Floransa'dan çıkmadan önce otelimizde keyifli bir kahvaltı yapıyoruz. Bu kadar zengin bir açık büfe beklemiyordum doğrusu. Peynir, reçel çeşitlerinin yanı sıra sıkma portakal suyu bile vardı masada. Bulunmayan tek şey batı ülkelerinin kahvaltıda yer vermedikleri zeytin. Toparlanıp otelden ayrılıyoruz. Hava açacağa benziyor. Otelin arka sokağındaki duraktan bindiğimiz belediye otobüsü bizi tren istasyonunun önüne kadar götürüyor. Amacımız öncelikle Roma'ya ilk kalkacak treni bulmak. Bilet satış yerinde uzun bir kuyruğa giriyorum. Sıra bana geldiğinde Roma'ya gitmek istediğimi söylüyorum görevli memura. Bilgisayarında bir şeyler karıştırmaya başlıyor.
Uzun bir bekleyişten sonra "Roma'ya ilk tren on beş dakika sonra, iki kişi 80 Euro." diyor. Mecburen parasını ödeyip biletlerimizi alıyorum. Mecburen diyorum, çünkü diğerleri gibi önceden alabilseydim fiyatın yarısını ödeyecektim. Bu yüzden kaliteli "ristorante" lerden yenebilecek en az üç porsiyon "spaghetti di mare" den oluyorum.
Işıklı hareket saatine beş dakika kalmasına rağmen bilgilendirme levhasında trenin yanaşacağı peron numarası hala belli değil. Nihayet beş dakika rötar olduğu bilgisi yansıyor levhaya. Bu bizi biraz rahatlatmış görünse de rötar süresinin önce on dakikaya, daha sonra yirmi beş dakikaya çıkması canımızı sıkıyor. Birbiri ardına yapılan rötarlardan sonra bineceğimiz trene ait bilgilerin ışıklı levhadan tamamen silinmesi karşısında telaşlanıyoruz. Kısa süre sonra trenimizin yanaşacağı peron yeniden yansıyor levhaya. Kalkışa fazla bir zamanımız olmadığı için elimizdeki bavullarla peronu bulmaya çalışıyoruz.
En sonunda aradığımız peronu buluyoruz. Platform üzerindeki ışıklı panolardan doğru trene bindiğimizi bir kez daha kontrol ettikten sonra vagon kapısından zor bela bavulumuzu içeri alıyorum. Hemen arkamdan yaşlı bir kadın giriyor eşimden önce. Kapının önünde biriyle gevezelik yaparken otomatik kapı aniden kapanıyor. Ben trenin içinde, eşim dışarıda kala kalıyoruz. Bağrışmalar çağrışmalardan sonra "pıssst" diye kapı açılıyor, rahat bir nefes alıyoruz. Böyle bir durum yaşayacağımız aklımızın ucundan geçmediği için birbirimizi nasıl, nerede bulurduk bilemiyorum. Bir süre sonra tren boşaldığını ve herkesin bir tarafa koştuğunu fark ediyorum. Acaba yeni bir anons yapıldı da duymadım mı? Toparlanıp trenden iniyoruz aşağı. Bu arada bizden sonra kalkması gereken tren gözümün önünde hareket ediyor. Işıklı levhaya bakıyorum Bu kez trenimizin yanaşacağı yeni bir peron numarası açıklanıyor levhada. Bir kez daha koşuyoruz belirtilen perona.
Nihayet trenimiz kalkıyor. Bugün yatağımızdan ters kalktık galiba. Hareket ettikten on dakika sonra anons yapılıyor: "Teknik bir çalışma nedeniyle trenimiz durdurulmuştur, bir gelişme olursa size bilgi verilecek." İki saatlik tren yolculuğumuz bu gecikmelerle üç buçuk saate çıkıyor ve artık yabancısı olmadığımız Roma Termini istasyonuna varıyoruz. Şükürler olsun ki Roma'da güneşli bir hava karşılıyor bizi.
Geçen hafta üç gecemizi geçirdiğimiz istasyonunun yanı başındaki otelimize (konuk evi desek belki de daha doğru) varıyoruz. Asansörle üçüncü kattaki daireye çıktıktan sonra elektronik kilitli kapının aklımızda tuttuğumuz şifresini tuşluyorum. Daha önce kaldığımız odamızın kapısına adımızı yazmaları, temizleyip düzenlemiş olmaları çok hoşumuza gidiyor. Hiç kimseyi görmeden, eşyalarımızı bırakıyor otelden ayrılıyoruz.
Cumhuriyet Meydanının ortasında yer alan Su Perileri çeşmesi ile perdeyi açıyoruz. Pantheon'a doğru hareketli cadde ve sokaklarda ilerlerken eşim ilgisini çeken mağaza ve dükkanlara takılıyor. Bir markete giriyoruz, atıştırmalık bir şeyler almak için. Eşimin onca ürün içinde en çok ilgisini çeken yine temizlik malzemeleri reyonu. Evdeki duşakabinin camlarındaki su damlası izlerini hangi tür temizlik malzemesi kullanırsa kullansın bir türlü yok edemeyince, bu durum kafasına fena takılmış durumda. Bu yüzden deterjan arayışına sınır ötesinde hız kesmeden devam ediyor. Yanımızda belirip konuşmalarını kimsenin anlamayacağından emin görünen başı örtülü genç bir kadın, kocasına Türkçe bir şeyler anlatıyor. Eşimle göz göze gelip gülümsüyoruz.
Yolumuz bizi geçen hafta gördüğümüz yerlere getiriyor. Roma'nın en meşhur caddesi olan Via del Corso üzerinden bir kez daha geçip İspanyol Merdivenlerinin bulunduğu Piazza di Spagna ve Aşk Çeşmesi olarak bilinen "Fontana di Trevi" ye geliyoruz. Eşime takılıyorum. "Bak para attık, bir hafta sonra geldik yine. Demek ki çeşmenin önündeki havuza "para atıldığında tekrar gelirsiniz" söylentisi boş değilmiş." Çeşme bugün çok kalabalık, caddeler hareketli. Sokak sanatçıları yerlerini almış. Biri sprey boyalarla Colosseum'u çağrıştıran resimler yaparken diğeri elindeki gitarla neşeli müzikler çalıp söylüyor. Ortalık cıvıl cıvıl. Epeydir yol yürüdüğümüz için yorgunluk alametleri başlıyor. Eşim sürekli soruyor "Gelmedik mi daha?" Aşk Çeşmesine yakın bir kafede oturup "gelato" dedikleri Roma dondurmasının tadını çıkarıyoruz. Bir daha ne zaman nasip olur bilinmez.
Sonunda tüm tanrıların tapınağına yani Pantheon'a varıyoruz. Uzun bir kuyruk var önünde. Binanın içine belli sayıda ziyaretçi girmesine müsaade eden bir görevli var kapıda. Emniyet şeritleriyle çevrilmiş kulvarda kuyruğa giriyoruz.
On beş dakika sonra binanın içindeyiz. Büyük bir kubbeyle kapatılan çatının ortasında ışığın girmesine yarayan dairesel cam pencere (oculus), koca salonu aydınlatmaya yetiyor. Yapımına MS 118 yılında başlanan Pantheon önceleri bir pagan tapınağı iken 7. yüzyılda "Vebayı yayan şeytanlar bu tapınaktan çıkıyor" söylentisi üzerine kiliseye dönüştürülmüş.
Hava güzel, üşütmüyor. Yönümüzü Piazza Navona'ya çeviriyoruz. Meydana adımımızı atar atmaz gördüklerimiz büyülüyor bizi. Oldukça geniş alana sahip bu meydan, eski bir stadyum üzerine yapılmış. Navona meydanındaki en güzel eserlerden biri de Roma'nın ünlü çeşmelerinden Dört Nehir Çeşmesi, dört kıtanın dört nehrini temsil ediyormuş. Burada yer alan yapılar 16. ve 17. yüzyıla ait. San Luigi dei Francesi Kilisesi onlardan bir tanesi.
Yorulmamıza rağmen gezmeye devam ediyoruz. Yine merak ettiğimiz yerlerden biri Piazza di Campo de Fiori. Her ne kadar meşhur pazarının saati geçmiş olsa bile görülmesi gereken güzel meydanlardan biri olduğunu tahmin ediyorum.
Meydana ayak basar basmaz tahminimde yanılmadığımı anlıyorum. Cıvıl cıvıl, sıcacık bir meydan burası. Köşede rengarenk çiçeklerin sergilendiği tezgahlar, çevredeki şen şakrak seslerin yükseldiği restoranlar ve yöresel yemeklerin sunulduğu aile işletmeleri "trattoria" lar bütün yorgunluğumuzu alıyor. Soğuk bir bira eşliğinde taş fırında pişirilen güzel İtalyan pizzası uzun seyahatimizin tadını damağımızda bırakıyor.
Artık hava iyice karardığından otelimize dönüş yollarını aramaya koyuluyoruz. Bu saatten sonra yürüyerek dönmemiz mümkün değil. Eşimde adım atacak hal kalmamış. Haritaya, navigasyona bakıyor, yakınlarda bir metro istasyonu veya otobüs durağı bulamıyoruz. Sonunda karşımıza çıkan "Tabacchi" dükkanlarından birine en yakın otobüs durağını soruyoruz. Artık otelimize dönüş zamanı.
Yatağıma uzanıyor, İtalya seferimizi değerlendiriyorum. Evet, uzun bir seyahat ama çok güzel vakit geçirdik. Çok güzel yerler gördük. Napoli'de telefonu çaldırmam, birkaç gün yağmurun peşimizi bırakmaması ve bu sabah treninin bize yaptırdığı köşe kapmaca dışında başka bir olumsuzluk yaşamadık.
Elbette yola çıkmadan yaptığım detaylı program, konaklayacağımız yerlerin belirleyip biletlerimizi önceden almanın payı büyük. Eşim de memnun kaldı bu geziden. Her günü bir başka şehirde geçirmek çok hoşuna gitti. "Bundan sonra nereye gitsek?" sorusuna daha şimdiden cevap aramaya başladık. Kim bilir? Belki Yunanistan, belki İspanya belki de Fas.