Oturduğumuz yere en yakın lisenin haylazlıkta adı çıkmıştı. Ondan daha iyi bilinen bazı liseler ise adresimiz tutmadığı için kaydımı almamışlardı. Yine paşa paşa bize en yakın liseye kabul edilmiştim. Bütün öğrencilik hayatımda bende en çok iz bırakan hocamla lise birinci sınıfta karşılaştım. Matematik hocam Mualla Şengonca. En yakın arkadaşlarım ile birlikte ona "Muallacım" derdik. Yeni mezun genç bir öğretmendi o. Siyah dalgalı saçlı, beyaz tenli, giyimine kuşamına dikkat eden, kararında makyaj yapan bir kadın. Ama onun bakışları en unutamadığım yanıydı. O baktığında ne demek istediğini anlardık. Her zaman iri kahverengi gözlerinin içi gülerdi. Gözleri ile gülen başka birini görmemiştim onu tanıyana dek. Garip bir şekilde kızdığında bile gözlerinin içi gülmeye devam ederdi.
Ah Muallacım, sadece ben değil, yakın arkadaşlarımla birlikte aşıktık ona. Matematik dersini daha çok sever olduk. Gözüne girmek için daha çok çalışrdık. Yüksek notlar aldığımızda o güzel gözlerinden alırdık aferinimizi. Serhat adında haylaz bir arkadaşımız vardı. Yumruk yaptığı elinin iç yüzünü kullanıp birbiri ardına darbeler indirdiği burnunu kanatırdı. Sonra sol avucu ile kanayan burnunu tutup "Hocam burnum kanıyor, çıkabilir miyim?" der, Mualla Hocamdan müsaade isterdi. Derslerden kaytarmak amacıyla diğer derslerde de bu yola sıklıkla başvuran Serhat'ın burnu duruma alıştığından artık bir iki küçük darbeyle kanar hale gelmişti. Muallacım elbette yemiyordu artık Serhat'ın numarasını ama ne yapsın? Kolunu gergin bir şekilde uzatıp kapıyı işaret ederken "Lütfen dışarı çıkar mısın?" diye çıkışırdı. Ben yine o bakışlara, gözlere dikkat kesilmiştim. O iri kahverengi gözlerinde sinirden şimşekler çakarken müstehzi bir gülümsemeyi aynı gözlerin içine nasıl yerleştirebiliyordu (!)
İlk yıl edebiyat ve ingilizce derslerimiz öğretmen olmadığı için boş geçiyordu. İkinci sömestrede bir ara sonradan eczacı olduğunu öğrendiğimiz bir hoca gelmeye başlamıştı derslere. Lisede birçok öğretmenimizin lakabı vardı. Tarih dersimize yaşı kırkı aşkın yeşil gözlü sarışın bir afet girerdi. Onun adını bilmezdi hiçbirimiz. Lakabı Afrodit'ti. Biyoloji hocamız kısa boylu, şişman bir tipti. Neşeliydi, öğrencilerle iletişimi iyiydi. Onun lakabı Çiko'ydu. Eskiler bilir çizgi roman kahramanı Zagor'un arkadaşı Çiko'yu. Biyoloji hocamız Çiko bir ara boş geçen fizik derslerine girmeye kalkınca olan olurdu. Adamcağız örnek bir problem çözmeye kalkar, öyle yapar olmaz, böyle yapar olmaz, içinden çıkamayacağını anlayınca döner bize aynı soruyu ödev olarak verirdi. Ne olursa olsun kızamazdık Çiko'muza.
Edebiyat dersine giren hocamız, sağ elindeki dosyayı göğsüne sıkıştırdığı halde sınıfa dalar sol eliyle ayağa kalkmış öğrencilerin yerlerine oturmasını işaret ettikten sonra dersi anlatmaya başlardı. En nefret ettiğim dersti edebiyat. Fuzuli'ler, Baki'ler, mefailatünler, fa'lünler hiç sarmazdı beni. Kompozisyonum süperdi lakin. Herkesin döküldüğü derste aldığım notlar her zaman iyiydi. Ne gülerdi, ne kızardı. Ruhu vücudundan sökülüp alınmıştı sanki. Ona robot adını uygun görmüştük.
Sınıfta kapının hemen solundaki ilk sıranın duvar tarafında oturuyordum. İkinci sene yeni bir İngilizce öğretmeni derse girmeye başlamıştı. Bizlerden olsun en fazla beş yaş daha büyüktü. Minyon tipli esmer güzeli genç bir kızdı. Her zaman süper mini etek giyer, sütun gibi bacaklarını sergilemekten kaçınmazdı. Oturduğum yer öğretmen kürsüsünü çaprazdan gören bir konuma sahipti. Gözümüzde o daha hoca olmamış, stajyer öğretmendi henüz. Kürsüde bacak bacak üstüne atıp bize göz ziyafeti çektirdiği için bütün erkek arkadaşlar benimle yer değiştirmek için az yalvarmıyorlardı.
Lise ikinci ve üçüncü sınıflarda genel olarak kaliteli hocalarımız oldu. Sınıfımız da akıllı çocuklarla doluydu. Fizik hocamız meslek hayatının en başarılı sınıfına ders verdiğini söylüyor, emeğinin karşılığını almasının gururunu yaşıyordu. Son sene Namık Kemal lisesinden gelen Hamiyet Hoca bir matematik profesörüydü. Bu hocalar sayesinde üniversite sınavında açıkta kalan hemen hemen hiçbir arkadaşımız olmamıştı.
Üniversite yıllarımda hoca sayısı inanılmaz ölçüde artmıştı (!) Arkadaşlar kendi aralarında birbirine "hocam" diye hitap ederlerdi. Öğretim üyeleri zaten hocaydı ama çaycılar, temizlik görevlileri, çevrede kimi görürseniz hepsi hocaydı. Bu bir ODTÜ kültürüydü. Ağzımız o kadar alışmıştı ki her önümüze gelene "hocam" demeye. Ankara'lıların da bunu kabul ettiğini görecektim kısa zamanda. Manavda "Hocam oradan bana iki kilo patates veriver." demek, berberde "Hocam şu saçları biraz kısalt" demek gayet olağan karşılanırdı. Bizim o yıllarda jandarma ile yakın temaslarımız olurdu. Polis giremezdi kampusa. Hele bir girsindi. Jandarma da hocamızdı, nizamiyedeki bekçi de. Elbette bu duruma bozuk atanlar da oluyordu. Hidrolik dersimize giren profesör Cahit Çıray hiç hoşlanmazdı kendisine hocam denilmesinden. "Everybody is hoca, I am not your hoca" derdi. Herkes hocaysa ben hocanız değilim yani.
Tatillerde İzmir'e gittiğimde manava hocam deyince bön bön bakardı yüzüme. Hemen toparlardım kendimi. İşte böyle. Perran Kutman'ın Hayat Bilgisi dizisindeki "Hoca camide" ifadesini dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik eleştirmiş. Camide hocanın değil, imamın olduğunu, kültürümüzde öğretmenlere hocam denilmesinin yadırganmaması gerektiğini söylemiş. Ona bir gün gelip de hak vereceğimi hiç düşünmezdim doğrusu.
(Son)