KATEGORİLER

14 Mart 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 20

- İşte geldik, dedi Esther. Arabadan inip apartmanın girişine doğru yürüdüler. Selma,  binanın önündeki bakımlı bahçeye hayran kalmıştı, çimle kaplı toprağa özenle dikilen türlü çiçekler arasında, al renkli goncalar taşıyan bir fidana uzandı.

- Ne kadar güzel bir bahçe. Bak şu güllerin güzelliğine...

Doktorun tombul sekreteri, kapıda karşıladığı iki genç kadını içeri buyur etti. Esther, her zaman yaptığı gibi dosdoğru beyaz zambak saksısının yanına giderek sevinçle ellerini kavuşturdu.

- Muhteşem görünüyor değil mi?  Doktor Bey, bunun bir benzerini bana hediye edecek, dedi. Üzerindeki pardösüyü çıkarıp portmantoya asan Selma, arkadaşına yaklaştı.  

- Haklısın, zarif bir çiçek, dedi. Zambağın bu kadar güzel koktuğunu bilmiyordum. Bekleme salonunda sekreterin yanındaki koltuğa oturan Selma'dan müsaade isteyen Esther, makyajını tazelemek üzere lavaboya yöneldi.

Esther salona döndüğünde, sekreter doktorun kendilerini beklediğini söyledi. İki arkadaş doktorun odasına girdiler birlikte. Cevdet Bey'in daha önce Esther'e göstermiş olduğu sıcak tavırdan eser yoktu. Soğuk bir şekilde oturduğu yerden elini uzatarak iki kadının ellerini sıktı sırayla. Ciddiyetini bozmadan,

- Hoş geldiniz, buyurun oturun, diyerek masanın önündeki sarı koltukları gösterdi. Yüzüne yapıştırdığı yapmacık gülümsemeyle kısaca hal ve hatırlarını sorduktan sonra, Selma'ya döndü. 

- Evet, dedi. Arkadaşınızın durumu ciddi. Uzun zamandır tedaviye cevap vermediğini biliyoruz. Şimdi ona nasıl bir tedavi uygulayacağımıza karar vermeden önce hatırladıklarının dışında bilinçaltına attıklarını da öğrenmemiz gerekiyor. Bunun tek çözüm yolunun hipnoz tedavisinden geçtiğini söylemeliyim. Çok mecbur kalmadıkça önerdiğim bir yöntem değil bu aslında. Konusunda uzmanlık eğitimi almış hekimler tarafından yapılması lâzım. Yine de her operasyonda olduğu gibi bu yöntem de bazı riskler taşıyor. Esther Hanım, bana başından geçen her şeyi anlattı. Ancak eşinin dahi bilmesini istemediği bazı konular var. Doktoru olarak ben buna saygı duyuyorum elbette. Başka bir yakınınız var mı diye sorduğumda bana sizden bahsetti. 

Lâfını toparlamakta güçlük çekiyor, yüzü geriliyor ve yaşadığı gerginliği dışarı aksettirmemek için giriştiği mücadele her halinden belli oluyordu doktorun. Biraz zaman kazanmak için koltuğuna yaslandı. 

- Bu arada bir şeyler içmek ister misiniz? diye sordu.

Doktoru hiç bu şekilde görmeyen Esther tedirgin olmuştu. Selma'ya baktı ve onun başını salladığını görünce birer çay alabileceklerini söyledi. Doktor, telefonla sekretere üç çay getirmesini söyledi.

- Aslında hiç alışkın değil buna, dedi doktor. Yani, hastayı odama alıp kapıyı kapattıktan sonra rahatsız etmemesi gerektiğini bilir. Gülümsemeye çalıştı. Bazı kurallarım kesindir ama bugün doktor önlüğümü asıp sizleri bana yardımcı olmanız için çağırdım, bu yüzden bugün, burada, ikiniz de benim misafirim sayılırsınız. 

Kapıyı tıklatan sekreter, bir tepsi içinde getirdiği çayları ürkek bakışlarla servis ettikten sonra sessizce dışarı çıkıp kapıyı çekti.

- Evet, dedi doktor. Biraz rahatlamıştı sanki. Nerede kalmıştık? İşin doğrusu durumunuz beni epey zora sokuyor. Aslına bakarsanız, kolay kolay kimse böyle bir sorumluğu üzerine almaz. Alırım diyenler de zaten sakınılması gereken kişiler. Hipnoz konusunda sadece bir kişinin ismini verebilirim size. Doğal olarak olarak, o da, hastayla birlikte birinci derece yakınından yazılı izin almaksızın böyle bir işe asla kalkışmaz. Ona Esther Hanım’ın özel durumundan bahsettim biraz. Yani detaya girmeden, sadece özel bir durumunun olduğunu söyledim. Kendisi çok yakın arkadaşım olmasına rağmen, operasyona başlamak için, Esther Hanım’ın birinci derece yakını yoksa, bütün riskleri kendi üzerime almamı şart koştu, aksi halde bu işte yokum dedi. Böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyorum. Esasen ona hak vermiyor değilim. Bildiğiniz gibi her operasyon, az da olsa bir risk taşır, bu yüzden doktorlar, kendilerini garantiye almak zorundalar. Hekimler, tedaviye başlamadan önce yapacakları işlemlere ilişkin muhtemel komplikasyonları ve yan etkileri hastalarına detaylı bir şekilde anlatıp onları bilgilendirir ancak bütün bunlara rağmen en ufak bir aksilik çıkması durumunda büyük tazminatlar ödemek zorunda kalırlar.

Duydukları Selma'yı ürkütürken doktorun tedirginliğini yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. Nasıl bir işin içine düştüğünü, nasıl davranması gerektiğini bilmez bir halde çayını yudumladıktan sonra başını çevirip odaya girdiği andan itibaren ağzını açmayan Esther'e dikti gözlerini. Canı iyice sıkılmıştı, doktora döndü.

- Anlıyorum Doktor Bey, anlıyorum ama siz de beni yanlış anlamazsanız, kafama takılan bir konu var.

- Buyurun, dedi doktor, ciddiyetini muhafaza ederek.

- Arkadaşım için elimden gelen her şeyi yaparım ama sizin böyle bir sorumluluğu üzerinize almanız bana hayli tuhaf geliyor.

Cevdet Bey, Selma'nın sorusunu gülerek cevapladı.

- Evet, haklısınız, işin doğrusu bu soruyu sizden bekliyordum, dedi. Öncelikle şunu söyleyeyim; yasal yönden sorumluluk yükleyecek bir şey istemiyorum sizden. Bu sorumluluğu sadece kendim üstleniyorum. Siz sadece Esther'in refakatçisi ve sırdaşı olacaksınız. Bana gelince; bunca yıllık meslek hayatımda karşılaştığım ilginç vakalardan biriyle karşı karşıyayım. Esther Hanım'ın yaşadıkları sıradan bir rahatsızlığın sonucu olsaydı, inanın bu kadar üstüne düşmezdim. Bu mesleği aşkla yapan hekimler, kendilerini geliştirebilecek bilgilerin, tecrübelerini arttıracak bu tür vakaların peşindedir. Buna siz bir nevi tatmin de diyebilirsiniz. Evet, tedavi beklediğim gibi sonuçlanırsa bu durum, toplum nazarında bana gösterilen saygı ve itibarı arttıracaktır. Sizler o zaman gönüllü olarak benim reklamımı yapacaksınız. Bir düşünün, onca hekim dururken çevrenizden duyduklarınızla benim kapımı çalmanızın nedeni bu değil mi? Hakkımda güzel şeyler duymuş olmalısınız ki yolunuz bana düşmüş.

Birden gülmeye başladı Doktor. Ha, benim de kulağıma gelen bazı şeyler var, benim için deli doktor diyormuş bazıları, gülüp geçiyorum bu söylenenlere. Sonuçta hastalarımı iyileştiriyor muyum, önemli olan bu. Neyse, şimdiki hedefimiz, arkadaşınızın sağlığına kavuşması elbette. Sonuç istediğim gibi olmazsa, ki bu durum ihtimallerden biridir, o zaman zaten yapılacak bir şey kalmamıştır. Maalesef, Esther Hanım’ın başka bir şansının olmadığını düşünüyorum. Eğer bir şey yapılmaz, bu şekilde devam ederse durumu çok daha kötü bir seyir izleyebilir. Bilmem anlatabildim mi?

İki arkadaş göz göze geldiler. Esther'in sessiz bir çaresizlik içinde kıvrandığını gören Selma’nın gözlerinden iki damla yaş süzüldü.

- Durumunun bu kadar vahim olduğunu bilmiyordum, dedi. Hıçkırıklarını tutamadı. Yerinden kalkıp arkadaşının boynuna sarıldı.

- Neden, neden, bütün bunların sebebi ne? diye söylendi, yaşlı gözlerle.

İki arkadaşın gözyaşları karıştı birbirine. Doktor girdi araya,

- Tamam, sizi anlıyorum ama üzülmenizin, ağlamanızın hiçbir yararı yok. Hemen paniğe kapılmayın, bu dertten kurtulmanın yolunu gösterdim size. Önerim doğrultusunda kararınızı verirseniz vakit geçirmeden işe başlamak zorundayız.

Selma, çantasından çıkardığı kağıt mendille gözyaşlarını silerken sessizce içini çeken arkadaşına yalvararak,

- Esther, bak bunu Kemal’e anlatmak, onun da fikrini almak zorundayız, dedi. Allah korusun başına bir hal gelirse neler olacağını düşünmek bile istemiyorum. Üzerime böyle bir sorumluluğu nasıl alabilirim, Kemal'in yüzüne nasıl bakarım?

- Sakın ola böyle bir işe kalkışma! Aklının ucundan bile geçirme, dedi Esther, gözlerini açarak çıldırmışçasına bağırdı arkadaşına. Beklemediği bu tepki ve sözlerindeki kararlılık ürkütmüştü Selma’yı.

Doktor ayağa kalkıp yanlarına geldi.

- İsterseniz biraz düşünün, dedi. Elindeki kartviziti Esther’e uzattı, Bu, sözünü ettiğim arkadaşım, Prof. Dr. Kenan Soykan, kendisi hipnoterapi konusunda uzmandır. Karar vermeniz durumunda ona benden bahsedin mutlaka. Kenan Bey, beni arayacaktır, ben de yanınızda olacağım, dedikten sonra Selma’ya döndü.

- Aileden kimse olmadığına göre sizin operasyon sırasında Esther Hanım’ın yanında bulunmanız çok önemli. Karar vermeniz durumunda en az on beş gün önce haberim olsun ki, programımı ona göre ayarlayabileyim. Yurt dışında katılmak zorunda olduğum bazı uluslararası kongreler var.

Cevdet Bey'in muayenehanesinden çıktıktan sonra bir süre konuşmadı iki arkadaş. Sessizliği bozan Selma oldu.

- Ne düşünüyorsun?

- Ben kararımı verdim, sen benim yanımda olacak mısın ondan haber ver.

Arabalarına binip hareket ettiler.

- Benden çok şey istiyorsun. Ya işler tersine giderse? diye sordu Selma.

Esther, biraz sakinleşmiş görünüyordu.

- Niye olumsuz düşünüyorsun? Senden başka bana  yardım edecek kimsem yok, biliyorsun.

- Tamam, biliyorum, her zaman yanında oldum ve yine de olurum ama bu seferki çok farklı, korkuyorum.

- Yine de yanımda olmanı istiyorum Selma, hayatım söz konusu, böyle yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim. Ölmemi istemezsin değil mi? 

Selma boynunu büküp sessiz kaldı. Esther heyecanla elini uzattı arkadaşına. 

- O zaman yarın sabah arıyorum ben, Cevdet Bey’i.

Selma'nın ağzını bıçak açmıyordu.

- İstersen bir yerde oturup bir şeyler atıştıralım, bak öğlen olmuş, dedi Esther.

- Yok, sağ ol, eğer başka işin yoksa sen beni eve bırak, biraz kafamı toplamam lazım. Timur’un yemeğini hazırlayacağım daha.

Selma’yı evinin önüne bırakırken yeniden doğmuş gibiydi Esther.

- Her şey için teşekkür ederim, canım arkadaşım. Yüzünü öyle asıp durma, Hasan’a da sakın bir şey hissettirme, diye sıkı sıkı tembihledi arkadaşını.

Devam edecek



13 Mart 2021 Cumartesi

BİN HÜZÜNLÜ HAZ - HASAN ALİ TOPTAŞ


Kitabın Adı: BİN HÜZÜNLÜ HAZ

Yazar: Hasan Ali TOPTAŞ

Sayfa Sayısı: 152

Yayınevi: Everest Yayınları

Türü: Post Modern Roman

Çağdaş Türk edebiyatında ayrı bir yeri olan Hasan Ali Toptaş'ın okuduğum ikinci kitabı, Bin Hüzünlü Haz. Daha önce Gölgesizler romanını okumuş, üslubuna, kelimeleri muhteşem bir şekilde dans ettirişindeki ustalığa ve hayal gücüne hayran kalmıştım. Gerçekten de yazar, dünyada post modern tarzda iddialı bir yapıt koymuş ortaya. Gel gelelim, edebiyat çevrelerinde müstesna bir yeri olan ve okurlarının büyük sevgisini kazanan yazarın kariyeri, birkaç ay önce kendisine yöneltilen taciz suçlamalarından sonra bir çırpıda yerle bir oldu. Doğal olarak bu olay nedeniyle okurlarından büyük tepki gördü ve insanların aklına şu kritik soruyu gündeme getirdi: Yazarın işlediği suçtan dolayı kitaplarını cezalandırmak doğru mu? Toplumun büyük bir kısmı artık kitaplarını satın almayarak yazara bir şekilde tepkilerini göstereceklerini belirtirken, bazı kuruluşlar kendisine verdikleri ödülleri geri aldılar, bunların yanı sıra kitaplarından birinin filme çekilmesi projesi de iptal edildi. Bin Hüzünlü Haz romanı, uzun zamandan beri okumamı bekleyen kitaplardan biriydi, çünkü yazarın sıra dışı üslûbunu seviyordum. Yazar, Hasan Ali Toptaş, üçü yazar olmak üzere yirmiye yakın kadına taciz suçlamasından dolayı deşifre olarak toplum nazarında hak ettiği cezayı en ağır şekilde almış görünüyor. Gerçekten de yüz kızartıcı bir davranışta bulunmuş. Diğer taraftan sanat eseri, onu yaratan kişinin çocuğu gibidir. Babası tacizci ya da katil olan bir çocuğu suçlamak ne kadar mantık dışıysa yazarı yüz kızartıcı bir suç işlemiş esere ceza vermek de pek makul gelmiyor bana. Bu nedenle yazarı yediği haltlarla baş başa bırakıp esas konumuz olan Bin Hüzünlü Haz kitabından bahsedeyim biraz.

Romanın daha önce yazarın hiçbir kitabını okumayan kişiler için anlaşılması zor bir kitap olduğu söyleniyor. Fakat benim gibi bu tarz kitaplardan hoşlananlar için okunası bir eser. Normal bir roman gözüyle bakmadan okumak gerekiyor kitabı. Anlatıcı bir kadın, ama romanın içinde belli belirsiz hissettiriyor kendini. Hiçbir karakterde, olayda, zamanda ve mekanda bir netlik yok. Ne görünüş ne de anlam bakımından. Bütün sözcükler anlamını yitirmiş aynı zamanda. Renklerin sesini, gölgelerin ve çığlıkların sessizliğini, aydınlıkta karanlığı, iyilikte kötülüğü arıyor yazar, sözcüklerinde. Eğer romanda illâ bir kahraman gerekiyorsa, bu Alaaddin olabilir belki. Ancak, kitabın başından sonuna kadar Alaaddin'i arıyoruz fakat belki de öyle bir kişi yok. Alaaeddin'in net bir tasviri de yok, kimin nesi, iyi mi kötü mü, ne iş yapar bilmiyoruz. Diğer taraftan her birimiz, ondan bölük pörçük birer parça taşıyor gibiyiz. Gerçekler hayallerle birbirinin içine girmiş bir halde, kâh şehrin kalabalığı arasında yükselen bir apartmanın terasında, kâh ormanın derinliğinde buluyoruz kendimizi. Yer yer doğu ve batı masallarında geçen kahramanların içinde dolaşıyoruz; pamuk prensesin cücelerinde, Don Kişot'un Sancha'sında, kırk haramilerde, kırmızı başlıklı kız ve ona göz koyan kurtta... Müthiş bir dil hakimiyeti, yerli yerine oturmuş uzun cümleler ve okurda bırakan bir hayranlık duygusu...

Yazar, post modern edebiyatın dibine vuruyor bu eserinde. Romanda belirgin bir olay örgüsü göremiyorsunuz. Salt edebi haz almak isteyenler için yazılmış bir eser. Türk edebiyatına yeni bir soluk getiren yazar, dili bir araç değil, düşüncenin kendisi olarak görmekte. Romanın giriş cümlesi beni çok şaşırtmış, bu cümleyle kitabın içeriğinde felsefi bir içerik beklediğim için bir parça hayal kırıklığına uğramıştım aslında. 

"Beni en çok arınmışlığım tedirgin ediyor. Uzunca bir süredir, ruhumun derinliklerinde bütün şiddetiyle hissediyordum bunu. Kimi zaman, şöyle adamakıllı kirlenip de kim olduğumu anlayayım diye kendimi pervasızca şu şehrin alkol kokulu karanlığına vuruyor,... ama bunu başaramıyordum. " 

Derken Haraptarlı Nafi'nin bir sözü çıkıyor karşımıza, kitabın sonuna doğru,

"Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlât; sormazsan biliyorum..."  

Bir de çok hoşuma giden "sözgelimi" sözcüğü sık sık kullanması dikkatimi çekti. Bir örnek, misal vermem gerektiğinde "örneğin", belki daha çok ya da yeri geldiğinde "mesela" diye başlardım söze, hem konuşmalarımda, hem yazılarımda. Yazar, bu iki sözcüğü kullanmaktan özellikle imtina etmiş sanki. Bunların yerine "sözgelimi" sözcüğünü kullanıyor, benim de güzel geldi kulağıma. Diğer bir husus, pek çok kitap kurdunun okurken zorlandığı bu eseri görece kısa bir sürede okumayı başardığım için kendimle gurur duydum.             

12 Mart 2021 Cuma

SON DANS BÖLÜM 19

Aniden bastıran yağmurla birlikte havaya karışan toprağın kokusunu derin derin çekti içine. Önceki akşam sözleştikleri gibi Selma’yı evinden alacaktı. Sokağa girdiğinde yağmur dinmiş, güneş bütün parlaklığıyla ışıl ışıl ortalığı aydınlatıyordu. Apartman girişinde beklemekte olan arkadaşını görünce aracını kaldırımın kenarına yanaştırdı. Sağ taraftaki camı indirirken arabanın ön konsolu üzerindeki saate baktı.  

- Seni yağmurun altında fazla bekletmedim umarım, dedi Esther.

Beyaz spor arabanın kapısını açıp ön koltuğa yerleşen Selma,

- Yok canım, dedi. Yeni indim aşağı ben de. Başını sürücü koltuğunda oturan Esther'e çevirdi, meraklı gözlerle olan biteni anlamaya çalışıyordu. Eee, hadi anlat bakalım, nereye gidiyoruz şimdi?

Esther kendinden emin ve büyük bir özgüven içinde arabayı hareket ettirdi. Selma, meraktan kıvranırken muzipçe gülümsüyordu.

- Dün akşam söyledim ya, doktorumun yanına gidiyoruz, dedi gülümseyerek.

Aklı iyice karışan Selma, arkadaşının onu neden doktoruna götürmek istediğini anlamaya çalışıyordu.  

- Esther, meraktan çatlatma beni. Söyler misin, ne işim var senin doktorunda? Arkadaşın olduğum için benimle konuşmak mı istiyor doktorun? Niye ben, benden önce Kemal'i çağırmadı peki? 

- Dur, acele etme, bekle biraz. Hepsini anlatacağım, dedi Esther soğukkanlı bir şekilde.

Araba, Selma'nın sabırsızlığına inat, Esther'in sakinliğine nazire yaparcasına, yoğun trafiğin içinde, ışıklarda durup kalkarak,  sükunetle yol alıyordu. 

- Doktor sen içerdeyken beni de odasına alacağını sanmıyorum, dedi Selma. Yanlış mı düşünüyorum?

Esther, Selma’nın meraklı bakışları altında anlatmaya başladı.

- Bak var ya, şu senin doktor gibisini ne duydum ne de gördüm. Geçen haftadan beri her gün en az bir kez telefonla aradı beni. Aklına gelen bütün soruları sorup detaylı bir şekilde cevaplandırmamı istedi. Ben onun sorularını uzun uzadıya cevap verirken onun bana uygulayacağı tedavi konusunda güvenimi kazanmaya çalıştığını hissediyordum. Çünkü kaç doktora gittiğimi, hiç birinden fayda görmediğimi sana anlattığım gibi ona da anlatmıştım. Ama Cevdet Bey, bambaşka biri, diğerlerinden çok farklı. Onun beni tedavi edeceğine inanıyorum. Fakat bazen içime bir kuşku düşmüyor değil. Ne bileyim, normal biri değil yani, dediğim gibi, hayatımda böyle bir doktor görmedim.

- Cevdet Bey’e güvenebilir miyim diye fikrimi soruyorsun sanırım. Bu yüzden mi yanında olmamı istedin benden?

- O da var tabii, ama seni yanıma almamı Cevdet Bey istedi.

- Bak Selma, Cevdet Bey'in adını sana veren benim. Onun sıra dışı bazı uygulamaları olduğunu ben de duydum ama herkes onu başarılarından dolayı yere göğe sığdıramıyor.  Benim yakın arkadaşlarımdan birinin doktoruydu kendisi. Seninkine benzer bazı rahatsızlıkları vardı onun da. Yani, halüsinasyonlar falan görüyordu. Hatta bir ara… Selma, daha fazla konuşmamak için kendini tutarken, onun bu hali Esther’i hayli meraklandırmıştı.

- Ne olur devam et, her şeyi bilmek istiyorum.

- Bilmem nasıl anlatsam,  bunu sana söylemek istemezdim ama ağzımdan kaçtı bir kere. Evet, birkaç kez intihar girişiminde bulundu. Cinler, periler rahat bırakmıyordu peşini.

- Sonra, dedi Esther, heyecanla,

- Sonra Cevdet Bey’i bulmuş işte. Şimdi gayet iyi durumda. Kocasının tayini çıktı bir başka şehre gittiler. Hayata yeniden tutundu. Cevdet Bey’e her gün dua ediyormuş. Biliyorum senin durumun onunki kadar kötü değil ama belki bir faydasını görürsün diye sana da onun ismini verdim. 

- Evet, dedi Esther, dalgın gözlerle. Benim durumum biraz farklı, ama arkadaşından daha mı iyiyim daha mı kötü onu bilemem. Benim zorum cinlerle, perilerle değil. Evet, sanırım biraz farklı… 

- Kemal nasıl, yine gözü işinden başka bir şey görmüyor değil mi?

- Biliyorsun doğum gününü kutladığımız o geceyi hepimize zehir etmişti. Hâlâ sizlerin yüzüne bakarken utanıyorum. Ertesi gün işi bağladıktan sonra akşama Alman misafirlerini bir restaurant'a götürmüşler. Ben doktorun verdiği ilacı alır almaz derin bir uykuya dalmışım. O gece Kemal eve geldiğinde, hayatında ilk kez beni uyurken bulmuş. Öyle derin bir uykuya dalmışım ki, sabah gidişini bile fark edemedim. Selmin'e sorup öğrenmesem o gece Kemal'in hiç eve uğramadığını rahatlıkla söyleyebilirdim sana. Yıllardır böylesine huzurlu bir uykuya hasret kalmıştım. Bedenimde biriken yılların yorgunluğunu bir çırpıda atmıştım sanki, ruhumu sıkıştıran kara örtü birden kalkmıştı üzerimden. 

Ertesi akşam hiç beklemediğim bir saatte, elinde beyaz bir lilyum buketiyle eve geldiğinde yine bir hayalin içine düştüğümü sandım. Neşeyle sarılıp beni öperken kafamın içinde bu değişikliğin sebebini arıyordum. Bu bir hayal değilse gerçek hiç olamazdı. Gerçek olsa bile mutlaka bir sebebi olmalıydı. Büyük bir hata yapmış da kendini affettirmek için bir gayret sarf ediyordu sanki. Ben yine bütün olumsuz düşünceleri kafamdan kovdum, teşekkür edip çiçeği elinden aldım ve vazoya yerleştirdim. Selmin masayı hazırladı, birlikte yemeğe oturduk. Berlin'de birlikte yediğimiz ilk yemektekine benzer bir heyecan kaplamıştı içimi. Bana ilk kez işinden, yaptıkları toplantıdan bahsetti. Tesadüfe bakar mısın, toplantıya katılan Almanlardan biri de benim Berlin'deki dil okulunda birlikte çalıştığım Anna Karsch'mış. Anna'nın erkek delisi olduğunu biliyordum. Kemal'e de sarkmış toplantıda ama o hemen tepkisini ortaya koymuş. Daha sonra acaba yanlış mı anladım diye içi içini yemiş. Bu vicdan azabıyla kendisini affettirmek için imzaladıkları sözleşmeyi kutlamak üzere Alman iş adamı ile asistanı Anna'yı o akşam yemeğe almışlar. Bu kez Anna son derece mesafeli davranmış Kemal'e. Sohbet sırasında laf dönüp dolaşıp Kemal'in öğrenci olduğu dönemde benim öğretmenlik yaptığım Berlin'deki dil okuluna gelmiş. Onlara benden bahsedip, Almanca derslerini benden aldığını söylemiş. Anna beni tanıdığını ve en iyi arkadaşlarından biri olduğumu fakat üç yıldır ilişkimizin koptuğunu anlatmış. Bunun üzerine Kemal hemen telefona sarılıp beni aramış. Derin uykuya daldığım o gece değil telefon, top patlasa duyamazdım. Kemal benden bir cevap alamayınca meraklanıp apar topar yemeği bırakmış ve eve koşmuş. İşte Kemal böyle biri hayatım, onun gözü benden başkasını görmez. Anna'yı çok iyi tanırım, hiçbir erkek onun gibi fettan bir kadının elinden kolay kolay kurtulamaz.  

Dikkatinin dağıldığını fark eden Esther, önüne çıkan bir kafeye doğru yaklaşırken yavaşladı.

- Selmacım daha yarım saatten fazla zamanımız var, istersen şurada durup birer çay içelim, ne dersin? 

- İyi olur, nasıl istersen, dedi Selma.

Garson, ince belli cam bardakların içinde dumanı tüten tavşan kanı çayları önlerine bıraktı.  İki arkadaş çaylarını yudumlarken Selma kafasını kurcalayan soruyu sormaktan kendini alamadı.  

- Ben Kemal'in getirdiği şu beyaz zambak buketine takıldım.

- Ne var bunda? Beni düşünüp en sevdiğim çiçeği getirmiş. Beyaz zambak, temizliğin, saflığın, umudun ve masumiyetin simgesi. Bunun altında bir şey aramak mı lâzım?

- Estherciğim sen gerçekten beyaz bir zambak gibisin ama erkek milletini tanımıyorsun. Ya onları kafaya takmayıp hayatını yaşayacaksın, ya da kafaya takarsan peşini bırakmayacaksın. Jale'ye bir bak, kadının aklı bir karış havada ama kocasını parmağında oynatıyor. Senin dengeni bozan mesele de bu zaten. Sen Kemal'e kafayı takmışsın ama peşini bırakmış görünüyorsun. Onun keyfi yerinde, oyalanacak bir şeyler bulmuş kendisine. Farkındaysan bütün sıkıntıyı sen çekiyorsun. Ben bu konuda ne erkeklere ne de onların aklını çelen hemcinslerimize güveniyorum.

Esther bardağındaki çayı bitirdi. Selma'nın dediklerini kafasında iyice tarttıktan sonra kendinden emin bir şekilde gülümsedi.

- Seni anlıyorum canım. Ama Kemal farklı, onun beni sevdiğini biliyorum. Seven insan yanlış bir yola sapmaz. Beyaz zambağa farklı anlamlar yüklemiyorum. 

Saatine bakınca hadi kalkalım geç kalıyoruz, dedi Esther. Ödemeyi yapıp yeniden yola koyuldular. Cadde boyu yağmurun ıslattığı yolda ilerlerken yüzünü Selma'ya çevirdi Esther.

- Dur sana geçen gece gördüğüm rüyayı anlatayım: İri taşlarla kaplı bir dehlizin içinde yürüyordum. Duvarlarda asılı sağlı sollu üçer kollu meşalelerden çıkan alevler zifiri karanlığı aydınlatıyordu. Üzerimde lacivert taşlarla bezeli, yerleri süpüren mavi bir elbise vardı. Bana refakat eden on beş, on altı yaşlarında iki genç kız peşim sıra eteklerimin ucunu tutuyorlardı. Koridorun sonuna açılan yüksek tavanlı büyük bir mağaranın içine girdik. Şövalye kılıklı adamlar ve zarif hanımların bulunduğu kalabalık bir şölen masası karşıladı bizi. Sarı ve kahverengi üniformalı iki asker trompet çalarak geldiğimizi duyurdu misafirlere. Herkes büyük bir uğultuyla ayağa kalktı birden. Yakışıklı bir şövalyenin yanındaki boş koltuğu gösterdiler bana. Ortadaki uzun masaya serpiştirilmiş türlü türlü yemekler, meyveler ve şarap testileri iştahları kabartıyordu. Sazlar çalmaya, şarkılar söylenmeye başladı. Tam o sırada…

Acı bir fren sesiyle ön cama doğru fırladılar. Emniyet kemerleri bağlı olmasa başlarını cama vurmaları işten değildi. Kırmızı ışıkta aniden duran öndeki araca bindirmelerine ramak kalmıştı. Hemen arkalarında cırtlak korna sesiyle eş zamanlı acı bir fren sesi duyuldu.

Panikleyen Selma, sürücü koltuğunda, kollarının arasına aldığı başını direksiyona kapatmış  arkadaşını dürttü.

- Esther, iyi misin? diye sordu heyecanla. Esther yavaşça kaldırdı başını.

- İyiyim, ne oldu çarptık mı? Gözleri tam açılmamıştı.

- Hayır, sanmıyorum ama az kalsın önümüzdeki araca vuruyorduk, arkadaki de bize. Dur sen bir dakika, sakin ol, ben şimdi bakarım.

Selma arabadan çıkıp arka tarafa geçti. Diğer aracın içinden fırlayan birkaç adam etrafını sardı. İçlerinden en uzun boylusu,

- Ya kardeşim, böyle zank diye durulur mu? Az kalsın bindiriyorduk. Selma’nın altta kalmaya hiç niyeti yoktu.

- Kırmızı ışığı sizin de görmüş olmanız lâzım, bu kadar sürat yapmasaydınız yüreğimiz ağzımıza gelmezdi. 

Selma arabanın önüne yürüdü. Hem öndeki hem de arkadaki arabalar arasında sadece beşer santimlik bir mesafe kalmıştı. Derin bir oh çekti. 

"Neyse," dedi kalabalıktan biri, "Bir şey yok, bu kadarıyla geçmiş olsun."

Homurtulara aldırmaksızın dönüp arabaya bindi Selma yeniden. Esther, yavaş yavaş kendine geliyordu.

- Esther, arabayı kullanabilecek durumda mısın? diye sordu Selma.

- Evet, dedi Esther. Yeşil ışık yanıp yol açılınca hareket ettiler.

- Biliyor musun Selma, sana gördüğüm rüyayı anlatırken aynı şeyleri yeniden yaşadım. Bir an dalıp gitmişim. Son anda frene bastığımı hatırlıyorum. Ama bu kırmızı ışığı ya da önümdeki aracı gördüğümden falan değildi. İşte tam o sırada içeri biri girdi, yayını gerdi, fırlayan ok hızla üzerime gelip kalbime saplandı. İşte bu nedenle bastım frene...

Selma için için korkmaya başlamıştı.

- Esther, iyi ki çağırmışsın beni. Yalnız başına araba kullanamazsın sen. İstersen çek kenara biraz dinlen bari.

- Kusura bakma, seni de tehlikeye attım. Ama geldik sayılır zaten, Cevdet Bey'in muayenehanesi sağdaki ilk sokağın üzerinde.

Devam edecek





10 Mart 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 81


Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 81. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu Gülten Çapkın yeğenleriyle birlikte belirlemiş. Bizi bu kez hayvanlar alemine götüren arkadaşımızın hayli ilginç sorusu şöyle: 

"Eğer hayvanlarla konuşabilme yeteneğiniz olsa hangi hayvanla konuşurdunuz? Hangi hayvanı kendinize yakın buluyorsunuz ve neler sorardınız?" 

Ağaç Ev Sohbetlerinin en kolay soruları benim en zorlandığım sorular oluyor genellikle. Eğer böyle bir yeteneğim olsa, ayırt etmeksizin uçan, kaçan, sürünen ve yüzen tüm hayvanlarla konuşmak isterdim. Zira hepsinden ayrı ayrı öğreneceğim pek çok bilgiye sahip olduklarını düşünüyorum. Konuşma sohbet şeklinde geçse iyi de onlar bana bir şeyler sormaya kalktığında başımı öne eğer utanırdım herhalde...

Hayvanlar aleminin dünyaya hükmeden tek canlı türü olan insan, doğal hayata karşı son derece gaddar. Vahşi dediğimiz hayvanlar avlanıyorlar ama sadece hayatta kalabilmek ve karınlarını doyurabilmek için. Oysa biz insanlar o kadar acımasızız ki, yaşamamız için gerekmediği halde, bütün canlılar dünyasıyla paylaştığımız doğayı ve kendi türümüz dahil olmak üzere diğer bütün canlıları yok ediyoruz. Bilim insanları goril, kurt, papağan, yunus gibi bazı hayvan türleriyle iletişime geçmeye çalışmışlar ve çok kısıtlı da olsa birtakım ilerlemeler kaydetmişler. Onlarla iletişim kurmaya çabalarken onların da bizimle konuşmak isteyeceklerini düşünüyoruz. Bu konuda o kadar emin değilim şahsen!

Velev ki, büyüklük gösterip konuştular benimle. Bu yeteneğimi hiçbir art niyet gütmeksizin paylaşır, diğer insanlara da öğretirdim sanırım. İşte o zaman olan olurdu. Ey, köpek sen falancanın tarafını tutuyorsun, benden değilsin diye ona daha fazla zulmederdi insanlar. Konuştuklarına konuşacaklarına pişman ederdik bütün hayvanları. Kim bilir belki hayvan hapishaneleri kurulur, onları düşündüklerini söyledikleri için içeri tıkardık. Muhtemelen güvercinlerin hepsi kodeste olurdu. Ve ben bu işe bulaştığım için vicdan azabı çekerdim.

Hangi hayvanı kendime yakın buluyorum, bilemedim. İnsanları cinsine, cinsiyetine ve cibilliyetine göre tasnif etmediğimden olsa gerek, hayvanların türüne göre de bir ayrım yapmazdım herhalde. Eğer bizim bilemediğimiz bir düşünce tarzına sahip iseler, o zaman daha iyi anlaştığım farklı türde hayvanlar olabilirdi. Biraz romantik açıdan ele alırsam konuyu, "kumru" derdim muhtemelen. Onların en keyifli zamanlarında "guguk guk, guguk guk" diye çıkardıkları sesin ne anlama geldiğini sorardım. 

8 Mart 2021 Pazartesi

GORIOT BABA - HONORE DE BALZAC


Kitabın Adı: GORIOT BABA

Yazar: Honore de BALZAC

Sayfa Sayısı: 284

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Volkan YALÇINTOKLU

Türü: Roman

Fransız edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Honore de Balzac'ın bir kitabını okumak istiyordum. Kader beni Goriot Baba ile karşılaştırdı. İlginç bir hayat hikayesine sahip olan yazar, bu romanı sadece altı hafta içinde yazmış. Bir şehriye tüccarı olan Mösyö Goriot, bütün servetini ölesiye sevdiği iki kızına harcadıktan sonra kendini bir kenar mahalle pansiyonunda buluyor. Kızların her ikisi de soylu kişilerle evleniyor fakat damatlar kayınpederlerinin parası suyunu çekmeye başlayınca Goriot'tan yüz çeviriyorlar. Çok sevdiği kızlarının da babalarını aramamaları adamı kahrediyor. Pansiyonu kırk yıldır işleten yaşlı bir kadın olan Madam Vauquer, paralı zannettiği Mösyö Goriot'a ilgi gösteriyor ama Goriot'un gözü kızlarından başka bir şey görmediği için ondan karşılık bulamıyor. Pansiyonda kalan diğer yan karakterlerin derinlemesine mercek altına alındığı eserin önemli diğer iki karakteri; hukuk öğrencisi Eugene Rastignac ve kendini gizlemeye çalışan bir kanun kaçağı olan Vautrin.   

Kitabı okumaya başladıktan sonra ilk üçte birlik bölümünde biraz zorlandığımı söylemeliyim. Bunun nedeni karakterleri bir anda algılamakta zorlanmış olmam. Aynı kişiden bahsederken bazen adı, soy adının, bazen Madam, matmazel ve kocasının soy adının, bazen soyluluk unvanının (kontes, barones vs) kullanılması kafamı karıştırdı. Ancak bunu aştıktan sonra su gibi aktı geri kalanı. Gerçekçilik akımının bir temsilcisi olan yazar, bu eserinde, dönemin ahlak dışı toplumsal kurallarına dikkat çekiyor. Zengin olma koşulunun evlilik kanalıyla aristokrat bir aileye katılmaktan geçtiğini, bunun dışında ahlak ve erdemin hiçbir işe yaramadığını hicvediyor eserinde. Çalışmakla bir yere varılmayacağını eğer rahat bir yaşam sürmek isteniyorsa kötülük yapmanın kaçınılmaz olduğunu anlatıyor. Yazar, bugün için de geçerli olan bir toplum eleştirisini o dönemin koşulları içinde başarıyla işliyor. 

Kitabı okuduktan sonra yazarın yaşamını araştırdım, bu sayede Goriot Baba'yı yazdığı dönemdeki düşüncelerini daha iyi kavrama imkânım oldu. Bu durum en kısa zamanda başka bir Balzac romanı okuma isteği uyandırdı bende.  Çeviriye kötü diyemem ama bence daha iyi olabilirdi. Belki de romanın ağırlığı, kültürel ve dönemsel farklılık ancak bu kadarını mümkün kılmış olabilir ya da ukalalık etmiş olabilirim. Fakat kitap güzel, edebi yönü kuvvetli bir eser, büyük bir zevkle okudum ve henüz okumayanlara tavsiye ediyorum. Bu tür romanlar benim gibi öykü ve roman yazma heveslileri için güzel bir rehber oluyor elbette. Son olarak Balzac'ın sıkıntılarla geçen hayatında geriye yüzlerce taslak eser bıraktığını ancak bunlardan çok azının kitap haline getirildiğini eklemiş olayım. 

5 Mart 2021 Cuma

SON DANS BÖLÜM 18

Kapıyı hafifçe vurup içeri giren Ümit, Kemal'i bilgisayarın başında, kendinden geçmiş bir halde, posta kutusuna düşen mailleri cevaplarken buldu. Varlığını hissettirmek için bir iki kez tıksırdı. Bezgin bir halde başını kaldıran Kemal, boş gözlerle Finans Müdürüne baktı.

- Gitmedin mi sen daha?

Ümit, Kemal'in beklenmedik tepkisi karşısında şaşırmıştı.

- Kemal Bey, Mr. Knudsen ve Anna'yı yemeğe davet etmiştik ya. Hemen çıkmamız lazım, geç kalıyoruz, size hatırlatmak istedim.

Kemal, saatine baktı. Altına iğne batmışçasına yerinden fırlayarak Ümit'e bağırmaya başladı.

- Niye daha önce haber vermedin, Tanrım rezil olacağız insanlara! 

Yarım saat sonra Osmanlı mutfağının en özgün lezzetlerini sunan Deraliye Restaurant'ta kendilerine ayrılan dört kişilik masada yerlerini almışlardı. Kemal tedirgin, Ümit ise son derece sakin görünüyordu. Birkaç dakika sonra Mr. Hans Knudsen, yanında yardımcısı Anna Karsch olduğu halde kapıdan içeri girdi. Ümit elini kaldırarak konuklara yerlerini belli etti. El sıkışma merasiminin ardından, gelenleri nezaket icabı masanın köşe kanepesine buyur ettiler. Kemal, Hans'ın, Ümit de Anna'nın karşısına geçti. Şef garson her birine deri kaplı birer menü uzatarak içecek olarak ne arzu ettiklerini sordu. Hans'ın rakıyı tercih etmesi, yemeğin keyifli bir ortamda geçeceğinin ilk habercisiydi. Kemal'in yemek seçiminde Anna'ya yardımcı olmaya çalıştığı esnada toplantıda yaşadıkları aklına gelince içine bir heyecan dalgası yayıldı. 15. Yüzyılda Fatih Sultan Mehmet'in en sevdiği "Nırbaç"ı öneren Kemal, menüdeki bir fotoğrafı gösterirken bunun kuzu eti ve köfteden oluşan, havuçlu, kişniş, tarçın, zencefil, damla sakızı ve nar ekşisiyle tatlandırılmış güzel bir tencere yemeği olduğunu söyledi. Ana yemekler gelinceye kadar garsonlar, nefis meze ve ara sıcak tabaklarıyla masayı donattılar. 

Klasik Türk müziğinin seçkin eserleri eşliğinde Osmanlı mutfağının nadide yemeklerinin tadını çıkarmaya başlayan grup, bir yandan içkilerini yudumlarken diğer yandan samimi bir sohbetin içinde buldular kendilerini. Rakı kadehlerini birbiri ardına yuvarlayan Hans'ın yüzü kırmızı bir elmaya dönmüştü. Kemal'in çok güzel Almanca konuştuğunu söyleyip onu abartılı bir şekilde övdükten sonra,

- Bugün güzel iş çıkartınız dostum, kadehimi işbirliğimizin şerefine kaldırıyorum, dedi. Prost! diyerek hep birlikte bardaklarını havaya kaldırıp tokuşturdular. Rakısından birkaç yudum çeken Hans, peltekleşmeye başlayan ağzıyla, nerede öğrendiniz dilimizi? diye sordu.

- Berlin, die deutSCHule dil okulunda, diye cevap verdi Kemal. Bunu duyar duymaz Anna'nın ağzındaki lokma boğazına takıldı. Büyük bir şaşkınlık içinde Kemal'e dikti gözlerini.

- Ne diyorsunuz, ben orada öğretmenlik yaptım. Bu kez şaşırma sırası Kemal'e gelmişti. 

- Ne zaman? diye sordu.

- Üç yıl çalıştım o okulda, iki yıl kadar önce ayrılıp GGC şirketine geçtim.

- Ben de üç yıl önce aynı dil okulundaydım. Belki bir yerlerde karşılaşmış olabiliriz. Aklına Esther geldi. Beni değil de eşim Esther'i mutlaka tanıyor olmalısınız. 

- Esther Gritsch'i mi?

- Ta kendisi, Esther benim Almanca öğretmenimdi, birbirimize aşık olduk ve üç yıl önce evlendik.

- İnanamıyorum, Esther en iyi arkadaşlarımdan biriydi benim. Fakat sonra nasıl olduysa birbirimizin izini kaybettik. İyi değil mi? O şimdi Türkiye'de mi yaşıyor ?

- Kendisi gayet iyi, evet, burada birlikteyiz. Arkadaş olduğunuzu bilseydim, onu da getirirdim. Durun, şimdi arıyorum, Onun için de büyük sürpriz olacak!

Kemal cep telefonunu çıkarıp karısını aradı heyecanla. Telefonu uzun uzun çaldı ama cevap veren olmadı. 

- Allah, Allah, ilk kez telefonu kapalı. Şarjı bitmiş olmalı, dedi.

İçine bir kurt düşmüş, Esther'i merak etmeye başlamıştı. İlk kez telefonla ona ulaşamamıştı ama biraz düşününce, neredeyse bir yıldır karısını telefonla hiç aramadığını anımsadı. Ne kadar utanılacak bir durum! diye geçirdi aklından. Son kadehleri içip hesabı ödedikten sonra misafirlerle vedalaştılar. Şoför Kemal'i evine bıraktı. Seri adımlarla asansöre yaklaştı, cebinden anahtarını çıkarıp daireni kapısını açtı. Kedi gibi sessiz ve ürkek hareketlerle yatak odasına ilerledi. Her gün gelişini bekleyen Esther, doktorun verdiği ilaç sayesinde yatağına uzanmış derin bir uykuya dalmıştı.  

Bir hafta sonra, Profesör Dr. Cevdet Saran’ın muayenesine gelen Esther, doğruca köşedeki beyaz zambağın yanına gitti. Derin derin çekti içine çiçeğin güzel kokusunu. Neşeyle odasından çıkan doktor, genç kadını güler yüzle karşıladı.

- Hoş geldin Ester,  nasılsın bakalım?

- Daha iyiyim Hocam, teşekkür ederim. Beyaz zambakla özlem gideriyordum. Ne kadar zarif bir çiçek, onun yanında huzur buluyorum.

- Öyle mi? Sevdiyseniz bahçemde çoğalttığım beyaz zambaklardan birini hediye edebilirim size. Ama önce konuşmamız lazım, hadi gelin şimdi, odama geçelim.  

Doktor, rahatsız edilmemeleri konusunda sekreteri uyardıktan sonra kapıyı çekti.

Profesör Dr. Cevdet Saran, Esther'in ziyaretinden sonraki haftayı sadece onun derdine çözüm aramakla geçirmişti. Masasının altına monte ettiği cihaza kaydettiği konuşmaları defalarca dinlemiş, uzun uzun notlar almış, kafasında türlü planlar kurmuştu. Profesörün sıra dışı tedavi yöntemleri hakkında ağızdan ağıza türlü rivayetler dolaşıyordu ama hiçbir hasta ya da hasta yakınının bunlardan şikayetçi olduğuna dair en ufak bir laf duyulmamıştı bugüne kadar. İnternetteki bütün yorumlar, doktorun sihirli gücüne hayranlık ve sonsuz minnet duygularını yansıtıyordu. Hastalarıyla kurduğu iletişimin yanı sıra onu diğer meslektaşlarından ayıran en önemli özellik, tedavi ettiği insanlarla ruhsal bir bütünlük sağlamasıydı. Gestalt terapi yöntemini benimseyen doktor, geçmişi ve geleceği bir yana iterek şimdiki zamana odaklanıyor, hastalarıyla yakın ilişki kurup sıra dışı yöntemlerle yaşanan tıkanıkları onlarla birlikte çözmeye çalışıyordu. Hiçbir doktorun aklından, hayalinden dahi geçmeyen kendine özgü tedavi usulleri vardı. Kapısını çalan hastalar konusunda son derece seçici davranırdı. İki ana prensibinden biri karşılıklı güven, diğeri ise gizlilikti. Oysa bir şeyi ne kadar gizlemeye çalışılırsan, o yine bir yolunu bulur dillere düşerdi. Karşılıklı güven vazgeçemediği prensiplerinden biriydi. Hastalarının kayıtsız, şartsız güvenini kazanmadan önce tedaviye başlamaz, tedavi sırasında, kendisine dair en ufak bir kuşku duyulması halinde aldığı bütün parayı iade ederek tedaviyi yarıda keserdi. Onun da hastaya güvenmesi gerekiyordu. Güvenmediği hastaları kesinlikle kabul etmezdi. Ancak onun nazarında hastaya güven, dediklerinin harfiyen yerine getirilmesi bir yana hastalarının mali gücüyle ilgiliydi. Zira alacağı yüksek ücretin dışında izlediği tedavi süreci sabır ve genellikle yüksek meblağlarda harcama gerektiriyordu. Kabul ettiği hasta, istediği düzeye gelinceye kadar asla yeni bir hasta kabul etmezdi. Adının bazı çevrelerde sosyete doktoruna çıkmasının bir asıl sebebi de buydu.

Cemiyet hayatında doktorun tedavi yöntemi hakkında doğru yanlış bir sürü dedikodu dolaşıyordu. Onlardan biri şizofreni hastası genç bir adamla ilgiliydi. Holding sahibi, mütedeyyin bir ailenin veliahtı olan bu genç her gece rüyasında Cebrail'i görüyor, sabah namazını kıldıktan sonra Allah'ın emrini yerine getirmek üzere  iki yaşına yeni girmiş oğlunu bahçeye götürüp yanına aldığı keskin bir bıçakla onu kurban etmeye kalkıyormuş. Durumu bilen karısı her seferinde çığlık çığlığa komşulardan yardım isteyip adamın elinden zor kurtarıyormuş çocuğu. Sonunda dedesi zavallı torununu yanına almış. Şizofreni hastası oğlunu da kaptığı gibi bizim profesörün yanına getirmiş. Profesör genç adamla bütünleşmek için sakal bırakmış, onunla üç ay boyunca beş vakit namaz kılmış. Hac mevsimi gelince birlikte hacca gitmişler. Doktor yola çıkmadan önce oradaki meslektaşlarıyla bir takım hazırlıklar yapmış tabii. Hac ibadetini tamamladıktan sonra Mekke'de bir polikliniğe götürmüş adamı. Hipnoz tekniği ile işe başlamışlar, adama bir takım telkinlerde bulunmuşlar. Hasta kendine geldiğinde karşısına ak sakallı bir dede çıkarmışlar, ona "Ben Cebrail'im, sen yanlış anladın beni, Allah oğlunu kesmeni istemedi senden, git şimdi oğlunun yerine bir koç kurban et" demiş. O günden sonra bir daha böyle bir girişimi olmamış genç adamın, babasının yanında işe başlayıp çocuğunu yanına almış. Holdingin sahibi oğlunun iyileştiğini görünce doktora "Dile benden ne dilersen." demiş. Yine bir söylentiye göre şu an içinde bulunduğu gösterişli muayenehane, tedavi ettiği hastanın babası olan zengin iş adamının hediyesiymiş!   

Esther'de aradığından fazlasını bulan doktor büyük bir coşkuyla sarılmıştı işe. Bu coşkunun nedeni, genç kadının, doktorun eski eşine inanılmaz ölçüde benzerliğiydi. Sadece fiziksel anlamda değil, Esther'in çektiği sıkıntıların aynısını yaşatmıştı eşine. Mesleğine olan tutkusu gözünü kör etmiş, ailesini ihmal etmişti. Oysa, aynı Kemal gibi o da eşini çok seviyordu. Sevginin sadece korumak, kollamak değil, aynı zamanda birlikte hoşça vakit geçirmek, aynı şeylerden zevk almak, paylaşmak olduğunu öğrendiğinde artık çok geç kalmıştı. Eşi ondan ümidini kesince geri dönülmez bir yola girmiş ve tatsız bir şekilde ilişkileri son bulmuştu. Esther'i sağlığına kavuşturma mücadelesiyle birlikte bir bakıma günâh çıkartıyordu Profesör.

Bir saat boyunca dinledi genç kadını. Esther, doktora verdiği sözü tutmuş, ilaçlarını saati saatine almıştı. Birkaç gece gözünü kırpmadan sabahı sabah etse de, genel olarak uykusu düzene girmiş, sadece bir gece kâbus görmüştü. Doktorun yanında kendini sonsuz bir güven ve huzur içinde hissediyordu. Sanki onu yıllar önceden tanıyor gibiydi. Uzun bir zaman sonra kimseye anlatamadığı sırlarını paylaştığı bu adamın her dediğini yapacak kıvama gelmişti artık. Yine içini boşaltmış, bütün duygularını ortaya dökmüş, merak içinde doktorun ağzından çıkacak talimatları bekliyordu. 

- Durumunuzu çok iyi anlıyorum Esther, dedi Doktor. Eşinle birbirinize karşı saygınızı korumuşsunuz. Bu ilişkilerde son derece önemli. Ancak sevgi sadece karşınızdaki kişiye sabır göstermek, hoşgörülü olmak, kol kanat germek değildir. Gerçek sevgi, kişileri yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygudur. Bazen insanlar saplantı halinde herhangi bir konuya kaptırırlar kendilerini. Anladığım kadarıyla Kemal Bey, üstlendiği yeni görev nedeniyle sosyal açıdan kabul edilmez bir davranışta bulunmaktan, bir başka deyişle, başarısızlığa uğrayıp rezil olmaktan korkuyor. Bu bir tür obsesif kompulsif bozukluk. Halk arasında işkoliklik olarak biliniyor. Kişinin elinde olmayan bu rahatsızlık başta kendisi olmak üzere ailesine de zarar verebilir. İşkolikler, yaptıkları ile elde ettikleri arasında bir ilişki kuramazlar. Onlar sadece işleriyle evlidir. Bu bağ öylesine güçlüdür ki, kendilerinden önce iş hayatlarının gelmesini normal karşılarlar. Eş, özel hayat, önemli günler, aile toplantıları gibi kavramlar işkolikler için önem listesinin son sıralarındadır. Senin sorunun ise eşinin rahatsızlığına bağlı hasta yakını depresyonu. Kemal Bey'i eski haline döndürebilirsek bir taşla iki kuş vurmuş olacağız.

Esther, dikkatle dinledi Doktoru. Anlattıkları doğruydu ancak doktorun bu konuyu nasıl çözeceğini merak ediyordu.

- Hocam, dediklerinize katılıyorum, peki ne yapmamız gerekiyor? 

- Şimdi seninle bir oyun oynayacağız, umarım biraz rol yapma kabiliyetin vardır, dedi Doktor gülümseyerek. Şaşırmıştı Esther.

- Ne oyunu bu? diye sordu, merakla.

- Acele etme, hepsini anlatacağım.

Dışarıdan sipariş ettikleri yemekleri yedikten sonra tombul sekreterine izin veren doktor, onun muayenehaneden çıkmasıyla birlikte kafasındaki planı bütün detaylarıyla anlattı genç kadına.  

Akşama doğru eve dönüş yolunda karışık duygular içindeydi, Esther 

Devam edecek

  


1 Mart 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 80

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 80. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu Aynadaki Yansıman belirlemiş. Bizi yine hayaller alemine gönderen arkadaşımızın sorusu şöyle: 

"Eğer bir masal karakteri olsanız nasıl biri olurdunuz? Görünüşünüz, kıyafetiniz, özel yeteneğiniz, yaşadığınız yer nasıl olurdu?"

Bu haftanın konusunun bir benzeri, Ağaç Ev Sohbetlerinin 13. Haftasında işlenmiş. İrem Can arkadaşımız "En beğendiğiniz ya da size en yakın gelen süper kahraman var mı? Peki süper kahramanınızın en sevdiğiniz özelliği nedir?" sorularıyla konuyu belirlemiş, ben de düşüncelerimi şöyle aktarmıştım. 

Bu kez çıtayı zirveye taşımak istiyorum ki, bunun üzerinde bir karakteri şüphesiz, hiç kimse hayal edemez. Bilindiği üzere gerçeklerin sınırı varken hayaller sınırsızdır.  Şimdi size hayalimdeki kahramanı söylemeye kalksam bana deli gömleği giydireceğiniz kesin. Bu yüzden yerine göz diktiğim kişiyi yazdıklarımdan çıkartmanız gerekecek. Bir kere sonsuz kudrete sahip bir karakter olurdum, üstesinden gelemeyeceğim hiçbir şey düşünülemezdi. Beni görmenizi istemezdim ama varlığım içinize korku salardı. Doğal olarak ölüm nedir bilmezdim. Size mesaj göndermek istediğimde aranızdan birilerini seçerdim. Kıyafete falan ihtiyacım olmazdı. Hayalinizde beni farklı canlandırır, tuhaf bir şekilde şahsımı hoşnut etmeye, gazabımdan korunmaya çalışırdınız. Aslında bütün bu yaptıklarınıza kıs kıs gülerdim içimden. Çünkü beni hoşnut etme çabalarınızı, sanki kaçacak bir yeriniz varmış gibi benden korunmaya çalışmanızı komik bulurdum. 

Göğün yedinci katında yaşadığımı sanırdı çoğunuz. Oysa ben size şah damarınız kadar yakın olurdum. Hepinizin aklından geçeni görür, ne haltlar karıştırdığınızı adım gibi bilirdim. Size güvenerek şeytanla pazarlığa zinhar, girmezdim. Baktım ki şeytan size kibirlenip bana karşı geldi, onu alıp hemen dünyaya ışınlardım. Buna gücümün yetmeyeceğini kim iddia edebilir? E, yanınızda şeytan olmayacağına göre kötülükten de söz edilmezdi artık. Hepiniz güzel güzel cennetimde yaşardınız. Cenneti size bilmem anlatmama gerek var mı? Yok, umduğunuz gibi olmazdı sanırım. Erkekler darılmasın ama huriye falan gerek görmezdim orada, cinsiyet ayrımcılığı yapmayı yakıştıramazdım kendime. Birbirinizle idare ederdiniz artık. Cehennemin kapısına kilit vururdum. Yazık değil mi, onca ateşe, külli enerji israfı. İsrafı sevmediğimi söylemiş miydim?  

Dedim ya, yine de güvenemezdim size, tecrübeyle sabit. Şeytan yanınızda olmasa bile, birbirinizi yerdiniz yine. Bu yüzden eşeğimi sağlama bağlar, ahireti falan beklemeyip gösterirdim hemen adaletimi. Ne demişler, geciken adalet zulümdür. Biriniz diğerinizin hakkını mı yedi, yallah dünyaya, ışınlardım şeytanın yanına.