KATEGORİLER

5 Mayıs 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 37

Bu hafta, Ağaç Ev Sohbetlerinin konusunu Barış Doğan arkadaşımız belirlemiş. Son aylarda dillerden düşmeyen Koronavirüs üzerine sayfalar dolusu yazılar yazılabilir. Ne yazık ki konu ne kadar hassas olursa olsun siyaset malzemesi yapılabiliyor. Eğer kendimi tutamayıp ben de siyasetle ilgili birkaç laf edersem bilin ki yazdıklarım herhangi bir görüşe hizmet etmek amacını taşımayacak. Salgının Çin'in Wuhan kentinde ilk görüldüğü günden bu yana bazı fikirlerim değişti bazı fikirlerim dağ gibi yerinde duruyor. Konumuza ilişkin üzerinde tartışacağımız başlık şöyle:

Salgın belli bir ölçüde kontrol altına alındıktan sonra sence global dünyayı ve bizi nasıl bir düzen bekliyor, ekonomide ve uluslararası düzende nasıl bir yeni düzen olur?

Görünen o ki değişen bir şey olmayacak. Bir ay önce bazı hayallerim vardı fakat havaların ısınmasıyla birlikte hepsi eridi gitti. Salgından sonra yeni bir dünya düzeni geleceğine dair beklentilerimin artık gerçekleşmeyeceğini düşünüyorum. Fakat Covid-19 bize, insanların hem çaresizliğini hem de acımasızlığını öğretti. Bazı ülkelerde suni solunum cihazına hangi hastanın bağlanacağına karar vermek zorunda kalıp diğerini ölüme gönderen doktorların vicdan azabını, çaresizliğini hissettik yüreğimizde. Sonra dönüp okulları açalım, ölüm oranı sadece yüzde iki, ölen ölür, kalan sağlar bizimdir diyen dünya liderlerinin acımasızlığını gördük. 

Ne yazık ki sağlık sektörü küresel kapitalizmin elinde. Bu bakımdan ne Dünya Sağlık Örgütü'nün açıklamalarına, ne de onu kendilerine rehber tutan Sağlık Bakanlığı ve tıp camiasının dediklerine kayıtsız şartsız inanasım var. Covid-19'un araştırma laboratuvarlarından bir hata sonucu insanlara musallat  edildiğine dair ileri sürülen bir takım iddiaları göz ardı etmiyorum. Çok önceden beri dile getirdiğim üzere virüs ve genetik yapı arasında bir ilişkinin olabileceğine bugün daha fazla inanıyorum. Nitekim bu konuda bazı çalışmaların yapıldığını da biliyorum. Çin'de başlayan virüs salgınının ülkenin nüfusu dikkate alındığında neredeyse hiç zarar vermediği gerçeği bu düşünceyi destekleyen en büyük kanıt. 

Salgın halen birçok ülkede kontrol altına alınmış görünüyor. Bütün ülkeler gerek ekonomilerini canlandırmak gerekse halkın üzerindeki baskıyı hafifletmek amacıyla normalleşmeye pek hevesli görünüyor. Bence kademeli olarak ve süratli bir şekilde bunu yapacaklar. Şahsen ikinci ve üçüncü bir salgın olabileceğine inanmıyorum. Virüsün etkisini yitirdiğini ve yavaş yavaş sürecini tamamladığını düşünüyorum. Zira virüs kaynaklı hastalığın tedavisine yarayacak elimizde halen ne bir ilaç ne de aşı var. Bilim dünyası virüsün nasıl bulaştığını vücuda ne hasarlar verdiğini çözmüş olsa da ona karşı mücadelede hala çok geride. Yani insanlar yasakların gevşetilmesiyle birlikte yavaş yavaş kendilerini sokaklara, AVM'lere, eğlence yerlerine atacaklar. Okullar, camiler, sinema ve tiyatrolar dolacak. Ne zaman mı? En fazla üç ay sonra hepsi cayır cayır çalışacaklar. Turizm deseniz o da ağırdan başlayıp Ağustos sonuna doğru doruğa çıkacak. Peki ne olacak? Hiçbir şey, vakalar tamamen ortadan kalkmasa da günde yüzün altında gerçekleşecek. Önceleri maske, dezenfektan kullanımına sıkı sıkı uyulurken onlar da bir kenara atılacak. E durum böyle olunca eski tas eski hamam. Vahşi kapitalizm aynen devam edecek. Siyasiler birbirini suçlamaya devam edecek, yoksul halk sadakalarla ayakta kalmaya çalışacak, zengin daha zengin olacak vs. Savaşlar da aynen devam edecek. Bir farkla,

Virüs'ün insanlar üzerinde nükleer silahlardan daha etkili olduğu görüldü.  Her ne kadar uluslararası anlaşmalar biyolojik silahların kullanımını insanlık suçu sayıyor olsa da, devletler bu ölümcül silahlarla oynamaya devam edecekler.

Çin virüsü yayma suçlamasıyla karşı karşıya kalacak. Devletler arasında suçlu olup olmamasından ziyade güçlü olup olmaması önemli olduğu için bu çabalar sadece batılı ülkelerin halkına şov yapmasından başka bir işe yaramayacak. Çin zaten ekonomik bakımdan gittikçe dünya lideri olmaya yürüyordu. Virüsten bağımsız olarak ekonomik dengeler yerine oturacak. Türkiye'de virüs iktidarın can simidi olacak, hükumetin bütün başarısızlıklarına gerekçe olacak. Çok değil, en geç altı ay sonra Covid-19 gündemden düşecek. Ahanda buraya yazıyorum. Virüs salgınının sürmesinden menfaati olanlar Covid-20 ya da Covid-21'i çıkarmak için aportta bekleyecekler.

 

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 4/1


"Budist olduğumu sanıyorum, fakat asla gelecekte ne olacağımın hayalini kurmadım. Şu anda bile düşündüğüm tek şey, gece kaç paralık iş yaptığım ve ayın sonunda giderlerimi karşılayacak kadar müşterim olup olmayacağı." dedim.


"Ama, bence bunu yapmalısın." dedi.

"Ne yapmalıyım?" diye sordum.

"Hayal kurmalısın." dedi.

Şafak sökmeden bir saat önce kendimizi kasaba arabalarından birinin arka koltuğuna atmadan önce, bana sarıldı ve "Bunu tekrar yapabilir miyiz?" diye sordu. "Elbette, umarım yine yaparız." dedim.


O gece gözüme uyku girmemişti. Söyledikleri beynimin içinde dolaşıp duruyordu. Düne kadar hayatımda eksik olan bir şey yoktu, sonra bana ne istediğimi sordu, ona istediğim bir şeyin olmadığını söyledim fakat sorduğu soruyu önce kendime sormam gerektiğini fark etmiştim. Evet, içimdeki boşluğu gizlemeyi beceremiyordum. Üniversiteden bir arkadaşım bendeki değişikliği anlamıştı ve insanın nasıl birine bu kadar hızlı bağlanabileceğini merak etmişti.


Ona, "Bunun mantıklı olmadığını anlıyorum ama âşık olduğunda, böyle oluyor işte, kendini kaybediyorsun. İşte bu yüzden bunun adına âşk deniyor. Başına gelene kadar anlaman imkânsız." demiştim.

1.500 civarında bir nüfusa sahip Vadi Şelalesi, 4 ve 16 No’lu Kansas Kuzey Doğu Devlet Yollarının kesiştiği köşede bulunan Topeka’nın otuz mil kadar kuzeyinde yer alır. La Ventana'yı açmadan dört yıl önce Kansas şehrinin güneyindeki Olathe'de iki odalı bir daire kiralamıştım ve buradaki uçuş okulundan ikiz motorlu uçakları kullanabilmek için sertifika alacaktım. Çocukken babam, patronunun arazisinde bana ekinlerin havadan ilaçlanmasını öğretirken yüzlerce saat uçmuştum ama pilotluk lisansı almak için hiç uğraşmamıştım. Şef olmak, benim B planımdı, hayalimdeki iş ise yıldızların altında uyumak. Bu yüzden Batı'nın uzak bölgelerinde rafting ve kano gezileri düzenleyen bir acente kurmayı düşündüm. Nehre inen toprak yoldan aşağı doğru yürüyüp hırçın sulara kavuşuyorduk. Keşif gezimizi tamamladıktan sonra müşterilerim, birinci sınıf yemeklerimin tadını çıkarıyorlardı. Diğer rakiplerimizden hiçbiri bunu yapmıyordu. Ancak sigorta primleri ve potansiyel yükümlülük bedelleriyle başa çıkamadım. Acemiliğim yüzünden kalkıştığım bu işte başarılı olamadım. Yine de bundan dolayı pişmanlık duymuyorum


Uçuş eğitimi almam başlı başına bir ödüldü benim için. Bir eylül günü, Nebraska'da bir kros eğitim uçuşunda, uçuş eğitmenim, eyalet hattının hemen güneyinde, her iki motora birden yüklenip çift motor arıza durumunun simülasyonunu test etmek istedi. Acilen yere inecek bir yer aradım. Kansas'ta çok sayıda düz, ağaçsız bölge var, ancak bunların çoğu toprak araziler. Kullanılmayan bir yola benzettiğim yere uçağı indirdim. Yol, yüz dönümlük ormanlık bir bölgeyi ikiye ayıran bir mil uzunluğunda bir araba yoluydu. İndiğimiz yerin her tarafı çayırdı.

Eğitmenim beni hem yer seçimi hem de başarılı inişimden dolayı tebrik etti. Uçaktan indik ve etrafı dolaştık. O zaman eğitmenime sormuştum, "Motorlara yüklendiğinde burada bu yolun olduğunu biliyor muydun?"

"Hayır," demişti, "O yolu daha önce hiç görmemiştim."

Üniversitenin ikinci sınıfına giderken tanıştığım bir kızla ikinci kez buluşuyordum. Dindar bir Mormon ailesinde, sekiz kardeşin en küçüğüydü. Koroda şarkı söylüyordu ve homoseksüel çiftlere karşı ayrımcılığı sona erdirmek için kampüs organizasyonunda lobi yapmıştı. Bana ailemi sormuştu, ben de ona anlatmıştım. Birkaç gece sonra onu yeniden akşam yemeğine davet ettiğimde beni geri çevirdi. Şaşırmıştım. "Beni hayal kırıklığına uğrattın. Güzel vakit geçirdiğimizi sanıyordum." dedim. O ise bana, "Bunu bildiğini sanıyordum Rafael, davul dengi dengine" demişti.


Eğer bundan ders almış olsaydım ya da alelacele bir yalan uydurma becerisine sahip olabilseydim, aynı hatayı Tieresse’ye karşı yapmamış olurdum.

Ailemden bahsetmemi istediğinde onunla ikinci kez buluşuyorduk. Ebeveynleri ölü olan tek çocuk olduğumu söyledim. Bana nasıl öldüklerini sordu.

"Babam ben üniversitenin ilk yılındayken Meksikalı uyuşturucu çeteleri tarafından vurularak öldürüldü." dedim.

Tieresse, “Uyuşturucu satıcısı mıydı?” diye sordu.

"Eğer DEA’ya sorarsanız öyle olduğunu söyleyeceklerdir ama bu tam olarak doğru değil. Belki onlara yardımcı oluyordu denebilir. Esrar ve marihuana tarlalarına havadan organik böcek ilaçları püskürtüyordu."


"Doğru olan hangisi? Yani uyuşturucu satışı yapıyor muydu?" diye sordu.

"Hiçbir fikrim yok." dedim.

"Ne zamandır bu işin içindeydi?" diye sordu.

"Onu tanıdım tanıyalı," dedim. "Okuma yazma bilmiyordu ama aklı başında hiçbir kişinin denemeyeceği yerlerde uçuş yapabiliyordu. Maço değildi. Sorumluğunu bilirdi. Her şeyi ailesi için yaptı."

"Ya annen?"

"Babamdan iki hafta sonra da o öldü." dedim. "Ölüm kâğıdında felç geçirdiği yazılıydı. Şeker hastalığı vardı ve oldukça kiloluydu. Ama onu öldüren sebep yalnızlığın verdiği derin ıstıraptı. Babamı gömdükten sonra, annem yatağa düştü ve bir daha ayağa kalkamadı."

 
Tieresse, "Bu korkunç bir şey," dedi. "Çok üzgünüm." Elini benimkinin üzerine koydu. "Bana onlar hakkında daha fazla bilgi ver." dedi.

Dediğini yaptım ben de.

"Annem sekiz aylık hamileyken, babam onu uçağına almış ve sınırın ötesine uçmuş. Laredo'ya inerek yakıt ikmali yaptığında annemi hemen oraya pistin kenarına bırakmış. İki gün sonra, normal tarihinden altı hafta önce doğmuşum. Ama o andan itibaren artık Amerikan vatandaşıydım. Babam kafasına koyduğu şeyi yapmıştı. Bekleme salonundaki banklardan birinde veya evsizler barınağında uyumak zorunda kalan annemle birlikte, bir düşkünler hastanesinin yoğun bakım ünitesinde iki ay geçirdikten sonra eve gidebilecek kadar sağlığıma kavuşmuştum. Babamla nasıl sözleştiklerini bilmiyorum ama bir akşam annem beni hazırlayıp küçük bir havaalanına götürmek için çiftçinin biriyle anlaşmış ve ona yaptığı hizmetin bedelini ödemiş. Babam tam zamanında gelip bizi almıştı. 


Meksika'ya döndükten sonra babam Amerika’da insanların hapse atılmasına yol açacak kadar yüksek bir tefeci faizi ödemeyi göze alıp patronundan temin ettiği parayla anneme Hint mücevherleri ve  yeni bir kat kıyafet satın almıştı. Günlerden bir gün annem için bana Ella hace todo el trabajo duro” dedi. Bunun tamamen doğru olduğunu söyleyemem. Babam da pek çok zor işte çalışmış ve karşılığını alamamıştı.

DEA: Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi
Ella hace todo el trabajo duro: İspanyolca "Bütün zor işleri o yapar"

(Devam edecek)

4 Mayıs 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 3/1


Restoranımı işletmeye açalı henüz altı aydan daha az bir zaman olmuştu. Mart ayının başında hareketli bir günün akşamı masalarda neredeyse boş yer kalmamıştı. Genel Müdürüm Benita, heyecan içinde mutfağa girdi ve misafirlerden birinin hemen beni görmek istediğini söyledi. Şöminenin arkasında, bulunduğum yerden, camdan dışarı doğru başımı uzattığımda, karşımda düz siyah saçlı ve muazzam parlak gözleri elmacık kemiklerine gölgeler saçan muhteşem bir kadın gördüm. İlk anda böyle birinin niçin yalnız başına orada bulunduğunu merak etmiştim.


Tieresse, taze kızarmış sarımsaklı patates cipsi ve yanında ev yapımı patates rulosuna sarılmış kırmızı balık sandviçi sipariş etmişti. Sandviçi ikiye bölmüştü, bulunduğum yerden bir parçasını ısırdığını görebiliyordum. Sol elinin yağlı işaret parmağıyla dudaklarının birleştiği ağzının köşesindeki tuz kristallerine dokundu.


Balığın taze olduğunu biliyordum. O sabah bizzat kendim almıştım pazardan ve akşam yemeği için filetoları hazırlarken bir dilimini çiğden atmıştım ağzıma. Küçük bir kılçık kalmaması için itinayla kontrol etmiştim.


Benita bana misafirin adını söylediğinde hemen onu tanıdım. Houston'da yaşayan herkes onun kim olduğunu  bilirdi. Müzelere, Rice Üniversitesinin ek binalarına, yoksul aş evlerine ve şiddet görmüş kadın sığınma evlerine adı verilmişti. Bu göz kamaştırıcı, otoriter, baştan çıkarıcı, zengin hayırseverin bana neyi yanlış yaptığımı anlatması için kendimi hazırladım.


Diliyle ağzındaki tuz kristalini ağzına çekerken sordu. Buranın sahibi sen misin?


Dizlerimin çözüldüğünü hissettim. Ona evet diyebilmek biraz zamanımı aldı. Bu yüzden yine o devam etti:

"Bunu çalışanlarına değil doğrudan sana söylemek istedim: Bir sandviç için bir şefe iltifat etme eğiliminde olmadım ama bunun için bir istisna yapmalıyım. Gerçekten olağanüstü görünüyor. Filetonun içine limonu yedirmeyi nasıl beceriyorsunuz?"

Donup kalmıştım. Ona cevap vermek için uygun sözcükler bulamıyordum. Benita imdadıma yetişti.

"Izgaraya sürmeden önce Meyer Lemon Beurre Blanc sosuna yatırıyoruz efendim" dedi. 

Kekeledim, "Evet," dedim, "Aynen öyle yapıyoruz." Tieresse bana dönüp

“Bir daha başka bir yerde kırmızı balık yiyeceğimi sanmıyorum.” dedi.


Gülümsedi. Dişleri ışıldadı. Yeşil renkli gözleri gölgelendi. Bir şeyler daha söylemeye çalıştım ama tutulmuştum, sadece “Teşekkürler” diyebildim.


Bana doğru uzattığı elini sıktım. İsmini söyledi. "Kim olduğunuzu biliyorum." dedim ve ona adımı söyledim. Samimi bir şekilde "Sizi tanıdığıma çok memnun oldum Rafael Zhettah" dedi.


Böyle bir şeyi yaşamadan inanamazdım. Büyülenmiş gibiydim, tenime ilk dokunuşuyla birlikte unuttuğum kelimelerin tekrar hafızamda canlanışı şaşırtmıştı beni.


“Eğer yine gelirseniz, tamamen aynı lezzeti bulacaksınız.” dedim. Buna karşılık

“Ah, inanın bana, yine geleceğim.” dedi.


Bir ay sonra, saat beş buçukta, La Ventana'nın verandasında oturmuş, Dirty Martini'sini yudumluyordu. Onunla ilgilenmek için dışarı çıktım. Benim üzerimden yatırım yapmak istediğini söyledi ve daha büyük bir yer açmak isteyip istemediğimi sordu.

Ona hayır dedim. İşimden memnun olduğumu, daha büyük bir yerin hayatımı zorlaştıracağını söyledim. Ertesi gün ve ondan sonraki gün geldiğinde tekrar sordu ve her seferinde hayır dedim. Üçüncü günün sonunda artık bana bu konuda ısrar etmesinin boşuna bir çaba olacağını anladığını söyledi. Ertesi gün yine geldi.


"Bugün senin için farklı bir sorum var." dedi. Onu beklerken gerildiğimi fark ettim. 

"Merakımdan dolayı bağışlayın, Benita’ya durumunuzu sordum." dedi.

Midemin sıkıştığını hissettim. Boğazım yanıyordu ve terlemeye başlamıştım. Akşam kapattıktan sonra birlikte bir şeyler içmek isteyip istemediğimi sordu. Bunu beklemiyordum. Donup kaldığımı hatırlıyorum. Bir süre bekledikten sonra,


"Sorun değil" dedi, "Boş ver, sormamalıydım."
"Yok," dedim, "Beni yanlış anladınız, isterim, hem de çok. Ama bu gün gece yarısına kadar açığız."

"Pekâlâ" dedi, "Görüşürüz o zaman."


Tieresse elli yaşına basmıştı ve benden yaklaşık on beş yaş büyüktü.
Hiç evlenmemiştim. Hiç çocuğum yoktu. Yemek yapmayı, kamp yapmayı, okumayı ve kano sporuyla uğraşmayı severdim. Aynı bir üniversite talebesi gibi yaşadım. Hayatım boyunca onun gibi birisiyle karşılaşmamıştım. Bir yıl çalışarak kazandığım para, onun sadaka parası yerine geçerdi.


Yani anlayacağınız Tieresse ile tanışmamızın üzerinden iki yıl geçtikten sonra onun dövülerek öldürülmesi olayında benim polisin şüphelendiği ilk kişi olmam sürpriz sayılmazdı. Dışarıdan baktığım zaman ben bile kendimden şüphelenmiş olabilirdim. Ancak bu nedenle hüküm giymek evet, o farklı bir konu.


İlk buluşmamızda, Tieresse kapatma saatinden yarım saat önce restorana geldi ve komilerin son masaları temizlemesine yardımcı oldu. Mutfaktan çıkarken onun yaptıklarını gördüm.

"İşimiz bitmek üzere, gelin size bir içki hazırlayayım" dedim.

"Eğer size yardım edersem, daha erken bitirmiş olursunuz." dedi.

Bir yandan gülümserken topladığı tabak çanakları ve iki su bardağını kare şeklindeki plastik leğene koydu.


Gecenin devamında dışarıda oturup bir şişe prosecco şarabı, bir kalıp yöresel peynir ve mayalı sıcak ekmekle paylaştık. O zamanlar yirmi iki yaşında olan oğlu Reinhardt’ın bilgisayar mühendisliği bölümünde lisansüstü çalışmalar yaptığından bahsetti. "Onunla neredeyse her gece görüşüyoruz. Bana üzerinde çalıştığı konulardan bahsediyor ama anlattıklarından bir kelime olsun anlamadığım için uyuklamaya başlıyorum." demişti.

Daha sonra çocuğum olup olmadığını öğrenmek istedi, ona olmadığını söylediğimde çocuk sahibi olmak isteyip istemediğimi sormuştu.

"İlk buluşmamız için oldukça samimi bir soru değil mi bu?" diye sorduğumu hatırlıyorum.

"Evet, bu dediğine katılıyorum, fakat cevabını merak ediyorum" diye cevap vermişti.

"Çocuk sahibi olmak daha iyi ya da daha kötü olabilir ama bunu önceden planlayacak karakterde biri değilim." demiştim.

3 Mayıs 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 2/1


Tieresse benim aşkım ve ruh eşimdi. Parasının fazla olmasını önemsemezdim. Buna inanmayabilirsiniz. Umurumda bile değil. Onu deliler gibi seviyordum. Koltuğumuzda saatler boyunca yan yana otururken, kitap okurken ya da TV izlerken omuzlarımız birbirine değiyordu. New Orleans’ta gördüğü salon şarkıcılarının Youtube videolarını, eski siyah beyaz televizyon şovlarının kliplerini izlemeyi severdi. Film seyrederken ergenler gibi el ele tutuşurduk. Yemek yemeyi ve içmeyi severdi, restoranlarda masanın altında ayakkabısını çıkarıp ayaklarını ayaklarımın üstüne koyardı. Bir üniversite öğretim üyesi olarak çağdaş sanatlar hakkında pek çok şey bilirdi ve spor dışında hemen her konuda fikrini söyleyebilirdi. Her sabah okuduğu dört gazetede acı bir haber gördüğü zaman kendini tutamaz, ağlardı. O benim en iyi arkadaşımdı, şimdiye kadar tanıdığım insanlar arasında en nazik ve en cömert olanıydı. Seks yapmak istemiyordu sadece. Bu ona büyük acı veriyordu. Böyle insanlar varmış. Ben bunu bilmiyordum ama daha sonra nasıl bir şey olduğunu öğrenmiştim.

Garson kızın adı Britanny’ydi. Cinayet olduğundan bu yana bir yıldan fazla zaman geçmişti. New York’a gittiği hafta tanıştığı bir yatırım bankacısıyla evlenen Britanny, sonuncu duruşma başladığında yine de gelip benim için tanıklık etti. Onu son gördüğümden bu yana saçlarını oldukça kısa kesmiş ve kilo vermişti. Konuşurken sessizce ağladı, yalan söylemesini gerektirecek bir şey yoktu zaten. Bildiği doğruları söylediği apaçık ortadaydı. Jüri ona neden inanmadı, bilmiyorum.

Tieresse öldüğünde elli iki yaşındaydı. Bense otuz sekiz. Ailecek yerleştikleri Mayflower’a gelir gelmez bir çok orman arazisi kapatan babasından küçük bir servet, ona miras olarak kalmıştı. Tieresse, babasının kendisini bir baron olarak gördüğünü ve abartılı bir Brahman aksanıyla konuştuğunu söylemişti bana. O ana kadar böyle bir şey duymamıştım. Gülmemek için kendini zor tutmuştu. Sonra ağzını büzüştürüp dişlerinin arasından çıkarttığı seslerle babasını taklit etmiş, "Bir yazar olarak Dicken’s fazla abartılıyor tatlım. O Jane Austen’in eline su bile dökemez.” diyerek kahkahalara boğulmuştu. "Annem Yukarı Batı Yakası’nın entelektüel havasını yansıtıyordu fakat gösterişten uzaktı. Babam ise ondan tamamen farklı olarak bir çiftçi karakterini taşıyordu. Banyo aynası karşısına geçer uzun uzun prova yapardı." demişti. Tieresse babasından pek hoşlanmıyordu, yani onu sevdiğini söyleyemem. Öldüğünde ona yüz milyon dolardan fazla para bırakmış. O da bu serveti alıp büyütmüş. Birleşik Devletlerin Orta Batı ve Batı bölgelerinde gayrimenkuller satın almış ve alt sektörler geliştirmiş. Hangi şehirlerin gelişmeye açık olduğuna ilişkin kusursuz sezgileri o kadar kuvvetliymiş ki, konut müteahhitleri, bankalar, ipotek karşılığı kredi veren bankerler ve emlak endüstrisi sadece onun stratejilerini takip ederek köşeyi dönmüşler.

Babası Forbes’un en zengin Amerikalıları listesine girememişti ama o bunu başardı. Tieresse öldüğü gün, listede doksan dokuzuncu sıradaydı. Polis beni alıp götürünceye kadar, bir yıldan kısa süren ilk evliliğinden doğan yirmi beş yaşındaki oğlu Reinhardt dışında onun tek mirasçısıydım.

Reinhardt benden nefret ediyordu. Savcı ve polisler tarafından annesini sistematik olarak aldattığım, parası için onunla birlikte olduğum ve onu öldüresiye dövdüğüm yalanına inandırıldığı için benden nefret etmesi son derece mantıklıydı. Onun yerinde ben de olsam aynısını yapardım. Yedi yıl boyunca adımı ağzına aldığı için kendine lanet okumuş, benimle ilgili tüm yaşadıklarından nefret etmişti. Ama artık öyle değil. Şimdi ona yalan söyleyen, bana baskı uygulayan bütün insanlardan nefret ediyor. Şimdi onunla ortak düşüncemiz bu.


Belediye binasında, yolda karşılaştığımız birinin tanıklığı önünde onunla evleninceye kadar kadar Tieresse, zamanını New York, Houston, Paris ve Roma arasında seyahat ederek yalnız geçirmişti. Eskiden kaldırımlara taşan kafelerinde güzel saatler geçirilebilecek dünyanın en iyi dört şehri olduğunu söylerdi buraların.

Houston mu? diye sorup devam etmiştim, sanki saunada yemek yermiş gibi. Bana gülüp “Evet, haklısın.” demişti. Temmuz ve ağustos aylarında, Tex-Mex, barbekü ve körfezin tuzlu sularından istiridyenin tadına varmak için klimalı bir salonu tercih ederim. Fakat kışları ve ilkbahar mevsimi boyunca tercih ettiğim daha iyi başka bir yer yok.

Onunla tanışma hikâyem şöyle: Onun çok sevdiği kafelerden birinde. Aslına bakarsanız gerçek bir kafe değil. La Ventana adında, bir zamanlar gayrimenkul fiyatlarının ucuz olduğu, stadyum yakınlarındaki küçük bir restoran ve bardan ibaret bir yer. Mekan için istenen fiyat üzerinde yüzde on indirim yaptırıp küçük bir işletme kredisi kullanarak burayı satın aldığımda zemin katında pencerelerin yerine grafiti kaplı kontrplak levhalar, bir kat üstte geniş meşe kaplama zemini örten küflü bir halı vardı. Burayı restore etmek için tam on dört ayımı harcamıştım. Haftanın yedi günü her sabah, kamyonumla Westpark’ta amelelerin iş için bekledikleri yere gitmiş, gece vakti onları alıp geri götürmüş ya da onlara uyku tulumu verip sabahlamalarına müsaade etmiştim. Cadılar Bayramından bir gün önce, bütün hazırlıkları tamamlayıp bir fıçı bira ve Frank’ten iki yüz dolarlık pizza almış, ekibin ve arkadaşlarımın karnını doyurmuştum. İkinci katı yüksek tavanlı bir çatı katı dairesine dönüştürdükten sonra aşağıdaki alana bir bar, on masa, dört dolap ve cam duvarlı pırıl pırıl bir mutfak yerleştirmiştik. Sonbaharın son günlerinden ilkbaharın ilk günlerine kadar Houston’da açık havada yemek, gerçekten muhteşemdir. Daha sonra ön kısımdaki verandaya  altı masa daha ekledik.

(Devam edecek)

2 Mayıs 2020 Cumartesi

KARANTİNA KORONA # 11

31.03.2020 tarih ve Karantina Korona - 5  başlıklı yazımda yurdumuzdaki Covid-19 kaynaklı toplam vefat eden kişilerin sayısı henüz 168 iken sahip olduğumuz genom yapısından hareketle toplam can kaybının 1.932 olacağını tahmin etmiştim. O zaman açıkça belirttiğim üzere, tahminim dünya genelindeki toplam vaka sayısının o tarihteki sayının iki katına çıkması kabulüyle yapılmıştı. Söz konusu yazımı yazdığım tarihte, dünyada tespit edilen toplam vaka sayısı 802.967 idi. 

02.05.2020 tarihi itibarıyla dünya genelinde Koronavirüse yakalanan kişilerin toplam sayısı 3.389.717 olmuştur. Diğer bir deyişle o günkü sayının 2,00 katına olarak gerçekleşeceğini düşündüğüm vaka sayısı 4,22 katına çıkmıştır. Buna göre 02.05.2020 tarihi itibarıyla Türkiye'de Covid-19'dan ötürü toplam can kaybı tahminim 1.932x(4,22/2,00) = 4.077 olarak güncellenmesi gerekir. Diğer taraftan bugün ülkemizde Covid-19'dan hayatını kaybedenlerin sayısı 3.258 olarak gerçekleşmiştir. Bir ay önce günde en çok kaybın 10 Nisan 2020 tarihinde 108 vefat olacağını tahmin etmişken bu rakam az bir farkla 16 Nisan'da 125 olarak gerçekleşmişti.  

Yine 31.03.2020 tarihinde dünyadaki toplam can kaybı 39.025 iken bugün 238.989 kişiye ulaşmıştır. 07.04.2020 tarihli Karantina Korona - 8 başlıklı yazımda dünya genelinde toplam vaka sayısının 4.500.000'u geçeceğini ve toplam can kaybının 250.000'i bulacağını tahmin etmiştim. 

Bilinmelidir ki benim hesapladığım bu rakamlara o tarihte inanmak hayli zordu ve can kayıpları her geçen gün artmaya devam ediyordu. Konusunda en uzman kişiler dahi ileriye dönük tahminde bulunamıyorlardı. Trump gibi bazı devlet başkanları o günlerde sadece ABD'deki can kaybının birkaç milyonu bulabileceğini dile getirmişler daha sonra bu sayıyı birkaç yüz bine düşürmüşlerdi. Kendimi yine de tahminlerimde başarılı buluyorum. Ve artık nihai duruma yönelik bir güncelleme yapıp bugünün tarihiyle bir not düşeyim. 

Şunu açıkça ifade edeyim, bir kısım can kayıplarının Covid-19 yerine başka nedenlere bağlanması sonucu etkilemeyecektir. Bu durumda Türkiye'de Koronavirüs nedeniyle hayatını kaybedecek vatandaşların toplam sayısının 5.414 olacağını tahmin ediyorum. 

Diğer taraftan dünyadaki toplam can kaybı sayısı bana son derece şaşırtıcı geliyor. Çünkü 07.04.2020 tarihli yazımdaki dünyadaki toplam vaka sayısı tahminim tutsa bile toplam can kaybı sayısı muhtemelen tahminlerimin üzerine çıkacağı anlaşılıyor. Bu farkı bazı devletlerin yanlış politikalarına bağlıyorum. Durum böyle olunca bana göre dünya genelinde Covid-19 sebebiyle 250.000 kişinin üzerinde gerçekleşecek her can kaybının sorumlusu bazı ülkelerin siyasi liderleri olacaktır.  

1 Mayıs 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 1/1



Şanslı bir insandan, hayatının en kötü gününde neler yaşadığını size anlatmasını isterseniz, bunu tereddüt etmeden yapabilir. Fakat aynı soruyu, üç çocuklu, çalıntı eşyaları market sepetini ancak doldurabilen, evi barkı olmayan bir anneye soracak olursanız size bunu söyleyemeyecektir. Bunun doğru olduğunu kesinlikle biliyorum, çünkü ben de şanslı olanlardan biriyim, ama babam benim gibi değildi.


Meksika standartlarına göre bile fakir sayılırdık. Bambu dalları ve çamurdan yapılmış üç göz odalı evimiz kışları soğuk, yazları sıcak, yağmur yağdığında ise tavanından su akıtırdı. Şanslı günümüzde, soframızda iki öğün Meksika fasulyesi ve mısır ekmeği vardı. Babam ilkokul ikinci sınıftan atılmış. Bir daha okuyamamış. Üniversiteden maddi yardım alabilmem için imzalamak zorunda olduğu formlara sadece bir X işareti koyardı. Doğrusunu söylemek gerekirse onu, işi öldürdü. Onun ölümü de annemin ölümüne sebep oldu.


Şafak vaktinde hep şarkı söylerdi babam. Akşam yemeğinden sonra da annemi kollarına alıp verandanın çürümeye yüz tutmuş ahşap döşemesi üzerinde, sobanın yanındaki transistörlü radyodan yükselen Tejano müziği eşliğinde dans ederdi. Onun kaşlarını çattığını sadece bir kez gördüm, sesini yükselttiğini ise hiç duymadım. Şimdiye kadar tanıdığım en olumlu ve en iyimser insandı o. Öldükten yirmi yıl sonra bunun sebebini anlamıştım. Şanslı ve varlıklı olanlar, en kötü günlerini anımsayabilirler, çünkü bu onlar için özeldir. Babam gibi olan insanlar için günlük yaşam mücadelesi sıradandır. Kötü, görünmez olur onlar için, sadece iyiyi görebilirler. 

İyimserlik, bir kişilik özelliği değildir; kendinizle başa çıkabilmenin stratejisidir.

Annem bana İngilizce öğretmişti, babam da beni üniversiteye gönderdi. Şanslı olabilmem için ellerinden geleni yaptılar. İşte bu yüzden ben, sana en kötü günümün hangisi olduğunu söyleyebilirim. O gün, birinin eşimi öldürdüğü gündü.


Babamla aramda ikinci bir fark daha vardı. O iyi ve başarılı bir insandı. Bense onun kadar değilim. Bunu kendime itiraf etmem biraz zamanımı aldı. Korkarım bir o kadar da sizin zamanınızı alacak. Sorarım size, ayda birkaç kez seks yapabilen hangi erkek bu işi karısıyla asla yapmaz?


Bu soruya cevap vereceğim. Düşünmek için hayli zamanım var. Nasıl bir adamım ben? Tiksinilecek insanın tekiyim. İstediğin en kaba sıfatlarla seslenebilirsin bana, buna asla itiraz etmem. Onların hepsine ve muhtemelen daha fazlasına razıyım fakat kabul edemeyeceğim sadece tek bir şey var.

Ben katil değilim.

Eşimin adı Tieresse’ydi. On bir yıl önce, sabıkalı biri, yatak odamıza bitişik eşimin çalıştığı küçük salondaki katlanır masanın üzerinde bulunan antika gümüş ve kristal bir şamdanla eşime vurmuştu. Onu öldürmek istemişti. Orada değildim, ama olanları hayal edebilmek hiç de zor değildi. Bana o sahneyi gösteren film sonsuz bir döngü içinde kafamda devamlı oynuyor, istesem bile durduramıyorum bunu. Hayalimde canlandırdığım bazı detayların doğru olduğundan neredeyse emindim. Sırtı bana dönüktü. Kısa boylu ve tıknazdı, omuzlarına dökülen yağlı saçları vardı. Kot kumaşından yapılmış kolsuz bir yelek giyiyordu. Ucundan kan damlayan bir gamalı haç dövmesi omzunun üst kısmını kaplıyordu. Yere uzanmış eşimin yüzü yukarıda, elleri açıktı, burnu kırılmış, sol yanağında, gözünün köşesinden çenesine kadar uzanan derin bir yarası vardı.


Evlendikten sonra eşyalarımın çoğunu Tieresse’nin evine taşımıştım ancak restoranımın üzerinde bulunan stüdyo dairemi tamamen boşaltmadım. Eşimin işi gereği uzakta bulunduğu zamanlarda, dükkânı kapattıktan sonra yorgun olduğumda ya da arabayla şehre inemeyeceğim kadar içkiyi fazla kaçırdığım akşamlar orada kalıyordum. Eşimin öldüğü gece, yine bu dairede, bir hafta sonra aşçılık okulundan mezun olacak garsonlarımdan biriyle seks yapıyordum.


Tieresse garsonu birkaç kez görmüştü. Onunla tesadüfen karşılaşmış, adını öğrenmiş, birbirlerinin hatırlarını sorarak üç beş laf etmişlerdi, hepsi o kadar. Onunla yatıp yatmadığım Tieresse'nin umurunda bile değildi. İnanın ki aynen böyleydi. Takmazdı kafaya böyle şeyleri. Ya da belki de bana öyle gelirdi. Tamamen dürüst olmam gerekirse bunun böyle olduğuna kendimi inandırmıştım sanırım. Bencil ve duyarsız insanlar kendilerini aldatabilirler ama bu onları katil yapmaz.


Duruşma esnasında avukatım ilişkimi tanımlamak için anlaşma kelimesini kullandı. Bu sözcük bir an havada asılı kalmış şok olmuştum. Jüri üyeleri durumu fark etmişti sanırım ama onlarla göz göze gelmemeye çalıştım. Avukatım olayı bu şekilde tanımlarken benim fikrimi almamıştı. Eğer bunu yapsaydı kabul etmezdim. Anlaşma, yine de tuhaf ve kötü niyetli bir sözcük. Eğer Tieresse hayatta olsaydı, ilişkimizin bu şekilde tarif edilmesi onu yaralardı. Ölümü gerçekten iyi olmadı. Yaşasaydı avukata, jüriye ve herkese kendini parçalarcasına “Hayır, hayır hiçbir şey anlamıyorsunuz.” diyeceğini hayal ettim.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - PROLOG


Güzel bir kitap buldum, henüz Türkçe çevirisi yok. Amatörce çeviriye başladım. Telif hakkı falan istemezler umarım, zira bu işten para kazanmıyorum. Benden çalıntı yapılması da umurumda değil zaten. Zira bu çalışmada kendimi tecrübe ediyorum. Bilen bilir, çeviri kolay iş değil. Google translate deyince olmuyor yani. Çok komik şeyler ortaya çıkıyor denemeye kalkınca. Çeviri yaptığın ülkenin kültürünü, konuşma dilini, argosunu bileceksin. Bu kadar da değil, olayın geçtiği yerlerde hiyerarşiyi, yerine göre hukuk sistemi hakkında fikir sahibi olacaksın, belli seviyelerde teknik, tıbbi ve diğer muhtelif branşlarda bilgi sahibi olmak zorundasın. Yoksa komik duruma düşer, mahkumu milletvekili alıp hapishaneye götürür! Bazen öyle bir cümle girer ki araya konuyla alaka kuramazsın, hani doğrudan çeviri yapıp kullansan dam üstünde saksağan olacak, anlamak için bir gününü vermek zorunda kalırsın. Fakat sinir bozucu olduğu kadar zevkli bir şeydir. Cümleler arasında mantıklı bağlantılar kuruldukça zevkten dört köşe olursun. Prolog, çevirisini yaptığım David R. Dow adındaki hukuk profesörünün 2019 yılında yazmış olduğu, "Masum bir adamın İtirafları" adlı romanının giriş bölümü. Bu sözcük Türkçeye "Öndeyiş" olarak geçmiş. Romanın içeriğiyle uzaktan bir ilgisi olabilir. Sanırım okuru havaya sokmaya çalışan bir bölüm olsa gerek. Bu kısımda koğuşta Sarah ve Leonard'ın birlikte kalması şaşırtıcı. Zira mahkum adlarından birinin erkek diğerinin kadın olduğu anlaşılıyor. Önümüzdeki günlerde aşağı yukarı buradaki prolog uzunluğuna sahip bölümler halinde romanın çevirisine geçeceğim. Her türlü eleştiriye açık olduğumu bilmenizi isterim. Ayrıca karakterlerin davranışları üzerine uzun uzun tartışabiliriz yorumlarda. Unutmadan söyleyeyim, kapak resmi olarak kullandığım bir aplikasyon. Tante Rosa'nın blogundan öğrendiğim şuradaki web adresinde belli kalitenin üzerindeki fotoğraflarınızı anime durumuna dönüştürüyor. Fotoğraf kendimin, fakat üzerinde epey oynama yaptım. İyi okumalar...

PROLOG:


Mahkûmlarımın günlerini geçirdiği hücrenin demir parmaklıklarına üç buçuk metre mesafedeki briketten örme duvara monte edilmiş dijital saat, kaplumbağa hızıyla sıfıra doğru yaklaşıyor. Start düğmesine basmadan önce orada okudukları ilk sayı 58.656:00:00 idi. Cihaz onların bulundukları yerde daha kaç saat daha kalacaklarını ifade ediyor: Bir günde 24 saat, yılda 365 günden toplam 2.444 saat – altı yıl ve on bir gün daha var. Şu anda saat 48.896:00:00’ı gösteriyor. 

Henüz bir yıl olmuş, hatta bir yılın dolmasına tamı tamına beş buçuk dakika daha var. Bu özel anı üçümüz birlikte pastayla kutluyoruz.

Sarah adlı 1 numaralı mahkûma “Mutlu Yıllar” diyorum. Cevap vermiyor.

Dönüp Leonard adındaki 2 numaralı mahkûma sesleniyorum, “Sana da.” O da bir şey söylemiyor.

Pastayı üçe bölüp iki parçasını iki ayrı kağıt tabağa koyuyorum. Her dilimin üzerine doğum günü mumu yerine birer plastik çatal saplıyorum. Hadi diyorum, keyfini çıkarın şimdi.

İçine tıkıldıkları beton zeminli hücreyi örten on santimetre aralıklı demir çubukların altından içeri doğru sürüyorum tabakları.

Onların paylarına düşeni verdikten sonra kendi pastamdan bir parça ısırıyorum. Kreması aşırı, çok şekerli değil. Tatlıyla fazla aram yok zaten. Üzerindeki siyah benekler Madagaskar vanilyası, hiçbir masraftan kaçınılmamış. Gülümsüyorum.

Bunun gibi pastalara Hindistan cevizi yakışır ama umurumda değil. Bunu saplantı haline getirmek huyum değil.

Kendi kendime konuşuyorum, ne Sarah, ne de Leonard cevap veriyor.  

Daha şimdiden önümüzdeki yıl dönümlerini planlıyorum. Mesela gelecek yıl melek pastası, sonraki yıl kırmızı kadife pasta onun arkasından elmalı, sonra beşinci yıl dönümünde Hindistan cevizli olabilir ve de altıncı yılımız için benim en çok sevdiğim Alman çikolatalı pasta. Fakat bütün önerilere açık olduğumu bilmenizi isterim.  

Yine sessizlik. Bak ne diyeceğim, tahliye edilmenizden birkaç ay sonra bunu Şeytan pastasıyla kutlayabiliriz. Ne kadar komik değil mi? Ha ha ha, Şeytan’ın pastası.

Yüzlerinde en ufak bir gülümseme yine yok. Her ikisi de bugün gününde değil. Bunu söylemek zorundayım.

Pastayı kendim yaptım. Özel yetenekleri olan bir pasta şefi değilim ama yemek söz konusu olunca yarattığım lezzetler kazandığım yıldızlarla kanıtlanmış durumda, fakat yine de beni sekiz kişilik bir aileyi doyurabilecek üç katlı bir pasta elimde olduğu halde fırından fırlarken görebilirsiniz. Bu konularda sürekli münzevi hayat süren bir keşiş gibi orta yaşlı bir adam olarak makul ölçüde söz sahibiyim.    

İkisi de aynı anda çatallarına birer parça alıyorlar, Sarah teşekkür ediyor ama Leonard hala ağzını açmıyor. Zaman zaman konuşuruz, daha doğrusu tartışırız, ancak duygularım henüz yeterince yumuşamadı. Burada Stokholm sendromundan başka bir şey yaşamıyoruz. Bu insanlar benden çaldılar ama ben onların çaldıklarını geri almak konusunda isteksizim.

Briket tuğladan örme duvara cıvatayla tutturulmuş bir çerçeve içindeki düz ekran TV’de CNN kanalı, yaklaşan Katrina Kasırgası’nın onuncu yıldönümü ile ilgili haberi veriyor. New Orleans’ı sel bastığında orada mahsur kalmıştım. Bu yüzden daha önce hiç görmediğim bir sahnenin videosuna dikkat kesildim. Fransız Mahallesinde yüzen tekneler, terk edilmiş bir parkın fotoğrafları ile mülteci kampı haline getirilmiş bir spor salonunun içine toplanmış insanları gösteriyordu.

Dehşet bir olay, dedim.

Sarah ve Leonard da benimle birlikte televizyonu izliyorlardı ama ikisi de en ufak bir tepki vermedi. Sabahın yedisinden gecenin on birine kadar günde on altı saat CNN’i izletmeye çalışıyorum. Geldiklerinin haftasında onlara Fox’u ve MNSBC kanalını isteyip istemediklerini sormuştum. Gerçi cevaplarının ne olacağını biliyordum ama ben yine de sormuştum onlara. Kararlarını oy birliğiyle vermelerini, aksi takdirde benim kararıma razı olmak zorunda kalacaklarını söyledim. Bana herhangi bir görüş bildirmediler, ben de öyle olsun dedim ve tercihimi CNN kanalından yana yaptım. Her ikisinin de sesi engellemek için bir çift kullan-at kulak tıkacı ve ışıktan rahatsız olmamaları için birer göz maskesi var. Her hafta yeni kulaklıklar veriyordum. Kulak enfeksiyonu geçirirlerse onları alıp doktora götürmek aklımın ucundan geçmemişti. Hala aynı fikirdeyim. Durumları kötüye gittiğinde, kulakları akar, ateşleri yükselir ya da boğazları ağrırsa doktoru arar, penisilin yazmasını sağlarım sanırım. Şimdiye kadar şeytan kulağına kurşun, sağlıkları oldukça iyi gitti.

"Görüşürüz," diyorum. "Saygılarımla."

İkisi de gülmüyor ama aralarında küçük bir kıkırdama yakalıyorum. Israrla bir kez daha "Saygılarımla" diyorum. Aslında kendimi eğlendiriyorum.

Pastamın kalanını yarın ya da ertesi gün dökeceğim plastik bir çöp kovasına boşalttıktan sonra açık çelik kapıdan dışarı çıkıyorum. Ağır kapı, bir banka kasası gibi kapanıyor, üç adet mandalı çevirip yukarı çıkıyorum. Bu biraz zamanımı alıyor. Formumu kaybettim, ayrıca dizim kötü, havanın rutubetini hissediyorum.

Üstelik kodes de yerin tam altı kat altında.