KATEGORİLER

27 Mart 2020 Cuma

KARANTİNA KORONA - 3

RAHMET, RAHMAN, RAHİM
Yağmur başladı, sıkıntılı hava ağırlığını atıyor biraz üzerinden. Eskiler "Rahmet yağıyor." derlerdi yağmur yağıyor yerine. Güncel hayatta kullandığımız kelimelerden çoğunun anlamını bilmiyoruz. Mesela hiç sözlüğe bakmadan rahmet kelimesinin karşılığını "bereket" olarak verirdim. Bunun nedeni yağmur yağışına bazen "bereket yağıyor" denmesinden dolayı olsa gerek. Oysa Arapça kökenli bu sözcüğün dini ve halk ağzında iki anlamı varmış. Dini anlamı, merhamet etmek fiil kökünün mastarı. Diğer taraftan "ana rahmi" kökünden türetilip "birinin suçunu bağışlama, merhamet etme" anlamına gelen bu sözcük, halk ağzında "yağmur" yerine kullanılmakta. Aslında yine Arapça "ana rahmi" kökünden gelen "rihma", "ince ve sürekli yağan yağmur" anlamıyla halk ağzında kullanılan "yağmur" un karşılığı. Hadi diyelim "rihma" dilimize yanlışlıkla "rahmet" olarak geçmiş. Yağmur da halk ağzında bereket olarak kullanılıyor. Aristo mantığıyla, yağmur=bereket; yağmur=rihma/rahmet, o halde rahmet=bereket der, aaa, doğru biliyormuşum deyip sevinebilirim.

Bir de "Rahman" sözcüğüne değinelim. Hatta hem besmelede geçen hem de Kur'anda ayrı bir sureye adını veren bu sözcükle birlikte ilk bakışta aynı anlamı içeren "Rahim" sözcüğünü birlikte inceleyelim. Bu konuya ilişkin yeterince kaynak var, hemen hepsinde üç aşağı beş yukarı aynı açıklamalar yapılmış. Rahman daha kapsayıcı bir anlama sahip. Allah'ın sıfatlarından biri olan bu sözcük bütün insanlık alemine mümin ya da kafir ayırt etmeksizin onları esirgeyen, bağışlayan ve fark gözetmeden ihsan, lütuf ve ikramlarını sunan anlamına gelmekte. Rahim ise sadece müminlere yani iman etmiş kişilere özel olarak maddi ve manevi imkanlar sunan, onları şefkatle koruyup kucaklayan manasında. 
  
Peki, bu sözcüklerin ortak kökeni, "rhm" sözcüğünün karşılığı olan "ana rahmi, döl yatağı" anlamıyla nasıl bir ilişkisi olabilir? İşte bu konuya değinen güvenilir fazla bir kaynak bulamadım. Sadece adını önceden duymadığım bir yazar olan Ayhan Özcimbit'in Milliyet Blog sitesinde kaleme aldığı 12 Eylül 2012 tarihli  bir yazı çıktı karşıma. Görüşlerinin çoğuna katılmadığım bu zat Said-i Nursi'ye hayranlık duymakta. Bu beni ilgilendiren bir husus değil.  Esas merak ettiğim konuya en azından kendi penceresinden ele alıp "Rahim, neden hem Allah'ın hem de kadın cinsel organının ismidir?" sorusuna cevap aradığı için ilgimi çekti. Özcimbit kelimelerin sözcük anlamlarının dışına çıkarak "Rahman" olan Allah'ın, bu isminin tecellisi ile uzayın sonsuz yokluk ve soğuk boşluğunu varlığa dönüştürdüğünü ileri sürüyor. Özetle bu süreç ve işleyişte kaynağın "Rahman" sözcüğüyle, varoluş sürecini yapan Allah'ın ise "Rahim" sözcüğü ile sıfatlandırıldığından bahsetmekte. Yokluğa varlık tohumunun "Rahman" la atıldığı, varlık sürecinin ise "Rahim" in bir yansıması olduğunu ifade eden yazar, bu bedensel varoluş sürecimizde başlangıç noktasının "Ana rahmi" olduğunu iddia ediyor. Bir adım daha da ileri gidiyor yazar; Rahman "1" dir diyor ve devam ediyor. "Rahim'se "0". Bir olan Rahman, sıfır olan Rahim'i gebe bırakır. Zira, sıfır olan Rahim, merhametle (acıyarak, şefkatle) var edildiğimiz analarımızın rahmiyle aynı adı taşıması tesadüf değildir." 

Bu durumda Rahman, yaratıcının iradesi, Rahim ise dişinin üreme organı ise, erkeğin rolünü merak etmekten kendimi alamıyorum doğal olarak. Ki, bu düşünce İsa'nın Tanrı'nın oğlu olduğu iddiasını da epey güçlendiriyor aynı zamanda. Yok, buna olmaz dersek, erkeğin yaratıcı rolünü üstlendiğini, kadının bir hiç olduğunu kabul etmek durumunda kalacağız.

Sahi, ölülerimizin arkasından saygıyla "Rahmetli" sözcüğünü kullanarak ne demek istiyoruz? Sayın Özcimbit'in yorumuna göre, ölen şahsın "doğurgan" olduğuna mı işaret ediyoruz, yoksa onu "yaratıcı özelliğe sahip olan" biri olarak mı görüyoruz? Yazarın düşüncelerine katılmayıp kelime anlamına bakacak olursak, önceden bilme imkanımız olmamasına rağmen, ölen yakınlarımızın otomatikman Tanrı'nın şefkat ve korumasına hak kazanmış olduğunu mu düşünüyoruz?  

26 Mart 2020 Perşembe

KARANTİNA KORONA - 2

Note trés importante:
Cet article a été préparé selon l'idée de défi de Kanatlı Kedi

Dün gece sabahın erken saatlerine kadar oturdum ve nihayet oturduğum yerde uyku gelip teslim aldı beni. Gözümü açar açmaz yakamı bir türlü  bırakmayan lanet olası sigaramı tüttürmek için kendimi ön balkona attım. Mithatpaşa Caddesi oldukça ıssız görünüyor. Yeni bir günün başladığını hissetmeme neden olan belediye otobüsü, içinde birkaç yolcu olduğu halde çift taraflı park etmiş araçlar arasından ağır aksak ilerlemeye çalışırken karşıdan hızla gelen irice bir midibüsü görünce yavaşladı ve ona ister istemez yol verdi. Bir anda aklımı sardı yine tuhaf düşünceler, gülmeye başladım sessizce. Hadi diyerek harekete geçirdim mahmur halimi. Bildiğim yerlerden sınava çekip kendimi, sordum ilk sualimi. "Bilimin inanç karşısında en kuvvetli yanı nedir?" Eşimle birlikte zevkle izlediğimiz yegane program olan tv2'deki "Kelime Oyunu" ndaki soruyu hatırladım. Cevabı yedi harften oluşan bir soruydu, "Değişmeyen tek şey nedir?" Cevabını anında yapıştırmıştım. "Değişim", evet. Bilimsel bulguların değişme özelliği bilimin en güçlü yönüydü. Bunun tam aksine, her şeyin değişme özelliği inancın en yumuşak karnıydı. Daha sonra fikir yolculuğuma buradan devam ettim. Şimdi bilim adamları çıkıp dese ki; "Sigaranın, Covid-19 (bir arkadaşımızın deyişiyle Cavit) üzerinde öldürücü özelliği tespit edildi." Halkımızın market, bakkal ve tekel bayilerine hücum edip sigaraları yağmaladığı sahneler geçmeye başlıyor gözümün önünden hemen. Sonra aklıma pek muhterem cumhurbaşkanımız düşüyor, basın toplantısı düzenlemiş, sosyal mesafeli. Elinde bir sigara, "Sevgili vatandaşlarım," diyor, "Allah affedicidir, bizi bu seferlik de affetsin. Bütün vatandaşlarımdan şahsen özür diliyorum." Sigarasından derin bir nefes çekip, dumanını keyifle basın mensuplarının üzerine üfledikten sonra konuşmasına şöyle devam ettiğini hayal ediyorum. "Şu cehape zihniyeti var ya, onlar beni düşürdü bu tuzağa. Bir kez daha yanıldım. Meğer içtiğimiz sigara ne mübarek bir nimetmiş de kıymetini anlayamamışız. Görünen o ki, Korona denilen baş belasından ancak o kurtarabilir bizi. Hayatta kalmak için her gün bir paket içmenizi önemle rica ediyorum sizden. Tekel'i de sattık ama olsun varsın, ben özel sektör temsilcileri ile konuştum. Onlar üretimi artıracaklarına dair bana söz verdiler, sözlerini tutmadıkları takdirde biz devlet olarak gereğini yapmak hususunda kararlıyız, gerekirse sigara ithalatını da teşvik edeceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın. Devletimiz güçlüdür, her zaman vatandaşlarını doğru bilgilendirmek, ihtiyaçlarını gidermek hususunda 24 saat görev başındadır. Şimdi size müjdeli haberimizi buradan açıklıyorum. Ay sonuna kadar bütün vatandaşlarımıza birer karton sigara yardımı yapılacaktır." Alkışlar, alkışlar...

Şaka bir yana dün annem aradı. Kadıncağız sinir krizi geçirip ağlamış. Azerbaycan dışında hiçbir ülkede uygulanmayan 65 yaş yasağı hiç iyi olmadı. Güya onları korumak niyeti var bu uygulamada fakat psikolojik olarak bir yıkım ve pek fayda sağlayacağını da beklemiyorum. Zira Türk tipi ailelerde büyükler genellikle çocuklarından birinin yanında geçiriyorlar hayatlarını. Nadiren tek başlarına yaşayanlar da var. Dolayısıyla ev sakinlerinden biri kolaylıkla virüsü dışarıdan alıp babasına, annesine, dedesine ya da ninesine bulaştırabilir. Yapacaksan bir hayır önlemini alarak herkese kontrollü bir şekilde uygula şu sokağa çıkma yasağını. Ölüm korkusu sarmış kadıncağızı. Hastalanırsam yalnız başıma nasıl dayanırım hastane şartlarına diyor. Beni de endişelendiren bir durum aslında. Hani hastaneyi bırak bu sıralar ölmek bile akıl karı değil. Dört kişiyi bulup tabutuna bile el atan olmaz. Sana bir şey soracağım diyor titrek bir sesle. Benim düşüncelerimden az çok bilgi sahibi. Hadi sor bakalım diyorum. "Sen, öldükten sonra yeniden dirileceğimize inanmıyor musun?" Biliyorum ki cevabım onu şaşırtmayacak. Yine de küçücük bir umut var içinde benden alacak cevaba yönelik. Net bir şekilde düşüncemi söylüyorum. "Aaa, peki ne olacak o zaman öldüğümüzde?" diye bir soru daha yöneltiyor. 83 yaşındaki anamın hayal dünyasının yıkılmasına el vermiyor gönlüm. Hiçlik felsefesine girip bir şeyler anlatmanın anlamı yok. Konuyu biraz eğlenceli bir mecraya sürüklemek istiyorum. "Size huri muri de yok, boşuna bekleme" diyorum gülerek. O da gülmeye başlıyor. Bak bu iyiye işaret. Dünden beri içim kan ağlıyordu, ne iyi geldi seninle konuşmak diyor. Gülerken bir soru daha sıkıştırıyor araya "Ama kadınlara da var diyorlar, neydi adı eee" Biliyor ama o an çıkmış aklından. "Gilman mı?" diyorum. Gülmeler kahkahaya dönüşüyor aramızda. "Yok diyorum, kadınlara bir şey yok, o da biz erkekler için. "Nasıl söyleyeyim bilmem ki, hani tüysüz, sürmeli oğlanlar var ya... Sevabı yüksek olanlara hizmette sınır yok cennette!" Gülüşüyoruz devamlı. Canın ne zaman sıkılırsa ara, ben de ararım. Bugünler geçecek, hayırlısıyla her şey düzelecek diyorum sohbetimiz sona ererken.

Evde yaşamın zorluklarıyla yüzleşmeye başlıyorum. Covid-19 (Bundan böyle Cavit Efendi demek geliyor içimden) varlığını her an hissettiriyor ensemde. Eşim zaten hastalık derecesinde titiz bir insandı, gelin şimdiki halini görün. Dakikada bir elleri sabunla yıkamalar, olmadı bir daha. Öyle suya tutmakla olmaz, iyice sabunla. Sigara almak için dışarı çıkacağım dediğimde,
"Git kaç paket alırsan al zırt pırt dışarı çıkıp virüs getirme eve." Fakat ben kendimi ayarlıyorum, fazla bulunursa elimin altında, daha çok tüketirim. Neyse izin çıkıyor. Bu arada
"Hazır çıkmışken biraz daha portakal, eczaneden Kalsiyum Sandoz al bari" diyor. Ne demek, emrin olur.
"Ayakkabılarını kapının dışında giy." Olur.
"Döndüğünde de girme içeri ayakkabınla." Elbette. Alışverişimi yapıp eve dönüyorum.
"Dur o poşetleri koyma oraya." Her gün koyacağım yer bir başka, şaşırmış durumdayım.
"Şimdi üzerinde ne varsa çıkar hepsini kirliliğe at." Ama daha dün giymiştim bunları.
"Olsun virüs bulaşmıştır onlara. Şimdi doğru banyoya, iyice köpürt her yerini." Ya elimi, yüzümü sabunlasam olmaz mı.
"Olmaz, dediğimi yap." Yok bu işin kaçarı. Dışarı çıkmanın faturası ağır.

Banyodan çıkıp koltuğa atıyorum kendimi. Tv'de zapping yaparken Kanal 24'e takılıyor gözüm. İtalya'dan bir mimar hanım ile canlı bağlantı kurmuşlar. Aldığımız haberlere göre her aileden en az bir kişi hayatını kaybetmiş, bu doğru mu diye soruyor sunucu. Oha diyorum içimden. Ne bu? Hesapsız kitapsız nasıl konuşuyor bu insanlar? Nüfus 60 milyon. Her aile ortalama beş nüfus barındırsa 12 milyon aile ve her aileden de bir kayıp olsa toplam ölümle sonuçlanan vaka sayısı 12 milyonu bulur en azından. Oysa açıklanan rakam 7.500. Elbette bu rakam da çok korkutucu fakat bu kadar abartmak niye. Mimar hanım şaşkın, "Valla diyor ben burada yalnız başıma yaşıyorum. Dışarıyla bağlantım yok denecek kadar az. Öyle bir şeyden haberim yok ama çok kötü haberler geliyor kulağımıza. İki doktor yaşadıklarını kaldıramamış ve intihar etmiş." Anlaşılan İtalya'da Papa'ya epey iş düşecek bu aralar.

Bugün er ya da geç bir kitap alacağım elime, kararlıyım. Ayşe Kulin'in "Son" adlı kitabı göz kırpıyor komodinin üzerinde. Eşim okumuş, boşuna zaman kaybı dediğine bakılırsa muhtemelen benim hoşuma gidecek. Zira bağlantılarımız ters biraz. Kitabın içinde topladığımız kır çiçeklerini koymuş ütülemek için. Epoksi işine hazırlık. Önce onları başka bir kitaba taşımak gerek. Dün nefis bir mantarlı kremalı tagliatelle yaptım. Kilo alacağım, kalorisi yüksek onun diyerek ağzına koymadı eşim. İradesine hayranım. Oturup tek başıma büyük bir zevkle yedim, yaşama bağlandım.  

KARANTİNA KORONA - 1

Kanatlı Kedi bir etkinlik başlatmış ve blog dostlarını Koronavirüs karantina günlerinde her gün bir yazı yazmaya davet etmiş. Yazının kısa ya da uzun olması veya konusu ile ilgili herhangi bir kısıtlama yok. İster her gün izlediğiniz bir filmi, okuduğunuz bir kitabı ya da gezmiş olduğunuz bir yeri anlatın. İster bilgi paylaşın ya da sadece o gün ne yaptığınızı, ne yapmayı hayal edip yapamadığınızı, içinizden geçenleri anlatın, fark etmez demiş. Amacın bir şeyler yazıp paylaşmak olduğunu belirtmiş ve ilk yazısını da burada paylaşmış. Yeni takibe aldığım arkadaşımızın challenge'ına ben de elimden geldiğince katılmak istiyorum. Siz de bu etkinliğe katılıp dünyamızı etkisi altına alan Koronavirüs felaketi nedeniyle kapandığımız evlerimizden sesimizi duyurabilir, yeni blog dostları edinebiliriz

Eşimin ve Aile Hekimi Uzmanı olan kızımın ısrarı üzerine dün dükkanı kapatmış ve eve kapanmaya karar vermiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse benim için henüz erken bir tarihti bu. Kararımda etkili olan bir yakınımızın eşime söylediği söz oldu diyebilirim. Eşim beni şikayet ederken onun "Seni sevseydi dükkanı kapatmamak için bu kadar ısrarcı olmazdı" demesi gerçekten de tam isabet kaydetmişti. Bunu bana söyler söylemez "Tamam, dedim kapatıyoruz." 

Kendi açımdan bir sorun görmüyordum aslında. Çünkü madem ki bu Korona nüfusun yüzde seksenini eninde sonunda ziyaret edecek. Buyursun, şu anda sağlığım yerindeyken gelsin ki yeneyim onu rahatlıkla diyordum. Ama virüsü kapıp eşime bulaştırmam halinde kendimi affedemezdim.  "Ben soğuk algınlığını tam atlatamadım, ciğerlerimden hırıltı geliyor. Sen kendini düşünüyorsun sadece."  diyordu eşim. Şimdi o mutlu kararımdan. Böylelikle zorunlu karantina günlerim başlamış oldu. 

Emekli olduğumuzdan tuzumuz kuru sayılır. Gençlerin çoğu sahip olduğumuz şansa sahip değil, çalışmak zorundalar. Koronavirüsün bunca yıllık yaşamımda dünya gündemine oturmuş en önemli olay olduğunu düşünüyorum. Buna ABD'nin ikiz kulelerine yapılan saldırı dahil. Hayatımızı daha ne kadar süre etkileyecek hiç kimse bir fikir yürütemiyor. TV'lerde, sosyal medyada tek konu Korona. Ne sınıra yığılan Suriyeliler, ne İdlib, ne de ülkenin ekonomik durumu konuşuluyor artık. 

Açıkçası bugün sudan çıkmış balık gibiyim. Kitap okumak, yazmak, film seyretmek için bir fırsat bu değerlendirmek lazım. Yok öyle olmuyor. Sanki biri silah dayamış kafama, bana bunları yaptırmak istiyor. Ya da hepsini bir anda yapmak istiyorum. Üniversitede aldığım seçmeli dersim olan psikoloji "Introduction to Human Behavior" dan öğrendiğim bir konu geliyor aklıma: Eğer birden fazla şeyi aynı anda aynı şiddette isterse insan, çakılıp kalır hiçbirini yapamaz. İşte aynı bu haldeyim şimdi ben.

Sabah balkona çıktım caddedeki hareketi gözlüyorum. Eskiden olduğu kadar kalabalık değil. Bazıları maske, eldiven takmış, kendince önlem almışlar. Bir kısmı ise son derece rahat görünüyor. Binanın önüne kamyonete yüklediği zerzevatı satan bir gezici manav yanaşıp hoparlörle bağırmaya başlıyor. "Enginar, havuç, domates, bakla, manav geldiiiii." Bir müddet sonra aracından iniyor aşağı. Bu kez hoparlörsüz aynı şeyleri tekrarlıyor. Kimse ilgilenmiyor. Acımaya başlıyorum adama. Şimdi herkes virüs bulaşmasın diye adama yaklaşmıyor diyorum içimden. Bezgin bir şekilde kamyonetin üzerine yerleştirdiği sebze meyve kasaları arasından litrelik bir pet su şişesi çıkarıyor, dikiyor kafasına. Hangi akla hizmet ettiğini bilmiyorum, şaşkın bakışlarım altında, kalan suyu kırmızı elmaların üzerine serpiyor. Az sonra altımızdaki bilardo salonundan çıkan adamın biri yanaşıyor, eline aldığı naylon poşetin içine önce sarı sonra az önce sulanan kırmızı elmalardan koyup tartması için manava veriyor. Manavın şansı açılıyor bir anda. Sonra düzgün giyimli bir hanım aynı elmalardan koyuyor poşetine. Bir başkası daha geliyor. Şimdi sorarım size, bu adam virüsü taşıyorsa eğer, elmalara bulaştırmaması mümkün mü? Bu bizzat gördüğüm, ya görmediklerimiz...

Yazmak gelmiyor son günlerde içimden. Ne aşktan ne sevgiden bahsetmek istiyorum yazılarımda. Felsefi tartışmalar bile Korona gündemdeyken yavan geliyor. Blogların çoğuna virüs bulaşmış, onları daha bir merakla okuyorum. Merak ettiğim konular var bu işte. Çin mesela, nüfusu 1.400.000.000'dan fazla. Koronavirüs'ten bir günde ölen sayısı 200'ü bulmamış. Bugün itibarıyla toplam vaka sayısı 81.661, can kaybı 3.285. İtalya'nın nüfusu 60.000.000'un biraz üzerinde. Bugün itibarıyla toplam vaka sayısı 74.386, can kaybı 7.503. Son 24 saat içinde ölüm vakası 683. İspanya'nın nüfusu  ise 46.750.000. Bugün itibarıyla toplam vaka sayısı 49.515, can kaybı 3.647. Son 24 saat içinde ölüm vakası 738.  Türkiye'nin nüfusu 83.000.000. Bugün itibarıyla toplam vaka sayısı 2.433, can kaybı 59. Son 24 saat içinde ölüm vakası 15. Bütün dünyayı esir alan Covid-19'un marifetlerini ülkeler arasında mukayese ediyorum sürekli. Henüz yolun başında mıyız, yoksa treni kaçırdık mı? Nüfusa ve tespit edilen vaka sayısına bakılırsa Çin Koronavirüsle mücadelede en başarılı ülke görünüyor. Türkiye'de test sayısı yeterli olmadığı için mi vaka sayısı düşük bilmiyoruz. Umarım bu mücadelede performansımız İtalya ve İspanya'ya benzemez.        

24 Mart 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 31

Covid-19 bütün dünyayı etkisi altına almış durumda. Bütün haber kanallarının ortak konusu Koronavirüs. Geçen hafta Ağaç Ev Sohbetlerinde biz de aynı konuyu tartışmıştık. Sevgili Deep Tone, diğer arkadaşlardan başka öneri gelmeyince bizzat kendi belirlemiş haftanın sohbet konusunu. Çok da iyi yapmış. Değişik ve hafif bir konu seçmiş bu kez. Evet, bir süreliğine de olsa Koronavirüsü düşünmeyip arkadaşımızın sorusuna konsantre olalım. 

Kuş beyinli denilince ne düşünüyorsunuz?

Genellikle kızgınlık anında ya da alay etmek için söylenen bir hakaret sözü olduğunu düşünüyorum ilk bakışta. Zekası kıt ve aklını kullanmayan insanlar için söylenir bu söz, kuşlara hakaret amacını gütmez. Doğrudan kuşlara söylendiğini duymadım hiç, zaten söylense de onlar buna pek kulak asmazlar buna. 

Araştırmalar gösteriyor ki beyin büyüklüğü zeka seviyesini göstermemekte. Öyle olsaydı en büyük beyne sahip canlılardan balina ve filin en zeki canlılar olması beklenirdi. Zeka ve beyin büyüklüğü arasında kanıtlanmış doğrudan bir ilişki bulunmamakta. Bazı bilim adamları beyin ve vücut kitle oranının daha anlamlı bir sonuç verdiğini iddia etmişler. Basit olarak beyin/vücut oranı insanda 1/40 iken küçük kuşlarda bu oran 1/12 çıkıyor. Yani vücut ağırlığına göre kuşların beyinleri insan ve diğer canlılara göre daha büyük! İnsan beyni beyin/vücut kitle oranına en yakın olan hayvan cinsi ise farelermiş! 

"Kuş beyinli" ifadesiyle kuşun küçük beynine atıfta bulunulduğunu sanmıyorum. Burada kızgınlıkla anlatılmak istenen muhatabının beyin büyüklüğünün kuş kadar olması, yani ufacık olduğuna işaret edilmesi. Oysa beyin büyüklüğü ile zeka arasında doğrudan bir ilişki bulunmadığına yukarıda değinmiştim.

Kuşların zekasıyla dalga geçmek, onlara hakaret etmek insanın haddine değil. Zira Evrim Teorisine göre canlı yaşam suda başlayıp oradan karalara geçmiş. Ve son merhale gökyüzü! Uçmaya başlamış bazı canlılar, özgürce, kardeşçe. Siz hiç savaş halinde kuş sürüsü duydunuz mu? Binlerce kuşun sürüler halinde hiçbir kargaşaya mahal bırakmadan kilometrelerce göç ettiğini düşünün. Birbirleriyle kurdukları sosyal ilişkileri inceleyin. Biz insanlar birbirimizi anlamakta zorlanırken kuşları kendimizden aşağı görmek ne haddimize. 

Zannetmiyorum ki sahilde kanatlarını açmış, keyifle süzülen bir çift martının yaşadığı mutluluğun zerresine sahip olalım. Biz insanlar, çevreyi kirleterek kuşlara da büyük zarar veriyoruz. Konumuz zeka ise canlılar arasında birbirine ve diğer canlılara en büyük zararı veren insanı beyin büyüklüğünden dolayı yüceltmek çok akılcı gelmiyor bana.

20 Mart 2020 Cuma

CORONA - YANSIMALAR

Bildim bileli hiçbir virüs Covid-19 kadar dünya gündemini işgal etmemişti. Bilim insanlarının tespit ettiği 5.000 virüsten biri bu. Ülkemizi de etkisi altına alan "Corona" söz konusu olunca her insanın tepkisi farklı oluyor. Bazılarında paranoya ölçüsünde bir panik hâli ortaya çıkarken kimileri de bana bir şey olmaz deyip büyük bir umursamazlık içinde. Ben Coronavirüs'ün toplumdaki yansımaları diyorum bu tepkilere. Virüsün bendeki yansımasını paylaşacağım sizlerle.

Öncelikle şunu belirtmekle başlayayım: Yazacaklarım herhangi bir bilimsel veriye dayanmamaktadır. Bunlar sadece okuyup, araştırıp öğrendiklerimle sınırlı değil. Akıl süzgecimden geçen bilgilere dayanarak Corona hadisesi hakkında belki çoğunuza aykırı gelebilecek kendi düşüncelerimi de paylaşmak istedim. 

Corona ortaya çıkmadan önce pek çok salgın hastalığa ve kitlesel can kayıplarına sebep olan bakteri ve virüs çeşidinin insanlara musallat olduğunu biliyoruz. Üstelik bunlardan bazıları Corona'dan daha fazla ölüm oranlarına sahip. Özellikle bizim gibi eğitim seviyesi düşük, yöneticilerinin halkın güvenini kazanamamış toplumlarda, hiçbir önlemin solunum yoluyla kolaylıkla bulaşan bu  virüsün yayılmasına karşı başarılı olabileceğini beklemiyorum. Alınan tedbirlerin, medya ortamında yazılıp söylenenlerin çoğu virüsün yayılmasını geciktirmekten başka bir işlevi bulunmuyor. Şunu söylemek istiyorum; ne kadar önlem alınırsa alınsın virüs doyuma ulaşıncaya kadar bir şekilde yolunu bulup insanlara geçecek. Nedir bu doyum noktası? Sabah haberlerinde doktorun biri yüzde seksen beş gibi bir rakam verdi. Yani nüfusun sadece yüzde on beşine virüs bulaşmayacak. Elbette bu doktorun söylediğine de itibar etmiyorum. Bu rakamı neye dayandırıyor bilmiyorum çünkü. Yüzde otuz mu olur seksen mi tahmin etmek zor. Fakat eğer  virüsün yayılma süresince (bazılarına göre üç ay bazılarına göre en az bir yıl) evden dışarı çıkmazsanız ve evdeki stoklarla yaşamayı başarabilirseniz eyvallah, diyecek sözüm yok. Fakat bu arada yağ bitti, gazete okumam lâzım deyip de çocuğu, kapıcı Cafer Efendiyi bakkala, markete gönderirseniz bu iş yatar. Evde kalan hiç kimse, çoluk çocuk, eş, hala, teyze, dedeler, nineler de kapı dışarı çıkmayacaklar elbette. Maskemi takar gider alışverişimi yaparım derseniz büyük yanılgı içindesiniz. Yani bu işten öyle okulu kapattım, on beş gün eve kapandım deyip kurtulamazsınız. Virüs er ya da geç gelecek size er ya da geç.

Fakat hiç ümitsizliğe kapılmayın. Corona dünyanın sonunu getirecek değil. Eskiden ihtiyar biri öldüğünde "Neden?" sorusu sorulmazdı pek. Hani sorulsa da "Yaşlılıktan" derlerdi, o kadar. Dünyada her yıl milyonlarca kişi ölüyor. Tıp bilimi artık hepsi için bir kulp bulmak zorunda. Rapora, ölüm nedeni olarak "Yaşlılık sebebiyle" yazan doktor duydunuz mu hiç? Duymazsınız tabii. Ya solunum yetmezliği, ya damar tıkanıklığı bilemedin çoklu organ yetmezliği gibi bir neden uyduracaklar. Ölen kaç kişinin kanında virüs taraması yapılıyor? İnanıyorum ki hastalık nedeniyle ölümlerin tamamının nedeni vücuda giren milyonlarca virüsten biri ya da bir kaçıdır. Virüs vücuda girer, hoşlandığı yeri (her virüsün gideceği yer farklıdır, Covid-19 mesela akciğerlerdeki broşlara yerleşir, kanın oksijenle temizlenmesini engeller. Bazı virüsler karaciğere, böbreğe, mideye, bağırsaklara vs. yerleşir.) mesken tutar. Sonra savaş başlar bizim kırmızı kuvvetler antikor üreterek virüsün ayağını kaydırmaya uğraşırlar. Mavi kuvvet olan virüsler ise dost görünüp hücreye sızmaya ve hücrenin genetiğini bozmaya çalışırlar.

Savaşın galibi kim olur sizce? Elbette başta bağışıklık sistemi kuvvetli çocuk ve gençler. Sonra, kendine iyi bakan yaşlılar. Diyorum ki virüslerin vücuda girmesini engelleyemeyiz. Yapılması gereken bağışıklık sistemimizi güçlü kılmak. Bunu nasıl mı yaparız? Kendimize iyi bakarak, sağlıklı yiyecekler yiyerek, zararlı olanlardan kaçınarak, fazla kilo almayarak, spor yaparak. Siz hâlâ hap gibi şunu ye bunu yeme dememi mi bekliyorunuz? Yok, onları ben demeyim, o kadarını da doktorlara bırakayım, onlar da bu işten ekmek yiyorlar!

Dip Not: Yazıyı yazdıktan sonra yayınlamaya hazırlanırken bir doktor arkadaşımın whatsapp'tan gönderdiği mesajı okudum. Genel olarak yukarıda yazdıklarımı teyit eden bir yazı. Özetle Corona'dan kaçışın mümkün olmadığını, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi gerektiğini anlatıyor. Aşağıda bir kaç cümlesini alıntıladım.

"... Bu virüsten kaçış yok arkadaşlar. İstisnasız hepimiz yakalanacağız. 

... Hatta birçoğumuz yakalandı bile ama fark etmedi. Ve hatta hastalığı da atlattı. Vücudu virüsle yaşamaya alıştı ya da virüs o vücutta yaşayamadı ve başka konaklara geçti. Bu konuda en güzel örnek Diamond Princess gemisi. Gemideki 3.700 kişinin 700'ünde test pozitif çıkmış. Ama bu 700 kişinin 350'si hastalığı hissetmemiş bile. Ve hala da çok sağlıklılar. Yatak döşek yatmıyorlar. Ki yaş ortalamaları da bayağı yüksek. Çünkü o 350 kişinin bağışıklık sistemi çok güçlüydü!

... Fakat ne kadar geç yakalanırsak o kadar iyi. ... Şu an uygulanan karantina, tatil, izin vb. gibi önlemlerin tamamı sadece virüsün yayılma hızını yavaşlatıp, sağlık sektörünün çökmemesini sağlamak için. ...

18 Mart 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 30

Ağaç Ev Sohbetlerinde yeni bir hafta ve yeni bir konu. Menfi'nin Günlükleri Korona'ya dair bir kaç güzel yazı yazmış blogunda. Dünyanın konuştuğu böyle bir konuya Ağaç Ev Sohbetlerine yer vermeden olmaz diye düşünmüş sevgili Deep Tone / Sade ve Derin. Evet bir çoğumuzun evlere kapanmak zorunda kaldığı bu zor günlerin ana gündemini Ağaç Ev Sohbetlerinin 30. Bölümünde tartışıyoruz. Sizler de davet beklemeksizin, gönül rahatlığıyla blogunuzda gündemizdeki bu konuya dair içinizi döküp düşüncelerinizi yazabilir, Ağaç Ev Sohbetleri ailesinde yerinizi alabilirsiniz. 

*** Koronavirüs Gündemi ***

İlk olarak Çin'in Wuhan kentinde görülmüştü. Halkın pek bir rağbet ettiği yarasa çorbasından insanlara sirayet ettiği düşünülürken daha sonra bu virüsün yarasadan değil de nesli tükenmekte bir memeli türü olup Wuhan pazarlarında yasa dışı yollardan satılan ve boyları 30 cm den bir metreye kadar değişen, eti yumuşak ve lezzetli bir hayvan türü olan pangolinden insanlara bulaştığı iddia edildi. Uzak Doğu insanlarının bize ters gelen fare, böcek, yılan gibi değişik hayvanları mutfaklarında baş tacı ettiklerini biliyordum. Sanırım bu yüzden Koronavirüs'ün bölgede sınırlı bir etkisi olacağını düşünmüştüm. Doğrusunu söylemek gerekirse o zamanlar Wuhan'da yaşayan Türk vatandaşlarının uçakla ülkeye getiriliş sürecini ve onların özel giysiler içinde uzaydan gelmiş gibi karantinaya alınmalarını aşırı bulmuş, tv'lere yansıtılan görüntüleri şov olarak değerlendirmiştim. Bir süre sonra komplo teorileri konuşulmaya başlandı. Bu mutlaka ABD'nin işi olmalı diye düşünmeye başladığımı hatırlıyorum. Çin'in önlenemeyen ekonomik gelişmesine karşı bir biyolojik saldırı mıydı acaba? 

Ölenlerin sayısı arttıkça olayın ciddiyetini anlamaya başlamıştık. Çin ekonomik bakımdan büyük darbeler alıyordu. Kısa süre sonra Koronavirüs diğer ülkelere yayılmaya başlamıştı. Bütün ülkelerde, komşularımızda can kayıplarına neden olan bu virüsün ülkemize girmemesi alınan doğru önlemlere bağlanıyor ve takdirle karşılanıyordu. Fakat virüs bu, Türklere ayrıcalık tanıması beklenemezdi. Diğer taraftan "demokrat" bir virüs olduğu söyleniyordu. Bu bakımdan kendisini takdir etmiştim. Yani sınıf, dil, din ve ırk ayrımı yapmadığı ifade ediliyordu.

Sağlık Bakanı gecenin bir yarısında açıkladı; ilk Koronavirüsümüz ülkemize teşrif etmişti. Halkımız önlem olarak marketlere koştu, un, makarna ve şeker ne bulurlarsa kapıştılar, raflar bir anda boşaldı. Sonra vaka sayısı, beşe, altıya çıktı. Koronavirüsten korunmak için bez maske kullanımının, elleri yıkayıp dezenfekte etmenin önemi anlatıldı tv'lerden, kalabalık yerlerden uzak durmak gerektiği söylendi. Halkımız büyüklerimizin dediklerini dikkatle dinledi, cumhuriyet kurulalı beri tüketilen bez maske sayısının onlarca katı maskeyi bir anda satın aldı. 50 tanesi 12,5 TL ye alıcı bulmayan bez maskenin fiyatı tam yirmi kat artarak çarşıda, pazardaki çocukların elinde tanesi beş liraya satılmaya başlandı. Ülkenin bütün kolonya stokları bir anda eridi, milli ikramımız karaborsaya düştü.

Bugün itibarıyla endişenin boyutu artıyor. İtalya, İspanya, Almanya gibi gelişmiş ülkelerin içine düştüğü durumu gördükçe endişelenmemek elde değil. Şimdiye kadar Koronavirüs'e bağlı sadece bir ölüm vakası açıklandı resmi makamlarımız tarafından. 89 yaşındaki kurbanın mikrobu Çinli çalışanından kaptığı pek kıymetli Sağlık Bakanımız tarafından duyuruldu. Ülkemizde toplam 98 kişiye Koronavirüs bulaştığı söyleniyor. Bunların tamamı hasta olmayabilir. İşin tehlikeli yanı da bu zaten. Bağışıklık sistemi güçlü olan bazı insanlar virüsü vücutlarına aldıklarında kendileri etkilenmese de başkalarına yayabiliyorlar. Restoranların, eğlence yerlerinin, okulların ve camilerin kapılarına bir süreliğine kilit vuruldu. Özellikle insanlara zorunlu olmadıktan sonra evden çıkmamaları öneriliyor.

Ne yapmak lazım? Bu konuda farklı görüşler var. Mesela İngiltere; "Sürü Bağışıklık Sistemi" adı verilen bir yol takip edip doğal seleksiyonla "Kalan sağlar bizimdir" ideolojisini benimsemiş. Bazıları Koronavirüs'ün tanrının bir lütfu olduğunu iddia ederken en iyi korunma yönteminin dua edip günâhlarımızın affını dilemek olduğunu dile getiriyorlar! Genellikle ülkeler halktan gelebilecek tepkiyi azaltmak gayesiyle konuyu ciddiye aldıklarını göstermek zorunda hissediyorlar kendilerini. Aslında biliyorlar ki böylesine etkili küresel bir tehdit karşısında insanoğlunun yapacağı çok fazla bir şey yok. İngiltere modeli çözüm ilk bakışta sorumsuzluk gibi gelse de bu yöntemin üzerinde durulması, düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Zira adamlar ülke imkânlarına, mevcut sağlık malzeme stoklarına, personel ve hasta yatak sayısına bakıyorlar önce. Sonra dönüp Corvid-19'ün yayılma kapasitesini, virüsün kabiliyet ve zayıf noktalarını yatırıyorlar masaya. Çıkardıkları ilk sonuç, bu virüsün yayılmasını önlemenin mümkün olmadığı ki buna ben de sonuna kadar inanıyorum. Bakmayın siz yapılan resmi açıklamalara. Özellikle ülkemizde enfekte olmuş kişi sayısının açıklanandan kat kat yüksek olduğunu düşünüyorum. Başarılarıyla gönüllere taht kuran Sağlık Bakanımızın liderliğinde alınan önleyici faaliyetler göstermelik bence. Bu konuda uzun uzun yazmaya gerek yok. Sadece şunu söylemekle yetineyim, gerisini siz düşünün. Koronavirüs'ün terör estirdiği komşularımızdan İran'a çok sayıda koruyucu maske yardımı yapan ülkemizin virüs testini yapan ender sağlık kurumlarımımızda doktorlara verebileceği maske yok!

Koronavirüs'e dair izlenen hükümet politikasını sadece bir açıdan doğru buluyorum. O da vaka sayılarının, yer, kimlik gibi bilgilerin gizli tutulmasında gösterdiği başarı. Gerçek sayılar ortaya dökülse ulkemizde kıyamet kopardı herhalde.

Hijyen önemli elbette. Sadece Korona için uyulması gereken bir durum değil bu. Alışkanlık, kültür meselesi. İzmir'in gevreğini bilirsiniz. Sabit ya da tekerlekli bir arabanın üzerine monte edilmiş camekânlı dolaplarda satılır genelde. Bazen de bir ahşap tablanın etrafına dizilmiş gevrekleri ya da kumru dediğimiz susamlı sandviç ekmeklerini satan seyyar satıcıları görürsünüz cadde ve sokaklarda. Dün bunlardan birine rastladım. Kadının biri genç satıcıdan bir gevrek, yanında bir parça peynir ve birkaç parça da dilimlenmiş domates istedi. Adam eline geçirdiği şeffaf plastik eldivenlerini kullanmadaki acemiliğiyle bir kâğıda gevreği, onun yanına da peynir ve domatesleri koyup paketlemeye çalıştı. Uzunca bir süre ince naylon poşeti açmaya uğraştı fakat elindeki eldivenle bunu yapmayı bir türlü beceremiyordu. Sonunda kadın beklemekten sıkılıp satıcının elindeki gevrek paketini ve naylon poşeti alıp bu işi kendisi üstlendi. Elindeki kâğıt parayı uzattı adama. Adam eldivenini çıkarmaya gerek gormeden aynı eliyle parayı bölmeli plastik kutuya bıraktı, bozuk para üstünü verdi kadına. Sonra sıradakine aynı eldivenle bir gevrek alıp kâğıda sardı, uzattığı parayı aynı eldivenli eliyle alıp, aynı şekilde para üstü verdi. Delikanlıya sordum merak edip, "Niye takıyorsun şu eldiveni?" Bezmiş bir halde kafasını çevirdi bana doğru, "Valla abi, ben de anlamıyorum, ne yapayım, müşteri böyle istiyor!" Söylemem lâzımdı, dayanamadım sordum. "Peki, gevreği tuttun o eldivenli elinle, sonra da aynı eldivenli elinle paraya elledin, sence doğru mu bu? Adamın derdini eştiğimin farkında değildim hâlâ. Bana cevap verdi. "Öbür türlü zor oluyor be abi, tak çıkar, başa mı çıkar." Dersimi almıştım. Hayırlı işler, dedim, yürüdüm.

İşte böyle. Virüsün bizi bulabileceği yollar o kadar çok ki. Hele şehir hayatında yaşıyorsak bir de. Dağ başında yaşayıp toplumdan kendimizi tamamen soyutlamamış isek Koronavirüs bir yolunu bulup gelecektir. Bu bakımdan etkisini kaybedene kadar bağışıklık sistemimizi zinde tutup geldiğinde  onu yenmemiz daha akıllıca  bir yol gibi görünüyor. Hasta ve yaşlı olanların işi çok daha zor tabii.

Son olarak şu konuya da değineyim. Bazı arkadaşlarımız Koronavirüs'ün bize bazı insani değerlerimizi hatırlattığını, bitmek tükenmek bilmeyen hırs ve zevklerimizden uzaklaşıp evlerimize döndüğümüzü, birbirimizden bu sayede haberdar olduğumuzu anlatmaya çalışıyorlar. Ben o kadar iyimser değilim. Daha acısını hissetmeden krizi fırsata çevirenleri görüyoruz, kriz bittikten hemen sonra virüs unutulacak, her şey eski haline dönecek. Hatırlayın geçmişteki deprem felâketlerini, günlerce tv'lerde yapılan konuşmaları, alınması gereken önlemlerden bahseden profesörleri... Birkaç hafta sonra bütün konuşulanların unutularak, sanki hiç yaşanmamış gibi olayın gündemden düştüğünü... Sonra yeni bir depremle aynı konuların tekrar tekrar konuşulduğunu. Koronavirüs de deprem gibi geldi, korkuttu, can aldı, canımızı sıktı, bir müddet daha bu sıkıntıyla boğuşacak insanlar, ta ki yeni bir virüs "Morana" kapımızı çalana dek...
   

14 Mart 2020 Cumartesi

ÇÖL ÇİÇEĞİ 6

Sahra Çalısı uzun süredir Çöl Çiçeği'ni dinliyor, onun içinde bulunduğu durumdan bir an önce çıkıp eski neşeli günlerine dönmesi için büyük çaba sarf ediyordu. O, ayrılığın nasıl bir şey olduğunu en iyi bilenlerden biriydi. Çölün acımasız kum fırtınalarına kendini bırakmış, yuvarlanarak savrulduğu uzak diyarlarda yağmurunu beklemişti. Önce Çöl Çiçeği'ne dönüp seninki aşk olamaz demişti. Kabul etmemişti bunu Çöl Çiçeği. Hayır demişti, ben suyuma, suyum bana aşık. 

Sahra Çalısının aşk tarifine uymuyordu bu ilişki...
1. Çünkü onun bildiği aşk karşılıklı bir tutku değildi. Aşk sadece bir tarafın yakasına yapışır, onu şekilden şekle sokardı.
Suyun kendisine yaptığı güzel şeyleri anlattı Çöl Çiçeği, anlatırken gözleri buğulandı. Peşinde çok koşmuştu Çöl Çiçeği'nin. Çöl Çiçeği kaçarken o kovalıyordu mütemadiyen. Tuhaf bir şekilde Çöl Çiçeği kıpır kıpır yerinde duramazken, su sakin, için için akıyordu yatağında. Aklı karışmıştı Sahra Çalısının, hemen inanmazdı söylenene, söyleyene inansa bile. Çelişkiler aradı sözlerinde Çöl Çiçeği'nin. Ne olmuştu da, birden çekmişti kollarını su, sevdiğinden. Geçmiş ne söylerse söylesin, gelinen bu duruma bakılırsa, Çöl Çiçeği inanmak istemese de suyun aşkının sona erdiğini anlamak zor değildi. Aşk, platonik olanlar dışında sonsuza kadar sürecek bir duygu değildi. 

2. Çünkü onun bildiği aşk karşılıksız sevgiydi. Karşısındakini olduğu gibi kabul edip, sonsuz bir tutkuyla bağlanmaktı. Onun her şey, kendisinin hiç olmasıydı. Kendisi ne kadar acı çekerse çeksin, onun mutlu olmasının ona yetmesiydi.  
Sahra Çalısı çölün suyunu tanımıyor, onun dengesiz tavırlarını anlayamıyordu. Fakat Çöl Çiçeği'ni gayet iyi çözümlemişti. Çöl Çiçeği suyuna aşık görünüyordu, çünkü onu seviyordu, onsuzluk canını acıtıyordu, onun her haline tutkundu. Buraya kadar tamamdı. Fakat bir konuya yatmıyordu aklı. Evet, sahiplenmişti suyunu Çöl Çiçeği, kıskanıyordu başkalarından. Onun başkasıyla mutlu olma olasılığı aklını kaçırmasına yetebilirdi. Sahra Çalısının aşk kriterlerine uymayan bir durumdu bu. Belki de o aşklarında hep terk eden olmuş, terk edilmişliğin acılarını öğrenememişti. Bu muydu sorun? Suyun özgürce akmasına izin vermemesi miydi bu ayrılığın sebebi. Peşinden çok koşması mıydı? Neydi bunun tedavisi, çaresiz kalmıştı çölün bilge çalısı.

Çöl sıcakları iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Sahra Çalısını dinlememiş, burnunun dikine gitmiş, kendini zapt edememiş yine aramıştı suyunu Çöl Çiçeği. Suyun ona dönmesini beklemişti sonra sabaha kadar, uyumamıştı. Gözleri şişmiş, umudunu kaybetmiş bir haldeydi. Kendisini defalarca ikaz etmişti Sahra Çalısı: "Arama, bırak o arasın seni. Küçültme kendini. Unutma ki kaçan kovalanır, bir kere olsun kovalanan ol." 

Dinlememişti yine, bir kez daha tutamamıştı kendini. Sahra Çalısı kızamamıştı ona. Kolay değildi elbette. Tam da suyun yatağını değiştirdiğine, arkasını döndüğüne kendisini inandırmaya başladığı anda, dönüp geri geliyordu su. Yeni bir sayfanın açılmasına karar verip birlikte yol almaya niyetlendikleri anda ise uzaklaşıyordu Çöl Çiçeği'nden. Umut ışığı deniz feneri gibi defalarca yanıp sönüyor, Çöl Çiçeği bir umutlanıp coşuyor, dans ediyor, bir umutsuzluğa kapılıp kedere gömülüyordu. Bu zorluğa ne kadar dayanabilirdi ruhu, bedeni. O yüzden arayan o olmuştu, kararsız bulutları bir nebze olsun dağıtmak için. Aradığıyla kalmıştı. Su yine "Sana bir iki gün içinde dönerim." demiş, aramamıştı bir daha. Dönse bir türlü dönmese bir türlüydü. Sahra Çölü, "Bırak bu sudan hayır gelmez sana artık." derken, suyun defalarca Çöl Çiçeği'ne neden geri döndüğünü ve sonra yeniden neden bir kez daha onu terk ettiğini anlayamıyordu.