KATEGORİLER

26 Ekim 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 62

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri Andromeda'nın gündeme getirdiği bir konuyla 62. Haftasına giriyor. Böyle bir etkinliğin haftalarca sürmesinin bir anlamı vardır sanırım. Önerilen konularda herhangi bir sınırlama olmaması, sohbete katılanların saygı çerçevesinde düşüncelerini özgürce dile getirebilmesi, konuya ilişkin yazıların her birinden yeni bir şeyler öğrenmemizin yanı sıra yazmak isteyip de yazacak konu bulamamaktan yakındığımız dönemlerde Hızır gibi yetişmesi beni bu sohbetlerin bağımlısı yaptı diyebilirim. Bazen seçilen konular tepkimi çekse bile, çoğu kez yazmaya başlar başlamaz düşüncelerimin ne kadar boyut değiştirdiğine, konuların farklı kapıları araladığına şahit olmuşumdur. Sohbete katılan arkadaşların hayat görüşleri, yaşları, karakter yapılarına göre konuyu ele alışları sıcak ve sevimli. Örneğin ciddi bir tartışma konusunun Deep tarafından nasıl eğlenceli hale getirildiğini, bana basit ve çocuksu gelen bazı konularda ise benim kalkıp felsefe yapmam oldukça ilginç kılıyor bu ortamı. Bir arkadaşımızın çıkıp şöyle bir soruyla haftanın konusunu belirlese; "Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey nedir?" başta çok kızar, Ağaç Ev Sohbetleri'nin seviyesini düşürüldüğünü düşünüp hayıflanırdım. Artık bu tür sorulara dahi daha temkinli yaklaşıyorum. Çünkü yazmaya başlayınca her konunun, her sorunun cevabı kendiliğinden dökülüyor satırlara. Bu haftanın konusuna da biraz temkinli yaklaştım. Müzikle ilgili olması güzeldi. Andromeda'nın yazısını okudum. Katıldığım ve katılmadığım tarafları vardı arkadaşımızın. Fakat onun bu yazısı sayesinde "İncesaz" grubunu tanıdım, youtube üzerinden üç beş parçasını dinledim. Gerçekten de gönül teline dokunan, etkileyici parçalar. Sonra pek çok kez yaptığım gibi ekşi sözlüğe girdim. Orada yapılan yorumlardan birinde bir şiire rastladım. 

Biliyorsun, hala birine aşık olabilirim, sana hiç benzemeyen çocuklarım olur,

Adının hiç anılmadığı bir hayat kurarım, hayalimdeki yüzünü eskitir zaman...

Biliyorsun herkes bir yolunu bulup tamamlanır aslında, herkes unutur biliyorsun, unutabilirim.

Zaten ben kimleri unuttum, onlardan biri olur, hayatımın en kullanılmayan yerine kaldırılır suretin.

Tozlanırsın, üzerin örtülür...

Biliyorsun, seni sevdim, bir gün deli gibi aşık olduğum gözlerin kör olsaydı da severdim,

Ellerin olmasaydı mesela, ellerin olmasaydı sen bile kendini sevmezdin oysa, biliyorsun.

Kimsenin tek bir seçeneği yok bu hayatta, hala seni bana unutturacak insanlar tanıyabilirim.

Başka bir ses kazınır kulaklarıma, biliyorsun, herkesin kendini kurtaracak bir bahanesi var aslında.

Oysa, ölene kadar sevebilirdim seni... 

Eğer biraz yardım etseydin bana...  

Ben bu şiiri fonda "İncesaz" müziği çalınırken okudum. Şairin ismi yoktu. Onu aramaya koyuldum, Google amca sağ olsun. Nursel Yıldırım adında 1992 doğumlu bir hanımefendiymiş. Birkaç kitap yazmış ama şiirleri beni benden aldı. Genelde aşk şiirleri yazmış, belli ki aşkı, ayrılığı tatmış biri. İçten, düşündüren ve son derece etkileyici sözlerin sahibi. Bir de blogu var, terk edilmiş bir halde görünüyor. Zira, son postu 12 Aralık 2012 tarihli. Yukarıda adını tıklayınca bloguna girebilir, güzel bazı şiir ve yazılarına erişebilirsiniz.   

Gelelim, haftanın konusuna;

Eurovision Şarkı Yarışmasına Yeniden Katılsak Kimi Göndermek İsterdiniz?

Eurovision Şarkı Yarışmasını hiçbir zaman eğlence vesilesi olmasından başka bir yönüyle değerlendirmedim. Başlangıçta bu yarışmanın amacı Avrupa Yayın Birliği (EBU) ya üye ülkeler arasında ortak canlı yayın yapabilmekti. Teknolojinin geldiği bu noktada artık amacını yitirmiş ve ağırlıklı olarak geriye eğlence işlevi kalmış durumda. Diğer taraftan Eurovision Şarkı Yarışması tanınmamış ya da amatör bazı şarkıcılarla müzik topluluklarının kariyer yapma imkanı da vermiş. Yarışmada, güzel beste ve yorumların yanı sıra berbat parçalar da ülkeleri adına sergileniyor. Herkesin beğenisi farklı elbette. Zaman içinde kazanma hırsının kaliteyi düşürdüğünü görüyoruz. 1975 yılında ilk kez katıldığımız bu yarışmada Semiha Yankı'nın seslendirdiği "Seninle Bir Dakika" isimli şarkıda aldığımız sonunculuk bizi büyük hüsrana uğratmıştı. Aynı yıl,  favorim olup birinciliği kazanan Hollandalı Teach-In grubunun seslendirdiği Ding-A-Dong isimli parça hala hafızamda yerini korumakta. Bana göre Semiha Yankı asla sonunculuğu hakketmemişti. Daha sonraki yıllarda müzik kalitemizi arttıracağımız yerde Avrupalara beğendireceğimiz parçalarla şansımızı denemeye başladık ki, Çetin Alp'ın saçma sapan "Opera" isimli şarkısıyla bu çılgınlığın doruk noktasına bayrağımızı dikmişti. Elbette Avrupa ülkelerine opera dersi vermeye kalkan ülkemiz sonunculuğu sonuna kadar hakketmişti. Bir süre sonra yarışmada derece yapmak için bestecilere yarışma parçası sipariş edilmeye başlandı.     

Eurovision Şarkı Yarışmasına katılmaya başladıktan tam on beş yıl sonra, 2003 yılında, Sertab Erener, "Everyway That I Can" parçasıyla ezikliğimizi yenmemizi sağladı. Ne kadar da çok sevinmiştik. Ülkemizi temsil eden şarkı o yıl yurt dışında çalışan işçilerimizin canhıraş oylarının da desteğini alarak birinci seçilmişti. Takım tutar gibi ülkemizi temsil eden şarkıyı destekliyorduk. Amaç iyi olan kazansın değil, bizim olan kazansındı. Yarışmada milliyetçilik neyse de siyaset, ırkçılık gibi unsurların devreye girdiğini sanmıyorum. Eğer bu yönde yarışmaya puan veren ülkeler var ise de bu sadece kendi ayıplarıydı. Bu nedenlerle söz konusu yarışmayı protesto edip çekilmemizi de doğru bulmamıştım. Bence bu karar batı değerlerinden uzaklaşma, eziklikten başka bir şey değildi. Ajda Pekkan'ın "Aman petrol, canım gülüm petrol" şarkısıyla ne derece bekleyebilirdik ki! Güzel bir ilahi besteleyip Ahmet Özhan'a icra ettirsek Avrupa bizi yine muhtemelen anlamayacaktı...

Peki o zaman ne yapmalı. Önceden olduğu gibi amatör sesler ve besteciler aranıp kendimize has özellikleri yansıtan güzel şarkılar arasından müzisyenler ve halk jürisi tarafından yapılacak bir seçimle yarışma parçası belirlenebilir mesela. Diğer ülkeler de benzer şekilde parçalarını seçse bu yarışmanın güzel bir etkinlik olacağını düşünüyorum. Popüler olmayan nice güzel bestelerimiz ve yorumcularımız var. Haftanın sohbet sorusuna gelince; ben şahsen bilinen bir parçayı yeniden katılacağımız bir Eurovision Şarkı Yarışmasına göndermeyi önermem. Yeni bir şarkı olmalı bu. Tercihen amatör ya da popüler olmayan. Ülkemizin kültür değerlerini yansıtmalı aynı zamanda. Çok sesli olmalı, ruhumuza hitap etmeli, yarışmayı kazanmak birinci amaç olmamalı. Evet, çok güzel bir parçayla ülkemizi temsil ettik demeliyiz. Bir de şarkının bir hikayesi olmalı, yani sadece yarışmada temsil edilmek üzere ısmarlama bir beste yapılmamalı. 

Sizlerin de gerek yazılarınızla, gerekse konu önerilerinizle, onu da yapamıyorsanız yorumlarınızla Ağaç Ev Sohbetlerine katılmanızı bekliyorum. Sevgiyle kalın.   

20 Ekim 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 61

Sevgili Deeptone tarafından moderatörlüğü üstlenilen Ağaç Ev Sohbetlerinin bu haftaki konusu "Fütüristik Fikirler". Bu konuyu öneren arkadaşımız Despothayrat

Gelecekte insanın nasıl bir hayat süreceği hepimizin merak konusu. Fütürizm 1909-1920 yıllarında ilk kez ortaya İtalya'da çıkmış bir akım. Bu hareketin kurucusu İtalyan şair Marinetti'ye göre "sanat şiddet, zulüm ve adaletsizlik dışında hiçbir şeydir. Çalışma, zevk ve isyanla coşan kalabalıkların şarkısı söylenmelidir." Marinetti, faşizm yanlısı ve İtalyan Faşist Partisinin ilk üyelerinden biriydi.  Ona göre müzeler ve kütüphaneler dahil geçmişi hatırlatan ne varsa hepsini yok etmek gerekirdi.

Elbette bu akım sadece edebiyatla sınırlı kalmadı, diğer tüm sanat dalları ile birlikte özellikle de mimaride ilgi çekici tasarımlarla kendinden hayli söz ettirdi. İtalyan fütürist mimar Antonio Sant'Elia önderliğinde başlayan fütürist tasarımlarda dinamizm temalı birçoğu ilgi çekici ve uçuk kaçık projeler geliştirildi ve geliştirmeye devam etmekte. 

Fütürizmin felsefi boyutu transhümanizm olarak çıkıyor karşımıza. "Transhümanizm zeki yaşamın mevcut insan formu ve kısıtlamaların ötesinde sürdürülebilmesi ve evrimleşmesinin hızlandırılmasının yaşamı yücelten prensip ve değerler ışığında, bilim ve teknoloji vasıtasıyla sağlanmasını öngören felsefeler bütünüdür." diyor İngiliz filozof ve fütürist Max More. Öncelikli hedefleri, insanlar arasında ayrım gözetmeden yaşam süresini uzatmak, insan zekasını yüceltmek ve sağlık kalitesini arttırmak.  

Gerek edebiyat, gerekse mimari dahil diğer sanat dallarının tamamında fütüristik yaklaşımlar hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Pek çok yönüyle eleştirilerime hedef olabilecek ürünler ve tasarımlar çıkıyor karşıma zaman zaman. Diğer taraftan tamamen katılmasam da transhümanizm düşüncesini önemsiyorum. Zira bu düşüncenin tam aksi olan "slow living" yani yavaş yaşam etkisinden de kurtulmuş hissetmiyorum kendimi. Bir tavernada Akdeniz mezeleri ve Yunan müziği eşliğinde rakımı yudumlamak yerine bir hap yutup karnımı doyurmak asla istemem. 

Geleceği hayal etmek, insanın sağlık ve refah düzeyini yükseltecek her türlü araştırma ve geliştirme beni heyecanlandırıyor elbette. Bazen geleceğin insanlara ne getireceği ve ne götüreceği konusunu düşünürüm, ütopik tasarımları ilginç bulur, olası olumsuz ve olumlu durumlarını değerlendiririm. 

Gelecek konusunda endişelerim ve umutlarım başa baş gidiyor. İnsanın türünün tasarımında bile nedenini çözemediğim bazı hataların olduğunu düşünüyorum. Kin, nefret, yalan, egoizm gibi bazı kötü huy ve duygulardan kendimizi arındıracak bir duruma gelecek miyiz acaba? Eğer bunu başaramazsak dünyanın sonunu görmeden insan nesli tükenecek gibi geliyor bana. Yani işin doğrusu uçan araba beni o kadar heyecanlandırmıyor. Yerdeki trafiği halletmeden havadaki trafikle uğraşmak niye? Yapay zekanın insanı ne ölçüde mutlu edeceğini de kestiremiyorum. Bütün bunlar adaleti, eşitliği, huzuru sağlayacak mı insanlar arasında, savaşları, işkenceleri, tecavüzleri, cinayetleri önleyebilecek mi?

Gelecek hakkında pek umudum olmasa da tek hayalim şu: Öyle bir aşı, cihaz ya da her ne ise bulunsun ki yalan, sahtekarlık, kötü niyet cascavlak çıksın ortaya. Çünkü artık öyle bir hale geldik ki insanlar ne kötülük yaparlarsa yapsınlar yüzleri kızarmıyor. Hiçbir kötülüğün cezası öbür dünyaya kalmasın istiyorum. Örneğin siyasetçinin niyeti ülke çıkarına hizmet etmek değil de sadece kendi menfaatini düşünecek olursa yüzü yeşile dönsün. Mahkemede işlediği bir suçu inkar edenin yüzü kapkara olsun. Yalan söyleyen, birinin hakkını yiyen, başkasını kandıranın yüzü kan kırmızısı olsun. İnsanlar görsün dost bildiklerini, kime inanıp kime inanamamaları gerektiğini. Yöneticilerini seçerken yüzü boyasız, lekesiz olanları tercih etsinler. Yüzlerini örtenler ya da maske takanların yüzüne bakılmasın.      

Yakın dönemde en büyük teknolojik sıçrama internet ve bilişim teknolojisi sanırım. Büyük faydalarının yanı sıra zararlarını da tartışabiliriz belki. Ama benim için önemli olan internet insanlığa ne kadar fırsat eşitliği verdiği, sömürüyü ne kadar azalttığı, toplumun geniş kesimlerinin refah payını ne ölçüde yükselttiği. Belki eski bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz ışınlanma olayı bir devrim yaratacak. İnsanlık bunu da başarabilecek belki. Eşya ve yolcu taşımacılığı, yollar, havaalanları, demiryolları tarihe karışacak. Yollarda trafik ve park sorunu ortadan kalkacak. Bir kabine gireceksiniz mesela, gideceğiniz yerin koordinatlarını yazıp, düğmeye basar basmaz bir anda başka bir şehirde yaşayan Mehmet dayınızın evindesiniz. Bu konuda yıllar önce "Sinek" adlı bir film izlemiştim. Kabinin içine habersiz giren bir sinek adamın genleriyle karışıp onu yarı sinek yarı insana dönüştürüyordu. Tabii o zaman gelince bu tür aksiliklerin önüne geçilir, kabinin içi dezenfekte ettirilmiş olur önceden. İyi güzel de bu ve buna benzer ütopik icatlar insanı yine de mutlu edebilecek mi? Sanmıyorum.

13 Ekim 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 60

Sevgili Deeptone'un düzenlediği Ağaç Ev Sohbetlerinin 60. Hafta konusunu Bigudili Anne Blogger hazırlamış ve görüşlerini kendi sayfasında gayet güzel bir şekilde paylaşmış. Arkadaşımız, sorusunu sormadan önce Franz Kafka'dan bir alıntı yapmış: "Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında." demiş üstat. Yazarı çok sever, sayarım ve onun bu sözünü içimde özümsediğimi düşünüyorum. Bakış açım bu olduğu için soru oldukça ilginç bir hal alıyor nazarımda. Sorumuz şu: 

ÖLMEDEN ÖNCE YAPILACAK ÜÇ ŞEY?

İnsanın gençliğinde hayalleri geniş ve istekleri büyük oluyor. Bunlara erişmek için bir ömür boyu çaba gösteriyor ve belli ölçüde başarıyor da. Yıllar geçtikçe ya büyük ölçüde hedeflerimize ulaşmış oluyoruz ya da yavaş yavaş yaşam umutlarımızı tüketiyoruz...

Masmavi bir denizin kıyısında ince beyaz bir kumsala açılan bir villa. Rengarenk çiçeklerle bezenmiş bahçeye bakan verandaya kurulmuş üzerinde türlü yiyecek ve içeceklerle dolu geniş bir masa. Hemen yan tarafta insanın içini ferahlatan hafif bir rüzgarın etkisiyle güneş ışınlarının oynaştığı pırıl pırıl bir havuz. Ruhu dinlendiren hafif bir müziğe karışan çocuk sesleri... Kim istemez? 

Fakat bu konuda çoğu insandan biraz farklı düşünüyorum. Çocukluğumdan beri birçok hedefim vardı. Önce okulumu bitirmek, sonra iyi bir meslek sahibi olmak, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak... Kısaca her insan gibi ben de normal bir insandan beklenen ne ise onları yaptım. Hiçbir suça karışmadım, başarılı bir meslek hayatım oldu ve son hedefim olan emekliliği hak ettim. Farklı olan yönüm, bundan sonra hayatın akışına kendimi bırakmak! Yani bir hedefin peşinde koşmamak. Önüme çıkanlarla yetinmek. Bugüne kadar pek çok kez üzüldüm, sevindim. Hayat her zaman kendi bildiği gibi devam ettiğini gördüm. 

Belki tatmin, belki de doyumsuzluk bu. Kendimi hala tanımakla meşgulüm. O herkesin hayallerini süsleyen deniz kıyısındaki villam olmasa da olur. Hani olsa kaç gün mutlu edebilir ki beni. O deniz, beyaz kumsal, verandada ailece yenilen muhteşem yemek. Bahçıvanlar, garsonlar, hizmetçiler... Ondan sonra güzel bir yatım olsun açılayım engin denizlere diye geçmez mi aklımdan? Ya da başka hayaller, arzular... İnsanoğlu hayatı boyunca hep fazlasını ister. Bu yüzden fazla bir çaba içine girmeden bıraktım kendimi yaşamın kollarına...

Son bir haftadır blog dünyasından ayrı kaldım. Sağlığımı merak edenlerin içi rahat olsun, gayet iyiyim. Ancak yukarıda bahsettiğim hayatın akışı beni alıp belki hayalini dahi kuramadığım yerlere sürükleyecek. Uzunca bir süre ara verdiğim meslek hayatıma dönebilirim mesela. Aldığım bir iş teklifinde işler yolunda giderse rüzgar beni Endonezya'ya hem de Bali'ye yakın bir yere savurabilir. Eşim zaten hareketli bir hayatı seviyor, o şimdiden işin olması için dua etmeye başladı bile. Dediğim gibi denizin kıyısında güzel bir villa, verandada yiyeceğimiz enfes yemekler, içkiler neden hayal olarak kalsın ki. Bu işle ilgili olarak İstanbul'a gidip geldim, biraz da evde çalışmam gerekti. Bu yüzden blog dostlarından ayrı kalmak zorunda kaldım. Ama yine de aramızda sağlam bir köprü oluşturan Ağaç Ev Sohbetlerinden kopamazdım.

Konumuza dönecek olursak; kendi açımdan bakacak olursam ölmeden yapılmasını düşündüğüm şeyleri sıralamayacağımı anlamışsınızdır. Özel bir hedef ortaya koymaksızın sadece önüme gelen fırsatları değerlendirmeyi tercih ediyorum. Yani bugüne değin belli ölçülerde hedeflerimi tutturduğumu kabul ediyorum. Ölmeden yapmak istediklerim arasında, belki de en sonuncusu, hayalini kurduğum, nezih bir restaurant işletme fikriydi. Evet, bunu da gerçekleştirdim ve gerçekten büyük bir zevk aldım. Mekanıma gelen nice kalbur üstü misafirlerimin içi gidiyordu hem de. Ah biz de emekli olup şöyle bir işletme sahibi olsak diyenler çoktu. Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil ne yazık ki. Hele insanlarla uğraşmak belki hayatın en zor tarafı. Ancak, yaşamımızda insan faktörünü dışarıda bırakan bir seçenek muhtemelen bu dünyayı terk eyledikten sonra karşımıza çıkacak.

Evet, ölmeden önce mutlaka yapmak istediğim tek şey yok kafamda, o zaman konuyu başka bir açıdan alayım ben. Ölüm yaşamın doğal bir parçası, doğum gibi. Doğarken elimize verilen bir sınav kağıdı hayat. Vade geldiğinde sınav süresi bitmiştir artık. Biri çıkıp "Hadi, kalemlerinizi bırakın ve kağıtlarınızı kürsüye bırakın." diyecek. Geriye bırakacağım çok fazla izim yok, olacağını da pek sanmıyorum. Yani kağıdım boş! Her ne kadar bu yaşamımı iyi değerlendirmediğim duygusu uyandırsa da bende, en fazla bırakılan iz, bilemediniz birkaç bin yıl kalıyor bu dünyada. İz bırakınca ne faydası oluyor, o da ayrı bir konu, ancak...

Bir şey var ki, yıllardır aklımdan atamıyorum. Milenyumu gördüğüm, yakın geçmişimde büyük savaşların ve akabinde büyük teknolojik gelişmelerin yaşandığı şanslı bir döneme şahitlik ettim ve bu ortamda hayatımı sürdürmeye devam ediyorum. Ne kadar uzun bir zaman geçmesi gerektiğini bilmiyorum ancak hayatın anlamının çözüldüğü bir dönemde yaşamak isterdim. Ölmeden önce öğrenmemin mümkün olamayacağını bilsem de istediğim tek şey hayatın anlamının çözüldüğünü görmek olurdu sanırım. Biliyorum, imkansızı istemek biraz zamanımı alacak...    

6 Ekim 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 59


Deeptone'un organizatörlüğü altında devam eden Ağaç Ev Sohbetleri'nin 59. Hafta konusu da Andromeda'dan. Geçen hafta mevsimlerle olan benzerliklerimizi masaya yatırmıştık. Bu kez kendimizi müzikte ve şarkılarda arayacağız. Haftanın konusu şöyle:

"Bir şarkı olsaydınız, hangi şarkı olurdunuz?"

Açık söylemek gerekirse nasıl bir şarkı olabileceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ama eğer beni en çok etkileyen şarkının hangisi olduğunu sorsaydınız düşünmeden Indila'nın söylediği 'Derniere Danse' derdim. Herhangi bir hatırası ya da aklımda kalan bir öyküsü yok bu şarkının fakat sanırım en çok dinlediğim ve youtube üzerinden izlediğim bir parçaydı. Müziği, sözleri ve kısa film tarzındaki klibi beni alıp başka alemlere sürükler. 

Hayır, sadece o değil, onunla atbaşı giden bir başkası var. Yann Tiersen'in Amelie film müziği, "La Valse D'Amelie".   

Bu iki müzik parçası benim için sevmekten öte. Kendimi bulurum içlerinde, hayallere dalarım. Her ikisini de belki yüzlerce kez dinledim, eğer bir şarkı olsaydım, bunlardan biri olmak isterdim. Başka söze ne hacet. Nedeni yok bu seçimlerimin, öyle işte...


3 Ekim 2020 Cumartesi

ÇÖL ÇİÇEĞİ 11


BİRAZ DAHA...

Uzun zaman oldu belki, belki de olmadı...

Kendi başıma sahilde oturup dalgaları dinlemek huzur veriyor

Yargılamıyorum artık, ne kendimi, ne başka birini

Her şey tam da olması gerektiği gibi, böyle olmalıymış, oldu

Şu an bunu yaşamalıymışım, yaşıyorum

Ama biliyorum yalnız değilim, 

Bir yerlerde benim gibi birileri var, bu da geçecek.

Ve yeni bir acı daha gelecek

Ama olsun, olması gerektiği gibi

Belki de sessiz bir kabulleniş benimki

Dupduru, yepyeni bir ben gelecek, az kaldı

Biraz daha dayan Çöl Çiçeği, biraz daha...

 Çöl Çiçeği

ÇÖL ÇİÇEĞİ 10

 


ARTIK GELME...

Gelmesini istediğim o, artık gelmesin, gelmemeli

Gelmesi bana sadece acı ve ıstırap

Bu sevgi, bu aşk, evlilik benim sonum olacak

Ve ben bunları artık istemiyorum, gelmesin

Gelmemeli, bazı şeyler olmasa da olur...

Artık daha mutlu, daha güçlü, daha dik durmak istiyorum.

Zarar göre göre bitmek istemiyorum,

Anlamayan bir kalpte yaşamak istemiyorum

Gelmesin, en güzeli...

Yoksa bu ilişki ölümüm olacak,

Katilim olacak, o gelmesin...

Çöl Çiçeği

2 Ekim 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 9

Aylar sonra gördü onu. Son görüşmelerinde, "Anlatacağım çok şeyler var." demişti. "Gidelim  bir yerlerde oturalım, yiyelim, içelim hem de sana her şeyi anlatayım." 

"Pandemi var, sonra" demişti, Sahra Çalısı.

2 Temmuz'un ertesi günü yazdığı mesajda "İçimdeki kangreni attım, beni zehirleyen sudan kurtuldum." demişti. Sahra Sulh Hukuk Mahkemesinin güzel hakimi tek celsede bitirmişti işi. Sahra Çalısı merak ediyordu, gerçekten bitti mi diye.

Çölün yavan suyunun aklı başına geç gelmiş, o zalim başını duvarlara vuruyordu. Yine rahat durmadı, çölün yasasını bilmesine rağmen Çöl Çiçeğini aramaya devam etti. Çöl Çiçeğinin "Ne istiyorsun benden? Her şey bitti, sen karar verdin, kendi yolunu seçtin artık." demeleri, sakinleştirmeye yetmemişti suyu. Bir daha aradı, bir daha, bir daha...

Bilseydi bunları Sahra Çalısı, birkaç sözü olurdu elbette Çöl Çiçeğine. Anlam veremedi bir türlü olanlara. Çölün yavan suyu bir deli. Ya Çöl Çiçeğine ne demeli. Niye çıkarsın telefonlarına, onca yaşanandan sonra? Hem bunun böyle olmasını sen mi istedin?

Telefon konuşmalarıyla kalsa iyi. Kapısına dayandı yavan su, Çöl Çiçeği'nin. Çöl Çiçeği bir içim su. "Bu kadar açılıp saçılmazdın sen, ne oldu sana. Git, üzerine düzgün bir şeyler giy." dedi, çölün yavan suyu.

"Bana karışmaya ne hakkın var, söyle. Ben kuşlar gibi hürüm, artık." dedi, Çöl Çiçeği. Onun bütün yalvarışlarına, yakarışlarına aldırış etmedi. Pişmanlık sözlerini hiç umursamadı. Tuhaf bir zevk alıyordu. Hatta hızını alamayıp bir tokat patlattı suyun yüzüne. Su dalgalandı.

"Demedim mi ben sana Sahra Çalısı," dedi, "O bana gelecek, yalvaracak, ayaklarıma kapanacak." Dediği çıkmıştı ve bu durum onu huzura erdirmişti.

Sahra Çalısı, "Niçin telefonlarına cevap veriyorsun hala, niçin kalkıp görüşüyorsun?" diye sordu. "Onun yalvarıp yakarması, onu aşağılamam hoşuma gidiyor." diye cevap verdi, Çöl Çiçeği. Son bir aydır aramaları kesilmişti, suyun. Sahra Çalısı'na öyle dedi. Sahra Çalısı inanır göründü, buna.

Ancak Çöl Çiçeğini çok rahatlamış görmüştü bu kez Sahra Çalısı, kendine güveni gelmişti. "Kendime yeni sular bulacağım, hayatımı yaşayacağım." diyordu. "Ne idim, ne oldum." dedi. Telefonuna kaydettiği birkaç şiir çıkarıp Sahra Çalısı'na okudu.

Ben cellâdıma âşık olmuşum...

 İnsan hiç cellâdını sever mi?

Göğsümdeki ağrı her geçen gün şiddetini arttırıyor.

Kıvranmalarım, gizli ağlayışlarım, haykırışlarım, sessiz çığlıklarım...

Bitiyorum galiba, bu defa sessizce ölüyorum...

İçimdeki o tarifsiz duygu canımı öylesine yakıyor ki,

Nefesim kesiliyor ama bu durumu kimseye açamıyorum.

Güçlü gibi gözükürken bir yerlerde, bitiyorum.

Kimsenin fark etmesi umurumda değil...

Cellâdım görse, bir o fark etse...

Sanki bir o kurtarabilir beni, bir tek o.


Sahra Çalısı şaşırdı, gözlerini açtı. "Sen ne zaman yazdın bunları?" diye sordu. Bilmesine imkân yoktu Çöl Çiçeği'nin, bunun bir "Stockholm Sendromu" olduğunu. 

"Mahkemeden önceydi," dedi, "hani benim ateşler içinde yandığım, seninle acılarımı paylaştığım yaz günlerinde yazmıştım bunları." Sahra Çalısı, rahat bir nefes aldı. 

TEŞEKKÜR...


Evet, 25 Temmuz'da başladığım maraton sona erdi. "Masum Bir Adamın İtirafları" adlı ilk çevirimin ardından ikinci roman çevirimi 85 bölümde tamamlamış oldum. Aslında kitabın tamamının çevirisi yaklaşık otuz beş günümü aldı. Geriye sadece editörlük kısmı kalmıştı.  Onu da bölümleri yayınlamadan önce peyderpey yaptım. Şimdi, "Anadolu'nun Hayaletleri" gibi bir romanı dilimize kazandırmış olmanın huzurunu yaşıyorum. Büyük bir keyifle yaptığım bu çevirinin nihayet bulmasına üzüldüğümü söyleyebilirim. Oysa insan başladığı bir işi sonuçlandırdığında bir huzur, bir rahatlama hisseder genellikle. Ben bu romanın içine öyle girdim, karakter ve olaylarla öyle bütünleştim ki, bitmesini hiç istemedim. 

Öncelikle her bölümü dikkatle takip eden ve yeri geldiğinde samimi eleştirilerde bulunan üç blogger dostuma (alfabetik sırayla) Deeptone/Sade ve Derin, Manxcat/Kuyruksuz Kedi, Sadece C./Denize Bakan Ev'e sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca Yankım ve Gölgem ve isimlerini sayamadığım diğer blogger dostlarımın katkıları için kendilerine minnettarım. Eşimin bilgi ve tecrübesiyle yaptığı katkılar, adını zikrettiğim ya da etmediğim diğer arkadaşlardan aldığım cesaretlendirici sözler motivasyonumu arttırdı. Hepsine ayrı ayrı teşekkürü borç bilirim.

Her bölümün altında yapılan yorumlar benim için çok değerliydi. Yorumlarda roman karakterleri ve olaylar hakkındaki görüşlerimizi uzun uzun paylaştık ve keyifli tartışmalar yaptık.

Ben bu çeviri işini sevdim. Eşimle bu konuda her fırsatta tartışıyoruz. Eşim, çevirmenliğin yazarlığın yanında fazla bir değerinin olmadığını düşünüyor. Değerin ölçüsü nedir bu konuda emin değilim. Evet, çok ünlü yazarlar var herkesçe bilinen. Ancak kaç çevirmen tanıyoruz. Ünlü olmak mı amacım, para kazanmak mı? İkisi de değil. Benim için önemli ve değerli olan şey, yaptığım işten zevk almam ve inandığım işi yapmamdı. Çevirmenlik kolay değil. Dil bilen herkesin bu işi yapabileceğini sanmıyorum. Nasıl ki müzik iyi bir kulak ister, bence çeviri işi de öyle. Cümleler okurun kulağını tırmalamadan su gibi akıp gitmeli, yazarın verdiği detayı en ince ayrıntısına kadar yansıtmalıdır. Bana göre çeviri işi, en az yazmak kadar önemli ve değerli. En uygun kelimeyi bulmak, onu yerli yerinde kullanmak, bir ressamın fırçasını kullanması kadar sanatsal bir iştir. Hayır, ben kendimden bahsetmiyorum, daha gidilecek çok yolumun olduğunu biliyor, istediğim yere varmak için ömrümün yetip yetemeyeceğinden bile emin değilim. Cümle içinde kelimeleri dans ettirmek harika bir duygu. Aynı kelimelerle noktalama işaretlerinin de yardımıyla değişik anlamlar çıkartmak mümkün. Yazının aslını okuduğunuzda yazarın ne demek istediğini tam olarak algılamış olsanız bile kullandığı sözcüklerin sözlük karşılıklarıyla okura aktarmanız neredeyse imkansız. Yabancı dilde bazı sözcüklerin yüze yakın farklı anlamı var. Gafil avlanmamak için konuyu çok iyi kavramanız şart. Aksi takdirde gülünç duruma düşebilirsiniz. Gerçek okurun dikkatinden hiçbir şey kaçmıyor. Yazdığınız bir yazıyı beş yüz sefer okusanız bile en basit hatayı gözden kaçırmanız mümkün. Çünkü belli bir noktadan sonra beyniniz artık o yanlışı size göstermiyor. Kelime tekrarlarından, birbirinin ardına aynı yüklemleri kullanmaktan mümkün olduğunca kaçındım. Bu esnada bir şey fark ettim. İngilizce kelime hazinesi Türkçeye göre çok daha geniş! Türetme konusunda oldukça büyük imkanlara sahip bir dilimiz var, bu açıdan bakıldığında sorun yok ama bizim yan sözcüklerle tarif etmekte zorlandığımız eylem ve tanımlamalar, İngilizcede çoğu kez tek kelimede karşılığını bulabiliyor. Türkçeye ortalama bir Türk vatandaşından daha hakim olduğumu iddia edebilirim ama yine de emin olamıyorum. Belki de benim Türk dili hakkında öğrenmem gereken daha çok şey var. Dikkatimi çeken diğer bir husus, İngilizcede "ve" bağlacının aşırı derecede kullanımı. Çeviri yaparken mümkün olduğunca bu bağlacı daha az kullanmaya çalıştım. Çeviri ile tercüme arasındaki farkı pek çoğumuz algılamaz. Tercüme konuşmaların bir başka dile aktarılmasıyken çeviri yazılı kaynakların başka bir dile aktarılmasıdır. Konuşma dilinde bunun gibi anlamını bilmeden pek çok sözcüğü karıştırabiliyor ve bunu hiç önemsemiyoruz. Ancak yazım dilinde bu konu hayli önem kazanıyor. Biri görmezse öbürü fark edebiliyor. Bu yüzden çeviri insanın dilleri doğru anlamasına ve kullanmasına da yardımcı oluyor.

Anadolu'nun Hayaletleri, bize nefretin en yalın halini, savaşın kötü yanlarını, aile bağlarını, sevgiyi, dostluğu, aşkı, merhameti, kısaca iyiyi ve kötüyü en gerçekçi biçimde gösterdi. Yeri geldi acıdık, öfkelendik, yeri geldi umutlandık, üzüldük. Her bölümde ayrı bir duygunun heyecanına kapıldık. Hiç beklemediğim kadar tarafsız bir şekilde gerçekleri ortaya koyan ve insanlığın bazı yüce değerlerini öne çıkaran bir eserdi bu okuyup çevirdiğim. Evet, nefretin sadece acı ve üzüntü getirdiğini affetmenin ise insana mutluluk verdiğini bir kez daha görmüş olduk.

Yeni bir çeviri için beni böylesine etkileyebilecek başka bir roman bulabilecek miyim, bilmiyorum. 1915 yılında Ermeni ve Müslüman olmayan diğer halkların yaşadıklarıyla yüzleşmekten niçin kaçıyoruz? O büyük acıları çekenler de çektirenler de çoktan toprak olmuşlar. Niçin tarihten ders almak, hatalarımızı görmek yerine tarihi keyfimize göre eğip büküyoruz? Bir yandan çeviri yaparken diğer yandan bu konularda araştırmalarım devam etti. Yabancı haber kanallarının röportajlarını ve belgeselleri izledim. Onların arasında, Hrant Dink suikastını yapan Ogün Samast'ın ailesiyle yabancı bir medya grubunun yaptığı bir söyleşi vardı. Yoksul bir ailenin çocuğu olduğu belli, annesi ve babası suçu neyse çeksin ama ona bunu azmettirenler de cezasız kalmasın, diyorlardı. "Hrant'ı niçin öldürdün" sorusuna Samast'ın verdiği cevap, "O bir Türk düşmanıydı, bu yüzden öldürdüm." olmuş. Peki Hırant'ın hiçbir yazısını okudun mu, ya da onu dinledin mi diye sorulduğunda, "Hayır." demiş. Onu bu işe azmettiren Yasin Hayal ile birlikte Ogün Samast'ın avukatlığını üstlenen bir şahısın sözleri tüylerimi diken diken etmişti. "Hrant öldürüldüğünde ayakkabısını altı delikti, siz onun öldürüldüğüne üzülmediniz mi?" sorusu karşısında, "Üzüldüm desem, size yalan söylemiş olurum." diyebiliyordu. Evet bunu söyleyen barolarımızda kayıtlı bir avukat. Şimdi bu dava da diğer suçlarla birlikte günah keçisi ilan edilen Fetö'ye mal edildi ve asıl aktörler kendini gizlemeyi başardı, ne yazık ki!

Şimdi bu ülkede Anadolu'nun Hayaletleri roman çevirimi kitap olarak basabilecek bir yayınevi bulabilecek miyim, o da meçhul. Ben de şimşekleri üzerime çeker miyim? Bana da Ermeni dostu, Türk düşmanı derler mi? Bilmezler ki kötüler ve iyiler her milletin içinde var. İyiyi kötüyü ayırmak toplumu birbirine düşürmekten insanların arasına nefret tohumları ekmekten daha mı zor? Neyse, bakalım gelecek bize ne gösterecek.

Sözlerimi bitirmeden önce, Anadolu'nun Hayaletleri roman çevirimin seksen beş bölümünü de üç gün daha yayında bırakmayı düşünüyorum. Daha sonra yayından kaldıracağım. Arzu eden arkadaşlara daha sonra hepsini ayrıca göndermeye çalışırım. Kalın sağlıcakla,