KATEGORİLER

26 Temmuz 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 101

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 101. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Sevgili Deep bu haftanın konusunu benim belirlememi istedi. Kafamda birkaç sohbet konusu vardı. Bunların arasından benim için belki de en zor olanını seçtim.  

"LGBT hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bu bir hastalık mıdır? Etik açıdan nasıl olması ya da olmaması gerektiği yönünü bir tarafa bırakıp bu konuda kişisel görüşlerinizi ve bakış açınızı paylaşır mısınız?"

Tam bir aydır bu konuda bir şeyler yazmak istiyordum. 28 Haziran günü İstanbul'da yapılan Onur Yürüyüşüne polisin şiddetle karşılık vermesi beni ziyadesiyle rahatsız etmiş ve konuya olan ilgimi arttırmıştı. Öğrendiğime göre ABD'nin Newyork şehrinde,  genellikle eşcinsellerin takıldıkları Stonewall Inn adlı bir bara yapılan polis saldırısı ve bunun ardından başlayan direniş ve gösterilerin yapıldığı 1969 yılının 28 Haziran'ı LGBT bireylerin kendilerini polise ve topluma kabul ettirmeleri konusunda bir dönüm noktası olmuş ve bu tarih her yıl artan sayıda kişinin katılımıyla onur günü olarak kutlanmaya başlamış. 

İşin doğrusu önceleri LGBT bireyleri bir sapkınlığın içinde görüyor ve onların yanımda bulunmasından rahatsızlık duyuyordum. Bu tür insanların çocuk yaşlarında maruz kaldıkları tecavüz ya da bir takım olumsuzlukların neticesinde geri dönüşü olmayan bir yola girdiklerine inanıyordum. Zaman içinde bu tür davranışların kişisel bir tercih olmadığını, nedeni ne olursa olsun, bir hastalık ya da doğuştan gelen bir anomali olduğunu düşünmeye başladım.  LGBT bireyler beni her zaman ürkütmüş, onlarla sosyal ilişki kurmam halinde hem toplumda başka türlü değerlendirileceğim, hem de sanki bulaşıcı bir hastalık gibi benim de onlar gibi olacağım endişesine kapılıyordum. 

İnsanın varoluşundan bu yana farklı cinsel davranış biçimlerine sahip olduğu, yaklaşık 1.500 hayvan türünde de aynı özelliklerin görüldüğü bugün bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Ancak hem bireysel hem de toplum olarak bu tür bireyleri kabullenmekte zorlandığımız açık. İlginç olan 1.800'lü yıllara kadar eşcinsellik, farklı cinsel davranışlar birçok toplumda normal karşılanırken daha sonraları bu özelliğe sahip insanların muhtelif nedenlerle şiddet ve ötekileştirmeye maruz kalmasıdır. Örneğin Osmanlı Yeniçeri Ocağında askerlerin cinsel yönden ihtiyacını gören ve parlak oğlan çocuklarından oluşan Civelek taburu gayet olağan kabul ediliyor, hiç de yadırganmıyormuş. Yine erkeklerin hem kadın hem de bıyıkları yeni terleyen oğlan çocuklarıyla ilişkisi, edebiyatımızda ve tarihimizde oldukça fazla yer tutar. Pek çok farklı yorum yapılsa da cennet tasvirlerinde güzeller güzeli hurilerin yanı sıra Kur'an'da erkeklerin hizmetine "gılman" vaat edilmesinin o zamanın erkekleri için cennetin cazibesini en az huriler kadar arttırdığını düşünüyorum. 

LGBT bireyler seslerini duyurmaya başlayınca onlara karşı tepkiler de artmakta günümüzde. Özellikle din odaklı yönetimler bu davranışı sanki bir tercihmiş gibi değerlendirerek sapıklık olarak niteliyorlar. Bu konuda hakim devlet görüşü; LGBT'nin küresel şer odakları tarafından fonlanan bir sapıklar topluluğu olduğu ve bunların sosyal medya üzerinden Türk toplumunun ahlâk yapısını yerle bir ettikleri yönünde.

Yapılan bilimsel çalışmalar LBGT davranışlarının hastalık sınıfına sokulamayacağını göstermiş olmakla birlikte bu konuya tarafsız yaklaşan bilim insanları bu tür davranışların kaynağı hususunun hâlâ bilinmezliğini koruduğunu vurguluyor. Homofobi, Yunanca "homos phobos" yani eşcinsel ilişki olayına karşı gelişen toplumsal, dini, ideolojik ya da psikolojik korkuları içeren bir kavram. Zaman zaman homofobik bir yanım olup olmadığını düşünmüşümdür. Ancak bunun irrasyonel bir düşüncenin ürünü olduğunu hiçbir zaman göz ardı etmedim. LGBT bireylere karşı nefret duymadım fakat onların içinde bulundukları sosyal ve psikolojik durumlara acıdığımı söyleyebilirim. Bu tür bireylere karşı uygulanan şiddet ve ötekileştirmenin bir insanlık suçu olduğunu düşünüyorum.

LGBT ailelerinin kurmuş olduğu derneklerde evlâtlarına sahip çıkmaları, onları kabullenme aşamasında yaşadıkları süreç beni çok etkiledi, bu konuda izlediğim belgesel ve söyleşilerde göz yaşlarımı tutamadım. Herhangi birimizin çocuğu da LGBT olabilirdi. Düşünmek bile korkutuyor insanı. Hem bireysel olarak bunu kabul etmek hem de topluma karşı evladımıza kol kanat germek! Bugün ben dahil pek çok insan buna hazır değil. Çocuğu LGBT yerine kanser gibi felâket bir hastalığı olmasını tercih edecek ailelerin sayısının az olmadığını düşünüyorum.

Bazen LGBT, bireylerin cinsel tercihi olarak tanımlanıyor. Ben buna kesinlikle karşıyım. Kimse ailesinden ve toplumdan tecrit edilmesi sonucunu getirecek bir tercihte bulunamaz. LGBT, doğuştan ya da henüz bilinemeyen bir nedenden ötürü normal dışı cinsel bir yönelimdir bana göre.

LGBT insanları tanımak, onlarla sohbet etmek, dertlerini paylaşmak isterim. Bu insanlar ötekileştirilip toplumdan dışlanıyorlar. Bir kısmı yüksek eğitim görmüş, kültürlü kişiler. Ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar kendilerine iş verilmiyor. Bu yüzden fuhuş batağına itiliyorlar. Savunmaları son derece haklı. Yaşamak için başka bir iş kolum yok ki diyorlar. Bize alışın diyorlar, evet zor da olsa alışmamız lâzım onlara. Gördükleri işkence ve ötekileştirmeleri lânetliyorum. LGBT bireylerin aileleri arasında annesi ve babası profesör olanlar var. Hem kendileri, hem de evlâtları için psikolojik tedavi görüyorlar ve sonunda başlarına gelen bu durumu kabulleniyorlar. Bu insanların sayısı hiç az değil. Toplumun yüzde onu LGBT olduğunu söylüyor bazı kaynaklar. Elbette gerçek sayının tespiti mümkün değil. Pek çoğu yaşadığı bunalımı içine akıtıyor toplumdan dışlanmamak için. Söylenecek daha çok şey var ama kelimeler kifayet etmiyor. 

20 Temmuz 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 100

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 100. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi

"Ağaç Ev Sohbetleri keyifli mi?"

Keyifli olmaz mı? Bloglar arası bir münazara havası estirdi bu etkinlik. İlk haftadan itibaren her hafta ara vermeksizin yazdım, çok güzel yorumlar aldım, yorumlarda yapıcı tartışmalarımız oldu, yeni yeni şeyler öğrendim. Format gereği herhangi bir kısıtlama olmadığı için son derece seviyeli bir ortamda ve istediğimiz her konuda, fikirlerimizi özgürce paylaştık. 

Yüzüncü haftaya girdiğimiz bu güzel etkinliğe konu önerileri ve yazılarıyla katılan arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyorum. Ağaç Ev Sohbetleri fikir olarak Taha Akkurt ve Edischar'a ait olmakla beraber işin lokomotifi elbette sevgili Deeptone'du. Her hafta az ya da çok sayıda katılımcımız oldu ama yazılarımızın pek çok blogger arkadaşımız tarafından ilgiyle takip edildiğini biliyorum. Bazen güncel bazen felsefi bazen de fantastik konuları tartışıp düşüncelerimizi dile getirdik. Sohbet konularıyla ilgili fikirlerini paylaşan arkadaşları sevgili DeepTone sayfasında duyuruyordu. Bildiğim kadarıyla yazılan her yazıya er ya de geç yorum bıraktım. Yazdığım yazılara da çok kıymetli yorumlar aldım. Bazı haftalar yazıma yapılan yorum sayısı yüzü zorladı. Bu benim için oldukça keyif vericiydi.

Pazartesi günlerini iple çekiyor ve heyecanla haftanın konusunu öğreniyordum. Bazen öyle sorular soruldu ki, çaresizlik içinde "ya ben bu konuda ne yazabilirim" diye telâşlandım. Ancak yazmaya başlayınca su gibi aktı satırlar. Zaman geldi konu hakkında araştırma yapma gereği hissettim. Doğal olarak bu benim yeni şeyler öğrenmemi sağladı. Örneğin 46. haftada sevgili İrem Can, "K-Pop hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sormuştu. K-Pop nedir ya, ne kadar cahil kalmışım? diye söylendim kendi kendime. Ondan önce 17. haftada sevgili Barış Doğan, lisede sevgili yapmak! hakkında ne düşündüğümüzü sordu. Bu sayede z-kuşağına giriş yaptım. 99. haftanın konusu sevgili DeepTone'dan gelen dondurma tercihimiz hakkındaydı. 24. haftada sevgili Tante Rosa bizleri uçan balon yaptı. Bu eğlenceli konular dışında oldukça ağır konuları da gayet güzel tartışıp fikirlerimizi yazıya döktük. Örneğin 19. haftada sevgili Denize Bakan Ev, "Kadın ve erkek arasında cinsel bir yakınlık olmaksızın gerçek bir dostluğun olabileceğine inanıyor musunuz?" diyerek fikrimizi sorarken, sevgili Mavi Lale 20. haftada "ölüm" kavramının biz insanlar için ne ifade ettiği konusunda düşüncelerimizi paylaşmamızı istedi. Sevgili Makbule Abalı, 69. haftada "evlilikte boşanma ve ayrılıklar" hususunu masaya yatırdı. 88. haftada sevgili Kuyruksuz Kedi, "ötekileştirme" konusunu ele aldı.

Bu güzel etkinliğin benim açımdan en güzel tarafı neydi biliyor musunuz? Blogta her hafta en az bir kez yazmamı sağlamış olması! Kimi zaman yazmak gelmiyordu içimden, bazen aksilikler, işler, hastalıklar ya da miskinliğim yazmama engel oluyordu. Ama şartlar ne olursa olsun, hani derler ya, iki elim kanda olsa Ağaç Ev Sohbetlerini kaçırmayacağıma dair söz vermiştim kendime ve şimdiye kadar sözümü tuttuğum için çok mutluyum. Umarım bu etkinlik sonsuza dek devam eder.

19 Temmuz 2021 Pazartesi

SON DANS BÖLÜM 42 (FİNAL)*

Selmin yola çıkmadan önce Esther'in normal kıyafetlerini yanına almakla ne kadar isabetli karar verdiğini düşünüp kendisiyle gurur duydu. Zira hanımı Esther'in eski haline döneceğine dair umutlar iyice azalmıştı artık, yavaş yavaş Prenses Nora'ya kendini alıştırmaya başlamıştı herkes. Önceki gece hanımının Kemal'le dans ederken bayılıp dünyaya yeniden geldiği o mutlu anda, üzerindeki prenses kıyafetiyle Szentendre caddelerinde boy göstermesi kuşkusuz bütün meraklı gözlerin hedefi olacaktı. Hiç kimsenin beklemediği bir zamanda normal yaşamına kavuşan Esther, artık o süslü kıyafetlerle dışarı çıkmayı asla kabul etmezdi zaten. Herkesin huzura kavuştuğu gecenin sabahında Selmin erkenden kalkmış, Esther'in oda kapısını hafifçe tıklatmıştı. Birden karşısında Kemal'i görünce çok utanmıştı genç kadın. Oysa -o vakte kadar hiç uyumamasına rağmen- neşesi gayet yerindeydi Kemal'in. Selmin'in uzattığı Esther'e ait kıyafetleri içeri almış ve içtenlikle gülümseyerek kendisine teşekkür etmişti.

Kemal ve konukları bir hafta boyunca doyasıya tatilin tadına vardılar, yeşilin ve mavinin buluştuğu bu cennet köşesinde. Gündüzleri Esther’in çocukluğunu ve gençlik yıllarını geçirdiği Szentendre sokaklarını gezdiler, kafelerinde oturup sohbet ettiler, hava kararmaya başlayınca şatonun Tuna nehrine kadar uzayan geniş bahçesinde hep birlikte mangal partisi yaptılar. Martin şakalarıyla herkesi güldürmeye devam ederken, Daniel ile Timur türlü oyunlar oynadı çimenlerin üzerinde. Kendini bildi bileli başkalarına hizmet eden Selmin, hayatında ilk kez önüne papyon kravatlı şefler tarafından servis edilen nefis yemeklerin keyfini çıkardı. Jale ile Hasan her fırsatta reenkarnasyon konusunu tartışmaya devam ettiler. Esther'in yeniden sağlığına kavuşmasına en çok sevinenlerden biri de en yakın arkadaşı Selmin'di. Kemal’den fırsat bulduğu sınırlı zamanlarda Esther’in yanına gidiyor, onun elini avuçları arasına alıp ne kadar büyük bir felaketten döndüklerini düşünürken gözleri doluyordu. Hasan, zamanının büyük kısmını Cevdet Bey’le golf oynayan Martin'i izlemekle geçirdi. Cevdet Bey’in karısı ve onu bir an olsun yalnız bırakmayan Lilla arasında güzel bir dostluk kuruldu. Bazı geceler salona geçip müzik eşliğinde coştular, şarkılar söylediler, dans ettiler.

Sayılı günler çabuk geçti. Eve döndükleri günün akşamına doğru Esther, balkona çıkmış güneşlenirken temizliği bitiren Selmin, mutfakta yemek hazırlığına başlamıştı. Kemal, son kez iş yerine gidip arkadaşlarına veda edecek, istifa mektubunu verecekti. Telefon sesini duyan Selmin elindeki işi bırakıp doğruca salona koştu.

- Esther Hanım, telefonunuz çalıyor.

Selmin elindeki telefonu balkon kapısından Esther’e uzattıktan sonra yeniden işinin başına döndü. Cevdet Bey’in adını görünce sevinçle açtı telefonu Esther.

- Merhaba Cevdet Bey, nasılsınız? Oturduğu yerden geriye doğru bakıp Selmin’in mutfağa girdiğinden emin olduktan sonra rahatladı.

- Ben de şimdi sizi arayıp teşekkür edecektim. Gerçekten size çok şey borçluyum.

Geniş balkondaki sandalyeye otururken ayaklarını önündeki tabureye uzattı. Aralık balkon kapısından sızan rüzgâr tül perdeyi nazlı nazlı havalandırıyordu. Kahvesinden bir yudum aldı. O kadar heyecanlanmıştı ki, Cevdet Bey'in konuşmasına izin vermeden devam etti.  

- Muayenehanenize son geldiğim günü hatırlıyorum, "Şimdi seninle bir oyun oynayacağız." dediğinizde neden bahsettiğinizi anlamamıştım.

Dairenin dış kapı kilidi sessizce döndü. Kemal elinde kocaman bir gül demeti ile içeri girdikten sonra doğrudan mutfağa geçti.  Bir anda onu karşısında görüp şaşıran Selmin’e gülümseyerek işaret parmağını dudaklarına götürdü ve sus işareti yaptı. Ayaklarının ucuyla balkon kapısına doğru yaklaştığında Esther’in telefonla konuştuğunu fark etti. Ona sürpriz yapmak için kapının arkasına gizlendi ve konuşmalara kulak kabarttı. Esther coşkuyla birine bir şeyler anlatıyordu.

- Evet, haklısınız Cevdet Bey, ben de rolümü güzel oynadım. Nasıl böyle bir işe kalkıştığımıza hâlâ inanamıyorum. Neyse ki Kemal oynadığımız oyunun farkına varmadı. Sadece Kemal değil, diğerleri de, hepsi inandılar. Hipoterapi merkezi, hastane, Jovica, Sofia, Martin… Bütün bunların hepsini birden nasıl ayarladınız, hem de o kadar kısa zamanda. Neyse, şimdi Selmin evde, bir şeylerden şüphelenirse kötü olur.

Başını hafifçe geri çevirip salona baktı. Selmin'in konuşulanları duymadığından emin olmak istiyordu. Selmin, salonun mutfağa açılan kapısının önünde ellerini bağlamış dikiliyordu. Aralarındaki mesafeye bakılırsa konuşmaları duymuş olamazdı ama hizmetçinin gözlerini kocaman açmış, adeta donmuş bir vaziyette put gibi durması tuhaf geldi. Birden heyecanlanıp eli ayağına dolaştı. Kemal, elinde kocaman gül demeti olduğu halde kapının arkasına gizlenmiş konuşmanın bitmesini bekliyordu.

Esther, panikleyerek elindeki telefonu masaya bıraktı. Ayağa kalkmaya çalıştığı anda kapının yanında, elindeki güllerle birlikte bekleyen Kemal'le karşılaştı. Ne yapacağını bilemedi. O an başından aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetti. İnkâr edemezdi. Her şeyi duymuş, bütün foyası ortaya çıkmıştı işte! Bulunduğu yerde çakılıp kalmış, büyük bir suçluluk kompleksiyle gözlerini yere indirdi yavaş yavaş. Suçüstü yakalanmıştı. Ağzını açamaz, bir söz söyleyemezdi. Sessizce yanaklarından süzülen gözyaşlarına mani olamadı. Büyük bir pişmanlık ve tarifsiz bir hüzün çöktü içine. Oyun esas şimdi bitmiş, gerçeklerle yüzleşme sırası gelmişti. 

Zaman durmuştu adeta. Dakikalarca kararsız bir halde hareketsiz kaldılar. Sözlerin tükendiği bir andı bu. İkisi birden büyük şok yaşıyorlardı. Biri masum bir aldatmanın diğeri aldatılmış olmanın ağırlığı altında eziliyordu. Yaşadığı bu büyük hayal kırıklığı üzerine gözleri doldu Kemal’in. Hayatını bağladığı kocaman bir dal kulakları sağır eden çatırtısıyla gövdesinden ayrılmış uçsuz bucaksız bir boşluğa bırakmıştı kendini. Ama aldatılmasına, dostları, arkadaşları arasında küçük düşürülmesine rağmen tuhaf ve anlaşılmaz bir şekilde kızgınlık duymuyordu Esther'e. Üstelik bütün bu yaşananlara karşılık yine de karısını affetmeye hazır hissediyordu kendisini. Çünkü bütün bunların yaşanmasına sebep tamamen kendisiydi. Evet, sevdiği insan tarafından kandırılmıştı, deliler gibi sevdiği karısı tarafından hem de. Kulaklarıyla duymasa asla inanmazdı böyle bir şeye. Ama bu sayede gözleri açılmış, kendini bulmuştu. Çaresizlik içinde kıvranan karısının onu küçük düşürmek gibi bir niyeti olmadığından emindi. Neyse artık olan olmuş, ikisi de gereken dersleri almıştı.

Büyük kırmızı gül demetini yavaşça koltuğa bıraktı Kemal. Kollarını açıp gözü yaşlı Esther’i kucakladı. Birbirlerine sarılıp tek vücut oldular. Söylenecek tek bir söz bulamadılar birbirlerine. Hafiften esen rüzgârın kabarttığı tül perde çiftin aralarına girip sicim gibi akan gözyaşlarını silerken batan güneş kötü günlerin artık geride kaldığını müjdeliyordu.     

Selmin mutfaktan ara sıra başını çıkarıyor, aynı tabloyu görünce gerisin geriye dönüp duruyordu. Kemal Bey'in olgunluğu onu da duygulandırmış, gözleri buğulanmıştı. Ağır havayı dağıtma görevinin kendisine düştüğünü anlamıştı Selmin. Genç çift birbirlerine yapışmış halde sonsuza kadar asla ayrılmayacaklar gibi duruyorlardı. Sesini kontrol ettikten sonra salona çıkıp gözlerini kapattı ve her zamankinden daha duyulur bir ses tonuyla seslendi.

- Yemek servisine başlamamı ister misiniz, efendim?

- SON - 

* Not: Bu yazdığım ilk roman yolculuğunda beni yalnız bırakmayan, hatalarımı düzelten ve fikirleriyle katkıda bulunan tüm blog dostlarına teşekkürlerimle... Hepinizi seviyorum.



17 Temmuz 2021 Cumartesi

SON DANS BÖLÜM 41

Gözleri dolmuş, ayakları çözülmüş bitkin bir halde koltuğa bırakmıştı kendini. Ne gereği vardı şimdi böyle bir konuşmanın. Davet sahibi olarak daha önce defalarca yaptığı güzel konuşmaları hatırladı. Mutlaka araya bir espri sıkıştırır, yüzlerde oluşan hoş bir tebessümle birlikte konuşmasını tamamlardı. Bu kez tam aksine masanın keyfini kaçırmış, havaya kalkan kadehler dudaklara hafifçe değdirilip masaya yavaşça bırakılmıştı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Millet işini gücünü bırakmış dert dinlemeye gelmişti sanki. Başını kaldırıp karşıya baktığında Esther’in nemli gözlerle onu izlediğini gördü. İçinde bir his onun kendisini en iyi anlayan kişi olduğunu söylüyordu. Keşke anlayabilseydi, belki az önce söylediklerini bir özür olarak kabul eder, onu affederdi.

Sessizliği bozan yine Martin oldu.

- Ey Millet, dedi. Aşağıda akan Tuna Nehrine iyi baktınız mı? Işıldayan gözleri masadakiler üzerinde dolaştı.

Herkes evet dercesine başını salladı ama içlerinde tek cevap veren Ayhan oldu. 

- O muhteşem manzara gözden kaçar mı hiç? Yarın ilk işimiz Jale'yle Tuna'nın kenarına inip romantizmin doruğuna çıkmak olacak. 

Hasan, gülümseyen Ayhan'a baktı.

- Ayhan haklı, dedi, Öyle etkileyici bir nehir ki, gelin gibi süzülüyor adeta.

Uzun zamandır sesi soluğu çıkmayan Cevdet Bey de içtenlikle katıldı onlara.

- Haklısınız, boşuna şiirlere konu olmamış Tuna Nehri. Martin'e bakıp muzipçe gülümsedi. İyi ama niye sordun bunu şimdi durup dururken? Yine bir şey çıkaracaksın sanki bunun altından. 

Martin, bu kez kendine henüz gelemeyen Kemal’e dönüp sorusunu bir kez daha tekrarladı.

- E patron, sen de gördün mü Tuna’yı?

- Evet, gördüm dedi, Kemal kısaca.

- Peki, ne renk akıyordu?

Birbirlerinin yüzlerine bakıp tahmin yürüttü herkes. Biri yeşil, diğeri gri, ötekisi kurşuni dedi.

Sıra Cevdet Bey’e geldi.

- Gökyüzünün karanlığı Tuna’nın suyuna vurmuş gibi duman renginde akıyordu. 

Selma, "Hatırlayamadım şimdi bak," deyip geçiştirirken Jale, "Aaa, kesinlikle yeşil akıyordu." dedi. Lilla cevap verecek gibi oldu ama Martin ona göz kırptı,

Kemal’in keyifsiz halini görünce ısrar etmedi Martin.

- Patron senin kafa dalgın, Tuna'yı görecek hal yok sende. 

Son olarak Esther’e döndü ve aynı soruyu Macar dilinde ona sordu. Birkaç kelimelik cevap aldı.

- Evet, arkadaşlar, yarın daha iyi bakarsınız dedi, gülerek. Daha sonra üzerine basa basa devam etti.

- Rivayet odur ki, Tuna Nehri sadece âşıklara mavi görünürmüş. Bu durumda aramızda tek âşık Prenses Nora dedi, gülerek. Sonra dönüp dediklerini Esther’e anlattı. Esther, Kemal’e bakıp gülümsedi.

Salonun diğer köşesinde piyano ve üç yaylı çalgıdan oluşan trio hazırlık çalışmalarına başladığında Timur ve Daniel neşeli çığlıklar atıp birbirlerini kovalıyorlardı.

Müziğin ve şarabın etkisiyle masa şenlenmeye başlamıştı. Garsonlar boşalan tabakların yerine yenilerini getiriyor, Martin yaptığı esprilerle herkesi kahkahalara boğuyordu. Orkestra Dmitri Şostakoviç’in Waltz No:2’sini çalmaya başlayınca Cevdet Bey, yerinden kalkıp eşini dansa kaldırdı. Onlardan ilham alan Hasan ve Ayhan eşleriyle birlikte piste fırlayıp müziğin sihrine kapıldılar. Selmin hayranlıkla izliyordu dans edenleri. Uzaktan onu gören Martin koştu yanına geldi. Elinden tuttuğu gibi çekti pistin ortasına. Bir anda hüzün dağılmış, neşeli ve sıcak bir ortam oluşmuştu.

Orkestra kısa bir mola verdiğinde yerlerine oturdular. Esther, Martin’e seslendi. Kulağına bir şeyler söyledi. Tamam dercesine başını sallayan Martin doğruca Kemal’in yanına gitti.

- Patron, bizim Prenses sana abayı yaktı galiba. Sürekli seni kesiyor, fark etmiyor musun? Şimdi de beni posta olarak yanına gönderdi.

Kemal merakla sordu.  

- Ne için?

- Orkestranın bir müzik parçası çalmasını istiyor ama adını sadece sen biliyormuşsun.

Kemal'in dudaklarından “Derniére Danse” sözleri döküldü. Bir süre sessiz kalıp düşüncelere daldı. Başını kaldırıp baktığında Esther'le göz göze geldiler.

Kemal kağıt peçetenin üzerine birşeyler karalayıp Martin'e uzattı. O da hemen piyanonun başında oturan adamın yanına gidip notu iletti. Piyanist kağıdı okuduktan sonra dudaklarını büküp kaşlarını kaldırdı, üzüntüsünü belli edercesine ellerini açarken istek şarkısının repertuarlarında olmadığını söyledi. Tam o esnada kemancılardan biri Martin'in yanına geldi, kağıda baktı. "Evet," dedi. "Ben biliyorum bu parçayı, hem de çok sevdiğim bir şarkıdır." dedi. Siyah çantasından çıkardığı notaları piyanonun başındaki adama uzattı.

Piyanonun tuşları vurmaya başladığı anda durdu zaman. Nefeslerin tutulduğu salonda bütün bakışlar Esther ve Kemal’in üzerinde kilitlenmişti. Müziğin etkisiyle büyülenmiş, birbirlerinden gözlerini alamıyorlardı. Sonra kemanın yüreğe dokunan ezgileri doldurdu salonu. Ağır ağır kalktı Kemal yerinden, karısının yanına gitti.

"Prenses" diyerek Esther’e uzattı elini. Esther, zarifçe kalktı masadan. İkisi de yükselen alkış seslerini duymuyorlardı, müziğin sihrinde kayboldular. Son Dans sanki yeni bir başlangıçtı.

Sarıldılar birbirlerine bir daha hiç ayrılmamacasına. Birlikte söylediler sözlerini şarkının, bitene kadar. Her şeyin bir sonu olduğu gibi şarkının da sonu gelmişti.

Dans  tout Paris, je m'abandonne – "Bırakıyorum kendimi, bütün Paris’te"

Et je m'envole, vole, vole, vole, vole "Ve uçuyorum yükseklere, uçuyorum"

Gerçekten adeta ayakları yerden kesilmiş, gökyüzüne yükseliyorlardı sanki. Müzik bitmiş, herkes merak içinde pür dikkat onları izliyordu. Tam o sırada Esther, Kemal'in kolları arasından sıyrılarak aniden yere yığıldı. Gözleri kapalı ve hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Ne olduğunu anlamadan telaşla eğildi genç kadının üzerine Kemal, "Esther, Esther." diye feryat etmeye başladı. Bir anda herkes başlarına üşüştü. Cevdet Bey, "Ambulans çağırın." diye seslenirken eğilip Esther'in nabzına baktı. Çok şükür nefes de alıyordu. Birkaç dakika sonra gözlerini araladı Esther. Şaşkın bir vaziyette çevresindeki insan kalabalığına baktı. Endişe ve çaresizlik içinde gözlerini açmış, acemice bir şeyler yapmaya çabalayan Kemal’i gördü ilk önce. 

- Kemal, ne oldu bana? Neresi burası?

Sarıldı karısına Kemal, gözyaşlarına boğulmuştu.

- Şükürler olsun. Bir şey olmadı hayatım, yanındayım, korkma sen.

Yavaşça kaldırdılar Esther'i yerinden. Rahat bir koltuğa oturttular.

- Ne yapıyorsunuz burada? diye sordu başında toplanan kalabalığa Esther. Hâlâ kendine gelememişti.

- Dönüşünü kutluyoruz dostlarımızla birlikte dedi, Kemal.

- Hadi sen anlat bakalım nerelerdeydin? diye sordu sevecen bir gülümsemeyle.

- Son olarak Cevdet Bey’in gönderdiği Hipnoterapi Merkezindeydim. Sonrasını hatırlamıyorum.

Jale ellerini çırparak,

-Yaşasın Esther Abla döndü nihayet! dedi.

Cevdet Bey, geldi yanlarına.

- Geçmiş olsun, Esther Hanım, aramıza hoş geldin, tedavin bitti dedi, gülümseyerek.

Eğlencenin sona ermesinin ardından odalarına çekildi konuklar. Bu geceyi karısıyla aynı odada geçireceği hiç aklına gelmemişti Kemal’in. Başka bir odaya yerleştirdiği eşyalarını toplayıp Esther’in yanına geri döndü. Sabaha kadar uyumadılar. Prenses Nora’nın hikâyesini anlattı Kemal. Esther gülerek dinledi onu.

- Yarın görmek istediğim yerler var burada. Götürür müsün beni? diye sordu Esther kocasına. 

Ertesi sabah Tuna mavi akıyordu iki aşık için. Masmavi nehrin kenarındaki şirin Szentendre kasabasına, yani Esther’in doğduğu yere götürmek üzere kapıda bekliyordu şoför onları. Nasıl olsa artık emindi kocasını kaybetmeyeceğinden. Tuna kıyısındaki küçük kafede oturup geçmişte yaşadığı her şeyi anlattı Kemal’e. Anne ve Babasının mezarlarını ziyaret ettiler. Dayısı deli gibi sevindi seneler sonra birden Esther'i karşısında görünce.

Öğleden sonra Budapeşte yoluna çıktılar. Tam da Arpad Köprüsü kavşağında durdurdu şoförü. Arabadan indiler. Hayatını karartan o kaza canlandı gözünde. Ama artık biliyordu ki yalnız değildi. Kemal’e sarıldı, acılarını paylaştı. Gözyaşları bir sel olmuş, yanağından süzülüyordu.

- Biliyor musun? Babam beni çok severdi ve ben hiç kimsenin beni onun kadar seveceğine inanmazdım. Onu kaybedince bir yarım onunla gitmişti.

Kemal sıkıca sarıldı karısına. Esther kollarının arasında bir kuş gibi titriyordu.

- Hep o anı yaşadım kâbuslarımda. Szentendre’de bıraktım her şeyimi, anılarımı. Dayımların oturduğu evin yanında bizim de iki katlı güzel bir evimiz vardı. Beyaz zambaklarla rengârenk çiçeklerin olduğu bahçemiz Tuna’ya bakıyordu. Kazadan sonra Budapeşte ve Berlin’de aylarca hastanede yattım. Hastaneden taburcu edildikten sonra eğitimimi Berlin’de tamamladım ve orada kaldım. Szentendre’yi bir daha görmek bana acılarımı hatırlatacaktı. Bu yüzden buraya bir daha hiç dönmemek üzere kesin kararımı verdim. Geçmişime bir sünger çekecektim.

Köprünün korkuluklarına yaslanarak Tuna Nehrini seyrettiler kol kola. Esther'in gözünden akan yaşları hafifçe sildi eliyle Kemal, diğer eliyle saçlarını okşarken.

- Ne yaparsak yapalım içimizden atamıyoruz bazı şeyleri. Kaçıp kurtulamıyoruz. Belki de yüzleşmek en iyisi. Bugün sen bunu yaptın. Babanın, annenin bize bakıp el salladıklarını düşün. Eminim ki senin acı çekmeni, üzülmeni istemezlerdi. Seni mutlu gördükleri zaman onlar da huzur bulacaklar dedi, Kemal. Son kez kazanın olduğu yere dönüp baktı Esther, buruk bir şekilde gülümsedi.

- Hoşça kal baba, hoşça kal anne!

Devam edecek



14 Temmuz 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 99

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 99. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi

"Magnum mu, damla sakızlı pastane dondurması mı?"

Eskiden sadece yaz mevsimine has bir gıda olan dondurma artık her mevsim tüketilebiliyor. Belki de bu yüzden eskisi kadar keyif aldığım bir tutku değil benim için. Haftanın sorusuna verilecek cevaplar kişiden kişiye değişebilir ama benim tercihim eskiden sokak satıcılarının sattığı gerçek sütten ve dövülerek yapılan dondurma. Evet, böğürtlenli, ahududulu, cevizli, tahinli, naneli vs. gibi onlarca çeşidi yoktu, sadece sade ve kakaoluydu ama işte o zamankiler harbi dondurmaydı. Çocukluk yıllarımda üç tekerlekli arabasıyla her gün belli saatte (genellikle öğle yemek vaktinden hemen sonra) sokağımızdan geçen beyaz önlüklü amcamızdan 25 ya da 50 kuruşa aldığımız bir külâh dondurmanın o süt tadı hâlâ damağımda.

Bildiğiniz üzere daha sonraki yıllarda cicili bicili ambalajları ve türlü kampanyalarıyla bir sürü firmanın çeşit çeşit dondurma türevleri yaşamımıza girdi. Pastane dondurması deyince aklıma Çeşme'deki Osman Efendi geliyor. Sakızlı dondurmayı sevenler onu denemeli. Bir de Tire'de şimdi ismi aklıma gelmeyen yaşlı bir amca var. Salebi bizzat kendi satın alıp ayıklıyor ve kurutup Kemeraltı'nda bir değirmende özel olarak öğütüyor. O da nefis bir dondurma. 

Magnum, cornetto ve diğer çubuğa sarılmış dondurma cinslerini sevemedim.  İllâ dondurma yemem gerekiyorsa kâsede kaşıkla yemeyi tercih ederim. Hangi cins olursa oldun, dondurmanın şeker oranı fazlaysa bu pek hoşuma gitmez. Ben burada hani süt tozuyla yapılıyor, zararlı katkı maddeleri ilave ediliyor konusuna girmeyeceğim. Çünkü dışarıdan aldığımız neredeyse her gıdada hormonu, katkısı ne ararsan var. Garip bir şekilde Algida'nın Keyif kâse dondurması içlerinde en fazla sevdiğim. Garip derken, kaliteli bir dondurma değil, krem şanti, kremanın dondurulmuşu gibi. Bir zamanlar bir oturuşta kâseyi tek başıma bitirirdim. Şimdi de yaparım aynısını tabii. Ama o kadar fazlası zararlı işte. Bu yüzden frene basıyorum. 

Yaz olsun kış olsun her zaman serinlememe yardımcı olan kötü bir alışkanlığım da Cola Light ya da Zero. Su içmeyi sevmediğim için bütün su ihtiyacımı yıllarca bu yaramaz içkiden karşılıyorum. Donmaya yakın buz gibi olacak elbette. Bir de öyle bardaktan falan değil. Tercihen teneke kutudan. Çünkü teneke soğuğu sıvıya daha iyi geçiriyor. Yaz kış iyice soğuk içerim. Zararlı olduğunu söylüyorlar, özellikle aspartam içeriği bakımından. Ben şimdilik bir zararını görmedim ama yüz yaşını görürsem bu teorinin yanlış olduğunu kendi çapımda ispat etmiş olacağım. 

10 Temmuz 2021 Cumartesi

SON DANS BÖLÜM 40

Seyahat başlayana kadar geçen bir hafta boyunca Esther'in yanına hiçbir gün eli boş gelmedi Martin. Getirdiği çiçekler, ufak hediyeler arasında Macar dilinde yazılmış kitaplar fazlasıyla hora geçmiş Esther’in çok hoşuna gitmişti. Hafta sonu karısı Lilla ve küçük oğlu Daniel’i de yanına alarak birlikte güzel vakit geçirdiler.

Hiçbir ortak geçmişi bulunmayan bu iki insanın konuşacak onca şeyi nereden bulduklarını merak ediyordu, Kemal. Bir köşede sessizce otururken onların masanın başına geçip bazen saatler süren samimi sohbetlerinden tedirgin oluyor, bu esnada arada bir yüzüne bakıp gülümsemelerinden sanki kendisini çekiştiriyorlar izlenimine kapılıyordu. Her fırsatta Martin’e ne konuştuklarını sormak, öğrenmek istiyordu ama alacağı cevabın konuştuklarıyla ilgisi olmayacağını düşünüyordu. Kendisiyle yine dalga geçecek, ya "Patron merak etme, Prenses Nora'ya hediye etmeyi düşündüğün muhteşem şatodan bahsediyorum."  diyecek, ya da "Prenses Nora'nın çok sevdiği güveçte pancarlı ördek ciğerinin tarifini veriyorum." deyip saçma sapan bir şeyler söyleyecek ama asla gerçekte ne konuştuklarını öğrenemeyecekti.

Bilgisayarın karşısına ilk kez geçtiklerinde ekranda beliren resimler, videolar Esther'i ürkütmüş, bir ara çığlık çığlığa kaçmaya kalkmıştı. Martin, onu zorlukla ikna etmiş, dünyayı ayağına getiren bu sihirli cihazın kendisine zarar vermeyeceğini anlatmıştı. Martin’in bir hafta boyunca bütün yapmak istediği Esther’i er ya da geç yüzleşeceği modern yaşama alıştırmaktı. Bilgisayar ekranından gösterdiği kalabalık caddeler, Esther'e tuhaf gelen kılık, kıyafetler, şehir hayatı, hızlı trenler, kuş gibi havada süzülen uçaklar, denizleri süsleyen devasa yolcu gemileri genç kadını hayretler içinde bırakmıştı. Heyecanla sorduğu çocuksu sorulara cevap yetiştiren Martin’in halini gören Kemal, otelde ilk karşılaşmalarında kaba bir şaka olarak nitelediği, "Şimdi siz bana Prenses Nora’nın dadılığını teklif ediyorsunuz, öyle mi?" sorusunun hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlamıştı.

Martin gelene kadar odasından dışarı çıkmıyordu Esther, kahvaltı için salona çağrıldığında ise daima prenses kostümü içinde gösteriyordu kendini. Evin yeni düzenine alışmaya çalışan Selmin, hanımına karşı duyduğu tedirginlik ve korkuyu üzerinden atmış görünüyordu. Esther’le birlikte Martin ve Kemal kahvaltı masasındaki yerlerini aldığında Selmin çay servisine başlıyor, daha sonra, önce Esther’in kaldığı yatak odasını, ardından Kemal’in yattığı misafir odasını derleyip topluyordu.

Bir öğlen yemeği sonrası salonun pencere tarafındaki koltuğa yerleşen Esther, Martin’in getirdiği kitaplardan birini açıp okumaya başladı. Gevezelikte birinciliği kimseye kaptırmayan Martin ise eline bir gazete almış, nasıl olduysa Esther’i ilk kez kendi haline bırakmıştı. Kemal Martin’in yanına yaklaştı ve elini adamın omzuna atarak dostça gülümsedi.

- Seninle hiç ciddi bir şey konuşamayacak mıyız? diye sordu yumuşak bir ses tonuyla.

- Benden bunu bekleme Patron dedi, Martin. Bak dostum, dünyada hiçbir şeyi ciddiye almamak lâzım. Her zaman eğlenerek hayatın tadını çıkarmaya bakmalı insan. Ciddiyet körlüğe yol açan bir hastalıktır.

- Ne alakası var körlükle şimdi? diye sordu Kemal.

- Ciddiyet insanı belli bir konuya yoğunlaştırır. Onun dışında her şeyi unutursun, sadece görme yeteneğini değil bütün duyu organlarını kaybedersin. Ciddiye almaya değen tek şey nedir biliyor musun? Biraz bekledikten sonra kendi sorusunu kendi cevapladı Martin. Elbette yaşamın ta kendisi. Yaşamdan başka hiçbir şeyi ciddiye almamalısın.

- Dur, dur. Kafam karıştı şimdi. Sen yaşamı ciddiye alıyor musun, almıyor musun?

Martin her zamanki neşeli haline dönüp bir kahkaha patlattı ve devam etti.

- Kimine göre ciddiye alınması gereken aşktır. Aşkın da envai türlüsü var tabii. Kimi işine aşıktır, kimi eşine… İşte bu tür bağımlılıklar kör eder gözlerini adamın. Paraya, giyimine kuşamına, arabasına, yatına, köpeğine aşık olanları saymıyorum bile. Bu dünyadan ümidi kestiysen bak o başka. O zaman Mevlâna, Yunus Emre örneğinde olduğu gibi manevi aşkla kör edebilirsin gözlerini. Bu yolu hiç denemedim Patron. Ama ben yaşamı bütünüyle ciddiye alırım, onu asla parçalamam.

Martin’in sözleri Kemal’in üniversite yıllarında ezberlediği Nazım Hikmet’in "Yaşama dair" şiirini getirmişti aklına, mırıldanmaya başladı hafızasından hâlâ silinmeyen dizeleri,

Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin.

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

Yaşamak, yani ağır bastığından.

Esther okumaya ara verdi, gözlerini kucağına düşürdüğü kitaptan ayırmadan konuşulanları sanki dinler gibiydi. Martin, Kemal’in atladığı dizelerle devam etti.

Bir sincap gibi mesela,

Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.

Kemal, yıllar önce ezberlediği bu dizelerde şairin ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyordu.

***

Martin’lerle birlikte havaalanına gitmek üzere yola çıktıklarında arka koltukta Lilla’yla Selmin’in arasına almışlardı Esther’i. İlk kez karşılaşacağı insan kalabalığına ve caddelerin yoğun araç trafiğine nasıl tepki vereceği merak konusuydu.

Martin’in haftanın her günü Esther’e bilgisayardan gösterdiği resimler, filmler epey işe yaramış, korktukları kadar büyük bir aksilik çıkmamıştı. Yol boyunca zaman zaman panikleyip küçük çığlıklar atmış, gözlerini açıp şaşkın bir şekilde etrafına bakınmış, dudaklarını titretip bir şeyler mırıldanmıştı sadece. Sürekli onunla konuşup meşgul olmasını sağlayan Martin’in yanı sıra, türlü şirinlikler yapan küçük Daniel de Esther’in sakinleşmesinde önemli bir rol üstlenmişti. İçlerinde en tedirgini, Selmin’di kuşkusuz. Sol tarafındaki kapıya iyice yapışmış, çökmüş omuzlarından sarkan ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturmuş halde ürkek bakışlarla çaktırmadan hanımı izlemekle meşguldü yol boyunca.

Arabayı çok katlı otoparka bıraktıktan sonra bekleme salonuna doğru ilerlerken bütün gözlerin üzerine çevrilmesi Esther'i rahatsız ediyordu. Martin onun göz kamaştıran kıyafetiyle bütünleşen endamının meraklı gözleri mıknatıs gibi üzerine çekeceğini tahmin etmişti aslında. Bu yüzden kendisi de abartılı bir şövalye kıyafeti giymiş, bunu da yeterli bulmayınca karısı Lilla’dan da nedime kıyafeti giymesini rica etmişti. Hatta üç yaşındaki Daniel’i bile küçük bir şövalye kılığına sokarak Esther’in üzerinde toplanan dikkatleri dağıtacağını düşünüyordu. Onun bütün bu iyi niyetli çabaları yine de sonuç vermemiş, Esther’e gösterilen ilgiyi zerre kadar azaltmamıştı.

Budapeşte Havalimanı çıkış kapısında işletmenin gönderdiği beyaz minibüsün şoförü karşıladı kafileyi. Güneşin gri bulutların arkasına saklandığı sıkıcı bir havada çıktılar yola. Havanın sıkıcılığı Martin’i etkilememiş görünüyordu, yaptığı espriler ve komikliklerle gruba neşe saçmaya devam ediyordu. Şoförün yanındaki koltuktan arkaya çevirdi başını.

- Sayın Misafirlerimiz, şu anda Prenses Nora’nın ülkesine doğru yol almaktayız. Kendisi sizleri topraklarında ağırlamaktan onur duymakta Sonra Esther’e dönüp onun anladığı dilden bir şeyler söyledi. Esther, gülümseyip saygıyla başını hafifçe öne eğene kadar hiç biri Martin'in az önce söylediklerini aynen tercüme ettiğine ihtimal vermemişti. Hepsi birden sevinçle bağırıp alkış tuttular.

Taş kemerli demir kapıdan bahçeye girdiklerinde gördükleri manzara hayli büyüleyiciydi. Golf sahasını andıran çimlerle yeşillendirilmiş bakımlı geniş bir bahçe içinde bütün ihtişamı ile kendini gösteren şato, hareketli gri bulutların oluşturduğu fonla daha da gizemli bir hal almış, yeni misafirlerini rüyalarında görebilecekleri bir âleme sürüklemişti. Sabahın erken saatlerinde yağan yağmurla birlikte toprağın havaya saldığı tazelik ve huzur hissettiren kokuyu içlerine çektiler. Bulundukları tepenin yamacında nazlı kıvrımlarla süzülen Tuna Nehrinden gözlerini alamıyorlardı. Görevliler eşyaları odalara taşırken kendilerine ikram edilen şarabı keyifle yudumladılar.

Kenarı işlemeli krem renkli bir örtünün serildiği beyaz çiçek ve mumlarla süslenmiş oval yemek masasında Esther’in tam karşısına oturmanın heyecanını yaşayan Kemal, özel misafirlerine usulen bir "Hoş geldiniz" konuşması yapmayı geçiriyordu aklından. Özellikle Cevdet Bey ve bugün tanıştığı eşi için bu nezaket gereğiydi. Görevliler şarap servisini tamamlandıktan sonra konuşmasını yapmak üzere ayağa kalktı.

- Sevgili Dostlarım, Bu zor günlerimde beni yalnız bırakmadığınız için sizlere müteşekkirim. İnsanın canı pahasına değer verdiği bazı şeyleri fark edebilmesi için bazen onları kaybetmesi gerekiyormuş demek. Ben bunu geç de olsa öğrendim. Umarım sevgili karım bir an önce bulunduğu yerden çıkıp yeniden aramıza döner. Şunu bilmenizi isterim ki, o zaman gelinceye kadar kendimi asla affetmeyeceğim. Elindeki şarap kadehini havaya kaldırdı. Prenses Nora'nın şerefine!

Devam edecek



6 Temmuz 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 98

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 98. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi

"Sokak arasında yapılan düğünlerden rahatsız olmuyor musunuz?"

Sokak arasında hâlâ düğün dernek yapılıyor mu, doğrusu bilmiyorum. Ama çocukken bu tür kutlamalara sıklıkla rastlanırdı. Özellikle sünnet düğünlerini ve kına gecelerini hatırlıyorum. Düğün evinin bulunduğu evin iki tarafındaki sokak parçası branda çekilerek kapatılır ve geçici bir salon meydana getirilirdi. Davetli sayısına göre ahşap sandalyeler kiralanır, roman vatandaşlardan oluşan orkestra genellikle evin duvarının önünde yerini alır, ortada bırakılan boş alan dans etmek ya da göbek atıp oynamak isteyen  davetliler için pist görevini görürdü. Sokak sakinlerinin tamamı doğal olarak davetli sayılırdı. Bu tür düğünler sebebiyle herhangi bir kişinin rahatsız olduğunu hiç duymadım. Son derede doğal bir olaydı bu tür etkinlikler eskiden. Düğünün yapıldığı gün aynı sokakta bir komşunun vefat etmesi, düğün sahibinin en büyük şanssızlığı, korkulu rüyasıydı. O zaman sokakta çalgı çengi çalınmaz, son anda bir kahve ya da düğün salonu kiralanır, düğün oraya taşınır, cenaze evine saygı gösterilirdi. Her zaman söylendiği gibi eskiden komşular arasında yardımlaşma, sevgi ve saygı vardı.

Bir süre sonra bu tür düğünler kışın kapalı salonlara yaz mevsiminde açık bahçelere  taşındı. Bir ara oteller düğünlere ev sahipliği yaptı, şimdilerde ise kır düğünleri moda. Bazen bu tür yerler meskûn bölgelere yakın olabiliyor. Her gün yüksek sesle düğün gürültüsü çekmek hoş olmayabilir. Bu konuda fazla hassasiyeti olan biri değilim. Örneğin bazıları araç sesinden dolayı cadde üzerinde oturmayı tercih etmez. Ama biz ailecek genellikle cadde üzerinde oturur, trafiğin sesinden rahatsız olmayız, belli bir süre sonra insan duymuyor bu sesleri. 

Düğün olayından fazla hoşlanmadığım halde bu tür aktiviteleri seven kişilerin vur patlasın çal oynasın tarzı eğlenmeleri beni rahatsız etmiyor. Fakat hasta ve küçük çocukları düşünerek bu tür eğlence mekânlarının meskûn mahallerden uzak olmasında yarar var elbette. Madem lâf sesten ve gürültüden açıldı;  bir yandan çevre rahatsız oluyor gerekçesiyle yazlık yerlerde bile gece saat on ikiden sonra müzik yayını yapılmasına yasak getirirken diğer yandan sabahın köründen başlayarak ezan ve sela ses düzeylerini ideolojik olarak yasal sınırların üzerine çıkaran siyaset kurumuna, ondan yüz bulan Diyanet İşleri Başkanlığı yetkililerine ve ona bağlı bilcümle yalaka  müezzin, imam, müftü ve diğer din adamlarına saygılarımı sunmadan yazımı sonlandırmış olmayayım yeri gelmişken