyince şaşkınlığım daha da artmıştı. O kadar basit yani... İki göze birden mi? diye sormuş, "Evet, tabii neden olmasın." diyerek beni şaşırtmaya devam etmişti. Oysa ben gözlük numarasını belirlemek için gelmiştim. Bu kadarı fazla deyip yarın olsun bari dedim. Bu ameliyat nasıl bir şey, yan etkileri var mı, doktor bu işte ne kadar uzman düşünmeksizin ertesi güne randevu aldık. En kaliteli mercek kullanacakmış, multifokal. Yani ne uzak ne yakın ne de astigmat için gözlük derdi kalacak, yeniden doğmuş gibi olacağım.

Her iki gözüme aynı gün multifokal lens takıldı. Birkaç gün sonra gözlerim her şeyi görmeye başlayınca çok sevinmiştim. Bir hafta boyunca verilen göz damlasını kullanıyordum. Ne izin, ne istirahat. Serde iş ve görev aşkı var ya, ertesi gün ben Balıkesir yolunda araba kullanıyorum. Gözlerim gün ışığına karşı oldukça hassas henüz, yaşlar boşanıyor ve akşamları yanmaya başlıyor. Doktor bana araba kullanmayacaksın, istirahat edeceksin, ya da güneş ışığında kalmayacaksın demedi ki (!)

Neyse bir hafta sonra kontrole gidiyorum, her şey normal diyor doktor hanım. Yaşadığım sorunlar için bir göz merhemi veriyor. Bu o doktoru son görüşüm. İzmir'e taşınıyoruz birkaç ay sonra. Sol gözüm yine görmüyor, hatta eskisinden daha kötü. İzmir'de Kaşkaloğlu Göz Hastanesinin sahibi hakkıyla ün kazanmış Mahmut Kaşkaloğlu'na gitmeden önce başka bir iki doktora gidiyoruz. Multifokal lens yerinden kaymış, yapışmış, katlanmış gibi bir şeyler söylüyorlar. Durum vahim. Yine ameliyat görünüyor ancak bu kez ilki kadar kolay olmayacak. Zira bu riskli ameliyatı her doktor üstlenmiyor. Sadece iki doktor bu işin üstesinden gelir diyorlar. Biz en iyisine, Kaşkaloğluna gidiyoruz. 2016 yılının Mart ayı. Artık multifokal lens takmamız risk olur diyor hoca. O da bir aksilik durumunda körlüğe kadar gidecek bir sonuca karşı tedbirli davranıyor. Monofokal takacağız bu sefer, ama bu işin üstesinden gelirim diyor. Güveniyoruz, çünkü başka çaremiz yok. Sol gözüm mono, sağ gözüm multifokal olacak. Yani bir gözüm yakın gözlüğüne ihtiyaç duyarken diğer gözüm gözlüksüz görebilecek yakını. Psikolojik bakımdan rahatsızlık verici. Takma göz kullanıyormuşum hissi.

Ameliyat başarılı geçiyor. Zor bir ameliyat tabii, bayağı uğraştırıyor hocayı ama sonuçlar güzel. Üç yıl kadar böyle gidiyor. Son birkaç aydır görmemde yine sorun yaşamaya başlıyorum. İki göz arasında bir iletişim sorunu var sanki. E, lensler farklı ya ondandır, psikolojik olmalı. Unutursam, kafaya takmaz isem düzelir belki. Düzelmiyor... Bu arada yine Kaşkaloğlu Göz Hastanesine gidiyoruz. Kontrolü yapan hastanenin genç doktorlarından biri. Bundan sonra artık böyle idare edeceksiniz, yapacak bir şey yok gibi şeyler söylüyor. Kaderime teslim oluyorum. Ama görmüyorum. Aslında belki de görüyorum, gözler arasında koordine eksiği var. Gözlük kullanmıyorum, yakını artık hiç görememeye başladım. Uzak da hem var hem yok. 

Geçenlerde bir doktor akrabamızı ziyarete gittik. Karşıda kocaman televizyon. "Sizin televizyon bulanık mı gösteriyor ben mi net göremiyorum?" diye soruyorum. Aklıma o ana kadar hiç gelmeyen ama son derece basit bir test uyguluyor. "Sağ gözünü elinle kapat, şimdi görebiliyor musun?" diye soruyor. Evet, bulanıklık kayboldu, fena değil. "Şimdi de sol gözünü kapat bakalım." diyor doktor hanım. "Ne orada televizyon mu var?" O zaman anlıyorum ki problem sağ gözümde. Bunu ortaya çıkaramadığım için utanıyorum kendimden. Sorun ciddi görünüyor. Kendimi biraz rahatlatırım umuduyla, mal aldığında nasıl garanti belgesi veriyorlar imalat hataları için, doktorlar niye bunu yapmıyor diye dalga geçiyorum bizimkilerle. Mahmut Kaşkaloğlu'ndan randevu alıyoruz yeniden. 

Randevu gününde sorunu anlatmaya başlıyorum. Hani siz sağ gözümü ameliyat etmiştiniz ya birkaç sene evvel. Ha, işte o göz şimdi görmüyor. Biraz daha detaylandırmak için devam ediyorum. Hani Ankara'da ameliyat olmuştum da, lens kaymıştı, siz de yapışan, kayan multifokal lensi çıkarıp yerine monofokal takmıştınız. İşte o göz şimdi görmüyor. Hoca şaşkın bir şekilde soruyor, "Hiç mi görmüyor?" Hiçe yakın işte. Karşıdaki harfleri okutmaya çalışıyor. Sol gözüm gayet iyi görürken, sağ gözümle en kocaman harfleri dahi okuyamıyorum. Bir yandan da içimden bak bu ameliyatı sen yapmıştın, hatanı düzeltmene imkan veriyorum düşüncesi aklımdan geçmiyor değil. Hadi bakalım doktor şimdi ne yapacaksan yap artık havalarında, biraz da küstahça. Doktora güveniyorum yine, eğer varsa bir hatası düzeltecektir elbette. Ama yine de bu tür şeyleri kafaya fazla takmayan ben "korkuyorum". Görmemenin şeker ile ilgisi olabilir, aynı göze üçüncü kez ameliyat fazlasıyla risk içerecek. Keşke bir gözlükle sıyırabilsem. 

Doktor önceki kayıtlarına bakıyor. "Ben," diyor. "Sizin sağ gözünüzü değil, sol gözünüzü ameliyat etmişim görünüyor Mart 2016'da. Ama yine de yanlış yazılmış olabilir ben bir bakayım, siz emin misiniz ameliyatı sağ gözünüzden olduğunuza" Hayır, hayır. Kısa bir kontrolden sonra durum anlaşılıyor. Sağ göz, multifokal lensin olduğu Ankara'da yapılan operasyondan sonra müdahale edilmeyen göz. E, bu sevindirici. Çünkü daha önce iki kez müdahale edilen göze üçüncüsü yapılmayacak demek. Doktor diyor zaten, ameliyat ettiğim sol gözde hiçbir problem yok. Sağ göz için değişik cihazlara sokuyor, göz tomografisi midir nedir bir film çekiliyor. Renkli baskıda hangi gözün görmediği ve durumun vahameti açıkça belli zaten. Hocanın kafası karışık, sen görmüyorum diyorsun, bu durumun şekerle falan alakası da yok ama nedenini hala anlamadım. Şekerle alakası olmaması beni nedenin ortaya çıkmaması sorunsalından uzaklaştırıyor birden. Olsun, onu yeme dokunur, bunu yeme dokunur davası olmasın da. Rahatsızlığın nedenini anlamadım diyen doktorları seviyorum ben. Anlamadan yanlış teşhis çok daha kötü. Kafamı yeniden bir cihaza sokmamı istiyor. Çeneni oturt, alnını daya. "Hah, tamam şimdi anladım." diyor, hoca, yüzünde rahatlatan bir gülümsemeyle. Katarakt ameliyatlarında % 5 oranda merceğin altında bir kesiflik kalabilir. "Yoğunluk yani" diyorum. İtiraz ediyor, "Hayır yoğunluk değil." Anlatmak istediğinin bir tortu, birikim, kalıntı gibi bir şeyle olduğunu tahmin edebiliyorum. "Küçük bir operasyonla bunu temizlersek, her şey hallolacak." diyor. "İsterseniz randevu alabilirsiniz, isterseniz hemen yapabilirim." diyor. Birkaç dakikalık lazerle temizleme operasyonu. Hemen olsun diyoruz. Alt kata inip ameliyat parasını yatırıyoruz. Hemen çağırıyor ve kısa, basit bir ameliyat sonucunda gözümdeki o perde anında kalkmış oluyor. Mucize gibi bir şey bu. Bir hafta boyunca günde dört kez damla damlatılacak gözüme. On beş gün sonra kontrole gel ya da rahatsızlığın yoksa gelmesen bile olur diyor doktor. Ne diyeyim şimdi. Hayat böyle, bazen işler umduğunun tersine kötü gidiyor, bazen beklediğinin tersine güzel sonuçlarla karşılaşırsın.