7 Mart 2018 Çarşamba

ROMA III (son)

13/02/2018 Salı


Floransa'dan çıkmadan önce otelimizde keyifli bir kahvaltı yapıyoruz. Bu kadar zengin bir açık büfe beklemiyordum doğrusu. Peynir, reçel çeşitlerinin yanı sıra sıkma portakal suyu bile vardı masada. Bulunmayan tek şey batı ülkelerinin kahvaltıda yer vermedikleri zeytin. Toparlanıp otelden ayrılıyoruz. Hava açacağa benziyor. Otelin arka sokağındaki duraktan bindiğimiz belediye otobüsü bizi tren istasyonunun önüne kadar götürüyor. Amacımız öncelikle Roma'ya ilk kalkacak treni bulmak. Bilet satış yerinde uzun bir kuyruğa giriyorum. Sıra bana geldiğinde Roma'ya gitmek istediğimi söylüyorum görevli memura. Bilgisayarında bir şeyler karıştırmaya başlıyor. 




Uzun bir bekleyişten sonra "Roma'ya ilk tren on beş dakika sonra, iki kişi 80 Euro." diyor. Mecburen parasını ödeyip biletlerimizi alıyorum. Mecburen diyorum, çünkü diğerleri gibi önceden alabilseydim fiyatın yarısını ödeyecektim. Bu yüzden kaliteli "ristorante" lerden yenebilecek en az üç porsiyon "spaghetti di mare" den oluyorum.





Işıklı hareket saatine beş dakika kalmasına rağmen bilgilendirme levhasında trenin yanaşacağı peron numarası hala belli değil. Nihayet beş dakika rötar olduğu bilgisi yansıyor levhaya. Bu bizi biraz rahatlatmış görünse de rötar süresinin önce on  dakikaya, daha sonra yirmi beş dakikaya çıkması canımızı sıkıyor. Birbiri ardına yapılan rötarlardan sonra bineceğimiz trene ait bilgilerin ışıklı levhadan tamamen silinmesi karşısında telaşlanıyoruz. Kısa süre sonra trenimizin yanaşacağı peron yeniden yansıyor levhaya. Kalkışa fazla bir zamanımız olmadığı için elimizdeki bavullarla peronu bulmaya çalışıyoruz.








En sonunda aradığımız peronu buluyoruz. Platform üzerindeki ışıklı panolardan doğru trene bindiğimizi bir kez daha kontrol ettikten sonra vagon kapısından zor bela bavulumuzu içeri alıyorum. Hemen arkamdan yaşlı bir kadın giriyor eşimden önce. Kapının önünde biriyle gevezelik yaparken otomatik kapı aniden kapanıyor. Ben trenin içinde, eşim dışarıda kala kalıyoruz. Bağrışmalar çağrışmalardan sonra "pıssst" diye kapı açılıyor, rahat bir nefes alıyoruz. Böyle bir durum yaşayacağımız aklımızın ucundan geçmediği için birbirimizi nasıl, nerede bulurduk bilemiyorum. Bir süre sonra tren boşaldığını ve herkesin bir tarafa koştuğunu fark ediyorum. Acaba yeni bir anons yapıldı da duymadım mı? Toparlanıp trenden iniyoruz aşağı. Bu arada bizden sonra kalkması gereken tren gözümün önünde hareket ediyor. Işıklı levhaya bakıyorum Bu kez trenimizin yanaşacağı yeni bir peron numarası açıklanıyor levhada. Bir kez daha koşuyoruz belirtilen perona.




Nihayet trenimiz kalkıyor. Bugün yatağımızdan ters kalktık galiba. Hareket ettikten on dakika sonra anons yapılıyor: "Teknik bir çalışma nedeniyle trenimiz durdurulmuştur, bir gelişme olursa size bilgi verilecek." İki saatlik tren yolculuğumuz bu gecikmelerle üç buçuk saate çıkıyor ve artık yabancısı olmadığımız Roma Termini istasyonuna varıyoruz. Şükürler olsun ki Roma'da güneşli bir hava karşılıyor bizi.





Geçen hafta üç gecemizi geçirdiğimiz istasyonunun yanı başındaki otelimize (konuk evi desek belki de daha doğru) varıyoruz. Asansörle üçüncü kattaki daireye çıktıktan sonra elektronik kilitli kapının aklımızda tuttuğumuz şifresini tuşluyorum. Daha önce kaldığımız odamızın kapısına adımızı yazmaları, temizleyip düzenlemiş olmaları çok hoşumuza gidiyor. Hiç kimseyi görmeden, eşyalarımızı bırakıyor otelden ayrılıyoruz.








Cumhuriyet Meydanının ortasında yer alan Su Perileri çeşmesi ile perdeyi açıyoruz. Pantheon'a doğru hareketli cadde ve sokaklarda ilerlerken eşim ilgisini çeken mağaza ve dükkanlara takılıyor. Bir markete giriyoruz, atıştırmalık bir şeyler almak için. Eşimin onca ürün içinde en çok ilgisini çeken yine temizlik malzemeleri reyonu. Evdeki duşakabinin camlarındaki su damlası izlerini hangi tür temizlik malzemesi kullanırsa kullansın bir türlü yok edemeyince, bu durum kafasına fena takılmış durumda. Bu yüzden deterjan arayışına sınır ötesinde hız kesmeden devam ediyor. Yanımızda belirip konuşmalarını kimsenin anlamayacağından emin görünen başı örtülü genç bir kadın, kocasına Türkçe bir şeyler anlatıyor. Eşimle göz göze gelip gülümsüyoruz.








Yolumuz bizi geçen hafta gördüğümüz yerlere getiriyor. Roma'nın en meşhur caddesi olan Via del Corso üzerinden bir kez daha geçip İspanyol Merdivenlerinin bulunduğu Piazza di Spagna ve Aşk Çeşmesi olarak bilinen "Fontana di Trevi" ye geliyoruz. Eşime takılıyorum. "Bak para attık, bir hafta sonra geldik yine. Demek ki çeşmenin önündeki havuza "para atıldığında tekrar gelirsiniz" söylentisi boş değilmiş." Çeşme bugün çok kalabalık, caddeler hareketli. Sokak sanatçıları yerlerini almış. Biri sprey boyalarla Colosseum'u çağrıştıran resimler yaparken diğeri elindeki gitarla neşeli müzikler çalıp söylüyor. Ortalık cıvıl cıvıl. Epeydir yol yürüdüğümüz için yorgunluk alametleri başlıyor. Eşim sürekli soruyor "Gelmedik mi daha?" Aşk Çeşmesine yakın bir kafede oturup "gelato" dedikleri Roma dondurmasının tadını çıkarıyoruz. Bir daha ne zaman nasip olur bilinmez.




Sonunda tüm tanrıların tapınağına yani Pantheon'a varıyoruz. Uzun bir kuyruk var önünde. Binanın içine belli sayıda ziyaretçi girmesine müsaade eden bir görevli var kapıda. Emniyet şeritleriyle çevrilmiş kulvarda kuyruğa giriyoruz. 



On beş dakika sonra binanın içindeyiz. Büyük bir kubbeyle kapatılan çatının ortasında ışığın girmesine yarayan dairesel cam pencere (oculus), koca salonu aydınlatmaya yetiyor. Yapımına MS 118 yılında başlanan Pantheon önceleri bir pagan tapınağı iken 7. yüzyılda "Vebayı yayan şeytanlar bu tapınaktan çıkıyor" söylentisi üzerine kiliseye dönüştürülmüş.




Hava güzel, üşütmüyor. Yönümüzü Piazza Navona'ya çeviriyoruz. Meydana adımımızı atar atmaz gördüklerimiz büyülüyor bizi. Oldukça geniş alana sahip bu meydan, eski bir stadyum üzerine yapılmış. Navona meydanındaki en güzel eserlerden biri de Roma'nın ünlü çeşmelerinden Dört Nehir Çeşmesi, dört kıtanın dört nehrini temsil ediyormuş. Burada yer alan yapılar 16. ve 17. yüzyıla ait. San Luigi dei Francesi Kilisesi onlardan bir tanesi.






Yorulmamıza rağmen gezmeye devam ediyoruz. Yine merak ettiğimiz yerlerden biri Piazza di Campo de Fiori. Her ne kadar meşhur pazarının saati geçmiş olsa bile görülmesi gereken güzel meydanlardan biri olduğunu tahmin ediyorum.























Meydana ayak basar basmaz tahminimde yanılmadığımı anlıyorum. Cıvıl cıvıl, sıcacık bir meydan burası. Köşede rengarenk çiçeklerin sergilendiği tezgahlar, çevredeki şen şakrak seslerin yükseldiği restoranlar ve yöresel yemeklerin sunulduğu aile işletmeleri "trattoria" lar bütün yorgunluğumuzu alıyor. Soğuk bir bira eşliğinde taş fırında pişirilen güzel İtalyan pizzası uzun seyahatimizin tadını damağımızda bırakıyor.






Artık hava iyice karardığından otelimize dönüş yollarını aramaya koyuluyoruz. Bu saatten sonra yürüyerek dönmemiz mümkün değil. Eşimde adım atacak hal kalmamış. Haritaya, navigasyona bakıyor, yakınlarda bir metro istasyonu veya otobüs durağı bulamıyoruz. Sonunda karşımıza çıkan "Tabacchi" dükkanlarından birine en yakın otobüs durağını soruyoruz. Artık otelimize dönüş zamanı.







Yatağıma uzanıyor, İtalya seferimizi değerlendiriyorum. Evet, uzun bir seyahat ama çok güzel vakit geçirdik. Çok güzel yerler gördük. Napoli'de telefonu çaldırmam, birkaç gün yağmurun peşimizi bırakmaması ve bu sabah treninin bize yaptırdığı köşe kapmaca dışında başka bir olumsuzluk yaşamadık.






Elbette yola çıkmadan yaptığım detaylı program, konaklayacağımız yerlerin belirleyip biletlerimizi önceden almanın payı büyük. Eşim de memnun kaldı bu geziden. Her günü bir başka şehirde geçirmek çok hoşuna gitti. "Bundan sonra nereye gitsek?" sorusuna daha şimdiden cevap aramaya başladık. Kim bilir? Belki Yunanistan, belki İspanya belki de Fas.        



6 Mart 2018 Salı

PİSA, FLORANSA

12/02/2018 Pazartesi

Cenova'daki otelimizden biraz erken ayrılıyoruz bugün. Zira hem Pisa hem de Floransa'ya daha fazla zaman ayırmamız lazım. Şimdiye kadar ziyaret ettiğimiz şehirlerin ruhunu yansıtan kültür ve sanat içerikli yerlerin belli merkezlerde toplu olarak bulunması işimizi çok kolaylaştırmıştı. Gel gelelim bugün biraz daha hareketli geçeceğe benziyor. Pisa'da meşhur eğik kulenin dışında görülmesi gereken bir sürü yer olması sebebiyle programımızı esnek tutmuş, Pisa'dan sonra Floransa'ya bilet almamıştım. Geç kalırsak Floransa'yı istediğimiz gibi gezemeden  dönmekten korkuyordum. Bu yüzden Roma-Floransa için bilet alma işini de son güne bırakmıştım. Yani Pisa ve Floransa'ya ayıracağımız zamanı baştan kestirememiştim.

Kısa bir yürüyüşten sonra geldiğimiz Genova Brignole Tren İstasyonundan 07.12'de hareket ediyoruz. Tiren Denizi kıyısını takip ederek İtalya'nın turistik batı sahilleri boyunca güneye iniyoruz. Trenimiz yolumuz üzerinde bulunan meşhur Portofino ve Cinq Terre köylerini geçerken  ara istasyonlarda yolcularını indirip bindiriyor.

Bologna'dan beri bize eşlik eden güneş "Benden bu kadar" dercesine tepemizden çekilerek, yerini yağmurlu bir havaya bırakıyor. Yolculuk sürelerimiz garip bir şekilde kat ettiğimiz yolun kilometresine bağlı değil. Genel olarak şehirler arası seyahatlerimiz iki saat kadar sürüyor. Tren biletlerini ayarlarken dikkatimi çekmeyen bu durum hoş bir tesadüf. Farkında olmadan uzak mesafelere hızlı, daha yakınlara orta hızdaki trenleri seçmişim demek. Pisa Merkez Tren İstasyonuna vardığımızda sağanak bir yağmur karşılıyor bizi. Bugün konaklamayı Floransa'da yapacağımız için çanta ve valizler elimizde kalıyor. Onlarla birlikte yağmur altında hiçbir şey yapamayız.

Eşyalarımızı bırakacak bir emanet bürosu bulmayı ümit ediyoruz. İstasyondaki görevlilerden biri yardımcı oluyor ve aradığımız yerin binanın arka tarafında olduğunu söylüyor. Bavul ve çantaların büyüklüğü ya da ağırlığı önemli değil, parça başına beş Euro fiyatla eşyaları teslim alıyorlar.

Yanımıza şemsiyelerimizi alıp meydana çıktıktan sonra gördüğüm ilk "tabacchi shop" tan günlük toplu taşıma biletlerimizi alıyorum. Sorup soruşturduktan sonra kentin en önemli meydanı olan "Piazza dei Miracoli" yani Mucizeler Meydanından hangi otobüslerin geçtiğini öğreniyorum. Otobüse bindikten sonra navigasyonla ilerlediğimiz güzergahı takip ederken gözüme kestirdiğim birisine inmemiz gereken durağı soruyorum.  Yağmur altında adres  aramak arzu ettiğimiz bir şey olmadığı gibi boşa kaybedecek zamanımız da yok.  İndiğimiz durakta yağmurun şiddetini yitirip ahmak ıslatan moduna geçmesi yine de şükredilecek bir durum bizim için.


Ara sokaklardan birinin çıkışında hedefimizdeki meydana ulaşıyoruz. Dünya gözüyle görmeyi çok arzuladığım ve sadece bu yüzden programa aldığım Pisa Kulesi işte, tam karşımızda. En önde Galile'nin vaftiz edildiği İtalya'nın en büyük vaftizhanesi, onun arkasında Toscana bölgesinin en büyük katedrali ve en arkada muhteşem Pisa Kulesi.

Hava kapalı olduğu halde gökyüzü yüksek. Böyle bir havada olmasını beklediğim kara bulutların yerine gümüş renkli parlaklık etkileyici yapılara gizemli bir fon oluşturuyor.

Mucizeler Meydanındaki ünlü eğik kuleye doğru yaklaşırken bol bol fotoğraf çekiyoruz. Yapımına 1173 yılında başlanan Pisa Kulesini görüp de şaşırmak elde değil. Evet, eğik bir kule olduğunu biliyoruz ama bu kadar mı eğik olur? Her an yan yatacakmış, devrilecekmiş gibi duruyor. Bologna'nın ikiz eğik kuleleri Asinelli ve Garisenda Pisa Kulesini gördükten sonra eğikliğini unutturuyor. Eşime kuleye çıkma teklifim "Ne olur ne olmaz, yıllarca devrilmemiş biz çıkarsak devrilesi tutar." gerekçesiyle havada kalıyor. Bu kadar yan yatmışken hiçbir sütunun çatlamaması, kapıların çalışması nasıl mümkün olur? Her yıl kapı kasalarını elden geçirdiklerini, kule eğildikçe yeniden ayarladıklarını düşünsek dahi o dantel işler gibi şekillendirilen zarif mermer sütunların üzerinde en ufak bir çatlağın olmamasına ne demeli?... Daha dün hizmete girmişçesine bembeyaz binaların uzun yıllar önce yapıldığına inanması güç. 

Buradan ayrılası gelmiyor insanın. Yağmurlu bir gün olmasına rağmen turist grupları meydanı dolduruyor. Pisa Kulesi bu kadar eğik olmasaydı yine aynı ilgiyi uyandırır mıydı? Biraz zor. Bu ilgi hemen yanı başındaki Rönesans döneminin en güzel yapılarından St. John Vaftizhanesi ile yapımına 1063 yılında başlanan muhteşem Pisa Katedralini gölgede bırakıyor desem kimse inanmaz. Piazza dei Miracoli'den ayrılırken yağmur başlıyor yine. İstasyona dönmek için durak ararken şehrin sokaklarında dolaşıyoruz. Yolumuz Arno Nehri kıyısına çıkıyor.  Karşı tarafta 1230 yılında inşa edilen ve önemli gotik mimari örneklerinden biri olan Santa Maria Della Spina Kilisesine ilişiyor gözümüz. Daha gidecek uzun bir yolumuz, görülecek kocaman bir şehrimiz olduğu düşüncesi bizi otobüs duraklarına çekiyor. İstasyondaki emanetten eşyalarımızı teslim alıyor ve ilk Floransa trenine yetişiyoruz. 




Bir saat on beş dakika sürecek tren yolculuğu ilaç gibi gelmiş olmalı ki, koltuğa oturur oturmaz gözlerim kapanıyor. Floransa'nın iki ana istasyonundan biri olan Firenze Campo di Mare'de inmemiz lazım. Son durak değil bu, tren Roma'ya kadar gidiyor. Eşim uyandırmasa gözümü Roma'da açmam işten değil (!) Apar topar eşyalarımızı toplayıp iniyoruz. Otele kadar yarım saatten biraz daha az sürecek yürüyüş mesafesi var önümüzde. Yağan yağmur yerleri ıslatmış, hava iyice serinlemiş. Otelin bulunduğu sokağı bulmamız zor olmuyor ancak otele ait bir işaret, bir tabela olmadığından bir aşağı bir yukarı dolanıyoruz. Roma'dakine benzer kat otellerinden biri bu. Sonunda aradığımız yeri buluyoruz. Zile basınca kapı açılıyor ve ikinci kata çıkıyoruz.










Görevli hanımefendi odamızı gösteriyor, gerekli bilgileri veriyor. Odamız fena değil. Ne var ki eşimi bir üşüme krizidir tutuyor. Klima çalışır görünse de çıkardığı sesten başka bir işe yaramıyor sanki. Resepsiyondaki güzel hanımefendiyi çağırıp durumu anlatıyorum. Merkezi sistemle çalışıyormuş klimalar. Odaların sıcaklıkları bilgisayardan takip ediliyormuş. "Tamam, şimdi 24 dereceye ayarladım." diyor. Değişen bir şey yok. Aslına bakılırsa öyle titreme tutacak kadar soğuk değil oda. "Sen şifayı kaptın korkarım." diyorum eşime. "Yok ben bir yere gitmem bu soğukta." deyip yorgana sarınıyor. Canım sıkılıyor bu duruma. "Tamam da, biz buraya otelde yatmak için mi geldik? Floransa'ya gelip Floransa'yı görmeden giden ilk turist biz olacağız." diyorum. "Sana haksızlık etmeyim, sen git gez istersen." diyor bütün samimiyetiyle.








Bir yanım "Sen olmadan ben neyleyim Floransa'yı?" derken, diğer yanım "Buraya kadar gelip görmeden dönmek aptallık." diyor. Napoli'deki kazadan sonra elimizde tek kalan telefonla birlikte eşimi odada bırakıp mahzun bir şekilde otelden ayrılıyorum." Akşamları "Kelime Oyunu" yarışma programı ile takip ettiği dizileri kaçırmadığını biliyorum eşimin. Odadaki televizyonda Türk kanalları çıkmadığından telefonu onun yardımına koşuyor. Bu sebeple konakladığımız otellerde internet olması hayati önem taşıyor(!) Otelden çıkıp sadece birkaç yüz metre ilerledikten sonra kendimi Duomo Meydanında buluyorum. 










Floransa Katedrali ve Çan Kulesi bütün heybetiyle beliriyor karşımda. Oldukça hareketli saatler. Bilinçsizce sokak aralarında dolaşmaya başlıyorum. Aklım eşimde. O yanımda olmadan tadı çıkmıyor bu gezmelerin. Her sokak başka bir tarihi yapıya çıkıyor. Yanımda ne bir gezi notu, ne de yol gösterecek telefon var. Her gün farklı bir otelde kaldığımız için otelin adını bile unutuyorum. Aklıma otelden aldığım kartvizit geliyor.
















Baktım olmadı, en kötü ihtimalle kartın üzerindeki adresten oteli bulabilirim. Gördüğüm her yer muhteşem ama bir fotoğraf dahi çekme imkanım yok. Sokakların arasında resmen kayboluyorum. Yolumu bulacağım diye yeni yeni yerler keşfediyorum. Tam ümitsizliğe düştüğüm anda otelimizin bulunduğu Duomo'ya açılan sokak çıkıyor karşıma. Ne yapıp yapıp eşime gezdiğim bu yerleri göstermeliyim. Onca yorgunluktan sonra aynı yerleri eşime kılavuzluk ederek göstermek hiç sıkmayacak beni. Yeter ki otelden çıkmaya ikna olsun. 















Otele döner dönmez eşime "Hadi hazırlan, gezdiğim yerler o kadar güzel, o kadar görülmeye değer ki, onları görmeden gitmene gönlüm razı değil. Zaten bir tane bile fotoğraf çekemedim." diyorum. İki üç saat dinlenmiş olmanın verdiği enerji ile ikna oluyor. Dışarı çıktığımızda artık hava kararmıştı. Eşimi rahatlatıyorum. "İnan ki, çok yol yürümeyeceğiz." Eşim biraz kendine gelmiş gibi. Hava serin olmasına rağmen önceki kadar üşümüyor. İki saat daha Floransa sokaklarını birlikte geziyoruz. Bu şehrin akşamları da güzel ve hareketli.















Daha görülecek çok yer olduğunu bildiğim için eşime iki seçenek sunuyorum. Ya yarını yine Floransa'ya ayırıp  akşama doğru Roma'ya dönelim ya da sabahleyin doğrudan Roma'ya dönüp orada gitmeye fırsat bulamadığımız Pantheon, Piazza di Campo de Fiori, Piazza Navona gibi yerleri görelim. Eşim tercihini sabah Roma'ya dönmek yönünde yapıyor.     

4 Mart 2018 Pazar

CENOVA

11/02/2018 Pazar

Milano Merkez Tren İstasyonundan 08.10 treniyle yola çıkarken rotamızı güneye çevirmiş bulunuyoruz. Adriyatik denizinin en güzel şehri olmayı sonuna kadar hak eden Venedik'te kalbimizi bıraktıktan sonra ülkenin batı ucundaki Cenova şehri kollarını açmış bizi bekliyor. İtalyan Riviera'sı olarak kabul edilen Liguria bölgesine yaz mevsiminde gitmek, Fransa'nın Nice, Cannes şehirlerine el sallayıp sahil boyunca güneye inerek denizin tadını çıkarmak, doğal güzellikleri keşfetmek eminim daha güzel olurdu. Zevkli bir yolculuktan sonra Brignole Tren İstasyonuna varıyor, sadece 200 metre uzaklıktaki otelimize uğrayıp eşyalarımızı bırakıyoruz.









Şehrin en büyük meydanı olan Piazza de Ferrari'yi çevreleyen Opera ve Borsa binalarının önünden geçerek Dükler Sarayını (Palazzo Ducale) geziyoruz. Üst kattaki salonlarda Picasso resimleri sergileniyor.




Cenova'nın koruyucu azizi sayılan Aziz Lorenzo'ya adanan ve ilk olarak 5. yüzyılda yapımına başlanan San Lorenzo Katedralinin matrak bir öyküsü var ki, en az katedral kadar konuşuluyor. Roma İmparatoru Valerian tarafından Hristiyan olduğu gerekçesiyle ızgara üzerinde yakılmasına karar verilen Lorenzo'nun, infaz sırasında yanındaki memurlara sırıtarak, "Bu tarafım pişti, şimdi bir de diğer tarafımı pişirin." demesi bugünlere kadar kulaktan kulağa taşınmış.





Ferrari ve Vittoria meydanlarını birbirine bağlayan XX Septembre caddesi oldukça hareketli. Lüks mağazaların ve alışveriş merkezlerinin bulunduğu caddede ilerlerken Kristof Kolomb'un doğum yeri olan Cenova'yı keşfetmeye devam ediyoruz. Deniz tarafına yaklaşınca antik liman Porto Antico görünüyor. Burada bizi ilk karşılayan yine sazlı sözlü, hareketli parçalar icra eden Latin Amerika asıllı sokak çalgıcıları. Bir süre onları izledikten sonra eşimin daha fazla ilgisini çeken büyükçe bir açık pazar çıkıyor karşımıza. Bugünün pazar gününe denk gelmesi ayrı bir şans bizim için.  Peynir çeşitlerinden kurutulmuş et mamullerine, kuru yemiş, kılık kıyafetten hediyelik eşyalara kadar aranan her şey var tezgahların üzerinde.







Limanda ortaçağ dönemine ait dev bir korsan kadırgası demirlemiş, ziyaretçilerini kabul ediyor. Roman Polanski'nin "Korsanlar" isimli filmi için bire bir ölçülerde aslına uygun olarak yaptırılan gemi eski limana değişik bir hava katıyor. Avrupa'nın en büyük ikinci akvaryumu Acquaria di Genova hemen yanı başında. Deniz kıyısından kuzey yönüne doğru ilerliyoruz. Hava bugün yine güneşli şansımıza. Galata Deniz Müzesini geçtikten sonra güzel bir pastanede dondurma molası veriyoruz.  

Biraz dinlendikten sonra deniz tarafından şehrin iç kısımlarına sapıyoruz. Kısa bir yürüyüş bizi Annunziata Meydanına ve bu meydanı dolduran Santissima Annunziata Bazilikasına götürüyor. Ufaktan yorgunluk alametleri belirirken otelimize dönme çareleri arıyoruz. Tam o sırada bir füniküler çarpıyor gözümüze. Notlarımda gezilip görülecek yerlerden biri olan Castelleto tepesine ulaşım sağlayan füniküleri hiç beklemediğimiz bir anda karşımızda bulmamız büyük şans. Girişteki otomattan iki bilet alıyoruz ama biz toparlanana kadar füniküler yolcularını alıp hareket ediyor. Yaklaşık bir çeyrek saat daha bekliyoruz. 

Aynı zamanda bölge sakinlerinin günlük ulaşım ihtiyacını gören bu araç sağlı sollu dik yamaçların arasından yukarı doğru yükselmeye başlıyor. Sık aralıklı duraklarda inip binenler oluyor. Bu kadar bayır bir arazide yerleşim yerlerinin bulunması hayli şaşırtıcı. Hangi durakta ineceğimizi, nereye gideceğimizi, nasıl bir yerle karşılaşacağımızı merak ederken içinde bulunduğumuz kabin yamaçları sıyırarak tırmanışını sürdürüyor. Son durakta diğer yolcularla birlikte iniyoruz. Seyir yeri olarak tanzim edilen teraslardan şehir ve limanın görünüşü muhteşem. Castelleto tepesinden manzarayı seyrederken mis gibi orman havasını ciğerlerimize çekiyoruz. Dönüşümüzü manzarası olmayan funikülerle yapmak  hayli sıkıcı olacak.    




Şans yüzümüze bir kez daha gülüyor. Tepeye ulaşımın sadece fünikerle olmadığını, buradan şehir merkezine belediye otobüslerinin de işlediğini öğreniyoruz. Yeterince dinlendikten sonra gelen ilk otobüse atlıyoruz. Hemen "Here We Go" muzu açıp yol boyunca bulunduğumuz yeri telefondan takip ediyoruz. Orman içinde virajlı yollardan kıvrıla kıvrıla aşağı doğru süzülürken otelimizden uzaklaşmaya başladığımızı fark ettiğimiz ilk durakta iniyoruz. En kestirme yolu takip ederek koruluklar arasında merdiven ve patikaları izleyerek hava kararmadan önce otelimize varıyoruz. Odamıza yerleşirken eşim her zaman olduğu gibi yatakları, çarşafları, banyoyu, lavaboyu kontrole başlıyor. Uzun bir denetlemenin sonunda evet, otelimiz temizlik bakımından geçer not alıyor. 


Venedik ve Ceneviz, eski deniz savaşlarında bahsi geçen tarihe mal olmuş iki devlet. Orta çağda Anadolu kıyılarında koloniler kurmuş, Osmanlı İmparatorluğu ile defalarca savaşmış, kah yenmiş, kah yenilmişler. Yurdumuzdan kilometrelerce uzaktaki bu yerleri görebildiğimiz için şanslıyız. Rönesans döneminin en ünlü kaşifleri, bilim adamları ve sanatçılarının yaşamlarını sürdürdükleri bu toprakların yeni sahipleri atalarından kalan paha biçilmez eserlere sahip çıkarak onları korumasını bilmiş. 



Şimdiye kadar planımıza uygun ilerlediğimizi söylemem mümkün. Günde ortalama beş km yürüyüş yaparak görmek istediğimiz yerlerin çoğunu gezmiş oluyoruz. Sadece Roma'da ipin ucunu kaçırıp on iki kilometre yürümüştük. Arada bize uzak düşen, gidemediğimiz yerler de yok değil. Mesela dün Milano'nun Navigli bölgesi ile Como Gölü'nü görememiştik. Bugün ise trenle sadece beş dakikalık mesafede bulunan, şarkılara konu olmuş Portofino'ya gitmek nasip olmadı. Kışın Portofino pek de güzel olmaz zaten deyip avuttuk kendimizi. Yarın zorlu bir gün. Meşhur Pisa Kulesini illa ki göreceğiz, sonra ver elini Floransa.  

MİLANO

10/02/2018 Cumartesi

Hazır gitmişken bu memleketin en meşhur şehirlerini gezmekti niyetim. Bu kategoride o kadar çok sayıda görülecek şehir vardı ki... Aylar önce gezi programını yapıp biletlerimizin parasını ödedikten sonra "Ah, ben ne yaptım?" diyerek kara kara düşünmeye başlamıştım bir ara. Kolay değil, on gün boyunca hemen her gün ayrı bir şehir, şehirler arası yolculuklar, ayrı ayrı konaklama yerleri. Peki onca yeri gezmeye ne zaman vakit ayıracağız? Eşimin rahatsızlığını nüksettirecek yürüyüşler, koşturmacalar... İtalya turumuza başlarken içimi kaplayan bütün tereddütler Venedik'i gezdikten sonra yavaş yavaş kayboluyor. Hele Bologna'dan sonraki günlerin günlük güneşlik havası keyfimizi iyice yerine getiriyor.


Roma'da iki gün geçirdiğimiz halde görmediğimiz yerler var daha. Ancak diğer şehirler için ayırdığımız birer günlük süre gayet yeterli görünüyor. Sabah erken saatlerde başladığımız en fazla iki saat süren tren yolculukları bile gezimize renk katıyor. Sabah Mestre Tren İstasyonundan 07.50 treni ile Milano'ya doğru çıkıyoruz yola. İki saatlik yolculuk boyunca notlarımıza göz atıp gezeceğimiz yerleri hatırladıktan sonra kitaplarımızı okumaya başlıyoruz. Zaman zaman uyku ağır basıyor gözlerimizi kapatıyoruz. İtalyanların moda merkezi olan bu şehir bizde merak uyandırıyor. Ülkemizdeki doğu-batı ayrımı bu topraklarda güney-kuzey olarak karşılık buluyor. Kuzey, güneye göre hem ekonomik hem de kültürel açıdan daha gelişmiş.  





Yeni otelimiz Milano Merkez Tren İstasyonuna on beş dakikalık yürüme mesafesinde. En azından elimizdeki fazlalıkları bırakmak için "Here We Go" nun kılavuzluğunda otelimize kolayca ulaşıyoruz. Danışmadaki görevli beyefendi nazik bir şekilde valizlerimizi alıp turistik şehir haritasını uzatıyor. Check-in saati 14.30 olduğu için odalarımız henüz hazır değil. Vakit kaybetmeden şehir turuna başlıyoruz.

Milano'da mutlak surette görülmesi gerektiği söylenen dünyanın en büyük dördüncü katedrali Duoma di Milano'ya doğru ilerlerken fötr şapkalı bir beyefendi saksafonu ile yeri göğü inletiyor. Hayır, rahatsızlık vermiyor, tam tersine, o kadar güzel çalıyor ki kulaklarımızın pasını siliniyor. Eşim giyim mağazalarına dalmışken kapının önünde sanatını icra eden sokak sanatçısının konserini dinliyorum. Zara'dan beğendiği sarı bir palto çok hoşuna gidiyor eşimin, alıp almamakta kararsız. "Neyse, dönüşte bakarız." dedikten sonra çocuklara hediyelik bir şeyler alıp çıkıyoruz. 


Tarihi binaların arasından ortasında fıskiyeli büyük bir süs havuzunun bulunduğu meydana çıkıyoruz. Sokak içlerinde biraz ilerledikten sonra Milano Katedrali olanca haşmetiyle kendini gösteriyor. Yapımına 1386 yılında başlanan ve yaklaşık 500 yılda tamamlanan bu eser Vatikan'ı saymazsak İtalya'nın en büyük dini yapısı. Meydanın diğer bir bölümünde İtalya'nın kurucusu sayılan Vittoria Emanuele II'nin at üstünde bir heykeli yer alıyor. Bu meydan yem bekleyen güvercinlerin mekanı aynı zamanda. Katedral hem devasa yapısı hem de büyük sabır ve emek isteyen heykel ve süslemeleriyle göz dolduruyor.

Bundan sonraki ilk hedefimiz Vittoria Emanuele II çarşısı. Çarşıyı görmek için sabırsızlanıyoruz. Avrupa'nın ve yurdumuzun jet sosyetesi yılda en az bir kez alışveriş için buraya gelirlermiş. Böyle bir yerden alışveriş yapmayı aklımızın ucundan geçirmesek bile yine de havasını solumak istiyoruz. Navigasyon bizi çarşının önüne kadar getiriyor ama birine sormadan aradığımız yerden emin olamıyoruz. Dört kollu bir haç şeklinde tasarlanan çarşıya girer girmez hava birden değişiyor.



Çelik konstrüksiyon çatı camla örtüldüğünden dolayı içi oldukça aydınlık görünen bu alışveriş merkezinde uluslar arası üne sahip giyim, saat, mücevher markalarının yanı sıra kaliteli kafe ve restoranlar da bulunuyor. Karnımız iyiden iyiye acıkmaya başladığı bir anda köşe dükkanlardan birinden gelato alıyoruz. Bu dondurma yediklerimizin en lezzetlisi. Vitrinlerdeki eşyaların etiket fiyatları dudak uçuklatan cinsten. Tamam, hepsi de kalitelidir, buna itirazım yok ama buradan alışveriş yapmanın, bunca para dökmenin daha önemli bir sebebi var. İnsanları seyrediyorum. Markaların üzerinde yazılı olduğu çantaları büyük bir gurur içinde öylesine havalı bir şekilde taşıyorlar ki, verdikleri onca para umurlarında bile değil. Dünyanın en tanınmış markalarına ait ürünlerin satıldığı bu dükkanlar birbiri ardınca uzanıyor haç şeklindeki salonda. Az ileride gözüme güzel bir restoran kestiriyorum. Fiyat listesi kapının önündeki seyyar sehpanın üzerine iliştirilmiş. Eğer burada da fiyatlar vitrindeki fiyatlar gibiyse bir an önce çıkıp karnımızı doyuracak başka bir yer aramak durumundayız.


Fiyatların diğer iyi restoranlardan pek farklı olmadığını anlayınca kararımı veriyorum. Yürümekten yorgun düşmüş eşim bir an evvel oturacak bir yer bulmanın verdiği mutlulukla bana itiraz etmiyor. İtalya'da üç şey yenir. Pizza, pasta dedikleri makarna ya da risotto. Bu sefer tercihim "spaghetti di mare" den yana. Mantarlısını, Bolognese soslusunu memlekette de yiyebilirsiniz ama "di mare" ise tercihiniz, bu ülkeyi tek geçerim. Son derece iyi bir servisin kendini gösterdiği restoranda yemeklerimizi iştahla yedikten sonra ayrılıyoruz.





Dönüş yolumuza başladıktan hemen sonra büyük bir kilisenin önündeki kalabalığı turist sanıp biz de içeri dalıyoruz. Ön tarafta takım elbise giymiş bir beyefendi konuşuyor. Onu dinleyen şık giyimli hanımefendi ve beyefendilerden bazıları ahşap sıralara oturmuş, diğerleri her iki yanda ayakta dikiliyorlar. Oturulabilecek boş bir yer gözükmüyor. Bizim de bir yer bulup dinlenmemiz şart. Ön sıralarda, asaleti ve havası yüzünden okunan bir hanımefendinin yanındaki boşluğa ilişiyoruz. Hanımefendi başını hafifçe bize döndürüp yüzünü yukarı kaldırıyor. Bu hareketin "Bunlar da nereden çıktı?" anlamına geldiğini tahmin etmek hiç de zor değil. Eşimin oturmaya onlardan daha fazla ihtiyacı olduğundan eminim.





Konuşmacı sözlerini uzattıkça uzatıyor. Eşimin kulağına fısıldıyorum. "Konuşan Milano Belediye Başkanı'na benziyor." Zaman ilerledikçe kilisenin içi iyice doluyor. Artık oturduğumuz yerden kalkmak dikkat çekecek. Konuşma ara  ara kesilip dinleyiciler tarafından alkışlanıyor. Ayıp olmasın diye anlamadığımız halde biz de kalabalıkla birlikte alkış tutuyoruz. "Neyin töreni bu?" diye düşünürken, konuşmacı mikrofonu rahibe bırakıyor. Rahibin dua okumaya başladığını tahmin ediyorum. Çünkü onun konuşmasını bölüp alkışlamıyorlar. Aralarda sadece "Amen" sesleri uğultu halinde salonu dolduruyor. Biz de "Amen" diyoruz kalabalıkla birlikte. Konuşma uzayınca cesaretimizi toplayıp kalkıyoruz yerimizden. Kalabalığı yara yara dışarı atıyoruz kendimizi. Yağmur atıştırmaya başlamış. Biz kiliseden çıktıktan hemen sonra tören bitmiş zaten. Kapının önünde son model otomobile itinayla bir tabut taşıyorlar. Tabutun üzerine kocaman, gösterişli bir çiçek buketi koyuyorlar. Bizde jeton ancak düşüyor. Demem o ki, Milano'nun aristokrat ailelerinden birinin cenaze merasimine katılmışız farkında olmadan. O alkışlarımız rahmetlinin yaptığı hayırlı işlere bir teşekkür mahiyetinde olmalı. Biraz yürüdükten sonra yolumuz üstünde gördüğümüz amuda kalkmış boğa heykelini oldukça ilginç buluyoruz. Otelimize vardıktan sonra adet olduğu üzere eşimden müsaade istiyorum. Ona kahvaltılık bir şeyler alacağımı söylüyorum ama niyetim başka. Böyle fırsat kaçar mı? Sevgililer Günü kapıda. Dönüş yolumuz mağaza önünden geçmediği için sabahleyin eşimin görüp beğendiği sarı palto unutulup gidiyor. Hemen fırlayıp mağaza kapanmadan o sarı paltoyu almam lazım. Düşündüğümü yapıyorum. Bu sürpriz çok hoşuna gidiyor. Bavulda kırışacağından endişe edip yurda dönene kadar Suat Dervişin ipek sabahlığına yaptığı gibi paltosunu elinden bırakmıyor.

Milano beklediğimden daha güzeldi, otelimiz de gayet temiz. E, daha başka ne istenir ki. Yarın sabahki rotamız Cenova.  

3 Mart 2018 Cumartesi

VENEDİK

09/02/2018 Cuma


Ah Venedik, sen ne güzel bir şehirsin (!) Evet, güzel bir yer olduğunu biliyordum ama o turkuaz renkli denizinden sahil boyunca ilerlerken bambaşka bir alemde buldum kendimi.

Şehirler arası seyahatlerimizi trenle yapmak akıllıca bir işmiş. Gideceğimiz yerlere en kısa sürede varıyoruz. Birbirine benzeyen istasyonların işleyiş sistemini öğrendiğimiz için artık panik olmuyoruz. Trenin kalkış saatinden on dakika öncesine kadar peron numarası açıklanmadığından saatler önce istasyona varıp pineklemenin anlamı yok. Kalacağımız otelleri seçerken istasyonlara yakınlığı önemli bir kriterdi benim için. Böyle olunca otelden yarım saat önce çıkmamız yetiyor da artıyordu bile. Trenimizin kalkış saati 07.20 olduğu için 07.30'da başlayacak kahvaltıya yetişmemiz mümkün değil. Yine de uyanık davranıp aynı katta bulunan kahvaltı salonundan kruvasan, peynir, şokella türünden bir şeyler aşırıyoruz.

Tren zamanında kalkıyor. Karşımızdaki koltukta üniversite öğrencisi iki genç oturuyor. Hareket ettikten kısa bir süre sonra genç kız tuvalete gidiyor. Erkek arkadaşına tecrübesini heyecan içinde aktarıyor. "İnanamıyorum. Tuvalet dedikleri sadece bir delik, aşağı bakınca rayları görebiliyorsun. Ve o delikten aşağı bırakıyorsun idrarını. Düşünebiliyor musun, rayların üzerinde DNA'mı bıraktım." Ben gülmemek için kendimi zor tutarken arkadaşının yüzünde zoraki bir  gülümseme beliriyor sadece. Bir saat kırk beş dakika süren yolculuktan sonra Venedik Mestre Tren İstasyonuna varıyoruz. Mestre-Venedik arası yaklaşık on kilometre. Konaklama maliyeti Venedik şehrine göre daha düşük olduğu için Venedik'te konaklamak yerine Mestre tercih ediliyor. İstasyonun karşısındaki kafede eşim çayımı yudumlarken yaklaşık on beş dakika süren bir yürüyüşten sonra eşyalarımızı otele bırakıyorum.  

Dönüş yolumun üzerindeki "tabacchi shop" tan otobüs biletlerimizi alıyorum. Eşimi bıraktığım kafeden alıp birlikte Hürriyet Köprüsü üzerinden Venedik'in girişindeki ilk yerleşim bölgesi Santa Croce (Kutsal Haç) semtine ulaşıyoruz. Bu noktadan sonra araç trafiği yok zaten. Şehri ortadan ikiye bölen ters S şeklindeki büyük kanalın yanı sıra yüzlerce kanal ve bu kanalların üzerinde çok sayıda yaya köprüsü bulunuyor. Tali kanalların arasında ada şeklinde kalan kara parçaları üzerinde evler, dükkanlar mevcut. Evlerin kanala bakan cephesinde otomobil yerine kayık, gondol ya da motorlu su taşıtları park etmiş (!) Kanalların arasında müşteri bekleyen gondolcular göze çarpıyor. Venedik denince ilk akla gelen gondol sefasının yarım saatlik maliyeti 80 Euro. En fazla altı kişi kabul edilen gondolların önünde "Hani bir kaç kişi gelse de dolmuş yapsak" diye bekliyoruz. Ne var ki, hiç kimsenin niyeti yok buna. E, yarım saatlik fış fışa o kadar para ödemek akıl karı gelmiyor insanlara. 


Venedik şehrinde yapılması gerekenlerden biri de sokaklarında kaybolmakmış. Biz de hedef gözetmeksizin dalıyoruz Venedik sokaklarına. Köprülerin üzerinden geçerek kanalların arasında ilerliyoruz. Karşımıza ilk çıkan tarihi yapı Güzel Sanatlar Akademisi. Yolumuz üzerinde sanat galerileri, heykeller ve bize ilginç gelen ne varsa fotoğrafını çekiyoruz. Kah semt pazarlarından geçiyoruz, kah karnaval haftası nedeniyle öğrencilerin gösterilerini izliyoruz.




Yorulma alametleri başlayınca rotamızı San Marco meydanına çeviriyoruz. Kılavuzumuz her zamanki gibi "Here we go" Ara sıra teklese de işimizi gayet iyi görüyor. San Marco Meydanına varmadan sağ tarafta Venedik'in simge yapılarından 99 metre yüksekliğindeki Aziz Mark'ın çan kulesi karşılıyor bizi. 


Özel olarak hazırlanmış karnaval giysileriyle Venedik halkı çoluk çocuk, genç ihtiyar meydana akıyor. Hepsinin tuhaf şapkaları, maskeleri ve aksesuarları var. Bu, sadece gençlere mahsus bir gelenek değil. Ninem yaşındakiler bile kıyafet balosunu andıran bu etkinliğe olağanüstü önem veriyor. Amaçları ne bu insanların? Farklı ve en ilgi çeken kişi olmak. Ziyaretçilere poz verip onlarla birlikte fotoğraf çektirmek çok hoşlarına gidiyor. 



1268 yılında Venedik'i kasıp kavuran veba salgınında halk hastalıklı hallerini, yaralarını göstermemek için yerleri süpüren elbiseler giyip maskeler takarlarmış. Başlangıçta o felaketi anmak adına düzenlenen karnaval bugün artık tuhaf bir eğlence haline gelmiş. San Marco meydanı akşama doğru iyiden iyiye canlanıyor. Bir köşede kurulmuş platform üzerinde gönüllü ziyaretçiler beden güçlerini gösteren bir yarışmaya davet ediliyor. Tam karşımızda San Marco Bazilikası bütün azametiyle meydanı dolduruyor. Ön cephesinde yer alan bronz atlar Haçlı Seferleri esnasından İstanbul'dan getirilmiş. 



San Marco meydanında epey vakit geçiriyoruz. Türlü türlü karnaval giysilerine bürünmüş maskeli insanları seyretmek onlarla fotoğraf çektirmek çok hoş. Saatlerce yürüdükten sonra karnımız acıkınca arka sokakların birindeki pizzacıda karnımızı doyuruyoruz. Bu kısa mola eşimin yorgunluğunu almaktan uzak elbette. O kadar yol geldikten sonra geriye dönüşü düşünen eşim karalar bağlıyor. Oysa onu rahatlatacak bir sürprizim var. Pizzacıdan çıktıktan sonra deniz kıyısına doğru ilerliyoruz. Kıyı boyunca iskelelerden kalkan vapurlar Murano ve Burano adalarına gidiyor.

Amacım, Mestre'ye giden otobüslerin kalktığı yere varmak. İstediğim vapuru bulup biletleri alıyorum. Eşim geldiğimiz yolu bir kez daha yürümeyeceğimizi öğrenince rahat bir nefes alıyor. On beş dakika sonra "vaporetta" mız hareket ediyor ve eşsiz bir deniz keyfi yaşatıyor bize. Vapurun kıç tarafına geçip fotoğraf çekmeye başlıyorum. Vapurun kapalı kısmında halinden memnun bir şekilde oturan eşimi ısrarla yerinden kaldırıp yanıma getiriyorum. Manzarayı görünce üşüdüğünü unutuyor. Denizin turkuaz renginin yanı sıra sahil boyunca karşımızda boy gösteren tarihi yapıları büyük bir hayranlıkla izlerken, Venedik'in oksijeni bol havası bütün yorgunluğumuzu alıyor.   

Ducale Sarayı'nın denizden görüntüsü harika. Vapurumuz kısa aralıklarla bir çok iskeleye uğruyor. İnsanın "Hiç bitmesin bu yolculuk." diyesi geliyor. Aklıma ressam bir aile dostumuz düşüyor. Bu şehirde sanatçı olmamak mümkün mü?. Kaç ressama, şaire, kaç besteciye, yazara ilham kaynağı olmuştur bu şehir? Ne yazık ki bu güzel yolculuk nihayete eriyor ve son durakta inmek zorunda kalıyoruz. Kısa bir yürüyüşten sonra otobüse binip otelimizin önündeki durakta iniyoruz. Bologna'daki hoşnutsuzluğundan sonra merak ettiğim husus eşimin bu akşam kalacağımız oteli nasıl bulacağı. Evet, otoritemiz tarafından otelimiz temizlik bakımından geçer not alıyor. Öyle ki, yatağa kendi çarşafını sermeye bile ihtiyacı kalmıyor. Bu durum güzel geçen günümüzü de taçlandırmış oluyor bir bakıma. Kitabımı okumaya başlamadan önce yarınki Milano gezi planlarıma göz atıyorum.