Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri Andromeda'nın gündeme getirdiği bir konuyla 62. Haftasına giriyor. Böyle bir etkinliğin haftalarca sürmesinin bir anlamı vardır sanırım. Önerilen konularda herhangi bir sınırlama olmaması, sohbete katılanların saygı çerçevesinde düşüncelerini özgürce dile getirebilmesi, konuya ilişkin yazıların her birinden yeni bir şeyler öğrenmemizin yanı sıra yazmak isteyip de yazacak konu bulamamaktan yakındığımız dönemlerde Hızır gibi yetişmesi beni bu sohbetlerin bağımlısı yaptı diyebilirim. Bazen seçilen konular tepkimi çekse bile, çoğu kez yazmaya başlar başlamaz düşüncelerimin ne kadar boyut değiştirdiğine, konuların farklı kapıları araladığına şahit olmuşumdur. Sohbete katılan arkadaşların hayat görüşleri, yaşları, karakter yapılarına göre konuyu ele alışları sıcak ve sevimli. Örneğin ciddi bir tartışma konusunun Deep tarafından nasıl eğlenceli hale getirildiğini, bana basit ve çocuksu gelen bazı konularda ise benim kalkıp felsefe yapmam oldukça ilginç kılıyor bu ortamı. Bir arkadaşımızın çıkıp şöyle bir soruyla haftanın konusunu belirlese; "Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey nedir?" başta çok kızar, Ağaç Ev Sohbetleri'nin seviyesini düşürüldüğünü düşünüp hayıflanırdım. Artık bu tür sorulara dahi daha temkinli yaklaşıyorum. Çünkü yazmaya başlayınca her konunun, her sorunun cevabı kendiliğinden dökülüyor satırlara. Bu haftanın konusuna da biraz temkinli yaklaştım. Müzikle ilgili olması güzeldi. Andromeda'nın yazısını okudum. Katıldığım ve katılmadığım tarafları vardı arkadaşımızın. Fakat onun bu yazısı sayesinde "İncesaz" grubunu tanıdım, youtube üzerinden üç beş parçasını dinledim. Gerçekten de gönül teline dokunan, etkileyici parçalar. Sonra pek çok kez yaptığım gibi ekşi sözlüğe girdim. Orada yapılan yorumlardan birinde bir şiire rastladım.
Biliyorsun, hala birine aşık olabilirim, sana hiç benzemeyen çocuklarım olur,
Adının hiç anılmadığı bir hayat kurarım, hayalimdeki yüzünü eskitir zaman...
Biliyorsun herkes bir yolunu bulup tamamlanır aslında, herkes unutur biliyorsun, unutabilirim.
Zaten ben kimleri unuttum, onlardan biri olur, hayatımın en kullanılmayan yerine kaldırılır suretin.
Tozlanırsın, üzerin örtülür...
Biliyorsun, seni sevdim, bir gün deli gibi aşık olduğum gözlerin kör olsaydı da severdim,
Ellerin olmasaydı mesela, ellerin olmasaydı sen bile kendini sevmezdin oysa, biliyorsun.
Kimsenin tek bir seçeneği yok bu hayatta, hala seni bana unutturacak insanlar tanıyabilirim.
Başka bir ses kazınır kulaklarıma, biliyorsun, herkesin kendini kurtaracak bir bahanesi var aslında.
Oysa, ölene kadar sevebilirdim seni...
Eğer biraz yardım etseydin bana...
Ben bu şiiri fonda "İncesaz" müziği çalınırken okudum. Şairin ismi yoktu. Onu aramaya koyuldum, Google amca sağ olsun. Nursel Yıldırım adında 1992 doğumlu bir hanımefendiymiş. Birkaç kitap yazmış ama şiirleri beni benden aldı. Genelde aşk şiirleri yazmış, belli ki aşkı, ayrılığı tatmış biri. İçten, düşündüren ve son derece etkileyici sözlerin sahibi. Bir de blogu var, terk edilmiş bir halde görünüyor. Zira, son postu 12 Aralık 2012 tarihli. Yukarıda adını tıklayınca bloguna girebilir, güzel bazı şiir ve yazılarına erişebilirsiniz.
Gelelim, haftanın konusuna;
Eurovision Şarkı Yarışmasına Yeniden Katılsak Kimi Göndermek İsterdiniz?
Eurovision Şarkı Yarışmasını hiçbir zaman eğlence vesilesi olmasından başka bir yönüyle değerlendirmedim. Başlangıçta bu yarışmanın amacı Avrupa Yayın Birliği (EBU) ya üye ülkeler arasında ortak canlı yayın yapabilmekti. Teknolojinin geldiği bu noktada artık amacını yitirmiş ve ağırlıklı olarak geriye eğlence işlevi kalmış durumda. Diğer taraftan Eurovision Şarkı Yarışması tanınmamış ya da amatör bazı şarkıcılarla müzik topluluklarının kariyer yapma imkanı da vermiş. Yarışmada, güzel beste ve yorumların yanı sıra berbat parçalar da ülkeleri adına sergileniyor. Herkesin beğenisi farklı elbette. Zaman içinde kazanma hırsının kaliteyi düşürdüğünü görüyoruz. 1975 yılında ilk kez katıldığımız bu yarışmada Semiha Yankı'nın seslendirdiği "Seninle Bir Dakika" isimli şarkıda aldığımız sonunculuk bizi büyük hüsrana uğratmıştı. Aynı yıl, favorim olup birinciliği kazanan Hollandalı Teach-In grubunun seslendirdiği Ding-A-Dong isimli parça hala hafızamda yerini korumakta. Bana göre Semiha Yankı asla sonunculuğu hakketmemişti. Daha sonraki yıllarda müzik kalitemizi arttıracağımız yerde Avrupalara beğendireceğimiz parçalarla şansımızı denemeye başladık ki, Çetin Alp'ın saçma sapan "Opera" isimli şarkısıyla bu çılgınlığın doruk noktasına bayrağımızı dikmişti. Elbette Avrupa ülkelerine opera dersi vermeye kalkan ülkemiz sonunculuğu sonuna kadar hakketmişti. Bir süre sonra yarışmada derece yapmak için bestecilere yarışma parçası sipariş edilmeye başlandı.
Eurovision Şarkı Yarışmasına katılmaya başladıktan tam on beş yıl sonra, 2003 yılında, Sertab Erener, "Everyway That I Can" parçasıyla ezikliğimizi yenmemizi sağladı. Ne kadar da çok sevinmiştik. Ülkemizi temsil eden şarkı o yıl yurt dışında çalışan işçilerimizin canhıraş oylarının da desteğini alarak birinci seçilmişti. Takım tutar gibi ülkemizi temsil eden şarkıyı destekliyorduk. Amaç iyi olan kazansın değil, bizim olan kazansındı. Yarışmada milliyetçilik neyse de siyaset, ırkçılık gibi unsurların devreye girdiğini sanmıyorum. Eğer bu yönde yarışmaya puan veren ülkeler var ise de bu sadece kendi ayıplarıydı. Bu nedenlerle söz konusu yarışmayı protesto edip çekilmemizi de doğru bulmamıştım. Bence bu karar batı değerlerinden uzaklaşma, eziklikten başka bir şey değildi. Ajda Pekkan'ın "Aman petrol, canım gülüm petrol" şarkısıyla ne derece bekleyebilirdik ki! Güzel bir ilahi besteleyip Ahmet Özhan'a icra ettirsek Avrupa bizi yine muhtemelen anlamayacaktı...
Peki o zaman ne yapmalı. Önceden olduğu gibi amatör sesler ve besteciler aranıp kendimize has özellikleri yansıtan güzel şarkılar arasından müzisyenler ve halk jürisi tarafından yapılacak bir seçimle yarışma parçası belirlenebilir mesela. Diğer ülkeler de benzer şekilde parçalarını seçse bu yarışmanın güzel bir etkinlik olacağını düşünüyorum. Popüler olmayan nice güzel bestelerimiz ve yorumcularımız var. Haftanın sohbet sorusuna gelince; ben şahsen bilinen bir parçayı yeniden katılacağımız bir Eurovision Şarkı Yarışmasına göndermeyi önermem. Yeni bir şarkı olmalı bu. Tercihen amatör ya da popüler olmayan. Ülkemizin kültür değerlerini yansıtmalı aynı zamanda. Çok sesli olmalı, ruhumuza hitap etmeli, yarışmayı kazanmak birinci amaç olmamalı. Evet, çok güzel bir parçayla ülkemizi temsil ettik demeliyiz. Bir de şarkının bir hikayesi olmalı, yani sadece yarışmada temsil edilmek üzere ısmarlama bir beste yapılmamalı.
Sizlerin de gerek yazılarınızla, gerekse konu önerilerinizle, onu da yapamıyorsanız yorumlarınızla Ağaç Ev Sohbetlerine katılmanızı bekliyorum. Sevgiyle kalın.