KATEGORİLER

30 Kasım 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 119

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Konumuz yine sanat üzerine. Bundan şahsen büyük mutluluk duydum. Fakat bu kez sanatçıdan ziyade birer sanat sever olarak sanata bakış açımız üzerine yoğunlaşacak tartışmalarımız. İşte haftanın konusu:

"Başka birinin ürettiği bir sanat eserini veya onun kopyasını neden satın alırız? Ona sahip olmaktaki amacımız nedir? Ünlü bir ressamın tablosunu neden alırız? Orijinaline paramız yetmediğinde kopyasını bile neden alırız?

Gerçek sanat, yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesidir. Kant'ın dediği gibi sanatın kendi dışında hiçbir amacı olamaz. El sanatları ve heykel dışında parayla satın alabileceğimiz sanat türlerinden ilk akla geleni resimdir. Resim sanatına ilgi duyup değerli tabloları koleksiyonlarına ekleyen sanat tutkunlarına büyük saygı duymakla birlikte söz konusu sanat eserlerini aynı zamanda bir yatırım aracı olarak görüp görmediklerinden emin değilim. Bir sanat eseri satın almak ona sahip olmaktır. Edebiyat, müzik, görsel sanatlar için bu anlamda bir satın almadan bahsedilemez. 

Resim, heykel gibi sanat eserlerini satın alıp evlerde, özel ya da kamusal iş yerlerinde sergilemek suretiyle mekânın havasını değiştirmek mümkün. Bu şekilde sanatkârı destekleyip onun yeni eserler üretmesine destek olabiliriz. Bir hastane duvarında ya da bir arkadaşımızın evinde gördüğümüz güzel bir tablo hoşumuza gider ve sanat eserlerinin sergilendiği bir ortamda bulunmaktan haz duyarız. Evimize gelen konuklarımızın beğenip satın aldığımız tablolara baktığında aynı güzel hislere sahip olacağını düşünüyorum. 

Resim ve heykel konusunda kendimi gerçek bir sanatsever olarak görmek iddiasında değilim doğrusu. Zira herhangi bir resim sergisini gezerken tablolara trene bakar gibi bakmak ya da evde orta ölçekli tanınmış sanatçılara ait birkaç yağlıboya tablo bulundurmak sanatseverlik değildir. Bu konu beni oldum olası rahatsız eder. Aslında tamamen belli bir sanat dalına ilgi duymakla alâkalı bir durum.  Resim sanatına ilgi duymak onu anlamaktan geçer. Resmi anlayabilmek için önce ressamı tanımak ve yaşadığı dönem hakkında bilgi edinmek zorundayız. Kullandığı teknikleri, tabloya hangi duygu ve düşünceleri aktardığını, verdiği mesajları çözmek gerekir. Nasıl ki iyi bir oenologue (şarap uzmanı) tattığı şarabın rengine, kokusuna, tadına ve kıvamına göre onun hangi bağdan hasat edildiğini, hasat yılını, üzümün cinsini, içerdiği aromaları anlayabiliyorsa, resimle ilgilenen bir sanatsever de benzer şekilde tabloya baktığında ressamın hangi akımı benimsediğini, tablonun hangi dönemde yapıldığını görebilmeli, sanatçının uyguladığı tekniklerden tutun da tabloyu tuvale aktarırken duygu ve düşüncelerinin ne olduğuna kadar pek çok konuda bilgi sahibi olmalı. Herhangi bir sanat dalına ilgi göstermiş, belli bir seviyede bilgi sahibiysek, ünlü bir ressamın tablosuna sahip olmak ya da onun bir kopyasını bulundurmak daha bir anlam taşır. Bunun dışında aldığımız tablonun gözümüzü okşayan bir aksesuardan farkı yoktur.

Ağır yaşam koşullarında sanata yeterince zaman ayıramadığımız bir gerçek. Bu yüzden sınırlı ömrümüzde ilgimizi genellikle en fazla bir ya da iki sanat dalı üzerinde yoğunlaştırabiliyoruz. Benim bu konuda tercihim edebiyat oldu. Bu nedenle diğer sanat dalları üzerinde ahkâm kesmem pek doğru olmaz. Fakat yine de Rönesans dönemi resim ve heykelleri hoşuma gittiğini söylemeliyim. Daha çok dini temalı eserlerde canlandırılan kişi ve mekânlar konu hakkında biraz bilgi sahibi isek daha kolay anlaşılabilir cinsten. İslâm dininde resim ve heykelin Tanrı'ya şirk koşmakla eşdeğer tutulması nedeniyle bu sanat dallarına yüzyıllarca sırt dönülmüş olduğu için çok az sayıda sanatçı yetişmiş topraklarımızda.

Soyut sanat anlayışı bana göre değil. Evet, düzene bir başkaldırı fakat sıradan bir insan için yorumlanması oldukça zor. En kıdemli sanat eleştirmenleri dahi soyut bir resim üzerinde birbirleriyle farklı hatta birbirine zıt yorumlarda bulunabiliyor. Soyut sanatın oldukça sınırlı bir kitleye hitap ettiğine inanıyorum. Söz konusu sanat türünün illâ ki bazı kuralları vardır ancak biraz "ben yaptım, oldu" hissi uyandırıyor bende. Soyut sanat eserlerinin çoğunda estetik öğeleri bulmakta zorlanıyorum. Kim bilir, belki de bu değerlendirmem konu hakkındaki bilgisizliğimdendir.

29 Kasım 2021 Pazartesi

BUDALA - DOSTOYEVSKI

Kitabın Adı: BUDALA

Yazar: Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI

Çeviren: Ergin Altay

Sayfa Sayısı: 779

Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları 

Türü: Roman 

Budala, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'nin (1821-1881) en bilinen eserlerinden biri. Okuduğum kitaplar arasında içimde derin hayranlık duygusu bırakan edebi bir roman. Kitabı okumaya ilk başladığımda oldukça ağır ilerledim. Bunun nedeni Rus isimleriyle bir anda çok sayıda karakterin sahne alması. Şükürler olsun ki romanda geçen başlıca karakterlerin kim oldukları ve birbirleriyle olan ilişkileri kitabın başında verilmiş. Neredeyse 800 sayfayı bulan romanın ilk 150 sayfasına gelene kadar kişileri hatırlayabilmek için karakterlerin tanıtıldığı sayfaya dönmek zorunda kaldım. Fakat bu aşamadan sonra konular beni içine öylesine çekti ki mecburen elimden bıraktığım zamanlarda bile aklım hep kitaptaydı.

Romanda baş karakter Prens Lev Nikolayeviç Mışkin (Budala) ile birlikte üç aile ve yakın çevresindeki insanların birbirleriyle olan ilişkileri konu edilirken aynı zamanda dönemin toplumsal ve kültürel yapısı eşliğinde siyaset, din ve kadına bakış açısı ele alınıyor. Satır aralarında yazarın hayata bakış açısına dair ibretlik sözlerin yanı sıra onun kendi yaşamından kesitler görüyoruz.

Dostoyevski mühendislik tahsilinden sonra liberal görüşlere sahip bir grubun içine girince Çarlığa karşı komplo düzenledikleri suçlamasıyla hapse atılıp idam cezasına çarptırılmıştır. İdam edilmek üzere darağacına götürüldüğü sırada şansı yaver gider ve dokuz arkadaşı ile birlikte Çar'ın affetmesi üzerine cezası, bir kısmı Sibirya'ya sürgün olmak üzere on yıl hapse çevrilir. Budala romanında yaşama veda etmek üzere olan bir idam mahkumunun kafasından geçenler ve onun psikolojik durumu anlatılırken aslında yazarın bunu bire bir yaşadığını biliyoruz.

Usta yazar romanda geçen yaklaşık yirmi karakteri mükemmel bir şekilde okura aktarırken olayların zenginliği karşısında hayrete düşüyor ve bir anda kendinizi kitabın içinde buluyorsunuz. Romanın baş kahramanı, Nikolay Pavlişçev adındaki soylu bir toprak sahibi tarafından evlât edinilmiş Prens Mışkin, çekmekte olduğu sara hastalığı nedeniyle İsviçre'de uzun yıllar tedavi gördükten sonra Pavliçev'in ölümü üzerine Petersburg'a geri döner. Prensin küçük çıkından başka hiçbir şeyi yoktur yanında. Ailesinden geriye kalan tek kişi General Yepanşin'in karısı Lizeveta Prokofyevna'yla tanışmak üzere onun yanına gider. Yepanşin ailesi, üç yetişkin kızıyla Mışkin'i tuhaf karşılamış olsalar da onu benimserler. Prens Mışkin, bu vesileyle yeni bir hayata adım atmak ve çevresini genişletmek imkânını bulur, General Ivolgin ve Lebedev ailelerinin yanı sıra aynı çevreden birçok kişiyle tanışır ve hepsine saf bir sevgi ve saygıyla yaklaşır. Son derece dürüst, saf ve budala sıfatını hak edecek kadar iyi niyetli bir kişiliğe sahip Mışkin, bu özellikleri nedeniyle kendisiyle dalga geçilip sık sık hakarete uğrar. Aslında önsezileri güçlü, zeki biridir. Ancak doğru olanı yaptığına ve sevgiyle her zorluğun üstesinden gelinebileceğine inanmaktadır. Yazar, İsa peygamberin kötülüğe karşı öğütlediği "sana bir tokat atana diğer yanağını uzat" felsefesini Mışkin'e yüklemiştir adeta. Hatta o kadar gerçeküstü bir karakterdir ki milyoner bir tüccarın oğlu olan Rogojin'in kıskançlık krizine tutulup kendisini bıçakla öldürmeye teşebbüs etmesine rağmen Mışkin, onunla dost kalmayı tercih etmiştir. 

19. yüzyıl Çarlık Rusya'sında, bugün bile dünyamızda ve özellikle ülkemiz gibi geri bıraktırılmış ülkelerde sıklıkla rastlayabileceğimiz sınıfsal farklılıklar ve insan ilişkileri romanda şöyle ifade ediliyor:

"Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: "Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?" Öte yandan iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor, kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor..."               

Siz hiç kötülük bilmez misiniz sorusuna Prens Muşkin bütün saflığı ve ezik kişiliğiyle şöyle cevap verir.

"Kötü olduğum da olur bazen" dedi Prens. Burada Mışkin ne kadar iyilik düşünsem de istemeden, farkında olmadan kötülük de yapmış olabilirim demek istiyor. Oysa içi fesatlık kaynayan Generalin eşi Lizeveta Prokofyevna Prensin bu sözüne şöyle karşılık veriyor, ki bu sözler aslında romanın ana temasını oluşturmakta. 

"Bense, iyiyimdir," dedi bayan General birden. "Hatta diyebilirim ki, her zaman iyiyimdir ve tek kötü yanım da budur. Çünkü her zaman iyi olmak kadar kötü bir şey yoktur."

Dostoyevski'nin Budala romanı bazen aşk romanı olarak sınıflandırılsa da bu pek doğru sayılmaz. Derin anlamlar barındıran psikolojik bir romandır daha ziyade. Yepanşin ailesinin şımarık kızı Aglaya Ivanovna ile Prens Mışkin'in ilişkisi farklı şekillerde yorumlanabilir. Bana göre Aglaya, her türlü hakaret ettiği Muşkin'in sıra dışı saflığına ve iyimserliğine vurulmuştur. Ailesi onu diğer aileler gibi soylu ve varlıklı birine vermeyi arzularken o buna başkaldırmış ve en olmayacak kişiyi seçerek Prensi kendisiyle evlenmeye zorlamıştır. Prense göre Aglaya, her şeye rağmen kötü biri değildir ve kendisiyle alay etmesine rağmen ona sevgi besleyip saygı göstermiştir. Romanın en can alıcı karakterlerinden biri ise Nastasya Filipovna'dır. Nastasya, evlâtlık olarak verildiği aristokrat Totsky tarafından dört yıl boyunca taciz edilen ve bu yüzden adı kötüye çıkmış son derece alımlı genç bir kadın. Yaşadığı hayat onu iyice hırçınlaştırmış ve başına buyruk bir hale getirmiştir. Ne paraya ne mala mülke değer vermektedir. Zengin bir tüccarın oğlu olan Rogojin tarafından kendisine verilen yüz bin rubleyi ateşe atar ancak resmini gördüğü anda ona gönlünü kaptıran Mışkin'in evlenme teklifini de geri çevirir. Burada bir parça aşktan bahsedilecekse Mışkin'in Nastasya Filipova'ya olan aşkından söz edilebilir. Zira Rogojin için Nastasya, parayla satın alınan bir metresten ileri gitmez. Prens Mışkin'in iyiliğinden ve saf sevgisinden etkilenen Nastasya ise kendisinin Prense lâyık biri olmadığını düşünür. Bir süre sonra Prens'e Moskova'daki ailesinden bir miras kaldığı çıkar ortaya. Bundan sonra Nastasya, Rogojin ve Mışkin arasında gidip gelecektir. Aglaya ile nişanlanmasına rağmen Mışkin nişanı bozup Nastasya'ya döner. Bu durum Rogojin'i kıskançlık krizine sokmuştur. Roman, Nastasya ile Mışkin'in evleneceği gün çarpıcı bir finalle tamamlanır.  

Romanın içerik ve hacim olarak bir sinema filmine uyarlanması çok zor. Fakat eser yarattığı karakterler bakımında pek çok filme, oyuna ilham kaynağı olmuştur. Romanı sıkıcı bulanlar, diğer romanlarının yanında daha az sevdiklerini söyleyenler olabilir. Bununla birlikte üzerimde derin izler bırakan, elimden düşüremediğim ve asla unutamayacağım bir kitap oldu Budala. Bu arada çevirinin son derece başarılı olduğunu söylemek isterim, ihmal edilebilecek yazım hataları fazla rahatsız edici değil.

22 Kasım 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 118

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Gülten belirledi. İnsanın yaşamını olumsuz etkileyen en önemli sorunlardan birini masaya yatırmış arkadaşımız. İşte haftanın konusu:

"Unutkanlıktan şikâyetçi misiniz, şikayetçiyseniz nasıl başa çıkıyorsunuz, unutkanlıkla ilgili ilginç bir anınız var mı?

Soruya vereceğim cevap biraz da yaşama bakış açımla doğrudan ilgili olsa gerek. Unutkanlık meselesi gündelik hayatımızın bir parçası. Yaşamı iyi ve kötü halleriyle olduğu gibi kabullenen biri olarak üstesinden gelemediğim durumlardan şikâyetçi olduğum pek nadirdir. Unutkanlık da işte o durumlarda biri ve bundan (en azından şimdilik) çok fazla şikâyetçi olduğumu söyleyemem. 

Eskiden saçma bir saplantım vardı, izlerini hâlâ hissederim. Beynimizin kapasitesi sınırlıymış gibi gelirdi bana, bu yüzden içini boş ve işe yaramaz şeylerle doldurmamalıyım diye düşünürdüm. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak pek çok lüzumsuz detayı eleyerek onları unutmaya zorlardım kendimi. Oysa gerçek bunun tam aksiydi. Bir süre sonra, yorulmasına aldırmaksızın beynimizi ne kadar çalıştırır, onu gerekli ya da gereksiz ne kadar bilgiyle doldurursak o denli işlev göreceğini öğrendim. Yine de bu saplantımdan tam manasıyla kurtulmuş değilim. Sözgelimi hoşlanmadığım bir kişinin varlığını aradan birkaç yıl geçtikten sonra hafızamdan tamamen sildiğim, ona dair hiçbir şeyi hatırlamadığım olmuştur.

Dikkatimi vermediğim konularda unutkanlık gösteririm genellikle. Bir keresinde büyük bir alışveriş merkezinin otoparkında arabamı park ettikten sonra yerini gösteren numaraya bakmayı unutmuştum. Otopark çok bloklu ve çok katlı olduğu için numara olmaksızın arabayı bulmak hayli zordu. Bloklar A, B, C gibi harflerle, katlar ise turuncu, yeşil gibi renklerle etiketlenmiş, park yerleri ise ayrıca numaralandırılmıştı. Bu unutkanlığım koca otoparkta en az yarım saat arabamı aramama neden oldu. O günden beri bu park yeri numarası mevzuuna çok dikkat ediyorum.

Unutkanlık bazen takıntıya dönüşüyor. Aklım başka yerdeyse arabamı kilitleyip kilitlemediğimden emin olamıyorum. Bu yüzden çoğu kez dönüp kontrol etmek zorunda kalırım. Şimdiye kadar belki bir kez kilitlemediğim oldu ama bu bende takıntı haline gelmesine yetti. 

Bana kalsa yaşadığım ufak tefek unutkanlıklarımdan dolayı hiçbir önlem almazdım. Aile Hekimim kızım olunca kafamın estiğini yapamıyor, onu kıramıyorum. Geçen hafta kan örneğimi aldırdı. Bilmem ne değerim düşük mü ne çıkmış. Yanılmıyorsam unutkanlıkla ilgiliydi. Her doktorun yaptığı gibi ilâç yazdı hemen. Hap neyin içmem şimdi dedim. O da iğne yaparım o zaman dedi. Kaçış yok, ayda bir B12 iğnesi vurmaya başladı.

Bütün unutkanlığım arabamla ilgili değil elbette. Ömür boyu aklımdan çıkmayacak bir olay var ki bunu daha önce blogumda anlatmıştım. Bazı arkadaşlar için tekrar olabilir. Üniversite mezuniyet balomuzu düzenleyen ekibin başındaydım. Ankara'da yemekli, müthiş bir organizasyon yapmıştık. Bu güzel geceye başka bir bölümde okuyan çok sevdiğim bir arkadaşımı özel olarak davet etmiştim. Organizasyon işi kolay değil. Hiçbir aksaklık olmaması, konukların geceden memnun kalması için kafa ve beden olarak devamlı çalışmak zorundasın. Arkadaşım kız arkadaşı ile birlikte salona girdiğinde onları kapıda karşıladım. Hoş geldiniz dedikten sonra refakat ettim, yerlerini gösterdim ve müsaadelerini isteyip konukları karşılamak üzere yeniden kapıya koştum. Öğretim üyeleri, hocalarımız, arkadaşlar, onların misafirleri birbiri ardına salonu doldurmaya başladı. Organizasyon komitesindeki diğer arkadaşlarla birlikte hocalarımıza yerlerini gösterirken bir yandan da otelin müdürüyle yemeklerin ne zaman servis edileceğini, sahne alacak solistlerin sırasını, çiçeklerin nereye konulacağını falan konuşuyoruz. Zaman su gibi akıyor ve ben kendimi bu akışa veriyorum. Ne zaman başladı, ne zaman bitti farkında bile değilim. Gecenin ilerleyen saatlerinde herkes memnun evlerine dönerken biz de komiteden arkadaşlarla birlikte güzel bir iş başarmanın keyfini yaşıyoruz. 

Unutkanlıktan bahsediyorduk, ne var şimdi bunda diyeceksiniz? Sormayın, ertesi gün aklım başıma geliyor. Benim özel olarak davet ettiğim arkadaşı ve yanında getirdiği kız arkadaşını o hengâmede unutmuşum! Salona geldikleri, yerlerini gösterdiğim andan itibaren oradan oraya koştururken bir daha yüzlerini dahi görmediğimi hatırlıyorum. Oysa aynı masaya oturup onlara eşlik etmem gerekiyordu. Ne yalan söyleyeyim, ben de öyle düşünmüştüm davet ederken. Bir anda başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Ne kadar büyük bir ayıp... Nasıl yüzüne bakacaktım şimdi arkadaşımın ben? Yalnız olsaydı neyse, yanına bir de kız arkadaşını alıp gelmiş, rezil oldu kıza. Nasıl olmasın? Sakın bu organizasyonu bir gazino programı gibi görmeyin dostlar. Siz hiç özel bir eğlencenin içinde bulundunuz mu? Yapılan esprilerden bihabersiniz, seçilen sohbet konuları sizi sarmıyor, yıllarca aynı sıraları paylaşan arkadaşların şakalaşmalarını buruk bir gülümsemeyle izlemek zorunda kalıyorsunuz, etrafınızdaki insanlar bu da kim diye bön bön bakıp duruyorlar yüzünüze. Velhasıl yabancısınız herkese, ibret-i alem için selâm verebileceğiniz tek bir Allah'ın kulu yok çevrenizde! Empati yapıyorum, zor iş vesselâm. 

Sonra ne mi oldu? Arkadaşımın peşine düştüm, özür dileyeceğim, affetmesi için yalvaracağım. Ben hiç oturmadım ki, hep ayaktaydım diyeceğim. Yok izini kaybettirdi, ne telefona cevap verdi ne aradı. Yıllar geçti, dile kolay, tam kırk yıl... Ve kader bizi yıllar sonra buluşturdu. Evlenmiş o da, iki oğlu olmuş. Eşiyle eşim aynı memleketten, birbirlerini çocukluktan itibaren tanıyorlarmış. Ve yeniden görüşmeye başladık. Geçmişte kalan bu konu hiç konuşulmadı aramızda. Görünüşte her şey küllenip unutuldu gibi, onu bilmem ama bende o iz hiç kaybolmadı, kaybolmayacak.

Haydi yazın siz de, unutamadığınız, sizde iz bırakan ilginç unutkanlıklarınızı. 

18 Kasım 2021 Perşembe

BLOG YORUMLARI - MİM

Uzun zamandır Mim etkinliklerine uzak kalmıştık. Ağaç Ev Sohbetleri bir bakıma bu boşluğu dolduruyordu sanırım. Sevgili Bir Yıldızın Hikâyesi - Yıldız güzel bir Mim başlatmış. Fazla uzatmadan hemen soruları cevaplamaya çalışayım o halde.

Soru 1. Yaptığınız paylaşımla ilgili yorum alış-verişine önem verenlerden misiniz?

Eskiye göre çok daha fazla önem verdiğim söylenebilir. Fakat bunu bir zorunluluk hissine kapılmadan yapmayı arzu ederim. Diğer bir deyişle yazıma yorum yapan kişinin tek gayesi kendi bloguna ziyaret etmemi sağlamak olmamalı. Bazıları yazıma yorum bırakarak son yazdığı yazının ilgimi çekebileceğini  belirtiyor. Bunu önemsiyor, doğru buluyorum. Yazıma aldığım yorumlardan mutlu oluyor ve onlardan faydalanıyorum. İlgimi çeken konularda yazan arkadaşların bloglarına uzun yorumlar yaparım. Yorum ve cevaplar üzerinden tartışmayı, sohbet etmeyi, tenkit edilmeyi ve (artık) sadece sevdiğim ve samimi bulduğum arkadaşları yeri geldiğinde tenkit etmeyi severim.   

Soru 2. Yorum geldiğinde iade-i ziyaret yapar mısınız?

Yorum geldiğinde yorum yapan arkadaşın sayfasını ziyaret ederim genellikle. Son yazılarına bakarım, ilgimi çeken konularda yazılarına yorum bırakırım.

Soru 3. Okumadan yorum bırakıldığını ya da hızlıca göz gezdirildiğini hissettiğiniz olur mu?

Elbette yorumlarda yazımın okunup okunmadığını ya da lâf olsun diye şöyle bir bakıldığını hissederim. Yazılarım ne kadar uzun olursa olsun yorum bırakanların yazılarımı son derece dikkatle okuduğunu fark ediyorum. Okumadan ya da hızlıca göz gezdirip yorum bırakanlar oldukça az. Böyle durumlarda ya yapılan alâkasız yorumları siliyorum ya da cevapsız bırakıyorum. 

Soru 4. Önünüzdeki yazıyı okuduktan sonra o yazıya gelen diğer yorumları da okur musunuz?

Kesinlikle başından sonuna kadar yapılan bütün yorumları okurum. Eğer yazıya yorum bırakmayı düşünüyorsam yorumların tamamını okumakla başlarım işe. 

Soru 5. Yazınıza gelen yorumları cevaplar mısınız?

Evet, yazılarıma gelen yorumların tamamını er ya da geç cevaplarım. Bazen verdiğim cevaba yeniden yorum gelir, onları da cevaplarım, bir daha gelir, yine cevaplarım bu böyle gider.

Soru 6. Yorumları biriktirip hepsini aynı anda mı açarsınız? Neden?

Yorumlara açıktır blogum. Yapılan yorum onayımı beklemeden yayımlanır. Bu konuda hiçbir sorun yaşamadım diyebilirim. Bir keresinde yurt dışından edepsiz bir sitenin yaptığı reklâm yorumlara eklenmiş. Görür görmez sildim tabii. Ara sıra nakliye firmaları vs. reklâm amaçlı yorumları gelir, derhal silerim. Bunlar fazla sayıda olsaydı yorumların yayımlanmasını onayıma bağlardım ama şimdilik hiç sorun değil. 

Soru 7. Yazıyı okuduğunuz halde yorum bırakmadan ayrıldığınız olur mu?

Genellikle okuduğum yazılara yorum bırakırım yazacak, söyleyecek bir sözüm varsa eğer. Ancak bazı durumlarda okuduğum yazılara yorum yazmak zorlar beni. Sözgelimi özel bir durumunu açıklar, ya da ne yazacağımı ne diyeceğimi bilemem. Yazısını okurum, son derece güzel yazmış, adeta nutkum tutulur, ne yazacağımı bilemem. Evet, var böyle durumlar.

Soru 8. En az ve en fazla yorum alan paylaşımlarınız hangileri hatırlıyor musunuz?

En fazla yorum alan paylaşımlarımın hangileri olduğu konusunda bir kayıt tutmadım. Ancak o kadar önemsemediğim halde Gülseren Budayıcıoğlu'nun okuduğum bir kitabı üzerine yaptığım değerlendirme en fazla görüntülenen ve aylarca en çok görüntülenenler arasında ilk sıraları paylaşan bir yazım oldu. Bazı paylaşımlarımda yapılan yorum ve cevapların sayısı 150'ye yaklaşmıştı ama hangileri olduğunu anımsamıyorum. Şimdiye kadar 1207 paylaşım yapmışım ve bunlara toplam 13.065 adet yorum yapılmış. Her yazıma ortalama 6 yorum almış ve bir o kadar cevap vermişim.

Soru 9. Hiç yorum almayan yazınız oldu mu?

İlk zamanlar hiç yorum almayan yazılarım vardır elbette.

Soru 10. Daha önce hiçbir etkileşimde bulunmadan, tesadüfen tek bir yorumunu okuyup beğenerek takibe aldığınız biri oldu mu?

Olmuştur muhtemelen. Başkalarının yazılarına yorum yapanlardan yola çıkıp oradan oraya savrulurum bazen. Bu şekilde hiç tanımadığım blog yazarlarını keşfeder, takibime alırım. Eskiden takip ettiğim blogları gösteren okuma listemde yeni yazılan yazıları daha sık bakardım. Bu sayede yazıya ilk yorumlardan birini yapmış olurdum. Son zamanlarda bu alışkanlığım değişti. Yazılara daha geç ve tesadüf eseri ulaşıyorum. Ancak yine de kendi yazılarıma yorum yapanlara dönmek benim için öncelikli tabii. 

Soru 11. Size göre yorum bırakmada en iyi ve en sürekli olan bloglar hangileri? (En az üç isim veriniz.)

Bu soruyu cevaplarken biraz kararsız kaldım. Severek takip ettiğim pek çok blog var, onların alınmasını istemem ama aklıma gelen ilk üç blogu yazayım yine; Manxcat/Kuyruksuz Kedi, Sade ve Derin/Deeptone ve Kontrollü Çılgınlıklar/ Sadece C.  nam-ı diğer (DBE). Momentos, Adadeniz, Vakt-i Dem, La Paragas/Buraneros, Makbule Abalı, Duygu Emanet ve daha birçok değerli yazar var aslında. 

Mim'e katılmak isteyen herkesi davet ediyorum.

15 Kasım 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 117

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu benden. Yaşanılır bir dünya için her şeyin iyi olmasını arzularız. Oysa insan, doğası gereği bünyesinde kötülüğü de barındırır. Kötülüğü tamamen ortadan kaldırmak Yaratıcının dahi üstesinden gelemediği belki de bunu yapmak istemediği bir eylem. Kötülüğü tamamen yok etmek mümkün değil fakat insanları birbirine düşman eden bu olgunun kaynağına inip sebebini sorgularsak, belki de dünyadaki kötülüklerin azalmasına bireysel, küçük bir katkı sunabiliriz. Bu çerçevede haftanın konusu şöyle: 

"Kötülüğün kaynağı nedir? Size bilerek kötülük yapan birine tavrınız ne olur?

Kötülük meselesi yüzyıllarca tartışılan ancak hiçbir filozofun ve dini otoritenin üzerinde fikir birliği sağlayamadığı bir problem. Bu konu üzerinde düşüncelerimi ifade edebilmek için bir kitap yetmez aslında. Fakat burada niyetim felsefe yapmak, Tanrı'nın kötülüğü neden var ettiğini sorgulamak değil. Nedir bizi kötülüğe iten nedenler? Kıskançlık, intikam, makam, kariyer ve para hırsı, çekememezlik, bencillik, sevgisizlik... Bu ve benzeri davranış biçimlerinin hepsi, aynı zamanda evrensel ahlâka ters düşen duygu ve düşünceler. 

İstemeden başkalarına kötülük yapmış olabiliriz. Ancak burada esas konu, bilerek yaptığımız kötülükler. İşin tuhaf yanı bilerek, isteyerek asla kötülük yapmadığımıza, her daim başkalarının kötülüklerine maruz kaldığımıza, hem çevremizi hem de kendimizi inandırmaya çalışırız. Hiç birimiz kötü insan olarak görmez kendini. Yaptığımız kötülüklere bir sürü bahaneler bularak temize çıkarmaya uğraşırız kendimizi. Eğer hepimiz iyiysek o zaman yapılan onca kötülüğün sahibi kim?

Kötülük çevremizdeki bir canlıya zarar vermektir. Bazen düşünürüm, köpeğe yapılan bir eziyet gördüğünde içinin yandığı kadar bir karıncayı incitince aynı hassasiyeti neden göstermez insan? Oysa her ikisinin de kendi çapında canı var. Hangi canlı diğerinden üstün olsun ki! Bazen eylemlerimiz başkasına zarar verir, bu kötülüktür. Bazen de herhangi bir eylemde bulunmadığımız için zarar görür birileri, bu dolaylı bir kötülüktür. Bana en büyük kötülük nedir diye soracak olursanız; cana kıymak ve insan onurunu zedelemek kötülüklerin en başında gelir derim. Savaşlarda can verenler, haksızlığa uğrayıp yıllarca demir parmaklıklar arasında hayatını tüketenler, zalimlerin elinde işkence görenlerin hepsi kötülüğün kurbanları.

Bir bakıma kötülüğün içinde yaşıyoruz. Ayakta kalabilmenin, kendimizi var edebilmenin yolu çoğu zaman kötülükten geçiyor. Bazen kendimizi kötülükten korumak için kötülük yapmak zorunda kalabiliyoruz. İş yaşamında birçok mesai arkadaşımız oluyor, hep birlikte terfi almak, takdir görmek, saygınlık kazanmak ve daha fazla gelir elde etmek için mücadele ediyoruz. Şimdiye kadar bulunduğu pozisyonu daha fazla hak ettiğini düşünüp kendisinden daha alt görevde çalışan bir arkadaşına devreden birine rastlamadım. Çıkarımızı düşünen amirlerimizin verdiği işleri yapmak için daha büyük gayret sarf ediyoruz. Bencilliğimiz nedeniyle liyakat sahibi ve adil yöneticiler yerine bize iyi davranan, yaptığımız hataları hoş gören, biraz geç gelsek sesini çıkarmayan amirleri tercih ediyoruz. Liyakatı olmayan yöneticilerin kendimiz de dahil olmak üzere topluma verdiği kötülükleri görmek ne yazık ki işimize gelmiyor. Böyle bir düzende ne kadar suçluyuz?  

Dünyanın daha yaşanılır hale getirebilmek için sadece iyi olmanın, iyilik yapmanın yeterli olacağına inanmıyorum doğrusu. İnsanlardan gelebilecek kötülüklerden sakınmanın, kendimize ve çevremize zarar verebilecek kişilere karşı gerekli tedbirleri almanın daha mantıklı bir çözüm olduğu görüşündeyim. Bu bakımdan insanın doğuştan gelen kıskançlık, hırs, çekememezlik ve bencillik gibi özelliklerini bütün kötülüklerin kaynağı olarak kabul etmek ve buna göre hareket etmek zorundayız.

Peki bize karşı yapılan kötülükler karşısında tavrımız ne olmalı? Elbette hemen bir fırsatını kollayıp bize kötülüğü yapan o kişiden intikam almak aklımıza gelmemeli. Bilerek, isteyerek kötülüğü dokunan bir kişiyi yok saymak en akıllı yoldur bence. O kişi ile aynı ortamı paylaşmak zorundaysam eğer, ondan gelebilecek yeni bir kötülüğüne karşı daha sıkı önlem alırım. Eğer yapabilirsem bana kötülük yapan kişiyle selâmı sabahı keserim, bu mümkün olamıyorsa, kendisiyle arama mesafe koyarım. Bütün bu tepkilerim, bilmeden veya farkında olmadan bana zarar verenleri kapsamaz elbette. 

14 Kasım 2021 Pazar

KAYIP TANRILAR ÜLKESİ - AHMET ÜMİT


Kitabın Adı: Kayıp Tanrılar Ülkesi

Yazar: Ahmet ÜMİT 

Sayfa Sayısı: 502

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları 

Türü: Roman (Polisiye-Macera)

Ahmet Ümit, polisiye türünde yazdığı romanlarla kendini edebiyat dünyasına kabul ettirmiş, gerek kurgusal yeteneği, gerek eserlerinde ancak uzun ve yorucu araştırmalardan elde edilebilen bilgiler sunması, gerekse yazım dilindeki ustalığı bakımından geniş bir hayran kitlesine ulaşmış bir yazar. Yazarın okuduğum Kayıp Tanrılar Ülkesi romanı hakkında hoşuma giden yönlerinin yanı sıra olumsuz olarak değerlendirdiğim hususlardan bahsedeceğim. Öncelikle konu ve kurgu bakımından iyi düşünülmüş, araştırılmış ve yoğun emek harcanmış bir kitap. Ancak kullanılan dil açısından bakıldığında diğer kitaplarına göre son derece basit ve rahatsız edici bulduğumu söylemek isterim. Yazar hikâyeyi kurgularken gösterdiği çabayı yazarken göstermemiş, diyaloglar, betimleler hayli zayıf. Edebi değeri bakımından sorunlu ancak sürükleyici bir kitap. Genel olarak devrik cümlelerin edebi eserlere olan katkısı büyüktür, lâkin yazar bunun dozunu kaçırıp olmadık yerde cümleleri devirmeye kalkınca romanın birçok yerinde bu durum son derece yapmacık bir hâl almış. 

Yunan mitolojik öğelerinin polisiye bir romanda işlenmesi son derece ilgi uyandırıyor, verdiği mesajlar yerinde. Konuya gelince; hikâye, Almanya'nın Berlin şehrinde göçmen bir ailenin çocuğu olan homoseksüel Cemal'in vahşi bir şekilde katledilmesiyle başlıyor. Olayı ilginç hale getiren, cinayetin Bergama'dan çalınıp Doğu Almanya Pergamon Müzesinde sergilenen Zeus Altar'ını konu eden bir resim çalışmasının önünde ve bilinen bir ritüeli çağrıştıran şekilde meydana gelmiş olması. Romanın baş kahramanı bu kez Baş Komiser Nevzat değil. Almanya'ya siyasi nedenlerle sığınmış bir ailenin göçtüğü topraklarda doğan kızı Baş Komiser Yıldız Karasu etrafında dönüyor bütün olaylar. Cinayetin çözülmesinde görev alan Karasu, bir yandan ırkçı Nazi örgütlerinde failin izini sürerken diğer yandan birbiri ardına yeni cinayetler işlenmeye devam etmekte. Diğer taraftan her cinayetin mitolojik olaylara ilişkin bir yönünün bulunduğunu keşfeden dedektif, araştırmalarını bu yönde sürdürüp sonuca varmaya çalışıyor. 

Belirttiğim gibi yazar, romana edebi özellik katmak adına gereğinden fazla zorlamış kendini. Her mekânda yarattığı farklı ağaç türlerinin kokusunu anmadan geçmeyerek ipin ucunu kaçırmış. Gereksiz sözcükler, yerli yersiz cümleler romanın kalitesini düşürmüş. Ahmet Ümit'i söz ustası olarak bilirdim, bu romanını sakin kafayla okusa eminim kendisi de düzeltecek çok yer bulacaktır. Esasen Grange'ı taklit etmeye çalışmış fakat bu roman, oldukça kötü bir taklit. Yazar, sponsorluğunu almışçasına arabanın markasını, cinayet silahlarının tipini, modelini özellikle açıklarken Grange'ın romanlarından ne kadar etkilendiği görülüyor. Bütün bunlara rağmen yine de sürükleyici, eğitici bir roman. Polisiye türünden pek hoşlanmasam da bu türü sevenler için önerilebilir. Diğer taraftan yazarın bu romanını yazım dili bakımından diğer eserlerine kıyasla hayli zayıf bulduğumu, ifadelerinde yer yer lise seviyesinde birinin ağzından çıkmış hissine kapıldığımı belirtmeden geçemeyeceğim. Roman karakterleri konusunda bir derinliğe de rastlamadım, kitabı okurken katil ya da katillerin kim olduğuna dair merak uyandırmadı bende. Mitolojik yanı dışında vakit geçirmek için okunabilecek bir kitap. 

9 Kasım 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 116

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Manxcat / Kuyruksuz Kedi belirledi.  Güzel ve üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir konu. Öyle ki, yazacağım her cümlenin ayrı bir başlık altında yeniden ele alınması gerektiği hissine kapılıyorum. Konu şöyle: 

"Sanat, sanat için midir, toplum için mi? Sanatçı toplumu düşünerek mi bir eser ortaya koymalıdır yoksa toplumu görmezden gelerek sadece sanat için mi oluşturmalıdır eserini? Mesela yazarlar, eserlerini yazarken okunma/beğenilme endişesi duyarlar ve ona göre mi yazarlar? Yoksa hiç tereddüt etmeden içlerinden geldiği gibi mi yazarlar?

Sanat ve toplumun geçmişten bu yana birbirini etkilediği bir gerçek. Sanatı, duygu ve düşüncelerin, hayal gücü ve yaratıcılığın ifadesi olarak tanımladığımızda bazı sanat dallarının toplumla daha yakın ilişki içerisinde bulunduğunu söyleyebiliriz.  Edebiyat, resim, sinema, tiyatro ve müzik bunların başında gelir. Bununla birlikte bünyesinde yaratıcılık barındırmayan yazı, resim ya da müziğe sanat diyemeyiz. Sözgelimi ders kitabı yazmak, fotoğrafa bakıp tuvale aktarmak ya da bir müzik parçasını icra etmek sanat sayılamayacağı gibi herhangi bir yaratıcılığa gereksinim duymadan ortaya çıkan bu eserlerin sahibi de sanatçı değildir.

Sanatçı sanatını ortaya koyarken doğadan ve toplumdan ilham alır. Karşılıklı ilişkisinden dolayı sanat da topluma ilham verir aynı zamanda. Sanat, insanın özgür düşünmesini, kendini özgürce ifade etmesini,  kendini ve çevresini tanımasını ve onunla ilişki kurmasını sağlar. 

Sanat üzerine kurduğum her cümle derin düşüncelere sevk ediyor beni. Söz gelimi yaratıcılığın sanatın temel taşlarından biri olduğunu kabul ediyoruz. Nasıl bir yaratıcılık? Yoktan var etme, olmayanı ortaya çıkarma... Hayır, sanatta böyle bir yaratıcılıktan bahsedilemez. Böyle bir sıfat sadece teolojik alana mahsustur. Kainatı hiçbir şeyden etkilenmeden, elinde örneği olmaksızın yarattığı söylenir Tanrı'nın. O halde Tanrı evreni yaratırken sanatını  göstermiştir diyemeyiz. Keşif, mevcut bir şeyin tesadüfen bulunması, icat ise benzeri olmayan bir şeyin ortaya çıkarılması ise, sanatın yaratıcılık özelliğini hangi tanıma sokabiliriz? Sanatta yaratıcılık bütün bu tanımların dışında kendine has bir yer tutmaktadır. Doğa ve toplumdan etkilenmesi sebebiyle Tanrısal bir yaratıcılıktan, tesadüfi olmayıp duygu ve düşüncelerin ifadesi şeklinde tezahür ettiği için keşiften, benzerlerinin olması bakımından da icattan farklılık gösterir. Bu yüzden Amerika'yı keşfeden Kristof Kolomb'a, ampulü icat eden Edison'a sanatçı demiyoruz.   

Mesleğimle ilgili bana hayli tuhaf gelen bir terim var, sanat yapıları! Ulaşım ve su yollarını korumak, akışlarına yön vermek amacıyla yapılan, menfez, istinat duvarı, hendek, köprü, alt-üst geçitler, tünel vs. yapılar. İngilizce karşılığı "engineering structures" (mühendislik yapıları) olan ve belli hesaplara dayalı bu yapıların adı, Fransızca "ouvrage d'art", (sanat işi) sözcüğünden de feyz alınıp melez bir şekilde geçirilmiştir dilimize. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak hiçbir yaratıcılığı olmayan, estetikten yoksun Köy Hizmetleri köprülerini, her yağmurda tıkanan kutu menfezleri, hendekleri sanat yapısı olarak nitelemek sanata karşı yapılan en büyük hakarettir.

Sanatta estetik olmazsa olmaz bir zorunluluk mu? Bu soruya Güzel Sanatlar için evet cevabını verebiliriz. Başlangıçta resim, heykel, mimarlık, müzik ve şiirden oluşan beş sanat dalı Güzel Sanatlar başlığı altında toplanmış. Daha sonra bunlara tiyatro, dans ve sinemanın eklendiğini görüyoruz. Edebiyatı da aynı kategoriye sokanlar var. Güzel Sanatların kendine has yaratıcılığının yanı sıra topluma hitap etmek ve insanların duygu ve düşüncelerini etkileyip onların beğenisini kazanmak gibi bazı özellikleri olduğundan söz etmek mümkün görünüyor. 

Tam bu noktada koli bandıyla duvara yapıştırılan bir muzdan sanat eseri olur mu diyebilirsiniz. İtalyan heykel sanatçısı Maurizio Cattelan'ın, Miami Sanat fuarında sergilenen "Komedi" adını verdiği eserine tam 120.000 USD değer biçildi! Sanat, işte böyle bir şey, yeri geldiğinde son derece basit bir şekilde, yaratıcılığını kullanarak bir şamar gibi toplumun yüzüne vurabilir gerçeği! Elbette anlayana...

Sanat üzerine yapılan bütün bu değerlendirmelerin hepsi felsefenin konusuna giriyor. Sanat felsefesi başlığı altında düşünürler bu konuları masaya yatırıp uzun uzadıya tartışmaya devam ediyorlar. Elbette bu tartışmaların sonucunda bir yere varmaları mümkün değil. Kesin bir yargıya varılamadığı için bilim olarak kabul edilmez felsefe, fakat ona "düşünce sanatı" diyebiliriz.    

Sanatın sanat için mi yoksa toplum için mi olduğuna karar vermeden önce sanattan ne anladığımı ifade etmek istedim. Lâfı uzatmamın sebebi bu. Sanatın ne anlam taşıdığına ondan ne beklendiğine dair görüş farklılıklarının olması tabidir. Yukarıda belirttiğim üzere sanat ister istemez doğadan ve toplumdan etkilenmektedir. Gerçek sanatçı, topluma önderlik edecek yaratıcı eserler ortaya çıkarmalı, ticari kaygılardan ve sadece toplumun beğenisini kazanmak hedefinden uzak durmalı, toplumun baskısından kendini yalıtarak özgürce kendini ifade edebilmelidir. Ne yazık ki, bu manada "gerçek sanatçı" kimliği taşıyan insan sayısı yok denecek kadar az. Gerçek sanatçılar eserleriyle varlıklarını ortaya koyarken büyük bedeller ödemiş, yoksulluk çekmiş, bazen bu uğurda canlarını vermişlerdir. Bu bağlamda "sanat sanat içindir" diyorum ve sanatı bu kapsamda icra eden gelmiş geçmiş tüm sanatkârların önünde saygıyla eğiliyorum.

Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği gibi "Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir." Sanatın lâyıkıyla icra edilebilmesi için her şeyden önce özgür bir ortamın olması gerekir. Ülkemizde sanat, maalesef, toplumun talepleri doğrultusunda, hakim güçlerin denetimi altında ve ticari kaygılarla yapılabilmektedir. Bu yüzden toplumumuzun gelişmesinde sanatın lokomotif gücü son derece sınırlı kalmıştır. 

Hepimizin bu platformda yazmış olduğu yazılar da birer sanattır aslında. Çünkü duygu ve düşüncelerimizi kendimize has yaratıcıklarımızı katarak (kendi üslûplarımızla) ifade ediyoruz. Bu bazen sohbet, bazen öykü, deneme, şiir ya da diğer edebi türlerden biri olabiliyor. Toplum baskısı yazılarımızı kısıtlıyor, her istediğimizi özgürce yazamıyoruz. Kutsallarımız var sözgelimi, şehitlere kader kurbanı demek istiyorum fakat tutmak zorunda kalıyorum kendimi çoğu zaman. Özellikle toplumun önünde olan sanatçıların işi kat be kat daha zor. Şimdi desem ki bütün dinler bir efsane, vay kutsalımıza saygısızlık ettin diyerek tepki verir toplumun büyük bir kısmı. Duygu ve düşüncelerimizi özgürce ifade edememek sanata yapılan en büyük zulümdür.   

Gelişmiş toplumlarda düşünce özgürlüğü ülkelerin gelişmesini sağlamış, refah düzeyini arttırmış ve bu durumu besleyen sanatın kapılarını sonuna dek açmıştır. Gelişmemiş toplumlarda yazarlar ve sanatkârlar eserlerini korku içinde, beğenilme arzusuyla ya da ticari kaygılarla üretmeye çalışırlar Elbette istisnası vardır aralarında ama onlar ya bir kenara sinmiş kendilerini gizlemekte, ya bir imkânını bulup yurt dışına kaçmış, ya da cezaevlerinde çile çekmektedirler. 

7 Kasım 2021 Pazar

BEN, KİRKE - MADELINE MILLER

 

Kitabın Adı: BEN, KİRKE

Yazar: Madeline MILLER

Sayfa Sayısı: 404


Yayınevi: İthaki Yayınları 

Çeviren: Seda Çıngay Mellor 

Türü: Mitolojik, fantastik roman

Mitolojiye fazla aşina olmadığımdan ötürü Madeline Miller'in kitabını okumaya başlarken tereddüt etmiştim. Homeros'un destanlarından yola çıkıp güzel bir kurgu oluşturan yazarın dilini çok beğendim. Kurduğu kısa cümlelerle okuru sıkmadan, Yunan mitolojisinin karmaşık halini anlaşılır bir hale getirerek Titanların, Olympos'un Tanrı ve Tanrıçalarının, Nympha'ların dünyasına sürüklüyor bizi yazar. Özellikle yazım dilindeki ustalık takdire şayan. "Ben, Kirke", okunması kolay, oldukça sürükleyici bir roman.

Kirke, ilk kuşak Yunan Tanrılarından güneş Tanrısı Helios'un bir Nympha olan Perseis'ten doğan dört çocuğundan biri. Nymphalar diğer bir deyişle periler, Tanrıların yanı sıra ölümlülerle de evlilik yapabiliyor. Nymphalar da ölümlü ancak Tanrıların sonsuz hayat sağlayan "Ambrosia" adı verilen nektarı içtikleri için yüzlerce yıl yaşayabiliyorlar. Kirke de bir Nympha olarak doğuyor ancak bu perilerin Tanrı ve Tanrıçalardan farkı, onlar gibi sıra dışı büyük güçleri bulunmaması ve insana benzer özelliklere sahip olmaları. Kirke'nin doğumundan itibaren sesinin güzel olmaması ve sarı gözleri nedeniyle özellikle annesi Perseis tarafından horlanıyor, dışlanıyor. Titan Tanrısı Prometheus, Olympos Tanrılarının en büyüğü Zeus'un gözüne girmeyi başaran ama ilâhların yaptığı zulme baş kaldırmasının yanı sıra ilk insanı balçıktan yaratarak ona ateşi öğreten merhametli bir Tanrı. Elbette bu durum Zeus'un ve Helios'un hoşuna gitmiyor ona cezalar verip ağır işkence uyguluyorlar. Ölümsüz olduğu için her türlü işkenceye dayanabilen Prometheus'a Kirke elini uzatıyor. Bu durum Tanrılar tarafından hoş karşılanmıyor, Kirke, ceza olarak ıssız bir adaya, Aiaie'ye sürgüne gönderiliyor. Yıllar sonra adaya gelen bir balıkçıya aşık oluyor Kirke. Ancak balıkçı, başka bir periye gönlünü kaptırıyor. Bu arada adada kaldığı süre boyunca Kirke, otlardan türlü sihirler, büyüler yapmayı öğrenmiştir. Tabiatı değişerek dik kafalı, kendine güvenen ve cesur bir cadı olarak nam salmıştır. Sevgilisini elinden alan Nympha'ya büyü yapıp onu altı kafalı bir deniz canavarına dönüştürür.

Kirke, o dönemde bile erkek egemenliğine baş kaldıran, kadının kendi gücüne güvenerek pek çok zorluğun üstesinden geleceğini gösteren romanın baş kahramanıdır. Bütün romanı baştan sona onun ağzından dinliyoruz. Bu arada Athena, Hermes gibi Tanrılarla mücadelesine tanık oluyor, Truva savaşında olan bitenden haberdar oluyoruz. Satır aralarında güzel mesajlar var. Çeviri muhteşem, adeta orijinal dilinden yazılmış bir roman okuyor hissine kapılıyorsunuz. On on beş kadar harf hatası var ama affedilmeyecek cinsten değil. Kitabın arkasında mitolojik kahramanlar, Titan, Olympos Tanrıları, ölümlüler ve canavarlar hakkında kısa bilgiler var. Ben bunu romanı bitirdikten sonra fark ettim ama böylesi daha iyi oldu. Kahramanlara ait bilgileri sonradan okuyunca daha anlaşılır oldu benim için. 

"Görünenlerin pürüzsüz, tanıdık yüzü altında, dünyayı ikiye ayırmak üzere bekleyen bir başka yüz var."

43 yaşındaki Amerikalı yazar Madeline Miller'in mitoloji üzerine başka bir kitabı daha varmış, "Akhilleus'un Şarkısı" Yazar, Latince ve Yunanca öğretmeni. Son on beş yılını mitolojik araştırmalara vermiş. Kitabın bir başka özelliği mitolojiye karşı soğukluğu gidermesi ve bu yönde ilgiyi arttırması. Mitolojiye merak salanlar için güzel bir başlangıç. Fantastik konulara pek yüz vermeyen bir insan olarak, beni bile cezbettiğini söyleyebilirim. Başta mitolojiye ilgisi duyanlar olmak üzere herkesin okumasını rahatlıkla tavsiye edebileceğim bir kitap Ben, Kirke.     

3 Kasım 2021 Çarşamba

DENİZ FENERİ - VIRGINIA WOOLF

Kitabın Adı: Deniz Feneri

Yazar: Virginia WOOLF 

Sayfa Sayısı: 215

Yayınevi: Türkiye İş bankası Kültür Yayınları 

Çeviren: Sevda Çalışkan

Türü: Roman

Virginia Woolf bağımlılık yapan bir yazar. Bu kez onun Deniz Feneri romanını okuduktan sonra bir an ne yazacağımı bilemedim. Kitabın ilk sayfalarını çevirmeye başladıktan sonra karşıma çıkan kim olduğu belirsiz çok sayıda karakterin iç monologları, her biri en az yarım sayfa süren ve öznesini aramaktan bitap düştüğüm uzun cümleler, olayı kavramaya çalışırken yapılan derin betimlemeler içinde boğulup kaldım. Bir şey kaçırmamak için her cümleyi baştan alıp en az iki kez okuyordum. Bununla birlikte uzun cümleler son derece sağlamdı, en ufak bir hata bulamadım. O zaman hata bendeydi, iyice konsantre olmadan kitabı anlamam mümkün görünmüyordu. Yaklaşık otuz sayfa ilerledikten sonra olayların içine girmeye başladım. Sonrası su gibi aktı, bazılarının yaşadığı kitabın bittiğine üzüldüm duygusunu sanırım ilk kez ben de yaşadım. 

Deniz Feneri, İş Bankası Modern Klasikler Dizisinden sıra dışı bir roman. Her zaman olduğu gibi kitabı okuduktan sonra yorumlara baktım. Dünyada okunması en zor on roman arasında yer alıyormuş. Bazı okurlar bir şey anlamadıklarını söyleyip henüz yarısına gelmeden ellerinden bırakmışlar kitabı. Woolf'un ortaya koyduğu bu eser bilinç akışı tekniğine verilecek en güzel örneklerden biri. Ayrıca kendi yaşamından kesitler sunması bakımından biyografik özelliğe sahip. Bir yorumda romanın neredeyse tamamını oluşturan duygu ve düşüncelerin hem birinci kişi ağzından hem de anlatıcı tarafından dile getirilmesinin bilinç akışı tekniğine aykırı olduğu, bu durumun romanı daha da anlaşılmaz kıldığı ileri sürülmüş. Gerçekten de yazar karakterler arasında ani geçişler yaparak iç monolog, iç diyalogların yanı sıra kendi duygu ve düşüncelerini sıkıcı bir tekdüzelikle okura aktarmaya çalışıyor. Akıştan kopmamak için nefes alacak bir kapı bırakmamış. Özellikle ilk bölümde geçen olayları, kişileri algılamak zor. Bu yüzden son derece ağır ilerleniyor. Kesin olan bir şey var ki, kitabı anlayabilmek için boş bir kafa şart. Hatta kitabın yarısına geldikten sonra yüksek sesle okumaya başladım, bu tarz işimi epey kolaylaştırdı. Ağzımdan dökülen kelimeler daha şiirsel, sanki daha kolay kavranır bir hâl aldı. Virginia Woolf aslında tam bir kelime cambazı. Ona olan büyük hayranlığım kurmuş olduğu cümlelerde gizli.

"Oturma odasında, yemek odasında veya merdivenlerde tek bir kıpırtı yoktu. Yalnızca paslı menteşelerin ve rutubetli şişmiş ahşap kaplamaların arasından, rüzgârdan kopup gelen bazı esintiler, (ne de olsa ev harap haldeydi) gizlice köşeleri dönüp içeri girmeyi göze almışlardı. Oturma odasına girdiklerinde, sanki merakla etrafına bakınıyor, duvardan ayrılmış aşağı sarkan duvar kâğıdıyla oynayıp daha ne kadar böyle asılı kalacağını ne zaman düşeceğini soruyor gibiydiler. Sonra yavaşça duvarları yalayarak, düşünceli düşünceli geçtiler, sanki duvar kâğıdındaki kırmızı sarı güllere solup solmayacaklarını sorar, çöp sepetindeki yırtılmış mektupları, çiçekleri, şimdi hepsi onlar için açık duran kitapları sorgular (yavaşça, çünkü önlerinde bol zaman vardı) ve onlara dost musunuz, düşman mı, daha ne kadar dayanacaksınız, diye sorar gibiydiler.

Bakar mısınız "bazı esintiler" ne haltlar karıştırmış? İnanılmaz bir şölen bu. Hayır, esintilerin macerası burada bitmiyor. Yukarıda alıntıladığım paragrafın iki katı uzunluğunda devam eden yeni bir paragrafta aynı "esinti" hız kesmeden yoluna devam ediyor. Bu romanın en anlaşılır paragraflarından biri. Çevirmen Sevda Çalışkan hanımefendiyi sabrından ötürü özellikle kutlamak gerek. Unutmadan çeviriyi gayet başarılı bulduğumu söylemeliyim. 

İnsan ilişkileri, kadının aile içinde ve toplumdaki yerinin ele alındığı romanın aslında son derece basit bir konusu var. İskoçya açıklarında, küçük bir adadaki yazlık evlerinde misafirleriyle birlikte ikamet eden sekiz çocuklu Ramsay ailesinin bir günlük yaşam kesiti (Pencere), kitabın birinci bölümde anlatılıyor. Ardından gelen ikinci bölümde (Zaman Geçer) on yılın özeti ve son bölümde (Fener) de Deniz Fenerine yelkenliyle yapılan yolculuktan bahsediliyor. Mr. ve Mrs. Ramsay, ufak çocukları James ve Mrs. Ramsay'in evlendirmek için baskılarına inatla direnen, bir bakıma Virginia Wolf'un kendi kişiliğini canlandırmış olduğu, ressam Lily Briscoe, romanın başlıca karakterleri. İlk bölümde evin iç mekanları ve çevresinde ev sahipleri ile misafirlerin iç monologları yer alıyor. İkinci bölümde on yıl boyunca meydana gelen evlilikler, ayrılıklar ve ölümlerden bahsedilirken, ilgisizlikten dolayı harap olmuş evin onarılarak hayata tutunmuş bazılarının geçmiş günlere dönme arzusu işleniyor. Son bölümde ise maziyi düşünen ve artık her şeyin değiştiğinin bilincine varan Lily ve diğer kahramanlar kendilerini sorgulayıp hüzne kapılıyorlar. Yazlık evlerinin salon penceresinden annesiyle birlikte önlerinde uzanan koyu seyrederken tam karşılarında görünen Deniz Fenerine gitmek için can atan küçük James, babası Mrs. Ramsay tarafından kabaca geri çevriliyor. Annesi, o dönemin aile yapısı gereği saygısızlık olmasın diye kocasına karşı gelecek gücü kendinde bulamıyor. Aradan on yıl geçtikten sonra Mr. Ramsay, artık bir delikanlı olan oğlunun arzusunu yerine getirmek istese de derenin altından çok sular geçmiştir. Derinden bağlı olduğu annesinin ölümünden sonra James'in hevesi kaçmıştır artık. 

Virginia Woolf okumaya bu kitapla başlamak bazıları için riskli görülebilir. Bununla birlikte onun tarzını seven kişiler için "Deniz Feneri" unutulmayacak, tekrar tekrar büyük bir keyifle okunacak lezzette bir roman.    

2 Kasım 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 115

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Günümüzde insan yaşamı gittikçe uzamaya başladı. Sizce, bunu nelere borçluyuz?" 

Mevcut istatistiklere bakıldığında dünyada ortalama yaşam süresinin 20. yüzyılın başından itibaren lineer bir hızla arttığını görüyoruz. 1900 yılında 40 yılın altında beklenen yaşam süresi  günümüzde neredeyse iki katına çıkmış! Bu durumu tıbbın gelişmesine paralel olarak bebek ölümlerinin önüne geçilmesine, salgın hastalıklar nedeniyle kitlesel can kayıplarının azalmasına, teşhis ve tedavi yöntemlerindeki ilerlemelere borçluyuz sanırım.

Aslında teknolojik ve bilimsel gelişmelerin insan yaşam süresi üzerinde hem olumlu, hem de olumsuz etkileri olduğunu düşünüyorum. İnsanlık tarihi boyunca yaşamı tehdit eden ve kitlesel ölümlere yol açan pek çok hastalığın aşılarla önü alınmıştır. İçme sularının klorlanması ve çevre temizliğine dikkat edilmesi bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemiştir. Tıp dünyasındaki ilerlemeler insanların ortalama yaşam süresinin uzamasında etkili olmuştur. Diğer taraftan, insan nüfusunun artmasıyla birlikte gıda üretimini arttırmak ve maliyetleri aşağı çekmek için GDO'lu ürünlerin, raf ömürlerini arttırmak için yoğun bir şekilde sağlığa zararlı kimyasal madde kullanımının, başta kanser olmak üzere muhtelif hastalıklara ve erken yaşta ölümlere neden olduğu bir gerçek.

Yaşam süresinin insandan insana değiştiği ve birçok faktöre bağlı olduğu bilimsel açıdan kanıtlanmıştır. Bunlar arasında genetik faktörler, cinsiyet, eğitim durumu, bölgesel ve ekonomik seviye farklılıkları sayılabilir. İnsanın maruz kaldığı olumlu ya da olumsuz koşullarla birlikte ortalama yaşam süresinin arttığı yadsınamaz.

Çocukluğumdan hatırlıyorum, 55-60 yaşına gelen insanları ihtiyarlamış, sanki yaşamlarının son evrelerindeymiş gibi görürdük. Nitekim o yaşlardan sonra birer birer aramızdan ayrılırlardı. Şimdi aynı yaşları neredeyse orta yaşlı olarak kabul ediyoruz. Çevre kirliliğinin, GDO'lu gıdaların, tarım ilâçlarının kanser başta olmak üzere erken ölümlere neden olduğu söylenirken yaşam süresinin özellikle son yüz yılda ciddi oranda artması oldukça şaşırtıcı geliyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, ortalama yaşam süresi uzamış görünse de sağlıklı yaşam süresini kısalttığına inanıyorum. Dünyanın en büyük üçüncü sektörü olan ilâç sanayi, faydasının yanında belki çok daha fazla zarar veriyor insanlara. Kullanılan her ilâcın birçok yan etkisi bulunuyor. Gerekli gereksiz ilâç kullanımı insanı bir hastalıktan diğerine sürüklüyor. Böbreğinden rahatsız olan aldığı ilâçla iyileşiyor ancak aynı ilâç midesine zarar veriyor. Bu kez mide ilâcı alıyor, o da başka bir organına dokunuyor. Bu süreçte yaşamımızda en önemli yere oturttuğumuz sağlık, en büyük ticaret sektörlerinden biri haline geliyor ve bu işten tek kazanan küresel sermaye oluyor. Gelişmiş toplumların, uygulanan sağlık politikaları sayesinde, eğitim ve sağlık hizmetlerinin daha kaliteli olduğunu, yanlış ve gereksiz ilâç kullanımından kaçındıklarını, bunun sonucunda daha sağlıklı, daha uzun ve daha kaliteli bir yaşam sürdüklerini biliyoruz.   

Yukarıda belirttiğim üzere bilim ve teknolojinin yaşam süresi üzerinde hangi ölçüde etkili olduğunu kesin olarak belirlemek hayli güç. Zira yaşam süresini etkileyen faktörler, kişiden kişiye değişiyor. Sözgelimi anneannem yoğun sigara dumanı altında yaşadığı küçücük bir odada yüz yaşını gördü. Buzdolabı yiyecekleri koruyup bozulmalarını önlerken caddelerde daha fazla egzoz gazına maruz kalıyoruz. Sularımız klorlanıyor, bulaşıcı hastalıklardan korunup en kritik tıbbi operasyonlarla hayatlarımıza geri dönerken sağlığımızı tehdit eden radyasyona maruz kalıyoruz. Sağlıklı gıdaya ulaşmamız gittikçe zorlaşıyor. Adaletsiz gelir dağılımı, yaşam için gerekli ürünlerin geniş halk kesimlerine ulaşmasını neredeyse imkânsız hale getiriyor. Nüfusun en az % seksenini oluşturan halk artık daha sağlıksız besleniyor. Bütün bu olumsuzluklara karşın ortalama yaşam süresinin artması hayli ilginç değil mi?

Kaç yıl yaşadığımızın önemi yok aslında. Uzayan, sadece yaşlılık dönemi; hastalıklarla, eski gücünü kaybetmiş bedenimizle geçen, büyük ihtimalle başkalarının desteği ile sürdürebileceğimiz yıllar... Düşünün ki, yüz yaşına kadar geldiniz ve kırk yılınız yaşlılığın getirdiği olumsuzluklarla geçecek. Yaşamın uzamasına sevinmeli miyiz, pek emin değilim.