KATEGORİLER

17 Şubat 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 25

Ne çabuk geçiyor, günler haftalar... Ağaç Ev Sohbetleri başlayalı beri neredeyse yarım yıl oldu bile. Bu haftanın konusunu sevgili Sade ve Derin / Deep Tone belirlemiş. Geçen haftanın konusu gibi iç dünyamızı açığa vuran, düşünmemizi sağlayan güzel konular. Bu düzeyli platform umuyorum ki çok daha geniş kitlelere ulaşacak ve farklı duygu ve düşüncelere ulaşmamız için vesile olacak. Ağaç Ev Sohbetlerinin 25. Hafta konusunu başlatan İrem Can'ın doğum günlerini yeniden bir doğuş olarak nitelendirdiği yazısını buradan okuyabilirsiniz. İşte bu haftanın konu başlığı ve müteakiben naçizane benim düşüncelerim:

Temizlik yapmayı sever misiniz? Ev temizliği değil, kendimizi temizlemeyi. Eşya, çevre, insan, duygu, akıl, kalp, ruh, beden, ilişki temizlikleri yapıp kendimizi temizlemek, hayatımızda boşluklar açmak, yeniden doğmak anlamında. Beynimizi boşaltalım ki yeniden dolabilsin. 


Temizlenmek, kötülüklerden, kötü düşüncelerden ve bize ayak bağı olan fazlalıklardan arınmak elbette hepimizin yapmak isteyeceği bir şey. Bunun aksini düşünen var mı acaba? Gel gelelim bu işin üstesinden ne kadar gelebiliyoruz. İnsan yeter ki istesin, her işin üstesinden gelir dediğinizi duyar gibiyim. İstemek her işin başı eyvallah. Fakat çevremiz, alışkanlıklarımız, adet, gelenek ve göreneklerimiz, toplumun değer yargıları, sosyal ilişkiler istediğimiz her şeyi yapabilmemize imkân veriyor mu? 

Eşyalarımızı ele alalım örneğin. Moda denilen bir olgu var yadsıyamayacağımız. Giyimden ev dekorasyonuna, aksesuardan kişisel bakım ürünlerine kadar, renk renk, model model. Evler hınca hınç dolmuş eşya ile, dolaplar tıka basa. Muazzam bir tüketim toplumunun neferleriyiz. Bir gün lâzım olur diye dünya kadar para verip aldıklarımızı gözden çıkarmayı da göze alamıyoruz çoğu zaman. Birbirimizden güç alıyoruz bu yarışta sanki. Her gördüğümüzde aklımız kalıyor. Gereğinden fazla eşya bana göre bir kirlilik. Hiç kusura bakmasınlar ama kadınlar bu konuda uzak ara öndeler. 

Çevreme baktığımda yine kesif bir kirlilik görüyorum. Bu konuda çuvaldızı biz erkeklere batırayım daha ziyade. Çevre temizliği bireysel olmanın yanı sıra (hatta bana göre daha fazla) yönetimin işi. Ataerkil toplumda ülke idaresine yön veren siyaset kurumunun ve yöneticilerin çoğunluğu erkeklerden oluşmakta. Doğal kaynaklarımızın korunması, sağlık hizmetleri, hava ve su kirliliği, ses ve görüntü kirliliği gibi konularda baş sorumlu gördüğümüz siyasi kadroları istediğimiz gibi atabiliyor muyuz başımızdan? Hoş, yeni gelenler de farklı mı olacak. Yani istesek de olmuyor bazen temizlenmek.

Bakın insan temizliği konusunda geçmişte  birkaç sefer yanılmış olsam da fena sayılmam. Bana faydadan çok zarar getiren insanları temizlerim hayatımdan. Uzak tutarım kendimi onlardan. 

Duygular... Kötülük deyince ilk aklıma gelen duygu nedense kıskançlık oldu, çok daha yoğun kötü duygular olmasına rağmen. Nefret, kin gibi. Belki gıpta ettiğim olaylar, ilişkiler olsa da kıskançlık bana uzak bir duyguymuş gibi geliyor. Yani bende yokmuş gibi geliyor, belki vardır da ben farkında değilim. Ama kin ve nefret duygularımın olmadığını söyleyemem bak. Meselâ geçen gün zıpırın biri ekşi sözlükte artık Atatürk hegemonyasının sona erdiğini iddia eden onu aşağilayan bir başlık atmış. Sevgili peygamberinden kıskanır olmuş bizim Atatürk sevgimizi. Şimdi ben böyle birine kin duymayım, nefret etmeyeyim de ne yapayım. Hele büyük kurtarıcımızın fikirlerinden uzaklaştıkça batağa saplandığımız bugünleri yaşarken. Bu konuda nefret duygum hiç olmadığı kadar hoş görünüyor bencileyin.

İşte geldik akıl temizliğine. Akıl insanın taşıdığı en büyük hazine. Aklı olabildiğince temiz tutmak, aklımıza uygun gelmeyen söylenti ve belli amaçlara hizmet kapısı olmuş dogmalarla kirletmemek gerek aklımızı. Akıl doğrunun, gerçeğin ve sevginin yolu. Akıl olmazsa kalp ne işe yarar. Kim ister bitkisel hayat sürmeyi. Akılla doldurmak gerek yüreği, söküp atmak içinden tüm kötülükleri. Fakat o şeytan yok mu o şeytan. Tüm kötülüklerin sembolü, insanın hamuruna işlenmiş. Ne kadar istesek de güzelleştiremiyoruz dünyayı.

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #24

Evet, bu kadar ara yeter.  Şöyle ufaktan bir nevi oruç ya da belki kendime verdiğim bir tür cezaydı bu. Cezaydı çünkü hiç kitap okuyamıyordum. Biraz kenarından, köşesinden de olsa başladım okumaya. Fakat oldukça yetersiz buluyorum kendimi hâlâ. Diğer taraftan yazmak da bir ihtiyaç benim için. Nefes alabilmek için ara vermiştim yazmaya. Yazmayınca yine nefessiz kaldım. Tanrım ne kadar zor benim için birden fazla şey yapmak! Hem kitap okumak, hem yazmak, hem de düşünmek, hayal kurmak aynı güne sığamaz mı? 

Kendime söz vermiştim, Ağaç Evin bütün sohbetlerine katılacağım diye. İşte bir hafta daha geçti su gibi, yeni bir konu geldi sevgili deep'ten. Geçen haftanın konusunu Tante Rosa hazırlamıştı ve ben ilk kez yazamamıştım. Oysa ne güzel bir konu seçmişti arkadaşımız. Biraz geç de olsa bir şeyler yazmam lâzım dedim. Evet, Ağaç Ev Sohbetlerinin 24. Hafta konusu şöyle belirlenmişti:

Gözünüzü kapatın ve uçan bir balon olduğunuzu hayâl edin... Yaşamdaki bazı ağırlıklar zaman zaman balonun yani bizlerin yükselmesini engeller. Peki bu ağırlıklar neler? Hangi yaşantılar, duygular ve düşünceler var?

Gözlerim kapalı, kocaman beyaz bir balonum şimdi, yükseliyorum gökyüzünde. İlk düşündüğüm şey, nereye bu yolculuk, gideceğim yer neresi? Bir insan olarak yaşamın anlamını çözememişken yeni bir yolculuk niye? Neyi arıyoruz, hedefimiz ne? Mutluluğun peşinde miyiz? Mutluluk gökyüzünde, yukarılarda bir yerde mi? Özgürlük mü aradığımız? Yüksekler daha mı özgür kılacak bizi? Daha mı rahata kavuşacağız bağlarımızı kopartarak, ağırlıklarımızı atarak üzerimizden?

Bu soruları herkes farklı bir şekilde cevaplandırabilir. Fakat gerçeği, doğruyu bulmak çok zor. Üstelik zaman içinde değişiyor düşüncelerimiz. Şu an bu yazdıklarım dökülüyorsa satırlarıma yarın farklı bir şekilde yakalamaya çalışabilirim kendi gerçek bildiklerimi. Değişmeyen sadece gerçeklerdir. Ve korkarım ki bizim onu bulma çabamız sonsuza kadar devam edecek.

Olayı biraz somutlaştırır, biraz da kişileştirirsem sembolleri ortaya koymakla başlamak isterim meselâ. Benim için yükselmek gerçeği bulmaktır. Gerçeği bulursam mutluluğu yakalayabilirim. Gerçekler tahammül sınırlarını aşan derecede acı olabilir. Her şeyin bir nedeni olmalı. İşte bu bizim canımızı acıtan nedenleri tek tek ortaya çıkarıp balondan aşağı sallamak isterim. Nedir gerçeklerin düşmanı? Başta yalan, hile, olduğundan farklı görünme telâşı, kandırma, aldatma vs. şeyler.

Toplumsal manâda konu daha da derinleşiyor. İnanca dayalı sömürüyü atmak isterim balondan önce. Daha sonra ırkların üstünlüğüne dayanan fikirleri. Balonuma sanatın her dalını, hümanist duygularımı alır iyice hafiflerim. Uçarım, yükselirim sonu belli olmayan alemlere...

10 Şubat 2020 Pazartesi

BREAK FOR BREATH

I need a break to take a breath. I can't read books for a long time. I'm fine, I don't have a problem, but I decided to take a break from my writing adventures for a while. I hope that you appreciate. In the mean time, although I am unable to participate in "Wooden House Conversations", please be sure that I will share my ideas about all the past issues when I returned. Goodbye for now, take care and stay friendly:)

8 Şubat 2020 Cumartesi

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 1

Marmara Depremi korkutmuştu herkesin gözünü. Genel Müdürlükten gelen üst düzey yetkililere büyük toplantı salonunda verdiği brifinglere katılım artmıştı. Sadece ilgililer değil, civar köylerin muhtar ve azaları, oda başkanları ve gazeteciler. Herkesin merak ettiği inşaatın ne zaman biteceği değil, barajın kaç şiddetinde depreme dayanabileceğiydi. İngilizler, bölgenin depremsellik özelliklerini dikkate alarak titiz bir çalışma yapmış, farklı senaryolara göre baraj gövdesinin dinamik analizlerini en gelişmiş bilgisayar yazılımları ile çözmüş, buna göre kullanılacak betonun taşıması gereken özellikleri belirlemişti. Görünürde hiçbir sorun yoktu yani. 

Korku büyüktü! Müteahhitlerin büyük bir kısmı için güzel bir fırsattı aynı zamanda bu. Baraj gövdelerinin ön ve arka yüz eğimleri yatırılmaya, böylece dolgu hacimleri arttırılmaya başlandı. İş adamları, hangi müteahhidin deprem korkusu ile iş miktarını ne kadar ve nasıl arttırdığı konusunda kulak kabartıyorlar, birbirlerinden öğrendiklerini sanki kendi fikirleriymiş gibi teknik elemanlarına aktarıyorlardı. Garip bir zevk alıyorlardı bu işten üstelik, bak sizin aklınızın ucundan geçmeyenleri ben düşündüm havalarında bir nevi üstünlük sağladıklarını zannediyorlar, tatmin ediyorlardı kendilerini. Büyük bir yarış başlamıştı müteahhitler arasında. Her biri yüklendiği işlerde diğerlerinin yaptıkları keşif artışlarını kıskanır oldular.

Zor işti mühendislik bu ülkede, ister devlette çalış, istersen özel sektörde. İyi mühendisin tanımı, en iyi projeyi, hesabı yapan değil, patronuna en çok para kazandıran kişiydi. Orhan da bu çarkın bir dişlisiydi. Fakat ana dişli Rauf Beydi. Akıl almaz taleplerle hedefi ortaya koyuyor, işin teknik kılıfına sokulmasında Orhan'a çok güveniyordu. Rauf Bey, kendini satmayı iyi bilirdi. Patronun hakkı olmadan cebine giren her kuruştan payını alma konusunda üstüne yoktu. Bu amacına her seferinde değişik yollardan ulaşırdı. Kâh patronlarla kavga dövüşle, kâh şirketin ona iş harcamalarında kullanmak üzere verdiği kredi kartından kişisel harcama yaparak. Öyle ki, şantiyelere gittiğinde üç kuruşluk berber parasını bile şantiye şefine ödetmekten çekinmezdi. 

Orhan'ın durumu farklıydı. Baba bildiği devletle ekmeğini yediği patron arasında sıkışıp kalmıştı. Ekmeğini devletten yiyen memurların aslında devleti yediğini çok iyi biliyordu. Hatta bir keresinde bir şube müdürünün "Devlet beni düşünmüyor ki, ben devleti düşüneyim." deyişi aklından çıkmıyordu. "Madem şirketinin çıkarını düşünmüyorsun, o zaman sen git de bana patronun gelsin" demişti müdür, en namuslu bildiği devlet memurlarından biriydi o Orhan'ın. Hangisi daha namuslu bir davranıştı? Topladığı vergileri yandaşlarına ya da menfaati uğruna peşkeş çeken devletin yanında yer almak mı, yoksa emeğinin karşılığında geçimini sağlayan patronun çıkarlarına hizmet etmek mi?

(Devam edecek)

ÇÖL ÇİÇEĞİ 2

Ne yaman duygudur şu aşk! Çöl Çiçeği'nin sayesinde yeni bir aşk türünün farkına varıyorum. Hava soğuk, ne keder. Anlatacaklarımız, dinleyeceklerimiz sadece yağmurdan etkileniyor. Çöl Çiçeği'nin içinde bulunduğu ruh hali de havanın durumu gibi. Yağmurlu günlerde ağlıyor, güneşli günlerde gülüyor, bulutlu günlerde kararsız. Meşhur kişilik analiz testini bilirsiniz. Seneler önce bir dostumuz yapmıştı bize. Eğer Çöl Çiçeği bunu duymadıysa bu testi ona yapmak istiyorum. İnsan aklının iki yöne birden baktığını, bunlardan birinin çevreye dönük olduğunu, dış dünya, insanlar hakkında bilgi topladığını, diğerinin ise iç dönük olduğunu, içimizdeki gizli dünyaya baktığını söyleyen Japon bilim insanı Profesör Isamu Saito'nun geliştirdiği kokoloji testinin basitleştirilmiş bir şekli aslında bu test. Popüler olduktan sonra birçok versiyonu çıkmış, bazıları büyük oranda doğru sonuçlar veriyor. Evet, bundan haberi yok Çöl Çiçeğinin. O halde başlayabiliriz.

En çok sevdiğin hayvan hangisi, söyle bana diyorum. Düşünüyor, kendini dinliyor. Uzun bir süre sonra cevabını veriyor. "Köpek" Neden peki, niçin bu hayvanı çok seviyorsun? Hangi özellikleri seni ona bağlayan. Anlatıyor, "Çok sevimli, dokunmak sevmek istiyorum, masum, güzel." Peki, diyorum köpeğin en sevdiğin hayvan olduğunu söyledin, hoşuna gitmeyen özellikleri ne bu hayvanın? Biraz düşündükten sonra cevap veriyor. "Hiç," diyor "Hiçbir şeyi yok, hoşuma gitmediği." Hiç mi yok? diye ısrar edince. "Havlamasını sevmiyorum." diyor, devam ediyor. "Ama o bir hayvan, ne yapsın ki, elinde değil havlamamak." Analiz, insanın en sevdiği hayvanın kendini nasıl gördüğünü açıklıyor. Kendini sevimli, masum ve güzel buluyor yani. Kendisiyle ilgilenilmesi hoşuna gidiyor. Tek kusuru çenesini tutmaması, karşısındakinin rahatsız olduğunu bildiği halde. Bu da benim yapım diyor, değiştiremem ki! 

İkinci sevdiği hayvana kedi demesini bekliyorum. Oysa o oğlak diyor. Bu eşini nasıl gördüğünü ortaya döken bir metafor. İlk aklıma gelen keçi inadı. Hafifçe gülümserken renk vermemeye çalışıyorum. Neden diye soruyorum? Güzel gözleri var, paytak paytak kaçmalarını, geri dönüp gelmelerini seviyorum diyor. Olumsuz bir özelliğini söyleyemiyor. Gerçekten de bu ilişkiyi iki inatçı keçinin köprü üstünde karşılaşmalarına benzetiyorum. Biri geri dönüp diğerinin geçmesine izin verse diğeri ondan sonra karşıya geçebilecek. Hayır, sonuna kadar inatlaşıyorlar. İkisi birlikte dereye uçacak, haberleri yok. 

Çöl Çiçeği kıskançlığın zirvesinde. Sevdiğinin elinde tuttuğu gonca gülden bile kıskanıyor onu. Vefalı, cefakar. Karakterini bile değiştirmeye razı. Ama bu ne kadar mümkün? Fuat, boşlukta, çaresiz, yılgın, kararsız. Ne Çöl Çiçeği'yle ne de onsuz yapabiliyor. Denedik olmuyor diyor. Arayış içinde belki. Fakat emin değil kendisinden. Çöl Çiçeği sağlam duruyor, ya da öyle gösteriyor kendini. Serbestsin şimdi, diyor. Gez, dolaş, yap istediğini. Madem ayrıldı yollarımız, ikimiz de çizelim kendi kaderimizi. Sözler başka kalpler başka şeyler söylüyor aslında. 

Çöl Çiçeği bu sabah neşeli, hiç olmadığı kadar. Tamam diyor, attım artık kafamdan. Gözleri teyit etmiyor sözlerini. Bir haber uçmuş gelmiş uzaklardan. Başka biriyle görmüşler Fuat'ı. İşte o, aralarını bozan kara kedi. Rahatlatır mı bu Çöl Çiçeğini. Kopartıp atmaya yetmez mi zincirlerini? Kararsızlığı aydınlanırken umudu kararıyor birden. Sözleri şen şakrak, gözleri buğulu. 

Kapat gözlerini diyorum bir kaç sorudan sonra. Kapatıyor. Bir orman düşün yemyeşil ağaçlarla kaplı. Kuşlar cıvıl cıvıl, yanında akan bir derenin şırıltısına kulak ver. Börtü böcek, kelebekler etrafında uçuşuyor, nefis bir hava. Ormanda ağaçların arasında ilerlerken karşına boydan boya bir cam çıkıyor. Kalın bir cam. Camın arkasında belki başka güzellikler var. Belki de yok, ama camın arkasına geçmeden göremezsin. Bunun tek yolu kırıp geçmen camı. Öyle kolay değil elbette. Camı kırarken sana zarar verebilir. Ne yaparsın diye soruyorum Çöl Çiçeğine? Uzun uzun düşünüyor. "Şu an bir şey yapamam." diyor. "Yani, camı kırmaya cesaretim yok. Yaralanmak, zarar görmek istemiyorum." Sonra birden havası değişiyor, neşe kaplıyor içini. "Ama iki ay sonra ne yapar yapar kırar o camı geçerim arka tarafa. Ne çıkarsa bahtıma." İki ay mı diyorsun? "Evet, tam iki ay." Bak diyorum iki ay sonra benim yaş günüm. Yani unutmam o günü, senin bu sözünü hatırlatacağım. Cam karşı cinsi simgeleyen bir sembol. Yani mealen diyor ki şu anda hazır değilim ama iki ay sonra yeniden yelkenlerimi açacağım aşka. Bunu ona açıklayınca gülüşüyoruz. 

Cevabından emin olduğum son bir soru Çöl Çiçeği'ne. Bu analizin parçası değil. Her şeye rağmen, bir kez daha dünyaya gelsen kiminle olmak istersin diye soruyorum. Son derece kendinden emin bir şekilde, tereddütsüz "Onunla" diyor. Benim aşkı tanımladığım "karşılıksız sevgi" dolaşıyor kafamda. Hayır bu tam uymuyor Çöl Çiçeğine. Daha fazlası, ya da azı. Sahiplenme var, kıskançlık var. Kılına zarar gelse canı yanıyor hala. Hani anneler çocuğuna her türlü lafı eder de, bir başkası ona laf ettiğinde yüreğine işler. Benzer şekilde, onu öldüreni kıskanır, ölümü bile kendi elinden olsun ister Çöl Çiçeği. Oysa gerçek aşk Ümit Besen'in "Nikah Masası" şarkısında yerini bulur. "Nikah masasına beni çağır sevgilim, istersen şahidin olurum senin."
   

4 Şubat 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 23


Ağaç Ev Sohbetleri ilaç gibi geldi bu kez. Adeta dondum bu aralar. Yazmak ve okumak konusunda elim ayağım bağlandı. Nedeni yok, belki de vardır ama çözemedim. Ara verince yeniden yazıya dönmek her geçen gün zorlaşıyor benim için.

Yaşadığımız bu günler eskiyi aratacak mı? İlk bakışta karamsar bir tablo geliyor gözümün önüne.  Bu hafta Ağaç Ev Sohbetlerinin konusunu sevgili Konumuz Kitap / İrem Can belirlemiş.  

Yaşadığımız özellikle de son yıllardaki dünyanın halini nasıl buluyorsunuz? Avustralya'daki yangınlar, dünyanın dört tarafındaki depremler. Çin'deki virüs ve daha fazlası... Sizce BİZ nereye gidiyoruz?

Tek kelimeyle "korkunç" buluyorum. Ne yazık ki iyi şeyler göremiyorum yazılacak, söylenecek. Depremler, afetlerden bahsetmiyorum. Onlar zaten vardılar ve olmaya devam edecekler. Biraz insan sevgisi olsa karar sahiplerinin içinde, depremlerden, afetlerden de korkmayız aslında. Para hırsı gözlerini bürümüş insanların. Paraya hükmetmek için savaşlar, iç savaşlar çıkartılıyor. Dünyada gelir dağılımındaki makas her geçen gün daha çok açılıyor. Ülkeler süper güçlerin kontrolünde, adeta birer sömürge durumunda. Medya iktidarların elinde, cahil halkı kolaylıkla manipüle edip yerini sağlamlaştırıyor. Bugünkü iktidarlardan bahsetmiyorum, yarın muhalefet iktidara gelse aynısını yapacak. Liyakat diye bir kavram kalmamış. Devlet kadroları işinin ehli olmayan idarecilerle dolduruluyor. İşi iyi bilmek, yönetmek değil önemli olan. Beynini rafa kaldırıp yukarıdan gelen talimata göre hareket eden, maaşlarını vatandaşlarının vergilerinden alan yalaka idareciler bunlar. Talimatın nereden geldiği belli. Küresel sermayeden bahsediyorum. İnanılmaz derecede zalim ve hırslı.

Çevre kirliliği artarken su kaynakları, tarım arazileri azalıyor. Denizlerimiz kirleniyor, doğanın dengesini bozuyoruz. Bu gidişin nereye olduğu belli değil mi? Kendi sonumuzu hazırlıyoruz. GDO'lu ürünler, ilaçlarla insanların sağlığı hiçe sayılıyor. Son yüz yılda bilim ve teknolojide olağanüstü gelişmeler yaşandığı bir gerçek. Fakat her yenilik insanın zararına kullanılmaya devam ediyor. Dünya kaynakları hoyratça tüketiliyor. Fırsat eşitsizliği, dini ve ırksal ayrımcılık savaşları körüklüyor. Bütün bu kara tablonun özünde para hırsı var. Bu yüzden insanlar birbirine kırdırılıyor. Zengin daha zengin fakir daha fakir oluyor. Sömüren ülkelerde refah yükselirken az gelişmiş ülkeler sömürülmeye ve süper güçlerin taşeronluğuna devam ediyor. Hiçbir kuruma güven kalmadı. Bütün kurumlar paraya hizmet ediyor. Savaş çıkartılıyor, insanlar canından oluyor, birileri silahtan köşe oluyor. Derken bir virüs çıkıyor ortaya. Dünya Sağlık Örgütü tavsiyelerde bulunuyor. Gazozdan bir aşı buluyorlar, ilaç firmaları köşe. Evet, dünyanın hali berbat ve gittiğimiz yerin dibi.

Neyse ki ülkemizin hamdolsun bugünü de yarını da iyi. Eskiden kötüydük tabii, yirmi yıl kadar önce falan. Ancak şükürler olsun ki iyiyiz şimdi. Daha iyi de olacağız inşallah. Bilindiği gibi ülkemiz önemli fay hatları üzerinde. Allah muhafaza her zaman deprem olabilir yani. Elbette depreme karşı gelecek değiliz, Allah'ın takdiri. Maşallah Afad güzel çalıştı son depremde, kırk beş kişiyi enkaz altından çıkardı. Gelişmişliğin göstergesi. Söyleyin bakalım dünyada kaç ülkede Afad var? Yok tabii, varsa bile onları biz gönderiyoruz. Çevre konusunda da gelişmiş ülkelerle yarışıyoruz, hatta son atakla hepsinin önüne geçtik. Hükümetimiz bütün yurdu millet bahçeleri ile donattı, her yer yemyeşil maşallah. Bu bahçeler o kadar konforlu ki, al mangalını pişir etini. Var mı böyle gelişmiş ülke? Hamdolsun ekonomi bakanımız, milli damadımız, ekonomimizin çok iyi gittiğini söylüyor. Ben onun yalancısıyım. E, koca bakan yani, yalan söyleyecek hali yok ya. 2023 yılında en büyük ekonomiye sahip ilk beş devlet arasında yerimizi alacağız inşallah.

Arada iş kazalarında, maden göçüklerinde, trafikte bazı can kayıpları olsa da bunları hükümetimize mal etmek doğru değil. Günaha gireriz maazallah. Kader diye bir şey var. Azrail Aleyhisselam vadesi gelenin yanında zuhur edince ona kim engel olabilir ki? Her şey Allah'tan. Bazıları daha şerefli bir şekilde ruhunu teslim ediyor vatandaşlarımızın, hamdolsun hükümetimiz sayesinde şehadet mertebesine ulaşıyorlar. Ne kutlu mertebedir o. Gelişmişlik göstergesinde şehitlik önemli. Andolsun ki bu konuda lider ülkeyiz. Devletimiz üremeyi teşvik ederek daha çok şehit vermemiz için gerekli önlemleri tam zamanında almıştır. Gurur duyuyoruz.

Konuyu ülkemiz açısından ele aldığımızda geleceğe ümitle bakıyoruz elhamdülillah. Eğitimin kaldırılmasını bekliyoruz asrımızın liderinden. Gerçekten de boş yere beyinleri yıkanıyor okulda çocuklarımızın, gençlerimizin. Onun yerine mahalle mektepleri, kıraathane ve tekke sayılarının artacağını ümit ediyorum. Allah'ın izniyle nefesi kuvvetli hocalarımız ecnebi devletlerle girişeceğimiz her savaştan muzaffer çıkmamız için tesirli dualarını esirgemeyecekler. Tarihimizin altın sayfalarını yeniden yaşayacağız. Padişahlık geri gelecek. İnancımızın gereklerini özgürce yerine getirebileceğiz. Halkımız istedikleri yerlerini örtüp istedikleri yerlerini açabilecekler. Erkekler dört eş alabilecek. Artık kimse harama uçkur çözemeyecek. Rüya gibi değil mi? Sizi bilmem ama ben dünya bataklığa sürüklenirken ülkemin geleceğini hamdolsun çok iyi görüyorum.   

1 Şubat 2020 Cumartesi

ZAMAN

İnsanın algılayabildiği dördüncü boyutmuş zaman! Bilim adamları, filozoflar evrende on farklı boyutun varlığını dile getiriyorlar. Paralel evrenler, kara delikler, beyaz delikler, solucanlar... Kâinatın sırları, var oluşun bilinmezliği içinde kaybolmuş zavallı insanlarız biz. Bana göre bilimi en gerçekçi kılan değişime bıraktığı açık kapı. Yıllar boyunca nice fikirler, teoriler bir tarafa atılmış, yenileri türetilmiş. Bazen yoğun düşüncelere, derin hesaplara kendini kaptırmış insanların yanı başında duran basit gerçekleri gözlerinden kaçırdığını düşünürüm.

Bir yorumdan çıktım yola. Belki de geçen zaman değil, zamanın içinden geçiyoruz. Uzun, çok uzun bir çizgi bu zaman. Yürüyen bant üzerinde ilerliyoruz sanki. Bir durakta binip diğerinde iniyoruz. Hayat diyoruz bu kısa yolculuğun adına. Kimimiz düşe kalka, kimimiz keyifle ilerliyoruz. Aklımız geride kalıyor çoğu zaman, nadiren önümüze geçiyor.

Çok gerilere gidelim bantın üzerinde. Dünya öküzün boynuzunda. Bu aralar kafasını çok sallıyor bizim öküz Mercan. Yok olmadı, gelelim şu tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin yaşadığı zamanlara. Dünya suyla kaplı dümdüz bir alan, kara parçaları suyun üzerinde yüzüyor. "Dünya düzdür, çünkü İncil'de öyle yazıyor." ya da "Dünya dönmüyor, çünkü Kuran'da öyle" Oysa M.Ö 310 yılında Samos'lu Aristarkos, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyince kimse inanmamış.

1 Kasım 1710 tarihinde koyu katolik bir şehir olan Lizbon'da, kutsal Azizeler Günü sebebiyle halk kiliseleri doldurur.  Saat 09.40'ta meydana gelen deprem, onun arkasından çıkan yangınlar ve limanı vuran tsunami dalgaları 100.000'e yakın insanın ölümüne sebep olur. Kilise, başta olmak üzere halk şaşkındır. Tanrıya olan bütün vazifelerini ziyadesiyle yerine getirdikleri halde koca şehri haritadan silen böyle büyük bir afet nasıl başlarına gelebilir? Kısa bir süre sonra ülkenin tek hakimi Kilise Tanrı'nın öfkesinin sebebini bulur. Bu aralarındaki ahlâksız ve günâhkâr insanlardan dolayı kendilerine verilen bir cezadır. Tanrı'ya karşı gelen, ayinlere katılmayan, ahlâksızların ve günâhkârların teker teker toplatılıp öldürülmesini ister.

Aydınlanma çağının başlarında Voltaire, dindarların başına böyle büyük bir felâketin geldiği saatte günâhkâr Paris'te millet eğlence içinde sefasını sürüyordu der. Bu, Tanrı'nın öfkesi, insanlara verdiği bir ders olamaz. Kilise'nin dedikleri doğru olsa deprem Lizbon'da değil, Paris'te olurdu. Bunun dinle, Tanrıyla bir ilişkisi olamaz, jeolojik bir olaydır sadece der. Jean Jacques Rousseau, Sayın Voltair'e katılmadığını söyler. Bu deprem afetinin jeolojik yapıyla bir alâkası yok. Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım. Eğer deprem jeolojik nedenlerden dolayı olmuş olsaydı, ölenler sadece fakir halktan olmazdı.

Pekçok deprem oldu yurdumuzda. Eski Katolik Kilisesinin fikri uzantıları, yobaz takımı her depremin ardından "daha yetmedi mi anlamanız için?" diyerek bu doğal afeti Tanrı'nın bir ikazı, bir cezası olarak getirdiler önümüze. Ne yazık ki hâlâ bunlara inanan insanlarımız var. Profesör ünvanlı bir zat, Elâzığ depreminden sonra çocuk yaşta kızların evlendirilmesine yasak konulduğu için Allah'ın verdiği bir ceza olduğunu söylemiş depremin.

Yıl 2020. Zaman çizgisinde Samos'lu Aristarkos'la aramızda tam 2.330 yıl geçmiş. Kilisenin Lizbon depremini insanların günâhkârlığına, ahlâksızlığına bağladığı tarihten bu yana 310 yıl ileride yürüyoruz. Aslında yürüyen bedenlerimiz. Aramızda bazıları var ki o zaman tünelinde bedenleri ilerlerken akılları hep geriye gidiyor.