Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi: "Cenneti nasıl hayal edersiniz?"
O güzel hayallerinizi yıkmak istemem ama yok, maalesef yok öyle bir yer. Sizi kandırıyor birileri! Hayalini kurmamızı istedikleri, fakat gerçekte olmayan bir cennet var elbette. Kitapta anlatılan cenneti soracak olursanız, bu cennet benim hayallerime şöyle yansıyor. Hadi, birlikte bakalım:
Öldüm, ruhum sıcak bedenimi terk etti, göğe doğru yükselmeye başladım. Bedenimi görüyor ruhum, yükseldikçe küçülen bedenimi... Üzerimdeki ağırlığın tek sebebi bedenimmiş demek! Açık gri bir buhar görünümünde bulutlara karışırken etrafımda uçuşan başka ruhlar görüyorum bazen. Tuhaf bir vurdumduymazlık hissediyorum, göğe yükselen bütün ruhlar kendi aleminde, birbirleriyle ilgilenmiyorlar. Belli ki, cehennem korkusu bacayı sarmış. Dehşet bir şey bu, görmelisiniz. Yanından geçtiğim ağlak ruhlardan bazıları, fısıltı halinde ha bire tövbe istiğfar çekiyorlar. Gülümsüyorum, "artık çok geç" derken baş parmağımı burnuma götürüp nanik yapıyorum onlara. Acemi ruhlar şaşırıp geri dönmesinler diye, yukarıyı gösteren ok işaretleri konulmuş yol boyunca. Yükseldikçe altımda kalan bulutlar harika bir görüntü oluşturuyor. Kendimi o pembe renkli pamuk denizine atmak istiyorum ama başaramıyorum. Ruhum havadan hafif olduğu için yer çekimi işe yaramıyor. Acemi ruhlar o kadar hafif değil, çünkü değer verdikleri bazı dünyalıkları yanlarına almışlar, bu onların yükselmesine engel. Hatta bazı ruhlar ölmekten vazgeçip tekrar bedenlerine geri dönebiliyor. Tahmin edeceğiniz gibi herkesin yükselme hızı farklı. Dünya hayatında çile çeken ruhlar bir an önce Araf'a çıkmak için acele ederken, içinde fesatlık taşıyanlar, ne işe yarayacaksa, zaman kazanmaya devam ediyor.
Yeni bir şey öğrendim. Burada zaman kavramı farklı. Yukarı çıktıkça zaman daha ağır ilerliyor, yani arkadan gelenler öndekilere bir şekilde yetişiyor. Bunu görevli bir melek tarafından yakalarımıza kimlik kartlarının takıldığı, göğün birinci katına çıktığımda anladım. Birkaç metre gerimde çocuklarım, birkaç metre ilerimde annemi, babamı, büyük annelerimi, büyük babalarımı gördüm. Yaka kartları olmasa onları tanıyamazdım. Yüz metre kadar ilerimde parlayan bir ruh gördüm. Merak edip yanına koştum. Yaka kartında doğum tarihi 1881 yazıyordu. Anladım ki göğün birinci katında bir asırlık zaman farkı saniyeler mertebesinde. Muhtemelen göğün ikinci katında peygamberle saf tutacağım. Yıllar geçiyor ama geçen yıllar bana saniyeden kısaymış gibi geliyor.
Yolculuğum konusunda size net bir şey söyleyemem. Ne keyifli ne de sıkıcıydı. Hani toplasan belki yedi saniye falan sürmüştü algıladığım kadarıyla. Tabii bu zaman dilimi dünyada milyarlarca yıla tekabül ediyor olmalı. Böylece ucu bucağı olmayan geniş bir alana geliyoruz hep birlikte. Benden milyonlarca yıl önce yaşayanlarla milyarlarca yıl sonra yaşayacak olanlar, yani siyahıyla, beyazıyla, her milletten bütün insanlar, mahşeri bir kalabalık içinde hesap vermek üzere Arafta toplanıyoruz.
Doğrusunu söylemek gerekirse Araf hiç de hoş bir yer değil. Kalabalığı görünce ilk kez gözüm korkmaya başlıyor. Bu kadar insanın hesabının görülmesi için dünya kadar zaman lâzım. Kendi kendime söyleniyorum. Tanrı'nın duyamayacağı bir sesle "Papazı bulduk!" diyorum. Hemen yanımdaki ruhlardan biri heyecana kapılarak bana doğru fısıldıyor. "Hani, nerede?" diye soruyor. Muhbirlerden biri olmalı, diyorum içimden. Burada bile kendilerine kadro yaratmaları şaşırtıcı! Ama şöyle güzel bir eleme yapmak aklımdan geçmiyor değil hani. Yoksa yıllarca Araf'ta kalacağız. Hiç sevmediğim bir şey belirsizlik. Olsun artık ne olacaksa. Cennet, cehennem fark etmez. Müslüman olmayanları ayırıp onları doğrudan cehenneme tıksalar zamandan epey tasarruf sağlanabilir belki de. Ancak Müslüman ruhlardan pek çoğunum gideceği yer de aynı. Hepsi şeytana pabucunu ters giydirecek cinsten. Bütün arzuları, Tanrı'yı aldatıp hiç emek sarf etmeden cennetten iyi bir köşe kapmak. İşin tuhafı, Tanrı'nın bu durumu biliyor olması ve her nedense bilmez görünmesi. Bakın bu durum sevgili Tanrı'mızın espri anlayışıyla alakalı olabilir belki. Nitekim benzer espri anlayışıyla kurdurduğu Sırat Köprüsünün karşısına geçip aşağı düşenlere kıs kıs güleceğini adım gibi biliyorum. Mesleğim gereği köprüyle ilgilendim biraz. Tabliyesinde şimdiye kadar hiç görmediğim bir malzeme kullanılmış. Dışarıdan bakıldığından son derece sağlam görünüyor. Köprü ayağındaki levhanın üzerinde "Sırat Köprüsü - Beşli Çete tarafından inşa edilmiştir." yazıyor. Yok artık, bu kadar da olamaz dedim, burayı bile ele geçirmişler! Biraz ötede etrafına geniş bir kalabalık toplayan Reis, kendinden emin bir şekilde gülücükler dağıtıyordu. Size göre yıllar, bana saniyeler süren o sessiz yolculuk sayesinde gülümseyen, sevinçli, üzüntülü ya da acı çeken ruhları tanıyabiliyordum artık. Hesap zamanı gelmişti. Akın akın köprüye hücum ediyordu ruhlar. Bedenlerinden arındırılmış ruhlar, onca hafifliklerine rağmen aşağıda yanan cehennem ateşine kuru birer yaprak misali süzülüyordu. İtiraf edeyim, ben daha ağır bir manzara bekliyordum. Her ruhun ete kemiğe bürünmüş haliyle, yani topyekûn bir insan olarak Sırat Köprüsüne sürüleceğini, aşağıda harlı ateşe düşen zavallı insanların derileri yanıp döküldükçe, sırf daha iyi azap çeksinler diye yanan derilerinin başkalarıyla değiştirileceğini sanıyordum. Bu sanmaktan da öte bir şeydi, aynen böyle yazıyordu Kitap. Ağır ağır köprüye doğru ilerlerken nasıl olduysa kalabalık bir ruhlar topluluğunun arasında buldum kendimi. Kuvvetli bir akışa teslim olmuş, tanımadığım ruhlarla köprüye doğru hep birlikte sürükleniyorduk. Tamam dedim, buraya kadarmış. Zavallı ruhum altta fokur fokur kaynayan su kazanlarında yok olacak, susadığımda bana sadece irinli su ikram edilecek, yutmaya kalktığımda onu bile boğazımdan geçirmeye gücüm yetmeyecek, en sonunda her yandan ölüm gelecek, ölümün kurtuluş olduğunu bildiğim halde, ölümü gösterip ölmeme müsaade etmeyecekler ve ardından daha katı bir azap bekliyor olacak beni....
Ruhum daralmıştı. Bir yandan aklımda deli sorular uçuşuyordu. Aşağıda tüm azametiyle yanıp duran cehennem ateşinin binlerce derecelik yakıcı sıcağını hissetmiyordum. Bütün ruhlar benimle aynı durumda mıydı? Ruh, ateşte yanar mıydı? Ateş, ruhu yakar mıydı? Bir fırsatını bulup başımı arkaya çevirdim. Reis yanındakilere sesleniyordu, "Sabredin nankörler, şükretmesini bilin pislikler, sürtükler..." Benim için iş işten geçmiş, sabredip şükredecek zamanım kalmamıştı. Tuhaf bir şekilde köprüyü yarılamış olduğumu fark ettim, sayıları gittikçe azalan ruhlarla beraber ilerliyordum. Önünü alamadığım bir merak, büyük bir çaresizlik içinde Reis'in peşimden gelip gelemeyeceği düşüncesi bir fare gibi beynimi kemiriyordu. İşte tam o esnada Tanrı'yı gördüm, başkasına kaptırdığı bir oyuncağı yeniden eline geçiren hınzır bir çocuğun gülümsemesi yapışmıştı yüzüne. Reis peşimden gelirse kendimi köprünün korkuluklarından aşağı atmaya kesin kararlıydım. Onca kalabalığın içinden haykırdım Tanrı'ya. "Ya o, ya ben!" dedim, ikimiz sonsuza kadar aynı yerde kalamayız. Kulakları sağır eden bağrışmalar, feryatlar arasında billûr, ipek gibi yumuşak bir ses geldi kulağıma. Tanrı'nın sesiydi bu. "Sen yoluna devam et." diyordu. Başka şansımın olmadığını biliyordum, mecburen yürümeye devam ettim. Köprünün sonuna varmıştım. Benimle birlikte köprüyü geçmeyi başaran ruhları görmeliydiniz. Hepsi sevinç naraları atıyor, hoplayıp zıplıyorlardı. Bense son derece sakindim. Hemen karşı tarafta, azametli altın kapının üstünde büyük, süslü Arap harfleriyle, "Cennete Hoş Geldiniz." yazısı okunuyordu. Onun biraz altındaki levhada "Şeytan Giremez." yazısı dikkatimden kaçmadı. Şeytanın girmediği yerlerin son derece sıkıcı olduğunu biliyordum. Buraya kadar geldikten sonra beni Şeytanın yanına götürün desem buna Tanrı alınabilirdi. Durmak yok, yola devam dedim.
Nur yüzlü melekler karşıladı kapıda beni. Cennet hakkında bana ilk aşamada işime yarayacak kısa bilgiler verdiler ve daha sonra emrime verilen cennet personeli ile tanıştırıldım. Bulunduğum yerde derin bir sessizlik hakimdi. Benden önce gelen ruhların her biri bir köşeye çekilmiş, hallerinden son derece memnun görünüyorlardı. Yeşil rengin hakim olduğu, etrafında ırmaklar çağlayan güzel kokulu bir yerdi burası. Hava sıcaklığı öyle güzel ayarlanmıştı ki ne üşütüyor, ne terletiyordu. Benimle ilgilenecek meleğin adı Dilruba'ymış. İnce, dal gibiydi, gözlerini ceylândan almıştı. Ruhumu ateşler bastı, bir de tatlı dili vardı ki, sormayın gitsin. Koluma girdi, yürümüyor, ayaklarımız yerle temas etmeksizin süzülüyorduk adeta. Az ötesi gölgelik bir yerdi, pınarın başındaki görkemli çadıra doğru ilerledik. Kulağımı okşayan hoş bir Arapçayla sesleniyordu Dilruba, bu dili hiç bilmediğim halde onu gayet iyi anlayabiliyordum. Çadırın içinde geniş döşekler ve yastıklar, üzerinde türlü meyvelerin bulunduğu sehpalar ve şarap sürahileri, hepsi beni bekliyordu. Dilruba, çadırın odalarından birine girip eli dolu bir şekilde geri döndü hemen. Bana uzattığı elbiseyi giymemi istedi. Tül gibi inceydi, turkuaz renginde, ipekli bir kumaştan yapılmıştı. Üzerimde garip durduğuna şüphem yoktu. Ama bu elbise sayesinde ruhum silik bir duman olmaktan çıkmış, ete kemiğe bürünmüştü. Dilruba elindeki aynayı tutup bana aksimi gösterdi. Otuz üç yaşındaki halime dönmüş, içimde muazzam bir enerji birikmişti. Kolumu uzatmamı istedi, boyun eğerek dediğini yaptım. Bileğime altından bir bilezik geçirdikten sonra şimdi boynunu uzat dedi. Çıplak göğsünden yayılan amber kokusu beni sarhoş ediyordu. Boynuma inciden bir kolye taktı. Hop, ne oluyoruz diyecek oldum. Bana bir bakış attı, nefesimin kesildiğini hissettim. Üzerine ince tülden, vücudunun bütün kıvrımlarını ortaya koyan, açık pembe bir esvap giymişti. Siyah saçları narin beline kadar uzanıyor, kemiklerinin içindeki ilik şeffaf teninin altından görünüyordu. Küçük burnunun gölgesi altında davetkâr kiraz dudaklara sahipti. Bir süre bakıştık, o an aklımdan geçen şeyleri tahmin edemezsiniz. O ise karşıma oturmuş bana tatlı tatlı gülümsüyordu. Sonra sessizce ayağa kalktı, sehpanın üzerindeki sürahilerden birini alıp çadırın hemen önünde fışkıran pınarın suyuyla doldurdu. Önümde saygıyla eğilip sürahiyi kadehlere boşalttı. Nasıl desem, zencefil tadı vardı sanırım, gayet hoş bir karışımdı. Bu suyun adına selsebil diyorlarmış.
Başka, başka ne var cennette diye sordum Dilruba'ya. Elimden tuttu, dışarı çıkardı beni. Nereye baksam her tarafta akan sular görüyordum. Hepsinin ayrı tadı vardı, hepsinden kana kana içtim. Bir ağacın gölgesinde durduk. Ayağımızın dibindeki ırmakta akan sıvı, kehribar renginde, kıvamı hayli koyuydu. Sonradan bunun süzme bal olduğunu öğrendim. Tanrı'nın arıcılık konusunda bu kadar iyi olması beni hayli şaşırtmıştı. Çeşitli meyve bahçelerinin, bağların, hurma, nar ve muz ağaçlarının arasından geçtik. Onca yol yürümemize karşılık hiç yorgunluk hissetmiyordum. Dönüşte çadırın önünde bıyığı yeni terlemiş genç bir oğlan çocuğu bizi bekliyordu. Dilruba'ya kim bu, ne istiyor diye sordum. Ha o mu? Onun adı Gilman dedi, cennetin çocuklarından, bir de Vildanlar var, hepsi size hizmet etmek üzere Tanrı tarafından görevlendirildi. Peki onların yapacağı işleri sen yapamaz mısın diye sordum. Utandı, gözlerini yere indirdi. Bırak Tanrı aşkına dedim, sen yanımda ol bana yeter, lakin derhal söyle şuna, gözümün erişmediği yerde bitsin.
Gecem fena geçmedi doğrusu, Dilruba'yla birlikteydik. Birkaç gün sonra yine onun kadar güzel, beyaz tenli, ceylan gözlü kızlar geldi yanıma. Yaşları yirmi yoktu, hepsi bana hizmet etmek için gelmişler, yanlarında Tanrı'nın selâmını getirmişler. Döşeğime uzanmıştım, biri ağzıma hurma tıkarken diğeri dudakları arasında tuttuğu iri üzüm tanesini bana uzatıyordu. Bir diğeri arkama geçti narin elleriyle sırtıma masaj yapmaya başladı. Canım ne isterse o oluyordu, hepsi itaatkâr bir şekilde boyun eğiyorlardı talimatlarıma. Ama bu da bir yere kadardı. Her gün hurma, üzüm, nar yemekle olmazdı ki. Güzellerden biri gidip diğeri gelirken monoton yaşam sıkmaya başlamıştı beni. Fakat Dilruba'yı yanımdan hiç ayırmıyordum. Bir sabah rahat döşeğimde keyif çatarken çadırımdan içeri birileri girdi. Başımı kaldırdım, birkaç gün önce çadırıma gelen Gilman'ı karşımda görür görmez kafamın tası attı. Yanında genç, güzel bir kadın getirmişti. Kadından utanmasam elimdeki üzüm salkımını yüzüne fırlatacaktım. Dilruba'ya çıkıştım, bu oğlan bozuntusu gözüme görünmesin demedim mi sana ben? Gilman'ın yanındaki kadın dik dik baktı yüzüme. Ben de ona doğru çevirdim başımı, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Evet, farklıydı bu diğerlerinden, otuz yaşlarında falan gösteriyordu. Bakışı hükmedercesine insanın içine işliyordu. Diğer masum, itaatkâr bakışlı kızlardan çok farklıydı. Gözüm onu bir yerden ısırıyordu sanki. Müstehzi bir gülümsemeyle yanıma yaklaştı. "Beni tanımadın değil mi?" diye sordu. Evet şimdi hatırladım dememle birlikte başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Arkadan gelecek ikinci soruyu tahmin etmek hiç de zor değildi. Gözleri ateş saçıyordu. "Ne işin var çocuğun yaşındaki kızların arasında, utanmıyor musun, seni gidi kart zampara!" diye çıkıştı. Yemin ederim bir şey yapmadım dedim, istersen test yaptıralım. Dilruba ve yanındaki hurilerin yüzü kızarır gibi oldu. "A benim sersem kocam, senin yeminine hiç inanılır mı? Buradaki hurilerin bekaretinin asla bozulmayacağını bilmeyecek kadar saf mı sandın beni sen?" Lâfı değiştirmek istedim, "Sahi sen Sırat'ı nasıl geçtin, kolay oldu mu? Araf'ta havalar nasıldı?" diye saçma sorular sordum. Cevap verme tenezzülünde dahi bulunmadı. Havanın gerildiğini gören Dilruba, diğer hurilerle birlikte çadırın arka kapısından sıvışmıştı çoktan. Bense hâlâ Reis'in Sırat'ı geçip geçmediğini merak ediyordum.