29 Nisan 2017 Cumartesi

LA CASA DE VENUS

28/04/2017 Cuma, Tire

Eşimin dün ısmarladığı yufkaları almakla başlıyor günüm. Venüs'ün kulübesini alıp yaylaya getirmek yapmam gereken en önemli işlerden biri. Küçük pazardan alacağım fazla bir şey yok aslında ama şöyle bir dolaşıp havasını koklasam iyi olacak. En çok merak ettiğim husus domatesin fiyatı. Daha bir iki ay öncesine kadar kilosu dokuz liraya fırlayan biber bile pazarda iki liraya kadar düşerken domates çıldırmış. Beş, altı hatta daha yüksek fiyatlar etiketlenmiş tezgahlara. Köylü kadınlardan biriyle kilosu dörtten anlaşıyoruz, ama domatesleri koyacak kasa ararken tezgaha gelen kocası o fiyattan vermeye razı olmuyor. Hal kollarını açmış, beni bekliyor.

Yolumun üzerinde kulübeyi alacağım yere uğruyorum. Koca kulübe arabama sığmıyor. Bir pikap ayarlıyoruz hemen. Oradan ayrılıp hale gidiyorum. Pazar fiyatlarından pek farkı yok buradaki fiyatların. Hiç olmazsa kasa derdim olmayacak. Büyük bir kasa domates alıp attırıyorum arabanın arkasına. Mandıraya uğrayıp peynir, süt gibi ihtiyaçları alıyorum. Tam işlerim bitti diye sevinirken eşimin telefonu evden trileçe'yi almayı unuttuğumu söylüyor. Yaylada için hazırladığım zeytinyağı tenekesini iyi ki akşamdan koymuşum arabaya. İlk kez bu kadar gecikiyorum. Bu gecikme Ayşe Hanım'a yarıyor. Nüfus müdürlüğündeki işini hallediyor bu arada. Nihayet yaylaya çıkıyoruz. Tahmin ettiğim gibi Aşkın Şef kapıda bizi bekliyor. 


Bugün kararlıyım, şehre inmeyeceğim. Bunun için gecikmeyi bile göze aldım. Temizlik işleri bittikten hemen sonra Fifi havlayarak birinin geldiğini haber veriyor. Gelen Venüs'ün kulübesi. Fifi'ye de bir tane gerekecek. Şimdiye kadar horoz kafesinde idare etti gariban. Kulübeyi avlunun uzak bir köşesine indiriyoruz. 

Şefe kremalı mantarlı spagetti hazırlamasını söylüyorum. Bu sayede kremamızın kalmadığı çıkıyor ortaya. Ne var ki bugün şehre inmemeye kesin kararlıyım. Bu durumda misafirlerimiz menümüzdeki krema soslu tavuk sipariş etmesin diye dua etmekten başka çarem kalmıyor. 

Öğleden sonra gelen misafirler henüz masalarına oturmadan meşhur tatlımız trileçeyi soruyorlar. Eşimin ısrarla yolumdan geri döndürüp evden almamı istediği tatlı bu. "Nasibinizde varmış." diyorum misafirlerimize.




Akşama doğru misafir trafiği yoğunlaşıyor. Üstelik veranda, salon ve teras olmak üzere toplam üç farklı mekanda hizmet veriyoruz. Kızım arıyor, Venüs'ü alıp yola çıkmışlar bile. Oğlum da uzun bir gece yolculuğundan sonra sabah bize katılacak.

Misafirlerimizle sıcak ilişkiler kuruyorum. Taş Ev'i ilk kez yeşillikler arasında gören hayranlıklarını gizlemiyor. Nihayet kızım geliyor. Venüs ne kadar çok büyümüş görmeyeli. Geceyi ilk kez yeni kulübesinde geçirecek. Misafirlerimizi ağırladıktan sonra Taş Ev'i Venüs ve Fifi'ye emanet edip ayrılıyoruz.

28 Nisan 2017 Cuma

GAZİNO

27/04/2017 Perşembe, Tire

Havalar iyice ısındı. Çok geçmeden sıcaklardan şikayet etmeye başlarız artık (!) Bugün de geç çıktım evden. Venüs'ün kulübesini almaya kalksam yaylaya geç kalacağım. Çaresiz tekrar şehre inmem gerekecek. Madem durum böyle, kasap mandıra alışverişlerini de o zaman yaparım.  

Dün gece boyunca açık pencerelerden girip ışığa doğru yönelen onlarca kanatlı böcek salonu doldurmuş. Çoğu cansız ama aralarında hala kanat çırpanlar var. Terasta da durum aynı. İsmini bilmediğim sert kabuklu böcek sürüsü ışığa doğru hücum ediyor, birkaç tur attıktan sonra yere çakılıp can çekişiyor. Temizlik biter bitmez şehirdeki işlerimi halletmeyi düşünürken planlarım suya düşüyor. Önce eski bir aile dostu misafirleriyle birlikte Taş Ev'e geliyor. Hemen arkasından dış görünüşleri mesleklerini ortaya koyan mimarlar grubu onları takip ediyor. Verandada bugün fazla esinti yok. İki masayı birleştirip üzerine projeler açılıyor. Bir taraftan yemekler yenirken diğer taraftan proje detayları tartışılıyor. Yeni bir konaklama tesisi projesine başlayacaklarmış. Gerçekten de kaliteli bir konaklama tesisinin olmayışı bu bölgenin en büyük eksikliklerinden biri.

Avluya çıkıyorum. Beyaz bir jeep ağaçların arasında manevra yapıp yönünü kapıya doğru çeviriyor. Arkasından araca doğru yaklaşıyorum. Yanına geldiğimi görünce sürücü koltuğunda oturan adam camı indiriyor. Garip bir soruya muhatap oluyorum. "Burası gazino mu yoksa restoran mı?" Soru şaşırtıyor beni. "Gazino derken..." deyip anlamaya çalışıyorum. Arabayı kullanan şahıs kısa bir süre ne söyleyeceğini bilemiyor.

Gazino, İtalyancadan dilimize girmiş bir kelime. Türkçe sözlükte iki anlamı var. Birincisi, "Yemek yenilen, gösteri izlenilen, bazen de özel bölümlerinde kumar oynanan eğlence yeri.", ikincisi ise "Büyük kahvehane, birahane." Bu tanımlar arasında Taş Ev'e uyan sadece "yemek yenilen yer" olması. Diğer taraftan buralarda restoran ve kafe tarzı yerlere köylüler gazino tabirini kullanıyor. Erkek müşterilere yönelik, genç bayanların içki servisi yaptıkları bar olarak bilinen eğlence yerlerine burada yine restoran denilmesi Konyalı misafirimizin şaşkınlığının sebebi aslında. Hangi sözcüğü anlamına uygun kullanıyoruz ki..

Las Vegas'ta gazino, sadece kumar oynanan lüks yerleri akla getirse de  Kaliforniya Los Angeles açıklarındaki Santa Catalina adasında gazino, kumarın oynanmadığı, büyük modern binalarda sinema, tiyatro ve balo salonlarının hatta tarih müzesinin yer aldığı sanatsal bir hüviyete bürünüyor.

"Hani" diyor, Konyalı dostum, pot kırmaktan çekinircesine, "Hani aşağıda yolun sol tarafında, bayanların çalıştığı bir yer değil, de' mi?" Bozulduğumu hissettirmemeye çalışıyorum ama gayri ihtiyari sesim bozuk çıkıyor. Hayır öyle bir yer değil, burası ailelerin rahatça yemek yiyebileceği bir yer. İkna olup geri dönüyor, yeniden ağaçların arasına park ediyor arabasını. Ailesiyle birlikte Konya'dan yeni gelmişler buraya. Bundan sonraki  yaşamlarını Ege bölgesinde geçirmek yönünde karar vermişler. Genç yaşında emekli etmiş kendini. Ovadaki köylerden birinde dört beş dönüm yer almış, orada toprak işleri ile oyalanıyormuş. Binanın yan tarafındaki boş bira kasalarını görünce gazino sanmış Taş Ev'i. Uzun uzun sohbet ediyoruz. Konya benim meslek hayatına başladığım şehir olma özelliğine sahip. Eski yıllara gidiyor aklım. Meram'dan, Alâeddin Tepesinden bahsediyorum. Konyalı olması ve bira kasalarına karşı verdiği tepki alkol kullanmadığı hissini uyandırıyor bende. Dayanamayıp soruyorum sohbet esnasında. Manzaraya bakıyor gülümseyerek. "Bu manzarada insan içmez mi hiç?"


Verandaya çıkıyoruz birlikte, çaylarımızı içiyoruz. Kurumuş, budanmayı bekleyen yaşlı kestane ağaçlarının dalları arasında zıplayıp duran sincapları seyrederek söyleşimize devam ediyoruz. Ağaçların fotoğrafını çekiyorum, sincaplar son anda çıkmayı başarıyorlar kareden. Biraz daha geciksem şehre inmem mümkün olmayacak. Oysa kasaba uğramam şart. Nihayet Konyalı dostum hesabı istiyor. "Tam zamanı." diyorum içimden. Ayşe Hanım mor renkli çiçeklerden bir buket yapmış bana gösteriyor.



Akşam misafirleri de terasta oturmayı tercih ediyor. Karanlık basınca ışığa doğru böcek akını başlıyor yeniden. Salonun terasa açılan kapısını ve pencerelerini kapatıyorum. Taş fırının yanındaki apliklerin ışığına üşüşüyor kanatlı canlılar. Fifi de koşuyor oraya. Böcekler ışığın etrafında dönerken Fifi onları yakalamakla meşgul. 

Dünün aksine erken uğurluyoruz misafirlerimizi bu gece.
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   

27 Nisan 2017 Perşembe

SARI GÜL, GÜZEL İNSANLAR

26/04/2017 Çarşamba, Tire

Dünden kalan işlerimi tamamlamak için biraz erken çıkmaya hazırlandığım sırada eşim birbiri ardına siparişleri saymaya başlayınca bir kez daha şehre inmek zaruri hale geliyor. Öyle ya da böyle sabah gidiş, akşam dönüşleri hariç en az bir kez şehre merhaba diyorum zaten.

Yayladaki işlerimi halleder halletmez şehre iniyorum. Ahşap köpek kulübeleri yapan bir imalathaneye uğrayacağım. Sırayla muhasebe, banka, toptancı, kasap oldukça fazla zamanımı alıyor. Nihayet bütün işlerimi tamamladıktan sonra sıra kulübelere bakmaya geliyor. İşyeri sahibi kendisinin İstanbullu olduğunu, pazar günü misafirlerini Taş Ev'de ağırlamak istediğini söylüyor. Sergilediği kulübeler pek alımlı görünüyor. Venüs'ün erişkin yaşını karşılayabilecek büyüklüğe sahip olanlar da var, Fifi gibi daha minyon tipteki köpekler için olanlar da... En büyüklerden bir tanesini gözüme kestiriyorum. Arka koltuklarını yatırınca arabama sığar mı acaba? Bugün bagaj ağzına kadar dolu, yarın tekrar uğrayacağımı söylüyorum.

Yaylaya döndüğümde elemanlar başlarının çaresine bakmış, karınlarını doyurmuşlar. Karnımı doyurup geleceğimi düşünmüşler her nedense. Ayşe Hanım benim için yiyecek bir şeyler hazırlıyor.

Yaylada her taraf yemyeşil. Taş Ev'in önündeki sarı gül ikinci çiçeğini vermiş. Gün batımı ile gülün güzelliğini aynı kareye sığdırmak istiyorum. Işık istediğim gibi değil. Güle dönüyorum, "Ben her zaman güzelim tan doğarken de gün batımında da." dercesine poz veriyor bana. Ayşe Hanım bahçede bir demet kır çiçeği toplayıp kavanoza koymuş. Hemen elim telefonuma gidiyor.

Çok geçmeden siyah renkli kocaman bir araba yanaşıyor Taş Ev'in önüne. Plakadan gelenlerin Ödemişli olduklarını tahmin etmek zor değil. Fakat arabalarından inen orta yaşlı çiftin tavırları daha ziyade İstanbulluları hatırlatıyor. Anlattıklarına göre levhamızı görüp gelmişler. Karı koca son derece sıcak tavırlarıyla Taş Ev'i tanımaya çalışıyorlar. Oturmak için tercih ettikleri mekan teras oluyor. Hanımefendi kendisinin yükseklik korkusu olduğunu söylüyor. Önceleri yolu gözlerinde büyütmüş olsalar da karşılaştıkları mekan ve yemeklerin lezzeti baskın çıkıyor. Güzel bir sohbet başlıyor aramızda. Hayat görüşlerimiz birbirine çok yakın. Israrla "Ne olur müşteri olarak görmeyin bizi." deyip masalarına davet ediyorlar. Her ikisi de doktor olan misafirlerimiz tabiatın içinde keyifli saatler geçiriyor, gün batımını izlerken aradıkları yeri bulduklarını söylüyorlar. Bayılarak yedikleri çiğ köftenin tarifini soruyorlar, bu konuda eşimin ihtisas sahibi olduğunu aktarıyorum. Sohbetin koyulaştığı bir anda araçlarıyla bahçeye giren misafirleri karşılamak amacıyla yanlarından ayrılmak istiyorum. Hanımefendi niyetimin farkında değil. Uzun cümlelerini kesmek istemiyorum. Aslında anlattıkları oturup dinlenecek şeyler. Misafirleri karşılamak da önemli diğer taraftan. Sabırla nefes almasını bekliyorum. İlk fırsatta yüzümde çaresiz bir gülümseme ile yanlarından ayrılıp aşağıya iniyorum. 

Yeni gelenler iki gün önce rezervasyon yaptıran misafirlerimizin ilk bölümü. Israrla verandada oturmak istediklerini söylemişlerdi yer ayırtırken. Veranda sezonu için henüz erken. Teras veya salonu öneriyorum. Sonunda salonda karar kılınıyor.

Kızım arıyor, babam hakkında son gelişmeleri aktarıyor. Bu konuda yazmamı istemiyor üzülmeyeyim diye. Benim için üzülebilecek olanları da üzmek istemiyorum. Dedesiyle can-ı gönülden ilgileniyor. Geçen gün gelen misafirlerimizden birinin küçük kızı geliyor aklıma. Büyüyünce ne olacaksın diye sorduğumda verdiği cevap beni derinden etkilemişti. "İnsan olacağım." demişti ne dediğini bilen bir pozda. Ne doktor olacağım demişti, ne mühendis ne de başka bir şey. Bu cevap üzerinde çok düşündüm. Kızım gerçekten "İnsan" olmuş. İnsanın iyisi kötüsü olmaz. Ya insandır, ya da değil. Kötü olan kişi insanlık sıfatından sıyrılmıştır.

Bir de insanların güzeli vardır. Hayranlık duyduğum iki aile. Sık sık ziyaret ederler bizleri. Her ikisi de esnaflık yaparak geçimini sağlar. Çok çalışırlar, çalıştıklarının karşılığını alırlar. Onlardan biri yine almış eşini çocuğunu, gelmişler Taş Ev'e. Şehrin diğer insanlarından farklı bu güzel insanlar. Aile kurumuna verdikleri önem çocukları büyüdükçe büyümüş. Birbirlerine karşı saygı ve sevgi dolu. Gözlerinin içinde birbirlerine bakarken sevgi pırıltıları uçuşuyor gözlerinde. Bana yardım olsun diye servis tabaklarını elimden alıyorlar. Tabakları boşalınca kolaylık olsun diye bir araya topluyorlar. Ben de onlara karşı duyduğum hayranlığı saklamıyor onları ağırlamaktan ne kadar büyük zevk aldığımı paylaşıyorum. 

Servisimiz neredeyse sona erecek. Telefonum çalıyor, açık olup olmadığımızı soruyor telefonun ucundaki ses. "Acele ederseniz yetişebilirsiniz, on dakika zamanınız var." diyorum. On dakika sonra bahçeye giren arabadan iki kişi çıkacak diye beklerken tam altı genç çıkıyor. Dördü bayan ikisi erkek bir arkadaş grubu. Geç geldikleri için soğuk sıcak siparişlerini birlikte alıyoruz. Oldukça geç vakte kadar oturup güzel bir gece geçiriyorlar. 

26 Nisan 2017 Çarşamba

SALI GÜNÜ HİKAYESİ

25/04/2017 Salı, Tire

Gecenin saat ikisinde uyanıyorum. Uykum kaçmış bir kere. Sabaha kadar internette dolanıyorum dolanmasına ama günlüğüme iki satır yazı yazmak gelmiyor içimden. Facebook'ta güzel bazı paylaşımlarla vakit geçiriyor, takip ettiğim blogları okuyorum. Bazı grupların paylaşımları ziyadesiyle ilgimi çekiyor. Çocuk yaşta kabiliyetli çocukların piyano başına geçip küçücük parmaklarıyla ünlü bestecilere ait klasik eserleri yorumlayışını hayranlık içinde izliyorum mesela. YSK'nın kendisini yasaların üstünde görerek verdiği abuk subuk kararı eleştiren yazılar takılıyor gözüme. Saatin 05.30'a geldiğini görünce panikliyorum birden. En fazla bir iki saat sonra eşim uyanır ve beni uyandırmaya kalkar. Bir kaç saat uyumazsam eğer gün boyu salak salak dolaşırım. Hemen oturduğum koltuktan fırlayıp yatağa koşuyorum. Yastığa başımı koyar koymaz gözlerim kapanıyor.


Ne kadar oldu uykuya dalalı? Ruhumun derinliklerinden gelen bir bağırış, bir çığlık sarsıyor bütün vücudumu. Eşim bağırıyor acı içinde "Ayağım ayağım." diyerek. Tam nedeni belli değil bu telaşın. İğne mi batan yoksa bir böcek zehrini mi akıttı? Rüya mı görüyorum? Uykumun ağırlığı unutturuyor bu sabahın hengamesini. Bundan sonra ne elektrik süpürgesinin sesi ne caddenin gürültüsü. Hiçbir şey uyandıramıyor beni ta ki eşimin sesini duyana kadar. "Kahvaltı hazır, hadi kalk artık." Bir zamanlar kahvaltı hazırlamak benim görevimdi. Hatta hiç hoşlanmadığım halde eşim için çay bile demlerdim. Kahvaltı sofrasının bana en zor gelen yanıydı bu iş. Çaydan nefret eden biri olan ben her sabah eşime yaptığım çaylar sayesinde öğrendim çay demlemenin inceliklerini. Bu aralar görevler değişti. Mis gibi kızarmış ekmeğin kokusuna uyanıyorum sabahları...

Eşim uykumun ağırlığından dem vuruyor. "Nasıl duymadın yanı başındaki bağrışmalarımı?" Önce şaşırıyor, arkasından kafamı toparlamaya çalışıyorum. "Duydum sanki bazı sesler." Eşim devam ediyor, "Yanında ölsem gözlerini açmayacaksın."  Sesimi çıkarmadan hatırlamaya çalışıyorum sabahı. "Sabaha karşı yatmıştım, belki de senin kalktığın saat." diye savunuyorum kendimi. "Ayağımı böcek soktu, fena yanıyor, of, of." sözleri hafızamda canlanıyor yavaş yavaş.   Niye açmadım ki gözümü? Rüya görüyorum sandım her halde. Eşimin sabahın ilk ışıklarında feryat-ı figan bağırmasına sebep zalim bir arının yakıcı iğnesiymiş meğer.  

Kahvaltıdan sonra bugün ne yapalım faslına geçiyoruz. Eşim işlerini bitirene kadar dünkü güncemi tamamlayıp yayınlıyorum. Bu esnada bir kaç blog yazısı daha okuyorum. Eşimi ikna edip pazara birlikte çıkıyoruz. Alacağımız çok fazla bir şey yok ama zaman alıyor pazar işleri. Uğramamız gereken bazı yerler var.  İki haftadır uzak kaldığım balık keyfimin kaçar tarafı yok artık. Eşim "Bir yere gidip orada yiyelim." diyor. İtiraz ediyorum. "Bu oburluk günlerimde dışarıda yiyeceğim hiçbir porsiyon doyurmaz beni." Pazar işini bitirmemiz akşamı buluyor. Yaylaya çıkıyoruz. Bizi gören Fifi havalara uçuyor.  Aldığımız eşyaları dolaplara yerleştiriyoruz.  Üst üste telefonum çalıyor. Kapalı olduğumuzu söylüyorum. Yazdan kalma bir gün. Kaplan yollarında trafik yoğun. Eşimle tatil günümüzü değiştirmek konusunu tartışıyoruz. Salı günleri meşhur pazarı görmeye dışarıdan çok kişi gelir buralara. Kaplan görülecek yerlerin arasında ilk sırada. Bundan sonra tatil günümüzü ya pazartesi ya da çarşamba yapmaya karar veriyoruz.

Akşam eve gelince nefis bir salata hazırlıyor eşim ben balıkları kızartırken. Ne de çok özlemişim böyle bir anı...

25 Nisan 2017 Salı

FİFİ: KARA TAVUKLARIN BEKÇİSİ

24/04/2017 Pazartesi, Tire

Sabah TV haberlerini izliyorum. Hava durumu hakkında verilen bilgi şaşırtıcı. Düne göre tam sekiz derece artmış hava sıcaklığı (!) Ankara'da kar yağıyor ve ilk kez İzmir ile arasında bu denli sıcaklık farkı olduğunu görüyorum.

Kasap'ta bonfile kalmamış yine. Derin dondurucuya attığımız yedek işe yarayacak. Yaylada pırıl pırıl bir güneş karşılıyor bizi. Yerler ve ağaçlar bir anda yeşillendi.

Öğleden sonra hava serinlemeye başlıyor. Genç bir çift yemeklerini terasta yemeyi tercih ediyor. Daha önce geldiklerinde kapalı olduğumuzu söylüyorlar. Mutlaka salı günü gelmiş olmalılar. Diğer bir çift verandada oturmak hususunda ısrarcı. Yazın en güzel yeri olan verandada oturmak henüz erken aslında. Misafirlerimizin ısrarını anlamakta zorlanıyorum. Teras güneşli ve rüzgar esmiyor. Sigara içmek istiyorlarsa orada da içebilirler. "Hayır" diyorlar, "Biz manzara seyretmek istiyoruz." Çaresiz kabul etmek zorunda kalıyorum. Servisler açıldıktan hemen sonra ellerinde tabakları, mahcup bir edayla merdivenden yukarı çıkarken görüyorum onları. "Haklısınız, üşüyeceğiz verandada." Salonun camlarını açıyoruz. Burada manzara verandadan daha güzel.

Facebook'tan aldığım bir geçmiş olsun mesajına şaşırıyorum. Mesajın sahibi iki ay kadar önce yollarımızı ayırmaya karar verdiğimiz eski elemanlarımızdan biri. Son derece sıcak bir şekilde Kuşadası'na davet ediyor. Geçmişte yapmış olduğu hatalarına haklı sebepler uyduruyoruz eşimle, gençliğine veriyoruz bütün yaptıklarını. Ancak gösterdiği nezaket kendinden daha tecrübeli olanlara ders verici nitelikte.

Kara tavuklarımız bahçenin demirbaşı oldu. Her gün kümesin kapıları açılır açılmaz bahçeye yayılıyorlar. Görüntüleri ve çıkardığı seslerle Taş Ev'e değişik bir hava veriyorlar. Bir aya kalmaz yumurtalarını toplarız artık. Fifi peşlerinden koşunca gıdaklama sesleri kanat seslerine karışıp bir patırtı kopuyor. Onlara zarar vermek değil niyeti. Bilakis çoban köpeğinin sürüyü koruyup kolladığı gibi o da tavukları gözetiyor, uzaklara yayılmalarına müsaade etmiyor.   

24 Nisan 2017 Pazartesi

BUGÜN 23 NİSAN NEŞ'E DOLUYOR İNSAN

23/04/2017 Pazar, Tire

Bugün 23 Nisan, neş'e doluyor insan. Özellikle kesme işareti kullanıyorum. Kulaklarımda çınlıyor çocukluğumun neş'esi çünkü. Çocukluğumuz neş'eliydi. Birileri çıktı kesmeyi kaldırdı. Neş'emiz kalmadı. Neş'e Arapça kökenli bir kelime. Sözlük anlamı mutlu olmaktan doğan ve dışa vurulan sevinç, hafif sarhoşluk, çakırkeyif olma hali. Birileri çıkıyor neş'emizin içine ediyor. Her işe siyaset karıştı. Muhafazakar gelir kesme işaretleri koyar, devrimci gelir kaldırır. Madem "neş'e" Arapça bir kelime, ne diye garip bir şekilde Türkçeye çevirmeye çalışıyoruz? Muhafazakar değilim ama dşlde yapılan zorlamalar ve uydurmalar da benim için fazlasıyla rahatsız edici. Şanlı Türk Bayrağımızı terastan aşağı sarkıtıyoruz. Taş Ev daha da güzelleşiyor.

Yılbaşında, ya da milli günlerimizde alternatif programlar servis ediliyor artık. Mesela kutlu doğum haftaları. Yapılan şaibeli referandum sonucunda millet olarak diktatörlüğü tercih etmiş olsak da kağıt üzerinde yönetim sistemimiz hala cumhuriyet. Kullanılan takvim farkından dolayı bazen bugün olduğu gibi dini günler ve milli günler çakışıyor. Egemenliğin millete geçtiği günün yıl dönümü olan 23 Nisan bu yıl Miraç Kandiline denk düştü. Miraç kandili Müslümanların önem verdiği bir gün aslında. Peygamberin göğe yükseldiği gün olduğu rivayet edilir. Kabe'deki Mescid-i Haram'dan başlayıp Burak adındaki deve üzerinde Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya doğru devam eden yolculuk göğün en üst katında Allah ile aracısız yapılan görüşme ile son bulmuş. Bir inanışa göre görüşme esnasında kendisine sunulan şarap, bal ve süt dolu bardaklardan içinde süt olanı tercih etmiş İslam peygamberi. Bir başka inanış da şöyle: Miraç'tan önce elli vakit olarak bildirilen namaz, Peygamber Muhammed'in göğün katlarında yükselmesi esnasında Musa peygamberin bunun insanlara ağır geleceği şeklindeki ikazları üzerine bir kaç kez Allah'ın huzuruna geri dönüp bu şartı hafifletmesini istemesinden sonra beş vakite indirilmiş. Beş vakit namaz, farzı ve sünnetiyle kırk rekat üzerinden hakkını vererek kılınmaya kalksa 1,5 saati bulacağına göre bunun on katı yani elli vakit namaz için 15 saat zaman harcanması gerekir. Uyku, yemek ve zorunlu ihtiyaçları düşünüldüğünde normal bir Müslüman Musa peygamberin ikazı olmasa çalışmaya fırsat bulamayacaktı. Belki de Musa Peygamber araya girerek insanların boş kalmasına yol açıp dolaylı yoldan huzurumuzu bozdu ne dersiniz? 

Akşam üzeri gün batımında eşimle birlikte terasta kahvelerimizi yudumluyoruz. Misafirlerimizle yaptığımız sıcak sohbetler bizleri illa ki ortak noktalarımızdan biri ile buluşturuyor. Tesadüfen levhamızı gören bir konuğumuz eşiyle birlikte geldiği Taş Ev'de büyük bir suçluluk duygusuna kapılıyor. "Nasıl burayı keşfetmedim, şimdiye kadar? Burayı dostlarıma tanıtmak başlıca görevim artık." diyor. Çalıştığı firmalardan birisi benim eski işverenlerimin akrabalarından. Hemen çeviriyor numarayı. Belki de hiç bir araya gelemeyeceğimiz bir dostun sesi doluyor kulaklarıma. Emeklilik yaşıma daha zaman olduğunu belki de mesleğime geri döndürmek için ilk fırsatta gelip ziyaret edeceğini söylüyor.

Bugün özel günlerin günüydü Taş Ev'de. Tamı tamına üç masa doğum günü ve özel gün kutlamaları için rezerve edildi. Eşimle birlikte olduğum hafta sonları daha güzel geçiyor. Gece geç vakitlere kadar eğleniyor misafirler. Eşimin Fifi'yle olan muhabbeti ise gerçekten görülmeye değer. 

22 Nisan 2017 Cumartesi

STRES ÇARKI

22/07/2017 Cumartesi, Tire

Bir türlü durmak bilmeyen yağmurla birlikte çıkıyoruz yola. Havanın hiç tadı yok, sanki kış geri geldi. Yılların verdiği alışkanlık, sektörü değiştirmekle birlikte ters yüz oluyor. Pazar günlerini müjdeleyen cumartesi en sevdiğim gündü eskiden. Pazar akşamları, bütün servetini tüketmiş bir mirasyedi gibi hüzün çökerdi üstüme. Şimdi öyle mi ya. Cumartesi sabahları erkenden kolları sıvıyor, kahvaltılarını keyifli bir hale getirmek isteyen misafirlerimize hizmet ediyoruz.


Bu sabah ilk işimiz şömine sobayı yakmak. Erkenden gelen konuklar sobanın salonu ısıtmasını beklemiyor. Onlara elektrikli sobayı çıkarıyoruz. Yağmur aynı şiddette yağmaya devam ederken hava üşütüyor. Sobayı yaktıktan sonra şehre inip iki haftadır bir türlü denk getiremediğim berber işini hallediyorum. Fazla saçım olmadığı için uzun sürmüyor. 

Tarkan'ın elinde bir pervane mütemadiyen döndürüp duruyor. "Ne o elindeki?" diye soruyorum. "Stres çarkı diyorlar buna." diyor. İçinde bilyeler bulunan üç kollu bir pervane. Bir kenarından hızla çevriliyor. Aynı anda kronometre tutuyor saatinde. Rekoru bir dakika elli saniye imiş. Bu çocuğun ne stresi olur ayrı konu, o stresi bu pervane nasıl alır ayrı konu. Şaşırıp kalıyorum.

Akşama yeni misafirlerimiz var. Tesadüfen levhamızı görüp gelmişler. Bayılıyorlar Taş Ev'e. Küçük kızları hem akıllı, hem de adı gibi güzel. Eşimle birlikte misafirlerimiz sanki ailedenmiş gibi sohbet ediyoruz. Şömine sobamız "Daha bana muhtaçsınız." der gibi karşıdan bize gülüyor için için. 

Taş Ev'in önüne çıkıyorum. Yağmur, sis birbirine karışmış. Misafirlerimizi erken uğurlayıp yarını karşılamak üzere Fifi'yle vedalaşıyoruz.

DEPREM

21/04/2017 Cuma, Tire

Küçük pazardan mantar ve yeşillik alacağım sadece. Izgara için kömürü unutmamam lazım. Evden çıkıp Ayşe Hanım'ı yeni buluşma yerinden alıyorum. Her zaman saatinden önce yerinde olması takdire şayan. Biraz geç kalmış olsa orada arabayla bekleme yapılacak bir yer olmadığından sıkıntı yaşayabilirim. 

Alacaklarımızı alıp yaylaya çıkıyoruz birlikte. Fifi her zamanki gibi karşılıyor bizi. Yok, her zamankinden de farklı. Çok özlemiş sanki. Üzerime atlamaya çalışıyor, ayaklarını uzatıyor, kalçasını sallıyor. Acıkmış olabilir diye bir şeyler hazırlıyor Ayşe Hanım. Aynı sevecenlikle etrafımızda gün boyu dolaşıyor. Baharın kötü havalarından birini yaşıyoruz. Hava bir yağıyor, bir duruyor, her daim kapalı ve iç karartıcı. Şehrin üzerine koyu bir sis tabakası çökmüş. 

Hafta sonu hazırlıklarını tamamlayan eşimi almak üzere aşağı inmeyi planlıyorum. Büyük bankalardan birinin müdürü olan misafirimiz bir arkadaşıyla birlikte bize ilk kez konuk oluyor. Hava iyice serin. Şömine sobayı akşama doğru yakmak zorunda kalabiliriz. Oğlum atıyor. Onunla hayatımızın en uzun konuşmasını yapıyoruz. Ağzı kulaklarında. Nasıl olmasın? En sonunda dediğine gelmişler. Projeler tamamlanmadan götürü bedel ihaleye çıkılır mı hiç?

Günün ilk misafirlerini uğurladıktan sonra şehirdeki işini görmek üzere beş dakikalığına izin istiyor Aşkın Şef. Hemen gidip gelmesini söylüyorum. Sanki ayarlanmış gibi telefonum çalıyor. "Beş on dakikalık yolumuz kaldı." diyor misafirimiz, "Geliyoruz." Şefi arıyorum. "Beş dakika içinde oradayım." diyor.

Ayşe Hanım ile birlikte soğuk tabaklarını ve içki servisini hazırladıktan sonra yetişen şefimiz son rötuşları yapıyor. Artık benim gidip eşimi almanın zamanı geldi derken Taş Ev sarsılmaya başlıyor. Telefonum çalıyor hemen arkasından. Arayanın kim olduğunu kolaylıkla tahmin ediyorum. Tabii ki eşim. "Deprem oldu, duydun mu?" Duydum elbette. "Kandilli Rasathane Müdürlüğü sitesinden depremin merkezi neresiymiş, büyüklüğü neymiş öğrenip sana söylerim." 

Merkez üssü Manisa merkez olan 5,1 büyüklüğündeki depremi sadece Manisa değil çevresindeki tam 11 il hissetmiş. Yukarı çıkıp misafirlere rahat olmalarını, binanın depreme son derece dayanıklı olduğunu söylüyorum.

20 Nisan 2017 Perşembe

... HİSSEDİYORMUŞ

20/04/2017 Perşembe, Tire

Biraz erken çıkmam gerekti sabah. Halden ucuza getirmeyi düşündüğüm domatesin kilosunu beş buçuk liraya almak zorunda kalmam hiç hoşuma gitmedi. Pahallılıkta son on günün şampiyonu domates olmalı. Bir ara Rusya kabul etmeyince kilosu bir buçuk lirayı gören domates gerçekten el yakıyor. Salı günü hali bırakıp pazardan almak daha akıllıca olacak. Patlıcan, salatalık  epey ucuzladı. Kasap, mandıra alışverişlerinden sonra çıkıyorum yaylaya. 

Rüzgar terastaki sandalyeleri her bir tarafa  savurmuş. O neyse de ağaçlar meyvelerini döküyor sapır sapır. Taş Ev'in önündeki kayısı, erik ve kiraz ağaçlarının altı henüz gelişimini tamamlamamış meyvelerle doldu. Elden gelen bir şey yok, rüzgarın kesilmesini beklemekten gayri. 

Dünkü yoğunluk sebebiyle fırsat bulamadığım arabamın tamir işini halletmek üzere şehre iniyorum. Eşimi evden alıp yapmamız gereken işleri de aradan çıkarmak niyetim. İşler uzayınca geriliyorum. Oldum olası bürokrasiyi sevmem zaten. Beklemek en can sıkıcı iş benim için. Bir de olmadık zamanlarda çalan banka telefonları. Yok efendim, şu telefonu kazandınızlar, cazip koşullarda şu miktara kadar nakit ihtiyacı için sorgusuz sualsiz kredi teklif edenler, pos cihazından yapacağım işlem şu tutarı aşarsa komisyon oranında yapacakları indirimlerden bahsedenler... Yeter artık bir son verilsin bu işe yoksa hasta edecekler beni. Bankalar bu işi taşerona vermiş, kendileri fırça yemekten bıkmış olmalı. İlgilenmiyorum diyorum nafile, anlatmaya devam ediyor metalik bir ses. "Bir daha dinlemek istiyorsan bire..." Aman Allah korusun. "İlgileniyorsanız, ikiye..." Hayır ilgilenmiyorum kardeşim diye bağırırken içimden sabırla sona iteledikleri seçeneği bekliyorum. Nihayet en sevdiğim bölüm geliyor. "Eğer ilgilenmiyorum diyorsanız, üçe..." Yıldırım hızıyla basıyorum üç numaralı tuşa, ağzını kapatacağını umarak. Telefonun diğer ucundaki ses beni kolay kolay bırakacağa benzemiyor. "Eğer ileride ilgilenmeyi düşünürseniz..." Lanet olsun deyip kapatma tuşuna basıyorum. Nedir bu edepsizlik. Araba kullanırken ararlar, önemli bir görüşme yaparken ya da en acil durumlarda işinizi gücünüzü bırakır, saçma sapan işlerle uğraşırsınız. Tuvaletteyken mesela. Yarım keser fırlarsınız dışarı. 

Madem sinir bozucu işleri konuşuyoruz. Aklıma gıcık kaptığım bir başka konu geliyor. Facebook mesajlarından bahsedeceğim. Konumunu bildir diyor, paylaş, okey. Hadi nerede olduğunu bilsin millet. O değil de adamın karnı ağrısa hemen bir emoji tutturuyor. "Falanca karın ağrısından muzdarip." Haydi arkasından onlarca mesaj. "Ah canım, geçmiş olsun, karabaş yağı sür geçer." veya "Geçen sefer eltimin de aynı yeri ağrıdı, sonra geçti. Geçmiş olsun canım." Böyle giderse iyiden iyiye robota döneceğiz. Ne istediğimizi ikonlarla anlatacağız. Yüzümüzün ifadesinden üzüldük mü, sevindik mi anlaşılmayacak. "Neriman çok yalnız hissediyor." Vah vah, e bulsun o zaman bir koca, vakti geçer. "Kamil Urla'da bunalmış hissediyor." E Kamil, pes doğrusu, bunalacak ne var şimdi, git deniz kenarına rakı balık yap, bunalman geçer, sonra yazarsın yine. "Kamil kendini mutlu hissediyor." Koca koca beyefendiler, koca koca hanımefendiler ellerinde akıllı telefonlar ne hissettiklerini ilan ediyorlar millete. Bu çağın yeni eğlencesi garip geliyor bana, sinir oluyorum, gıcık kapmış hissediyorum. 

Arabamı Ali Ustaya bırakıp onun arabasını alıyorum. Akşam Taş Ev'e benim arabamı getirip kendi arabasını geri alacak. Yaylaya dönüş yolunda akşam rezervasyonları geliyor. Cuma akşamı ya, öyle fazla kalabalık değiliz. Cuma akşamı dışında istediğiniz kadar içebilirsiniz demiş kutsal kitabımız (!). Şu şeytan var ya insanoğlundan ders almalı. 

SARI GÜL

19/04/2017 Çarşamba, Tire

Hiç dinlenmeden başlıyorum yeni bir haftaya. İlk iş olarak dün şefin pazardan aldığı malzemeleri emanet bıraktığı yere gidip onları teslim alıyorum. Mandıraya uğruyor, siparişleri tamamlıyorum. Daha fazla zaman kaybetmeden yaylaya çıkıyoruz. Temizlik devam ederken çalıştığımız bankalardan birinin müdürü az sonra misafirlerini getirmek üzere yola çıktıklarını söylüyor.

Hava bu saatlerde çok güzel, dışarısı dururken içeride oturulmaz bu havada. Misafirler gölgedeki verandada oturmayıp terası seçiyorlar. Menüdeki nefis mezelerimizden güzel bir sofra hazırlıyoruz onlara. Bankanın misafirleri Organize Sanayi'de yerleşik tanınmış bir firmanın temsilcileri. "Bundan sonra yemekli toplantılarımızı burada yapalım." diye konuşuyorlar aralarında.

Ağaçların meyveleri irileştikçe dalları eğiliyor. Yemyeşil yapraklarla bezendi hepsi. Onları nasıl korumak lazım bilemiyorum. Her gelen o güzel kayısı çağlalarından, izin bile istemeye gerek duymadan hoyratça koparıyor avuç avuç. Bilmiyorlar ki o çağlalar kocaman lezzetli birer meyveye dönüşüp kahvaltı sofralarının en güzel reçeli olarak önlerine gelecek.

Fifi dün bir darbe yemiş görünüyor. Boynunun alt tarafında tüyler dökülmüş, eti morarmış. Yabani bir hayvanla boğuşmuş gibi. Kim bilir belki tavukları korumak için mücadele etmiştir. Belki de dar bir yere sıkışıp kendini kurtarırken yaralanmıştır kim bilir?

Akşamları gün batımı güzel oluyor. Bu saatlerde çıkan hafif rüzgar yağmur bulutlarını peşinden sürükleyebilir. Taş Ev'in solunda terastan aşağı atılan sigara izmariti, kolonyalı mendil kağıtlarını toplarken senenin ilk gülü dikkatimi çekiyor. Sarı bir gül bu. Biri koparana dek bütün alımıyla gülümseyecek insanlara. Eğitimin önemi büyük.. Yapılan anket sonucuna göre seçmenler sadece ilkokul mezunu olsaymış referandum sonucu % 75 "Evet" çıkarmış. Üniversite mezunu olmak asgari seçmen olmanın şartı olsaymış, bu sefer sonuç % 65 "Hayır" a gidermiş. Zaten iktidarın eğitimsiz insanı seviyor olmasının sebebi bu. Zira daha kolay oluyor gütmek.

Akşam haberleri yeni bir aldatma olayından bahsediyor. Bizim cumhurbaşkanı yine aldatıldığından bahsediyor. Donald Trump'a derdini dökmüş telefonda. "Ya senin şu Obama var ya, çok namussuz bir adam, PKK konusunda beni fena aldattı." Bana dünyada en çok aldanan ve aynı zamanda en çok aldatan kim derseniz tek geçerim. Milli kültürümüz de böyle ama. Akıllanmıyoruz. Yiyoruz kazığı, oturuyoruz aşağı. Bir kilo şekere satıyoruz vatanı yeri geldiğinde...

Ana muhalefet lideri farklı mı ya? Şimdi kalkmış "Referandum seçimini tanımıyoruz." diyor. Tanırsınız, tanırsınız. "Büyük lokma ye, büyük söz söyleme." derler adama. Bir zamanlar "Başbakan da olsam Ak Saray'a gitmem." derken hemen arkasından ülkenin çıkarları için giderim deyip tıpış tıpış gitmedin mi? Şimdi ülke çıkarları için referandum sonuçlarını tanıdığını söylemeyeceğin ne malum. Diyorum işte, ciğer yok bunların hiç birinde. Siyaset kurumu her türlü pisliğin yalanın, aldatmanın cirit attığı bir oluşum benim gözümde. İktidar ve para uğruna her şeyin göze alındığı iğrenç bir kurum. İçlerine kazara yolunu şaşırıp girebilen üç beş düzgün insanı  bile türlü ayak oyunları ile hemen uzaklaştırırlar yanlarından. Başkana itaat partide yükselmenin tek şartı.  

Mayıs ayındaki önemli grup rezervasyonlarının teyitleri geliyor ardı ardına. Yoğun bir gün yaşıyoruz.  İyi spor oluyor bu bana. Gelenlerin memnun ayrılması yetiyor.    

19 Nisan 2017 Çarşamba

ZİYARET

18/04/2017 Salı, İzmir

Geçen hafta olduğu gibi bu hafta da büyük pazar alışverişini şefimiz yapıyor. Eşimle birlikte servisten çıkan kızımın arabasıyla İzmir'e doğru yola koyuluyoruz. Esas gidiş nedenimiz hastanede tedavi gören babamı ziyaret edip durumunu anlamak. Karşı hastanede görev yapan kızım günde üç sefer uğruyormuş yanına. İşin başından ayrılamadığım için bu tatil günümüzü fırsat biliyorum.

Kızımla telefonda görüşüp anlaşıyoruz. İşi bitince evinde buluşacağız, arabaları değiştirip benim arabamla birlikte gideceğiz hastaneye. Arada kalan zamanda Metro'ya uğrayıp alışveriş yapıyoruz. Kızımın arabasına zor bela sığdırıyoruz aldıklarımızı. 

Canım sıkkın, iyi düşünmeye çalışıyorum. Yaş ilerleyince daha zor oluyor bu işler. Modeli düşük arabalar gibi sık sık arıza veriyor. Dün genel durumunun iyi olması ümit verici. 

Kızımdan önce varıyoruz evin önüne. Biraz bekledikten sonra o da geliyor. Önce arabaları, daha sonra anahtarları ve ruhsatları değiştiriyoruz. Trafiğin yoğun olduğu saatler. Ziyaret saatlerinden haberimiz yok. "Belki sizi almazlar." diyor kızım. Doğru mu söylüyor yoksa espri mi yapıyor belli değil. "Doktor değil misin? Bizi sokarsın içeri artık." diyorum ümitle. "Ben karşı hastanenin doktoruyum." diyor. 

Park yerine giriyoruz. İlk gördüğüm boş yere bırakıyoruz arabayı. Yürünecek yolumuz var hastanenin bahçesinde. Binaların arasından babamın kaldığı bölüme ilerliyoruz. Kapıda sabah ve akşam ziyaretçi saatleri yazıyor. Şans eseri on beş dakika sonra ziyaret başlıyor. Eşimle birlikte hızlı adımlarla danışmanın önünden geçiyoruz. Başını çeviren olmuyor. Beşinci kata eşim asansörle çıkıyor. Asansörde başka yer kalmadığından kızımla birlikte merdivenleri hızlı adımlarla çıkıyoruz. Kata gelmemiz asansörle aynı anda oluyor. Hemen sağdan üçüncü odaya giriyoruz. Hastane ortamını oldum olası sevmem. Annem lavaboda bir şeyler yıkıyor. Bizi fark etmeden giriyoruz içeri. Aniden görünce seviniyorlar. Komşu yatakta yatan hasta yakınları ile samimi bir ortam yaratılmış. 

Babamın morali iyi değil. Göz çukurları dudakları iyice kararmış. Kızım yanımızdan kayboluyor. Doktorundan bilgi almaya gittiğini sanıyorum. Uzun uzun anlatmaya gerek yok bu nahoş halleri. Anneme bir iş bırakmıyor komşu hastanın yakınları. Kızım geliyor yanımıza. Akciğer enfeksiyonu dese rahatlayacağım. Enfeksiyon antibiyotikle kurutulur en nihayetinde. "Durum kötü." diyor. Şimdi içtiği ilaçları kullanmış hastaneye gelmeden önce. Faydası olsaydı olurdu zaten. Olayın enfeksiyonla alakası yokmuş. O bir ümitti sadece bizim için. Esas rahatsızlığı kalp yetmezliği. Bu durum akciğerlerin su toplamasına neden olmuş. Akciğer dokusu diye bir şey kalmamış. Bundan böyle devamlı oksijen tüpüne bağlı kalacak. Günde 18 - 20 saat oksijen alması gerekiyormuş. Bu kadarına da razı olduk. Pazartesi günü hastalığının son durumunu görebilmek için ilaçlı tomografi denilen bir cihaza sokacaklar. İlaç dedikleri zehir. Böbrekleri mahvediyor. Böbreklerinden zaten hasta. Bu kez bir de böbreklerle uğraşılacak. 

Yapacak bir şey yok beklemekten başka. Düşünmemeye çalışıyorum ama aklımın bir köşesinde duruyor... 

17 Nisan 2017 Pazartesi

SAKARCA

17/04/2017 Pazartesi, Tire

Sabah Elmas ile birlikte çıkıyoruz yaylaya. Ayşe Hanım yeni taşınacağı evi hazırlamakla meşgul olduğu için bugün izinli. Sol bacağımın üzerinde bir ağrı hissediyorum. Dün Venüs'ü ezmeyim diye kaçarken dengemi kaybetmiş, yere yuvarlanmıştım. Tam da kontrollü düşüşümden dolayı kendimi takdir edecektim ki beton zeminin bunu affetmediğini fark ettim. Sıcağı sıcağına anlamamışım demek. Sağ kolumdan sonra sol bacağım devre dışı. Neyse ki onlardan birer tane daha var. 

Aşkın Şef gelir gelmez şehre iniyorum. Emanet aldığım arabayı yıkatmak, parfümlerle anason kokusunu ortadan kaldırmak niyetim. Ali Ustaya uğruyorum. "Beklediğimiz parça yarım saate kadar gelecek otobüsle." diyor. Arabaları değiştirirken berbat ettiğim arabasını oto yıkamaya bırakabileceğimizi söylüyor. Gidip elektrik paralarını yatırıyorum. Telefonum çalıyor. "Açık mısınız?" Salı günü dışında her gün açık olduğumuzu söylüyorum. Köy sapağının orada, yön levhamızın önündelermiş. Elemanları bilgilendiriyorum. "Merak etmeyin hallederiz biz." diyorlar. Bir kaç parça alışverişten sonra yaylaya geri dönüyorum. 

Hava tahminlere göre yağmurlu görünüyor. Düne göre daha serin. Çok küçük bir bebeği olan aile uzun bir kararsızlıktan sonra çocuklarını üşütmemek için mecburen salona geçiyorlar. Komşu bahçenin sahibi oğlu ve bir arkadaşını yanına alıp geliyor. Verandada çay içerlerken sohbet ediyoruz. Kemalpaşa'da bir kooperatife girmiş. Göletin yanında lüks villalar yapılacakmış. Çocukluğumun Köyü Kemalpaşa, İzmir'e yakın olmasının avantajını iyi kullanıyor. Yine de Kaplan manzarasının hiçbir yerde olmadığını söylüyorlar. Aldığı ceviz fidanları kurumuş. Bahçeyi satmak istiyormuş bu yüzden. "Eğer ilgilenemeyeceksen yapılmaz bahçe işi elbette." diyorum.

Bahçeye çıkıp yeşillikler arasında dolaşıyorum. Aşkın Şef tavuklara yem götürüyor. Bütün tavuklar yanına üşüşüyor bir anda. Fifi kuyruğu dikmiş olan biteni izliyor. Özlemini duyduğum bir çiftlik manzarası bu. Şef bir elinde su diğerinde yem kovası koşturmaya başlıyor. Tavuklar da çığlık çığlığa onun peşinden... Otların arasında ismini bilmediğim beyaz bir çiçek çok zarif görünüyor. Dönüp telefonumu alıyorum içeriden. Bu güzel çiçek çiğdem mi acaba? İnternette kısa bir araştırma yapıyorum. Yok, bu sade güzellik sakarca dedikleri otsu bir bitkiye benziyor. Ordu ve Giresun yöresinde mıhlaması ayrı, kızartması ayrı türlü türlü yemekleri olurmuş. Eğilip birkaç pozunu çekiyorum. 

Annemi arıyorum, babamın genel durumu iyi. Kızım sürekli ilgileniyormuş dedesiyle. Bir tarafı düzeltmeye uğraşırken diğer taraf açık veriyor insanın belli yaştan sonra.

Akşama doğru Ali Usta arıyor. Kızımın arabasının işi bitmiş. Hemen sanayiye gidip ustanın emanet arabasıyla değiştiriyorum. Emanet arabaya binmek ne zormuş. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor. 

Hava gittikçe soğuyor. Yağmur da yağmadı. Şömine sobayı yakıp yakmamakta kararsızım. Salon dışarıya göre daha sıcak. Dışarıda havayı soğutan serin esen rüzgar aslında. Bankacılar telefon ediyor. "Geliyoruz, yerimiz hazır mı?" diye soruyorlar. Dün gönderdikleri misafirlerin Taş Ev'den çok memnun kaldıklarını söylüyorlar.

Yağmur başlıyor nihayet. Mekanımıza ilk kez gelen misafirlerimizle ilgileniyorum. Şimdiye kadar gelmemelerinin ayıpları olduğunu söylüyorlar. "Hayır, o kendimizi yeterince tanıtamadığımız için bizim ayıbımız." diyorum. Erken gelip erken ayrılıyor misafirlerimiz. Yarın tatil günümüz, eşimle birlikte babamı ziyaret edeceğiz. 

REFERANDUM

16/04/2017 Pazar, Tire

Biraz kararsızdık bugün Taş Ev'i açma konusunda. Alkollü içki yasağı gece 12.00 ye kadar sürecek. Diğer restoranlar açmazlar bugün diyordu bizim şef. Kahvaltı servisine yetişebilmek için erken kalkıyoruz. İlk olarak oyumuzu kullanacağız. Daha sonra oyunu İzmir'de kullanacak olan kızımızı uğurlayacağız.

Günün ilk oy kullananları oluyoruz, eşim, oğlum ve ben. Sandıktan ne çıkacağı hususunda kuvvetli bir kanaatim yok. "Aaa ne kadar ayıp." deseler de ne halka ne de demokrasiye inancım kaldı bu memlekette. Kenan Evren'in anayasa oylaması bile daha demokratik ortamda olmuştu.

Sabahın güneşi güzel bir havayı müjdeliyor. Kızım Venüs'ü kucağına alıp bana poz veriyor, "Venüs'le birlikte hiç fotoğrafım yok." derken. Hemen evin önünde fotoğrafını çektikten sonra uğurluyoruz onları.

Eşim, oğlum ve diğer elemanlarla birlikte yayla yoluna koyuluyoruz. Rutin hazırlık işlerimiz tamamlandıktan sonra misafirler gelmeden güzel bir yayla kahvaltısı hayalini kurduğum esnada telefonum çalıyor. Ekranda "Kızçem" yazısını görünce heyecanla açıyorum telefonu. Torbalı'ya varmadan arabasının arıza ışıklarının yandığını ve ön kaportadan dumanlar çıktığını söylüyor. Hemen yakındaki benzinliğe çekmiş arabayı. "Araba çalışır durumda, yardım için gelen birileri Torbalı'ya kadar gidebileceğimi söyledi." diyor. Buna karşı çıkıyorum. "Dur bakalım, bir ustaya göstermeden sakın hareket etme, bekle." diyorum. Pazar günü ne tamirci bulunur, ne de sanayide açık bir dükkan. "Bırak orada arabayı, otobüsle git." diyecek oluyorum. Bana "Venüs'le nasıl gideceğim?" sorusunu yöneltiyor. Ali Usta'yı arıyorum, telefona cevap vermiyor. "Şimdi yedik ayvayı."

Birkaç dakika sonra Ali Usta dönüyor bana. Durumu anlatıyorum. "Ben gideyim bakayım." diyor kendi aracıyla. "Yok, ben gelip seni alayım." diyorum. "Muhtemelen radyatör su kaynatmıştır. Su ilave edilmesi gerekir." diyor. Şehre inip ustayı dükkandan alıyorum. Bir an önce kızımın yanına ulaşmak için hızlanıyorum. Ali Usta uyarıyor. "Burada radar olabilir." Yavaşlıyorum.

Yarım saat sonra kızımın tarif ettiği benzin istasyona varıyoruz. Ön kaputu açıyor usta. Venüs dışarıda rahat durmuyor, oradan oraya koşuyor. Ayaklarımın altında dolaşırken neredeyse üzerine basacağım. Ciyaklayınca üzerine bastığımı düşünerek sendeledikten sonra kontrolümü kaybediyor, beton zemine yuvarlanıyorum. Ben de bir şey olmadığını söyleyip yanımdakileri rahatlatırken Venüs'e zarar vermemiş olmam rahatlatıyor beni. Haylaz bir çocuk bu bizim Venüs, sakatlayacak bir gün beni. Usta radyatöre su ilave ediyor. Arabayı çalıştırır çalıştırmaz alttan şıpır şıpır sular damlıyor. Radyatörün lastik bağlantı borusu delinmiş. Bu şekilde yürümez bu araba diyor.

Torbalı'ya gidip açık parçacı arıyoruz ama nafile. Her yer kapalı. Ne yapacağız şimdi? Kızım dedesine uğrayacak, oyunu kullanacak, ertesi gün işe gidecek. "Ali Usta benim arabayı alsın." diyor. "Sadece otomatik araba kullanabilir." diyorum. Sonunda kendi arabamı vermeyi kararlaştırıyoruz. Yol üzerindeki bir lastikçiden bir parça şambrel alıp dönüyoruz arabanın yanına. Kızım eşyalarını benim arabaya aktarıp Venüs'le birlikte yola çıkıyor. Usta delinen lastik borunun etrafına şambrel lastiğini sıkıca doluyor. Yola çıkıyoruz. Birkaç km de bir durup su ilave ediyoruz radyatöre. Öyle dura kalka sanayideki dükkanına varıyoruz ustanın. Kendi arabasını bana verip kızımın arabasını ona bırakıyorum. 

Aksilik başladı mı bitmek bilmiyor. Arabamın arkasında bir koli rakıyı gelirken önce kızımın arabasına, daha sonra ustanın verdiği arabaya alıyorum. Yaylanın virajlı ve yokuş yollarında koli bir sağa bir sola kayıyor arkamda. Burnuma anason kokuları geliyor. Kenara yanaşıp arabadan iniyorum. Niyetim koliyi arka koltuğa alıp hareket alanını kısıtlamak. Arabanın arkasından bir sıvının damladığı  görünüyor. Korktuğum başıma geliyor. Koliyi aşağı alıyorum hemen. İki şişe kırılmış, içindeki rakılar önce kolinin karton altlığına oradan da bagaja dökülmüş. Kesif bir anason kokusu burnumun direğini sızlatıyor. Koliyi boşaltıp kalan sağlam şişeleri arabanın tabanına diziyorum. Şişelerin kırılmasına değil emanet arabayı berbat ettiğime yanıyorum. Zira bu koku çıkacak cinsten değil.

Güne böylesine problemli başlıyoruz. Yaylaya vardığımda işlerde bir aksaklık olmadığını görünce rahatlıyorum. Bir şeyler atıştırıyorum ayaküstü. Kahvaltı servisimiz devam ediyor. Gün boyunca veranda, salon ve teras olmak üzere üç ayrı mekanda hizmet veriyoruz. Aydın, İzmir'den gelen misafirlerimiz var. Hiç olmazsa birer duble diyorlar yalvaran gözlerle. "Yasaklara uymak zorundayız." diyoruz. Anlayış gösteriyorlar hepsi. Aydın'dan gelen eşi eczacı kendisi doktor olan bir misafirimiz Taş Ev'e hayranlığını ifade ederken koyu bir sohbet başlıyor aramızda. Konu kestane ağaçlarının geleceği. Konuyu yakından biliyor. Profesör bir dostlarının araştırma konusuymuş bölgede bütün kestane ağaçlarını vuran kanser hastalığı. Ağaçlar teker teker kuruyor göz göre göre. Buraların kestanesi cevizi özeldir. Öyle hormonlu ithal ürünlere benzemez tadına, lezzetine doyum olmaz.

Kızımı arayıp sağ salim evine vardığını öğreniyorum. Akşam saatlerinde oğlumu şehre indirip yolcu ediyorum. Yaylaya geri döndüğümde televizyonu açmamı istiyor eşim. Referandum sonucunu merak ediyoruz. İlk gelen sonuçlara göre halkımız % 65 evet demiş başkanlık sistemine. Bu oran yavaş yavaş düşüyor ama % 50'nin altına düşeceğini sanmıyorum. Akşam saatleri oldukça sakin. Millet televizyonun başından ayrılmıyor. Şehirde atılan cılız bir kaç havai fişek dışında ölüm sessizliği hakim. Ege'nin ve Akdeniz'in sahil şeridi ile Trakya ve Kürtlerin yoğunlaştığı illerde hayır oyları daha fazla. En şaşırtıcı sonuç İstanbul ve Ankara'dan geliyor. Hayır oranı bu şehirlerde daha yüksek. Harita üzerinde evet ve hayır diyen bölgeler gösteriliyor TV'lerde. Sevr Antlaşmasından sonra Osmanlı'nın elinde kalan İç Anadolu ve Karadeniz sahil şeridi "evet" demiş başkanlık sistemine. Kurtuluş Savaşı öncesi işgale uğrayan topraklarımızın halkın kararı ise "hayır" olmuş. Basit bir tesadüf mü yoksa başka bir açıklaması  mı var? Bu tahlilde istisna olarak gözüme çarpan şey Fransızların işgal ettiği, Kahraman Maraş, Kilis ve Gaziantep'te "evet" oy oranının yüksekliği. Bu vilayetlere Kahraman, Gazi unvanları verilmiş olmasına rağmen sonu yeni bir işgale, ülke topraklarının parçalanmasına kadar gidebilecek bir karara evet demeleri oldukça ilginç. Diğer istisnalar Bursa, Kütahya ve Afyon. Bu illerin dışında kalan ve topraklarında işgali yaşayan insanlar bir daha aynı acıları yaşamak istemiyor. "Evet" oyunun ezici bir şekilde tezahür ettiği İç Anadolu ve Karadeniz Bölgesinde yaşayanlar daha önce şahit olmadıkları büyük acılara davetiye çıkarttıklarının farkında bile değiller.

İzmir'den gelip terasta yemeklerini yiyen misafirlerimize açıklanan ilk referandum sonuçlarından bahsediyorum. Yemekten sonra avluda uzun uzun sohbet ediyoruz. Evet-hayır arasındaki fark gittikçe kapanıyor. Bu sonuç ülkenin istikrarı için yeterli olur mu bilinmez ama benim için sürpriz olmuyor. Erken dönüyoruz evimize.  

16 Nisan 2017 Pazar

SÜRPRİZ

15/04/2017 Cumartesi, Tire

Sabah eşim ve elemanlarla birlikte çıkıyoruz yaylaya. Her zamanki gibi Fifi karşılıyor bizi. Hava güzel, doğa yeşil örtüsüne bürünmüş. El birliğiyle işe koyuluyoruz. Havalar ısınınca işler biraz daha çoğaldı. Dışarıdaki masalar, sandalyeler silinip temizleniyor, teras ve veranda süpürülüp siliniyor. Teras kayısı ve erik çiçeklerinin beyaz yaprakları ile örtülmüş, yerlerde, masa ve sandalyelerde daha önce dikkatimi çekmeyen sarı renkli bir toz dikkatimi çekiyor. İlk anda misafirlerimizden birinin çocuğunun sarı toz boyaları dağıttığını düşünüyorum. Elemanlar sarı tozların çiçek tozu olduğunu söylüyorlar. Masa ve sandalyeler teker teker elden geçiriliyor. Silme bezleri her seferinde sarıya boyanıyor.

Bugün büyük bir sürpriz var eşime. Sürprizler aslında zordur benim için, mutlaka bir açık veririm. Bu kez ağzımı sıkı tuttum. Oğlum oy kullanmak için Kocaeli'nden yola çıkmış, Kızımla birlikte az sonra gelecekler. Eşim onları yarın bekliyor oysa (!)

İşleri yoluna koyunca eşim yürüyüşe çıkacağını söylüyor ve aniden ortadan kayboluyor. Her zamanki gibi yanında telefon yok. Hani düşse kalsa haber veremeyecek. Bu güzel bir sürpriz olacak ona, döndüğünde çocukları karşısında görecek. Oğlumu arıyorum. Bir çeyrek saatlik yolları kalmış.

Eşim yürüyüşten dönüyor. Yukarı yaylaya çıkmış. Köylüler bahçemizde sarmaşık topluyorlarmış. Alenen hırsızlık bu (!) "Burada herkes birbirinin bahçesinden ot toplar." diyerek devam etmişler. "Ben de sizin evinize girip tabak çanağınızı toplayım o zaman". demiş. Arsızca "Buyur, gel topla." diye cevap vermişler. Köy girişinde oturan kadınlar bizim bahçeden topladıkları otları satarmış meğer.

Az sonra çocukların arabası giriyor bahçeye. Direksiyonda oğlumu görünce şaşırıyor eşim. Sevinçle yanına koşuyor. "Son ana kadar inanmadım." diyor, sarmaş dolaş özlem gideriyorlar.

Annemi arıyorum. Babam geceyi sorunsuz geçirmiş. Kızım da beni rahatlatıyor. "Hastaneye geldiğinde durumu gerçekten çok kötüydü." diyor. Enfeksiyonu kuruttuktan sonra durumun değişebileceğini söylüyor.

Venüs ile Fifi gün boyunca oynaşıyorlar. Her ikisi de gelen misafirlerin ilgi odağı. Akşama doğru eşim ve oğlumu hasret gidersinler diye eve bırakıyorum. Misafirler bol bol fotoğraf çektiriyorlar. Bir tane de bizim eleman çekmiş bana gösteriyor. 


15 Nisan 2017 Cumartesi

TELEFON

14/04/2017 Cuma, Tire

Yine hızlı geçmeye başladı günler... Sabah kasaba uğradım yağı tuzu tam kıvamında güzel bir kıyma hazırladı. Ayşe Hanıma yeni taşınacağı evin sözleşmesini imzalayacağı için izin verdiğim aklımdan çıkmış Kasaptaki işim uzun sürünce telefon ettim. Uzun uzun çalan telefonuma cevap veren olmadı. Ama bende jeton düştü, geç de olsa. "Kafanı topla adam, dün izin vermedin mi kadına?"  

Güzel bir hava. Artık börtü böcekler canlanıyor. Yemeği organize eden beyefendi Saat 10.30' da geleceğini söylemişti. Gecikince merak edip arıyorum. "On beş dakika sonra oradayız." diyor. Az sonra bir hanım meslektaşıyla birlikte geliyorlar. Hanımefendi tanıdık. Hem komşumuz hem de Zeytin'in doktoru. Gelir gelmez Zeytin'i soruyor. "Bizi bıraktı Hüseyin'e kaçtı." diyorum.

Avluda güneşe nazır bir masa hazırlıyoruz gelen misafirlere. Sadece iş konuşacağımızı beklerken bir şeyler yemek istediklerini  söylüyorlar. Avluda havuzun yanına bir masa açıyoruz. Yemeklerini yerken organizasyon hakkında sohbet ediyoruz. Güzel bir menü hazırlıyoruz birlikte. Masaları U şeklinde düzenleyeceğiz. Önce mesleki bir sunum yapılacak. Eşimin meşhur çorbası ile başlayacak yemek. Hemen arkasından soğuk mezeler masalara dizilecek. Ara sıcaklardan sonra maşa usulü ızgara çeşitleri. Günü yine eşimin meşhur trileçe tatlısı ile taçlandıracağız. Prensip olarak anlaşıyoruz beyefendiyle. 

Ne zamandır arabayı ustaya götürecektim. Akşama kalmadan araya bu işi sıkıştırmaktı niyetim. Telefon ediyorum Ali Ustaya. Hemen gelmemi istiyor. Yağ kaçaklarını gideriyor bir saat içinde. Bir de fren balatalarına bakmasını istiyorum. Kaplan yaylasından inerken frenlere güvenmem şart. "İki üç bin km gider daha ama değişmesi lazım." diyor. Malzeme siparişleri için olur veriyorum.

Yine telefonum durmadı bugün. "TV 8'den arıyoruz, mekanınızı tanıtan bir program yapmak istiyoruz..." Kaçıncı bu? Yok kardeşim bizi misafirlerimiz yeterince tanıtıyor. Çok geçmeden bir telefon daha. "Uzun zamandır abonemizsiniz ve düzenli ödeme yapıyorsunuz." Sabırla ne çıkacağını bekliyorum. "Eeee".  Bu nedenle bizden çok uygun şartlarda, bilmem ne marka akıllı telefon almaya hak kazandınız." Aman Tanrım, bıktım bu can sıkıcı aramalardan, olur olmaz zamanlarda. "Teşekkür ederim hanımefendi, ilgilenmiyorum." Bir başkası arıyor bu kez. Bilmem ne bankası, acil nakit ihtiyacım için, sorgusuz sualsiz, düşük faizli kredi kullanabileceğimi söylüyor. Kendimi tutamıyorum artık yeter. Aşkın Şef gülüyor karşımda. Sen benim adımı ver, bana versinler. Bankalar hep böyledir zaten, ihtiyacı olana günahlarını vermezler.

Telefonum çalıyor. Bu sefer arayan kızım. Amcasının beni arayıp aramadığını soruyor. Aramadığını söyleyince haberi veriyor. "Dedemi hastaneye yatırıyoruz. Ciğerleri kötü durumda. Oksijen tüpü ile solunum sağlamak zorundayız. Taburcu olsa da evden dışarı çıkamaz, tüp yanında olmalı. "Bir ümitle soruyorum. "Ne zamana kadar?" Cevabı net. "Hayatı boyunca."

Kızım çalıştığı hastanenin karşısındaki hastaneye yatırılan babamla yakından ilgileniyor. Gelişmeleri takip ediyorum. Ciğerlerinde enfeksiyon varmış. Antibiyotik tedavisine başlanmış. Hastanede geçireceği süre belli değilmiş. Yüksek çıkan değerleri var. Kızım yanlarında, "Eğer buna sebep enfeksiyon ise, antibiyotik tedavisinden sonra tüpe gerek duymayabilir küçük bir ihtimal de olsa." Bu küçük ihtimale sarılıyorum. Hiç bir olumsuz durum gelmiyor aklıma. İyileşip taburcu olacak. Annemi arıyorum, kulakları iyi duymuyor. Odasına geçtikten sonra konuşabiliyoruz.

Arabanın işi bitiyor bugünlük. Pazartesi günü sabah ustaya bırakacağım balatalarını değiştirmeleri için. Kendi arabasını verecek benimki çıkana kadar. Ustaya babamın durumundan bahsediyorum. Bu aralar bir gelişme olursa acilen İzmir'e gidebileceğimi söylüyorum.

Akşam misafirleri geliyor. Kızımla görüşüyorum. Babam hakkında son bilgileri alıyorum. Şu anda durumu iyi görünüyor. Aynı odayı paylaştığı bir hasta ile hemen arkadaş olmuş. Çok badireler atlattığını bildiğim için bunu da atlatacağını düşünüyorum.

Sanatçılar en acı günlerinde programa çıkar, onları izlemeye gelenlere yaşadıkları sıkıntıyı hissettirmezler ya. işte ben de kendimi onlar gibi hissediyorum. Misafirler son derece memnun hallerinden. Taş Ev çok güzel fotoğraf veriyor. Özellikle gece fotoğraflarında ahşap çatının cama yansımasıyla birlikte şehrin ışıklar içindeki gece manzarası olağanüstü bir görüntü çıkarıyor ortaya. Misafirlerimiz bu durumu kaçırmıyor hiç. Hemen telefonlarını uzatıp fotoğraflarını çekmemi rica ediyorlar. Çekilen her fotoğraf sosyal medyada yayınlandıktan sonra bize reklam olarak geri döndüğünü biliyorum.

Gecenin karanlığında Fifi'nin havlama sesleri duyuluyor.  Avluya çıkınca koşup geliyor yanıma. Konuşuyorum onunla. "Ne oldu kızım? Gelen misafirlerimiz mi var? Koruyor musun evimizi?" Üzüntümü paylaşan gözlerle bakıyor bana. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor, "Merak etme, bir şey olmayacak babana."    

14 Nisan 2017 Cuma

GÜN BATIMI

13/04/2017 Perşembe, Tire

Düne göre hava biraz daha iyi. Gökyüzü parlak, çevremiz her geçen gün yeşile boyanıyor. Ağaçların çoğu çiçeklerini dökmüş, meyveye dönüyorlar. Terastan kayısı ağacının ham meyvesini koparmıştı misafirlerimizden biri. Gelip bana bilgi vermişti sonra nezaketen. "Çağla bademinizden iki tane koparttım, haberiniz olsun."

Ayşe Hanım'ın bahçeye diktiği tohumlar filizlendi. Çocuğunu severmiş gibi neşeleniyor onlardan bahsedince. Fifi ayaklarımızın etrafında neşeyle dolaşıyor. Dün geceyi düşününce daha çok sevmeye başladık onu. Kesik kesik havlıyordu gecenin karanlığında. Gelen misafirleri bize haber verirken çıkarttığı seslerden oldukça farklıydı duyduğum. Hemen avluya çıkıp karanlığa doğru baktım. Garip bir hayvan bahçede kulaklarını dikmiş heykel gibi duruyor. Bu görüntü biraz ürküttü beni. Fifi bir yandan değişik bir tonla havlamasına devam ederken hayvanın çevresinde dolanıyor ayaklarını ısırmaya çalışıyordu. Bizim Fifi'nin en az üç katı iriliğindeki hayvan adeta büyülenmiş gibiydi, hareketsiz kala kalmıştı. Dik kulaklarıyla önce kurt köpeğine, daha sonra tilkiye benzettim. İçeri girip şefe haber verdim. "Aşkın Şef koş, bahçede tilki var, tavuklar tehlikede." Hemen yetişti. Üzerine doğru gidince hayvanın bir kurt köpeği kırması olduğu anlaşıldı. Önce bahçenin içine doğru kaçarken şefin yönlendirmesiyle kapıya döndü. Bizden de cesaret alan Fifi kaçan köpeğin peşinden koşarken avazı çıktığı kadar havlıyordu. Bahçe kapısından çıktığından emin olunca döndük geriye. Fifi ufak tefek görünüşüne rağmen bir kurt köpeğine kafa tutmuş bizi başarıyla korumuştu. 

İki gündür hiç sevmediğim siyaset ve siyasi konular üzerinde düşünüyorum. Düşüncelerim ister istemez kalemime düşüyor. Kafamda dolaşan bazı soruları ve kişisel değerlendirmelerimi yazdım, rahatladım. Referandumdan sonraki durum hakkında yazar mıyım yazmaz mıyım bilemiyorum. Nasrettin Hoca'nın yanmakta olan merkebine hitaben sarf ettiği güzel bir söz çınlıyor kulaklarımda, "Aklın varsa göle..."  

Akşama değerli misafirlerimiz var. Misafir değil aslında eşimin yıllarca birlikte olduğu arkadaşları. Henüz üşümüyoruz ama ilerleyen saatlerde hava soğuyabilir endişesiyle şömine sobayı yakıyorum. Misafirlerimiz erken saatlerde geldikleri Taş Ev'de güzel saatler geçiriyoruz. Önce yuvarlak kocaman bir şeker görünümündeki güneşin batışını izlemekle başlıyoruz. Pembe, turuncu, kırmızı renklerinin karışımı, yumuşak görünümlü yuvarlak bir şeker bu gördüğümüz. Salondaki büyük camlara yansıyor önce bu güzellik. Hemen terasa koşuyoruz. Ağaçların arasında kaybolmak üzere. Cep telefonlarımızın çektiği fotoğraflara yansımıyor bu güzellik. Yanımızda profesyonel fotoğraf makine olmadığına hiç bu kadar hayıflanmamıştık. Gerisin geriye salona koşuyoruz. Buradaki görüntüyü ağaçlar engellemiyor. Ancak yine gördüğümüz bu güzellik çektiğimiz fotoğraflara yansımıyor.

Sohbet koyulaşıyor. Hanımefendi sanki tiyatro eğitimi almış. Bunu sorunca lafını bölmeden sallıyor başını, haklısın der gibi. İzmir Özel Türk Kolejinde yatılı okurken ağzına koymadığı yemekleri hocasının ona nasıl yedirdiğini, sonunda bir arkadaşıyla bir olup okuldan nasıl kaçtığını usta bir tiyatrocu havasında öyle bir anlatıyor ki gülmekten kırılıyoruz. Akşam eve gelince annesi açıyor kapıyı. Birden görünce kızını karşısında, diğer anneler gibi ağzını açarak kocaman "Aaaa, aşı mı oldunuz?" Bu anı öyle bir canlandırıyor ki karşımızdaki sanki Sumru Yavrucuk.

İster istemez konu yine referanduma kilitleniyor. Onlar benim kadar kötümser değil. Halkın gerekli dersi vereceğine inanıyor. İktidar partisinden yana olup bu kadar yetkinin bir kişide toplanmasına karşı duranların olduğunu dile getiriyorlar. Şaşırıyorum...    

DEMİRYOLU GEÇİDİ

12/04/2017 Çarşamba, Tire

Dün pazar alışverişini şefe yaptırmıştım. Domates fiyatları hala çok yüksek. Dün telefonla aramış, en ucuzu dört beş lira olduğunu söylemişti. Bunun üzerine "Bırak sen, yarın gider halden alırım." demiştim. Biraz erken çıkıp emanet bıraktığı bir esnaf arkadaşından malzemeleri alıyorum. Hale doğru çeviriyorum yönümü. Kiloda kazancım sadece elli kuruş. Bazen pazardaki fiyattan bile daha yüksek fiyatlardan aldığımı düşünüp seviniyorum yine de. Düşünüyorum da; sanırım bazı yapısal değişiklikler oldu bende. Eskiden ekmek kaç para diye sorsa biri, utanır cevap veremezdim. Nadir olarak yaptığım alışveriş sonrası eşim sorardı. Falancayı kaça aldın? Cevap veremezdim hiçbir seferinde. Şimdi öyle mi ya, kuruşu kuruşuna her aldığımın fiyatını biliyorum.

Yaylaya çıkıp kolları sıvıyoruz. Hava bugün oldukça serin. Yağmur yağdı yağacak. Her seferinde şömine sobayı son defa yaktığımı düşünüyorum. Öyle gün boyu yakmama gerek kalmıyor. Salonda soğuğun kırılması için birkaç odun atsam yetiyor. Şef işinin başında. Pazar alışverişi türlü türlü mezelere dönüşüyor. Bir anda ortalığı kesif bir koku sarıyor. Hayran olduğum bir koku bu. Çocukluğum geliyor gözlerimin önüne. Tek katlı, arka tarafta küçük bir avlusu olan evimizin mutfağındaki bakır tencerede pişen arapsaçının anason kokusunu hatırlıyorum. Hiç bu kadar güzel ve kuvvetli bir rayihaya şahit olmamıştım. Hemen mutfağa koşup şefe soruyorum. "Nereden aldın bu arapsaçını, nefis kokuyor?" Aşkın Şef işine iyice konsantre olmuş, başını kaldırmadan "Köylüden aldım, yetiştirme değil." diyor.

İşlerimi tamamladıktan sonra bilgisayarımın başına geçiyorum. İki gün boyunca her gittiğim yerde siyaset görmekten bıktım. Panolarda, televizyonlarda, radyolarda, sohbetlerde siyasetten başka bir şey yok. 16 Nisan'dan sonra işler arapsaçına dönecek endişesini içimde hissediyorum. Bir demiryolu geçidindeyiz sanki. Bariyeri birileri kontrolsüz şekilde açacak 16 Nisan'da. Oluk oluk akacak insanlar demiryoluna. Durmadan, duymadan, bakmadan, dinlemeden, düşünmeden... Gelecek tehlikeyi görmeden... Oysa kocaman bir kara tren geliyor karşıdan. Ezip geçecek üzerlerinden.

Başka bir şey yazmak gelmiyor içimden. İnsanların sormadan sorgulamadan vereceği oylara göre ülkenin kaderinin belirlenmesini yadırgıyorum. Ülkemiz üzerinde oynanan büyük oyunu görmüyor gözler. Gözlerin görmediği daha çok şey var. Mesela Kılıçdaroğlu'nun yeni yeni gündeme getirdiği "Kontrollü Darbe" iddiası. Benim sözde darbenin ikinci günü gördüğümü nasıl görmüyor bu insanlar. Hepsi bir oldular, kuzu kuzu gittiler CB yi demokrasi kahramanı yaptılar. Açıkçası o zamanlar Kılıçdaroğlu'nun halkın nazarında darbeci damgası yememek için sözde darbeyi eleştirmekten çekindiğini düşünmüştüm. Politikanın kuralları farklı olsa da, halk onu düşünür, böyle etkilenir demeksizin doğruların üzerinden gitmeli bence. Mesela Sakarya'da kara çarşaflılara CHP rozeti takılmasını da eleştirmiştim. Eşim "Olsun varsın onları da kazanmak lazım." derken, ben "Hayır." demiştim. "Bu insanlar Atatürk'e, onun yarattığı modern Türkiye Cumhuriyetine karşılar. Eskiye, dinin yaşam şekli olarak algılandığı düzene yakınlar. Bunların CHP gibi bir partide işleri de yerleri de olmaz." Nitekim üç gün geçtikten sonra Baykal'ın törenle taktığı rozetleri fırlatıp atmıştı hepsi.

Bugün de siyaset yazıyorum hiç istemediğim halde. Hiç bir partiyi ya da organizasyonu savunmuyorum. En fazla eleştireceğim parti CHP aslında. Parti görüşleri değil eleştirmek istediğim. İktidara gelme mücadelesinde yaptıkları vahim hatalar. İktidar partisinin yaptığı hataların yüzde birini onlar yapmış olsalardı çoktan silinir giderlerdi. Ülkeyi talan etmelerine, keselerini haramla doldurmalarına, dış politikada devletimizi sersefil etmelerine, terörü hortlatmalarına, adaleti can güvenliğini yok etmelerine, dini siyasete, ticarete, sosyal yaşama alet etmelerine rağmen iktidarın hala ayakta kalması ve iki kişiden birinin oyunu alması iktidarın başarısı değil, muhalefetin, özellikle CHP'nin acizliği. Başka bir şey demiyorum.

"Kontrollü Darbe" konusuna gelince: Ne demek bu? Bu şu demek: Yapılacak darbe biliniyor ve hazırlıklar takip ediliyordu. Her türlü tedbiri aldılar. Kimin ne yapacağı önceden belliydi. Hatta onlardan önce düğmeye basıp darbecileri paniklettiler, hazırlıksız yakalanmalarına sebep oldular. Bence bu söylem en iyimser senaryo. Bakmayın siz sahte demokrasi kahramanlarına. Bana göre sözde darbeyi tezgahlayan iktidarın ta kendisi. Fetö falan hepsi hikaye. Ülkeyi parçalayacak, karanlık günlere götürecek senaryonun mimarları belli. ABD, Fetö ve iktidar...  Nereden mi vardım bu kanıya. Her şeyden önce Fetö'yü devletin en kritik makamlarına yerleştirenler kim? Askeri Şûralarda Fetöcü subayların ordudan atılmasına şerh koyanlar kim? İktidara geldikten sonra orduyu, yargıyı, polisi, valiyi, kaymakamı ve bütün kritik görevleri Fetöcü'lerle dolduranlar kim? İktidarın ta kendisi elbette. Ya darbe maskaralığı? Boğaz köprüsüne iki tank gönder, radyolar, TV'ler bas bas darbenin naklen yayınını yapsın, camilerde salalar okunsun, milleti sokağa dök, darbeyi önle. "Şehitlerin kemiğini sızlatıyor Kılıçdaroğlu" diyor başbakan, "Kontrollü Darbe" dedi diye. O vebal kurdukları senaryo gereği halkı sokağa dökenlerin üzerinde. Sözde demokrasi şehitleri diyorlar. Şehit dedikleri tankın topuna elini sokup darbeyi önlediğini sanan zavallı insancıklar... ABD niye Fetö'yü vermiyor. Verir mi hiç ortağını. Yok eder, ortadan kaldırır yine vermez. İktidarın da işine gelmez bu, pislikleri dökülmesin diye. Bence Fetö ile iktidar ortaklığı devam ediyor. Siz hiç siyasetten Fetö'cü diye sorgulanan, hapse atılan birini duydunuz mu hiç? Fetö iktidarla anlaşmaları gereği yasa dışı işleri sahipleniyor. Hırsızlıkları, dış politika yanlışlarını, terörü, yitirilen canları ve her türlü politik başarısızlıkları at Fetö'nün üzerine, kendini çıkart temize. Fetö bu tabloyu niye kabul etti acaba? Ortaklardan birinin bu pislikleri, diğerlerini temize çıkarması karşılığında kabullenmesi gerekirdi. Bu ABD olmayacağına göre ya iktidar ya Fetö olacaktı. Eğer darbe başarılı olsaydı günah keçisi iktidar olacaktı. Darbeye karşı kazanan taraf, üzerindeki bütün kara lekeleri Fetö'ye yıkmış oldu. Günlerce bütün televizyon kanalları adeta beyin yıkayarak bunun bir darbe olduğunu anlattılar. Anlatmak zorundalardı. Tekrar tekrar, ballandıra ballandıra... Böyle bir darbe ne görülmüş ne duyulmuştu. CB'nin, ordunun başındaki kişinin yanlarından ayrılmayan emir subayları Fetö'nün has adamları değil miydi? Madem iktidarı ele geçirmeye niyetleniyorsun, halka tankları göndermek yerine bu makamdakilerin kafasına birer kurşun sıkmak daha mı zordu? Bak o zaman bir kişi çıkar mıydı sokağa? Önceden uygun yerlere monte edilmiş kamera görüntüleri servis edilmeye başlandı, yeni görüntüler çıktı diyerek. Bir anlaşma vardı aralarında. Aksaray külliyesine dokunulmayacak. Meclis bombalanabilir. Haberler uçtu jetlerden önce. Meclisteki sözde demokrasi havarileri barınaklara kaçtı. Tamam, kimse kalmadı, meclis bombalanabilir. Her şey kontrol altında. Aman bir siyasetçimizin burnu kanamasın. Halktan ölenler olabilir. Onlara da terör mağduru, şehit der, ailelerine üç beş kuruş verince  ağızlarını kapatırız. İşte kontrollü darbe bu. Ama var mı bir babayiğit bunları dile getirecek, şöyle etkili, yetkili makamdan? Yok tabii. Ya Fetö'cü derler sonra, ya da terörist. Gelsin desinler bana. Alnım ak, sicilim temiz. Her şeyden önce ahmak değilim.

Yeter artık bu kadar siyaset. Sakin sayılabilecek bir gün geçirdik ama Mayıs ayı rezervasyonları süper. Mayıs ayının üç günü restoranı kapattık gibi. Hele bir grup var ki tam seksen kişi.  Mecburen bahçede ağırlayacağız misafirlerimizi.       

12 Nisan 2017 Çarşamba

AK KAŞIK

11-12/04/2017 Salı,  Çarşamba, Tire

Ne bir partiye üyeliğim oldu ne de bir partinin fanatik destekçisi oldum bugüne kadar. Ülkemizde uygulanan çok partili sistem bu şekilde gittiği sürece benim mizacımdaki bir insanın politika yapması bir tarafa oy kullanması dahi zoraki oluyor. Bugün siyaset yazacağım. Siyasi bir yazı değil bu. Bazılarının hoşuna gidebilir, hatta katılabilir düşüncelerime. Ama biliyorum ki bazılarının hoşuna gitmeyecek söylediklerim. Tek dileğim bizi yönetmeye aday kişilerin sözlerine göre değil, yaptıklarına göre karar verilmesi. Hani derler ya, "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz."

Referandum tarihi yaklaşıyor. Şehrin bütün panoları iktidar partisi tarafından zaptedilmiş. Muhalefete kenarda köşede birkaç yer kalmış. Hangi TV kanalını açsam, ya partili tarafsız cumhurbaşkanı, onun dizinden ayrılmayan başbakan, reislerine şartsız biat eden bakaniar, milletvekilleri ve siyaset konuşanlar çıkıyor karşıma. Çok ender muhalefet parti liderlerinin toplumun ilgisini uyandırmaktan uzak bir iki cümlesine ve görüntüsüne rastlanıyor. En iyi yönetim şekli dedikleri "demokrasi" bu mu? Önüne gelenin boğazını sık, sen bas bas bağır. Atatürk'e ve onun kurduğu cumhuriyete kin besleyenler sokaklarda... Ellerinde "evet" bayrakları... "Neye "evet"? Tayyib'e evet. Anayasa değişikliği, başkanlık sistemi? "Boş ver onları, Reis ne yapsa doğrusunu yapar." Bu insanlarla benim oyum aynı değere sahip ya, beni üzen, kahreden konu bu. Millete gidiyoruz, söz milletin türünden lakırdılar oldum olası korkutuyor beni. Millete güvenmiyor musun sen? Kim ne derse desin, benim cevabım kocaman bir "Hayır" Evet, millete güvenmiyorum. O millet ki, demokratik bir şekilde diktatörünü seçmiş, yine seçecek. Kenan Evren'i referandumda Fransızlar mı yoksa İngilizler mi getirdi başımıza?

Kendimi zor tutuyorum. Aziz Nesin bir laf etmişti hani... Sonra Türk Milletine hakaret etti diye dava açmışlardı. Benim söyleyeceklerim müebbet hapislik bu millet hakkında. Ama susuyorum. Korkmak değil susmamın nedeni. Yanlış anlaşılmak. Beni anlayacak olanları geçersek, anlamayana laf anlatmanın zorluğu korkutuyor beni. Ama anlatacağım yine dilim döndüğünce aklımda kalmayıp dışarı taşanları...

Bazı sorular var bu milletin sorması gereken. Tıkıyor kulaklarını güzel halkım, başkaları sorunca.

Atatürk'çü subaylar, yargıçlar, öğretim üyeleri, gazeteciler, siyasiler defalarca uyardıkları halde Fetö'nün devlet içinde yapılanmasına kim, kimler imkan verdi? Onları kimler himaye etti, onlara kimler destek verdi? Şimdi ülkeyi ele geçirmeye teşebbüs eden iktidar sahipleri, Fetö örgütünü dize getirdik diye kahraman ilan ediyorlar kendilerini. Yahu, Fetö sizdiniz, sizin arkadaşlarınızdı. Aranızda paylaşamadınız iktidarı sadece. İktidar para demek. Haksız - siz haram diyebilirsiniz olarak elde ettikleri parayı paylaşamadılar. Bütün işlenen suçlar, hırsızlıklar, haksızlıklar, ayakkabı kutularındaki paralar, gemicikler, adaletsizlikler, dış politika başarısızlıkları, yanlış kararlar, düşürülen Rus uçağı, her türlü siyasi hatalar Fetö'ye yapıştı, kendileri sütten çıkmış ak kaşık. Başka söze ne hacet. Sadece bu bile yüce divanda yargılanmayı, yüzlerce kez müebbet hapis cezasını gerektirir. Ah, zavallı Menderes, bana göre pek makbul bir kişi olmasan da, şimdikileri görünce kendimi tutamıyorum, bebek davası, kilot davası deyip ayıp etmişler sana.

Ya PKK terör örgütüne verilen tavizleri nasıl kabul eder bu halk? O sınırdan zafer kazanmış edalarla giren teröristlere yapılan karşılamalar... Gökler e çıkarttıkları sözde "Barış Süreci". Hele biraz daha sabredebilseydi terör örgütü, neredeyse Abdullah Öcalan'ı serbest bırakacaklardı. Böyle bir dönemi nasıl unutur bu millet? Ülkede cirit atan teröristler ilçelere silah yığınağı yaparken, Allah aşkına söyleyin, valilere "Dokunmayın" talimatını veren ben miydim? Bu kadar büyük hatalar "Aldatıldım." deyince nasıl unutuluyor? Bu milletin beyni dumura mı uğradı?

Hatırlayın bir on yıl öncesini. Ne demişti başbakan? Dünya ülkeleriyle, komşularla "sıfır sorun." Neydi bu politikanın adı? "Win-win" Yani "kazan-kazan" Amerika, Avrupa ülkeleri, Rusya kazanan, biz hep kaybeden. Sıfır sorun derken, bütün ülkelerle papaz olmadık mı? Yoksa onlar da mı kandırdı kötü kaderimizin mimarını?  

Kardeşim Esad'ın Esed'e dönüşünü, refah düzeyimizin her geçen gün daha da aşağı çekildiği, fırsat eşitsizliğinin alabildiğince arttığı memlekette halkı doyurmakta zorlanırken oy devşirmek pahasına üç milyon Suriyeliye kucak açışını unutmak mümkün mü? Sınır boylarımızın terörist örgütlerle dolmasına sebep olan yanlış politikaları güden, her gün çatışmalarda ölen ana kuzularına, şehirlere kadar inen bombalı saldırılarda ölen halkımıza bu zulmü yapan bir insan nasıl bu kadar oy toplar?

Gezi olaylarına katılan ve sazlı sözlü, yaratıcı eleştirilerini duyurmaya çalışan gençlere terörist deyip, camide içki içtiler diye iftira atma küstahlığını gösteren, üzerlerine gaz sıkan, silah attıran güruha hükmedenler ne çabuk unutturuyorlar marifetlerini...

Ergenekon, balyoz, kafes vs. davaları saçmalığıyla yıllarca ülke gündemini meşgul eden, bütün Atatürkçü insanları görevden alan, küçük düşüren, hapse attıran, hürriyetlerini kısıtlayan ya da bunlara göz yumanlar hangi yüzle oy istiyorlar halktan? Az mı geldi yaptıkları. Ne kaldı geriye? Gaz odalarında toplu infaz mı, fırınlarda yakıp sabun yapmak mı? 

Prof. Dr. Türkan Saylan gibi vatansever bir bilim insanına yaptıklarını nasıl unutturuyorlar bu halka. Korkarım ki tarih en salak millet diye yazacak bizi.