KATEGORİLER

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) (5) Gezi (28) Günce (614) Kitaplarım (249) ÖYKÜ (125) Sohbet (383) ŞİİR (3)
Günce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Günce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ekim 2022 Pazar

GÖRMEMİŞİN RÜYASI

Dün gece erken yattım. Tabii pek çoğunuza göre erken sayılmaz, saat 01.00'i geçiyordu biraz. Öyle olunca sabah kargalar kahvaltılarına başlamadan gözlerimi açtım. Aslında gözümü açmamın nedeni de gördüğüm bir rüya! Öyle sık rüya gören biri değilim. Bu yüzden hayli sıra dışı bir olay benim için. Uyanır uyanmaz eşime anlattım ki, hafızamdan silinmesin. Gördüğüm rüyayı zihnimde birkaç kez tekrarlamaz, ya da birine hemen anlatmazsam yine kaybolup gidecek. Yetmedi, sıcağı sıcağına gelip burada yazayım dedim. Gördüğüm rüya şöyle:

İki arabayız. Bir yerden ayrılıyoruz, ne için geldik, bizi uğurlayanların kimler olduğuna dair bilgi yok. Fakat birileri dönüş yolumuzun tehlikeli olduğunu söylüyor sürekli. Ben önden gideyim diyorum diğer arabaya, siz beni takip edersiniz. Yalnız mıyım, emin değilim. Sanki biri var yanımda fakat kim olduğunu çıkaramıyorum. Neyse, yola çıkıyoruz, ben önde yol alırken, diğer arabanın dikiz aynamdan beni takip ettiğini görebiliyorum. Toprak, yer yer çakıllı ve bol virajlı bir yol. Yahu, amma abarttılar diyorum kendi kendime, neyi varmış yolun, fıstık gibi yol işte. Süratleniyorum bu yüzden, arkamdaki araba çok gerilerde kaldı. Öyle bir yere geliyorum ki, çevrem atölyelerle, iş makineleriyle dolu. Bir şantiye olmalı, fakat herhangi bir insan görünmüyor ortalıkta. Derken, şantiyenin ortasından geçiyorum ve yol bitiyor. Üstte bir yol var fakat oraya çıkmak çok zor, bir çare arıyorum. Tam karşımda büyük bir kaya kamyonu, hani tekerlek yükseklikleri insan boyunu geçen dev kamyonlardan, yüzü bana bakacak şekilde dik bir rampanın üzerinde duruyor, içinde sürücü görünmüyor. Hayli dik ve dar olsa da, bu rampanın hemen yanındaki yoldan geçip üst yola çıkabilirim diyorum, dediğimi yapıyorum. Fakat tam yokuşun tepesine geldiğimde kamyon kımıldamaya, aşağı doğru ağır ağır hareketlenmeye başlıyor. Eyvah diyorum, şimdi önüne ne gelirse silip süpürecek! Allah vere  karşısına insan falan çıkmasa... Dev kamyon gittikçe hız kazanıyor, şantiyenin ortasına geldiğinde nasıl olduysa yol kenarındaki dozerlerden biri durumun farkına varıyor ve kamyonun önüne geçmeye çalışıyor. Kamyon hızla dozere çarpıyor ve dozerin yönü değişiyor çarpmanın etkisiyle. Helâl olsun dozer operatörüne, kamyonu nasıl fark etti ama. Gözünü kırpmadan kamyonun önüne geçip olası büyük bir faciayı önledi diye düşünürken dozer, bulunduğu yerde yavaş yavaş batmaya başlıyor. Bir bataklığın içine düşmüş gibi sanki. Önce yarıya kadar, sonra kabini çamur haline gelmiş toprağa gömülüyor. Bütün bu olayı film izler gibi takip ediyorum. Eyvah, eyvah diyorum, operatörün kurtuluşu yok artık, zemin yutacak zavallı çocuğu... Nitekim çok geçmeden görünmez oluyor operatör kabini. Zavallı çocuk diyorum kendi kendime, kamyonu durdurmak isterken canından oldu. Artık kimsenin ona yardımı dokunamaz. Bir görüntü geliyor o an gözüme. Toprağın altında operatörün yüz ifadesini açık seçik görüyorum. Sanki biri kabinin içine kamera koymuş bana gösteriyor. Operatör, sarışın, zayıfça, yeşil gözlü...Çaresizlik içinde gözleri dolmuş, sağ elinin tersini sol elinin avucuna vurarak kaderine lânet okuyor içinden. Ve görüntü kayboluyor o an gözümden, uyanıyorum.

Hayır mı şer mi bilmiyorum, hayırdır diyelim ve rüyaların tersi çıkar inancına dört elle sarılalım. Rüya yorumcusu değilim ama gördüğüm rüyayı ben şöyle yorumladım:

Dev kaya kamyonu devleti temsil ediyor, içinde sürücüsünün olmaması, ülkemizin sahipsiz kaldığını gösteriyor. Sürücüsüz kamyon, yokuş aşağı, kontrolsüz bir şekilde yol alıyor, aynı ülkemizin içinde bulunduğu durum gibi! Sonra bir yiğit çıkıyor, gidişattaki vahameti fark ediyor ve kendini riske sokmak pahasına dozeriyle kamyonun önüne geçip çevreye zarar vermesini önlemeye kalkışıyor. Operatörün genç olması, kurtuluşun gençler sayesinde olacağını simgeliyor. Bir şekilde büyük felâketin önüne set çekiliyor fakat gençlik bu uğurda canından oluyor. Kamyon az sıyrıklarla durumu kurtarıyor, şantiyede atölyelere, tesislere pek bir şey olmuyor. Şantiyede insan kalmamış, herkes bir köşeye gizlenmiş, ya da yaşayan kimse yok artık, terk etmişler vatanı. Kamyonu hareket ettirip aşağı doğru iten dıj güçler! Kamyon yara bere alsa da hâlâ ayakta, gençliğin hayatı kararmış... İçime ağrılar giriyor, reis seçimi kazanacak galiba, hem de cumhuriyetin yüzüncü yılında... Ülkede insanlar kaçmış, terk etmişler vatan toprağını... Gençlik kaybetmiş... İnşallah tersi çıkar rüyamın, Allah rızası için Tanrım, ne olur tersi çıksın...  

1 Kasım 2020 Pazar

DEPREM İZMİR - 30.10.2020


Uzunca bir aradan sonra depremi bahane ederek yeniden yazmaya başlamayı deneyeceğim. Zira sebepsiz olarak yazamıyordum bir süredir. Şimdiye kadar yaşadığım en büyük depreme ilişkin duygu ve düşüncelerimi hem sizlerle paylaşmak hem de buraya bir kayıt düşmek için bir şeyler karalamadan önce merak edip durumumu soran arkadaşlara bir kez daha teşekkürü borç bilirim. 

Yaklaşık bir ay kadar önce eşimin evde geçirdiği bir kaza sonucu sağ elinin serçe parmağı eklem yerinden çıkmış ve çekilen röntgen sonucunda ikinci boğumunda iki adet kırık olduğu tespit edilmişti. Bu nedenle özellikle mutfak başta olmak üzere diğer ev işlerini üstlendim.  Geçtiğimiz cuma günü saat 12.51'de bulaşık makinesini boşaltırken ilk önce kulağıma gelen tabak çanak şakırtılarını önemsememiştim. Fakat sesler kesilmeyip tam aksine gittikçe yükselmeye başlayınca mutfaktan başımı uzatıp koridordaki avizelerden sarkan parçaların şakırdayarak şiddetle sallandığını fark ettim. Az sonra dışarı çıkacaktık. Banyoda makyajını yapan eşim koridora fırlayıp panik içinde "deprem oluyor" diye seslendiğinde ben de işimi bırakıp mutfaktan dışarı çıktım. Beş on saniye sonra sarsıntı hızını kaybeder gibi oldu, "Tamam, tamam geçti, bir şey yok" dedim ancak ikinci bir dalga ara vermeden yeniden sarsmaya başladı. Sadece salondaki avizeler değil, mutfaktan gelen tabak, çanak sesleri, dolapların gıcırtıları birbirine karışmaya başlamıştı. Ellerimi koridordaki duvarlara yaslayıp hareketin bir an önce bitmesini bekliyordum fakat aksine daha fazla sarsılmaya başlamıştık. Kapının yanında hasır dolabın üzerinde bulunan eşimin çantası sağlı sollu şiddetle sallanıyordu, yere devrildi devrilecek gibiydi. Gözüm duvarlara ilişti bina resmen kağıt gibi eğilip bükülüyordu. Eşim, titremeye başladı ve şimdiye kadar görmediğim bir içtenlikle "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek besmele çekmeye başladı. 

Sizin için biliyorum, inanmanız zor fakat ben korkmuyordum. Çünkü deprem bölgesi olmasına rağmen İzmir'de Kuzey Anadolu Fay hattı üzerindeki yerleşim yerlerinde oluşabilecek kadar büyük şiddette bir deprem olamayacağına kendimi iyice inandırmıştım. Hatta bir önceki gece Alsancak'ta ailecek oturduğumuz bir kafede bu yönde birkaç laf etmiştim. Ancak deprem süresinin uzaması beni endişelendirmeye başlamıştı. Korkacağım ana henüz gelmemiştim, diyebilirim. Eğer duvarlarda, kirişlerde bir çatlama olduğunu görseydim, o zaman korkardım sanırım. Neyse, sarsıntı sona erdiğinde salona geçtim, duvarlardaki koca yağlıboya tabloların hepsi diyagonal pozisyona gelmişti. Evin içinde herhangi bir hasar, düşen, kırılan bir eşya görünmüyordu. Hemen çocukları, büyükleri arayalım dedim, çünkü biliyordum ki herkes telefona yüklenecek ve hatlar hemen kesilecek. 

İlk olarak oğlumuzdan haber aldık. Dışarıda bir kafede arkadaşıyla oturuyormuş. O da hem meslektaşım hem de benim kadar rahat biri. Dışarı çıkmak gibi bir niyeti yokmuş ama herkes fırlayınca ayıp olmasın diye çıkmış dışarı. Sonra Buca'da aile sağlık merkezinde görevli kızımızı aradık, onun da sağlık haberlerini alınca rahatladık. Kayınvalidemi aradı eşim hemen arkasından. Yalnız yaşıyordu ve yaşı iyice ilerlemişti. Son derece panikleyen bir yapıda olduğu için bina hasar görmese bile kalp krizi geçirebilirdi. Henüz telefonlar çalışıyordu, telefonda kayınvalidemin sesi ağlamaklıydı Depremin ardından üzerinde ne varsa o şekilde kapıyı çekip merdivenlerden üç kat aşağı binanın önüne inmişti. Hemen geliyoruz yanına, fakat yollar trafikten kilitlendi, gelmemiz zaman alır dedik. Daha sonra annemi aradık. Yaşlıların canı daha kıymetli olduğu için mi, hareket imkanlarının kısıtlı olmasının verdiği acizlikten mi yoksa karakterlerinden dolayı mı bilmiyorum ama telefonda sürekli "Çok korktum." deyip ağlıyordu. Sakinleştirmek için bir şeyler söyledim ve hemen evden yola çıktık. Kayınvalideme gitmek için beş kilometrelik yol bir saatten daha uzun bir zamanımızı aldı. Arabadaki radyoda dinlediğimiz A haber yayınında kötü haberleri ilk kez duyduk. Bazı binalar tamamen yıkıldığını ve hayatını kaybedenlerin olabileceği söyleniyordu. 

Kayınvalidemi aldıktan sonra Ayrancı'da yalnız yaşayan kız kardeşimi almak üzere yola çıktık. Çünkü Marmara Depremini yaşamış biri olduğu için zaten önceden bir travma geçirmişti. Telefon ettiğimizde mutfak eşyalarının yerlere saçıldığından bahsetmişti. Her tarafta yollar tıkanmış durumdaydı. Kendimizi çevre yoluna attığımızda biraz rahatladık. Döndüğümüzde akşam saatleriydi. Bize yakın mesire alanları, Susuzdede parkı ve çimenlik alanlar, geniş refüjler piknik alanına dönmüştü. Hiç kimse evlerine girme cesaretini gösteremiyordu. Binaların neredeyse tamamı karanlık, araç park yerleri boşalmıştı. Yazlıkları olanlar alelacele yanlarına aldıkları eşyalarla araçlarına atlamış, yollarda uzun kuyruklar oluşturmuştu. Bizimkilerin geceyi dışarıda geçirelim ısrarına rağmen onları sakinleştirip, evimizde hiçbir hasarın olmadığını ve artçı sarsıntıların bize zarar vermeyeceğini söyledim. Ancak yine de en azından birkaç saat daha dışarıda kalmak konusunda ısrarcıydılar. Evimize yakın bir pideciye gidip karnımızı doyurmak konusunda anlaştık. Sabah kahvaltısından beri yemek, kimsenin düşündüğü bir şey değildi aslında. Ne var ki, bizim gibi düşünen çok kişi varmış, ya da millet yemek yapmayı bıraktığından dolayı aşırı bir talep olmuş. Pideci malzemelerinin tükendiğini söyledi.  Annemi bir kez daha aradım, hala korkuyordu. Kız kardeşimi almaya giderken yolda sosyal medyadan aldığı bilgileri değerlendiren eşim, oğlumuza Tsunami tehlikesi olur endişesiyle sahildeki kafede oturmamasını söylemiş ancak o buna pek aldırış etmemişti. Nihayet evimize döndük. Bir şeyler atıştırıp televizyon karşısına geçtik.

Daha önce yaşadığım en büyük deprem yine İzmir'de 1 Şubat 1974 depremiydi. Büyüklüğü 5,2 olan depremde İzmir Saat Kulesi'nin üst kısmı yıkılmıştı. Sanırım on on beş saniye sürmüştü. Gece saat 02.00 de meydana gelen depremde tek katlı kerpiç binada uykudan uyanmış, kiremitli çatımız gıcırdayarak salıncak gibi sallanmıştı. O korkuyla bir hafta tuvalete bile yalnız gidememiştik. 

Şimdi bir mühendis olarak bu son depremi değerlendireyim. Her şeyden önce farklı bir depremdi bu. Edine, Tekirdağ ve İstanbul'un yanı sıra Antalya'ya kadar son derece geniş bir bölgede hissedilmişti. Depremin meydana geldiği ilk dakikalardan itibaren ekşi sözlüğe yazılanlar ise oldukça ilginç. Ayrıca depremin büyüklüğüyle ilgili dile getirilen rakamlar kafaları karıştırıyordu. Afad 6,6 da ısrar ederken Kandilli 6,9 olarak açıklıyordu depremin büyüklüğünü. Yurtdışı kaynaklarda ise 7,0 ve 7,1 olarak geçiyordu. Depremin büyüklüğü farklı kriterlere göre hesaplandığını biliyordum. En basiti Richter ölçeği. Sismografta kaydedilen sarsıntı dalgalarının periyod ve frekanslarına göre depremin büyüklüğü tespit edilmekte. Çok kısa bir zamanda sonuç alınması bakımından tercih ediliyor. Ancak bu yöntem deprem merkezinin yakın olduğu yerlerde ve 6,0 büyüklüğünün altında kalan depremler için doğru sonuç vermekte. Daha büyük depremler için moment büyüklüğü daha gerçekçi bir sonuç verir. İlk olarak 1979 yılında önerilen bu tespit yöntemi daha uzun süreli hesap gerektirir ve her merkez bunu yapamaz. Bu bakımdan Afad tarafından yapılan 6,6 büyüklük 30 Ekim İzmir depreminin büyüklüğünü yansıtmaktan uzak bana göre. Bunun yerine Kandilli Rasathanesinin 6,9 moment büyüklüğü daha anlamlı. 

Diğer taraftan ana depremden sonra meydana gelen artçı sarsıntıların 1.000'in üzerine çıkacağı anlaşılmakta olup sanırım bu bir rekor olarak kayda geçecektir. Depremin merkezi Sisam Adası'nın 5 km açıkları. Buna karşılık Seferihisar ve Kuşadası, Urla, Menderes gibi daha yakın yerler yerine en fazla yıkım Bayraklı ve Bornova civarında olmuştur. Bunun sebebi bana göre kontrolsüz ve hatalı, eksik yapılan yapılardır. Bu bölgedeki zeminler yapılaşmaya uygun olmayabilir ancak eğer uygun zemin iyileştirmesi yapıldığında her türlü zemine her türlü bina yapılabilir. Sorunun neden kaynaklandığı net olarak anlaşılamamakla birlikte zemin iyileştirilmesi yapılmaması, yanlış proje, uygun olmayan yapı malzemeleri kullanılması ve usulüne uygun inşaat ve denetimin olmaması gibi bazı nedenlerden biri ya da birkaçının varlığı söz konusu. Bayraklı bölgesinde çok katlı yapıların ayakta kalması, tamamen göçen binaların çevresinde yine sekiz dokuz katlı binalarda ufak tefek hasarların dışında bir sorun olmaması bu düşünceyi desteklemektedir. Bize üniversitede öğretilen bir husus hatırlıyorum. İyi mühendis projeye esas deprem büyüklüğünde en ufak bir çatlak oluşturmayan binaların hesabını yapan değildir, diyordu hocalarımız. İdeali, en şiddetli depremde binanın  her tarafının çatlaması ama ana taşıyıcı sistemin dimdik ayakta kalmasıydı. Elbette bunda mühendisliğin önemli bir bileşeni olan mühendislik ekonomisine dikkat çekilmek isteniyordu. Fakat gereğinden büyük yapı elemanlarının da fayda yerine zarar getirmesi bildiğimiz bir gerçek. 

Ölüm ve yaralanmanın hepsi kötüdür ama deprem sonucunda başa böyle bir olayın gelmesi en korkuncudur. Bu bakımdan deprem bölgesinde yapılaşma gerektiği gibi yapılmalı ve denetlenmelidir. Bu konuda kusuru olanlar en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Ne var ki, bu gelişmiş ülkelerde beklenen bir durumdur. Deniyor ki, Bayraklı Belediyesi depremde tamamen çöken sekiz katlı binalara çürük raporu vermiş ve bina sahiplerini bilgilendirmiş! Yeter mi bu? Televizyonlara çarşaf çarşaf gösterilen söz konusu raporların, kendilerini kurtarmak isteyen bazı idareciler tarafından depremin ardından alelacele düzenlenmediğinden (ülkemiz koşullarını bilen biri olarak) ne kadar emin olabilirim? Rapor tutulduktan sonra riskli görülen bu binaların derhal boşaltılması devletin sorumluluğunda değil mi? Kim bu binaların müteahhidi? Deniz kumu kullanıldığından, kullanılan etriyelerin yetersizliğinden ve kirişlere göre daha güçsüz kolonlar kullanıldığından bahsediliyor... Kim yapmış bu projeleri? Biliyorum, hepsi unutulacak. En fazla göstermelik birkaç kişiyi sorumlu tutup milletin gazını alacaklar. 

İşin bana göre sevindirici yanı, eğer gerçekten depremin büyüklüğü 6,9 ise yukarıda bahsettiğim bölgedeki binalar dışında hemen hemen hiçbir hasarın oluşmaması. Örneğin benim de ikamet ettiğim ve tamamı karşılıklı sekiz, on katlı binalardan oluşan Mithatpaşa Caddesinde en ufak bir hasar duymadım. Bu temeli uygun zemine atılan, düzgün projelerin yapıldığını ve inşaat kurallarına riayet edildiğini gösteriyor. 

Diğer taraftan enkaz altında kalan masum vatandaşlar yüreğimizi burkuyor. Bir de bütün İzmir'i fuhuşun merkezi görüp, bunun Allah'larının bir gazabı olduğunu zırvalayıp hadlerimizi bildirdiğini söyleyip içten içe sevinen bir geri zekalı güruhu var. Tek arzum bunlar gibi insan müsveddelerinin kaderlerinin çok daha acı olması... 

13 Ocak 2020 Pazartesi

NOTRE DAME'IN KAMBURU MÜZİKALİ

Sıra dışı bir pazar oldu bugün benim için. Sabah iki gün önce kaybettiğimiz değerli bir yakınımızın Amerika'daki torununun gelmesi için ertelenmiş cenaze merasimine katılmak üzere Tire'ye gittik. Tire'nin en tanımış simalarından herkesin hoca dediği resim öğretmeni, ressam ve bir kültür abidesi Seha Gidel 92 yaşında yaşama veda etti. Açıkçası onun anısına adını verdikleri Kültür Merkezinde bir tören bekliyorduk ama olmadı. İlçe kültür müdürlüğünün bunu düşünmemesi şaşırttı ve üzdü bizi. 

Akşama, kızımın geçen hafta biletlerini aldığı "Notre Dame'ın Kamburu" isimli müzikale gidecektik. Tam zamanında Atatürk Kültür Merkezi Adnan Saygun Salonuna yetiştik. Güzel bir oyun seyredeceğimizi umarken sonuç hiç beklediğimiz gibi olmadı. Victor Hugo'nun ünlü romanından esinlenerek ortaya konulan oyun 1998 yılında Paris'te sergilenen "Notre Dame de Paris" müzikalinin kötü bir kopyasıydı. Emeğe saygı konusunda duyarsız biri değilim fakat kötüye iyi dersek seviyeyi düşürdüğümüz gibi iyilere de haksızlık olacağı kanaatindeyim. Oyuncuların resmen play-back olarak seslendirdikleri, oyun boyunca tek bir dekor ve tek tip kostümlerin sergilendiği, ses düzenindeki gariplik yüzünden hiçbir konuşmanın doğru dürüst anlaşılamadığı bir müzikal düşünün. Boşuna kaybettiğimiz zamana acıyarak eve geldiğimde ekşi sözlük ve diğer sosyal ağlarda yapılan yorumlara baktım. Tek olumlu bir eleştiri göremeyince hatamızı anladık. Oyunun tek güzel tarafı bizleri yanıltan afişi olmuştu. Müzikalin adı "Notre Dame'ın Kamburu" olunca balıklama dalmıştık. Afişte oyunu sergileyen kurumun küçük puntolarla sadece web adresi yazılıydı. Kumbara Görsel Sanatlar Merkezi kapsamında ortaya konulan oyun, yönetmeninden, ışıkçısına, dekorundan, ses sorumlusuna, sahnesine, oyuncularına kadar tam bir fiyasko. Hani ilk kez müzikal dinlemek için oyuna gelen biri müzikalden nefret eder. Bir ara üstü çıplak iki genç çıkıp dakikalarca break dance yaptı. Alaka kuramadık. Sonra bir ara müzik Urfa uzun havasına döner gibi oldu. Eşimle göz göze geldik, birazdan aney, aney diye ağıt yakmaları yakındır dedim içimden. Sanat adına bir emek verilecekse acemiliği seyircinin üzerinde pişirmek saygısızlıktır bence. Gidin, önce daha basit oyunlarda tecrübe edinin sonra kalkın bu işlere. 

Hızımı alamadım, youtube'tan müzikalin orijinal versiyonunu buldum ve hemen oturup bir kez daha burada izledim. Aradaki fark inanılmazdı. Ses, dekor, kostüm, ışık ve oyuncular muhteşem bir performans gördüm bu kez. Bir daha yorumlara bakmadan herhangi bir müzikale ya da tiyatro oyununa gidersem iki olsun.  

"Notre Dame'ın Kamburu" adlı romanın konusunu çoğu insan bilir . Kısaca değinmek gerekirse;
Victor Hugo bu dev eserinde çirkin ve kambur olan kilise zangocu Quasimodo, Yüzbaşı Phoebus ve Başrahip Frollo ile çingene kızı Esmeralda arasındaki aşk ilişkilerini ve bu kişilerin ruhlarında oluşan ikilemleri konu ediyor. Oldukça kapsamlı ve üzerinde kafa yorulabilecek güzel bir eser.

  

5 Mayıs 2019 Pazar

KATARAKT

İyice ilerlemiş yaşlarda karşılaşılan bir rahatsızlık olarak bilirdim bu meredi. Katarakt göz merceğinin saydamlığını kaybederek matlaşması sonucu yaşanan görme kaybı olup yaşam kalitesini ciddi oranda etkileyen bir rahatsızlıktır. Genellikle orta yaş üzerindeki kişilerde görülürmüş. Sağlık konusunda çok titiz biri olduğumu söyleyemem ama mecburen yolum hastaneye, doktora düşüyor işte bazen. Böyle durumlarda en önemlisi şans faktörü ve belki yine buna bağlı olarak doktor seçimi. Şimdi, yaşadıklarımı halk diliyle anlatırsam belki birilerine faydası dokunur ve sevgili bloguma dönmek için güzel bir bahane bulmuş oluyorum böylece.

Dört sene kadar önce eşimle bir ay kaldığımız Muscat'tan henüz dönmüştük. Fırsat buldukça gezmek, ülkeyi tanımak ve hoşça vakit geçirmek için çevre şehirlere arabayla yolculuk yapıyorduk. Yön ve trafik bilgi levhalarını görmemde ciddi olarak zorlandığımı ilk kez o zamanlarda anladığımı söyleyebilirim. Aslında bundan birkaç ay önce Umman'da ehliyet almak için görme testine girdiğimde ışıklı levhada yazılı harflerin yarısını göremediğimi fark etmiştim. Gözlüklerimi değiştirmemin zamanı geldi anlaşılan diye mırıldanmıştım kendi kendime. Yine de ehliyeti alırken sorun olmaması şaşırtmıştı beni doğrusu. Şehirler arası yollarda ilerlerken levhaları okumakta zorlandığım için yanımda oturan eşime soruyordum ne tarafa döneceğimizi. Trafik kuyruğunda önümde duran arabanın plakasını dahi okuyamadığımı fark edince ülkeye döner dönmez ilk işimin bir göz doktoruna görünmek olduğunu iyice kavramıştım.

Sene 2015, yurt dışından dönüşümüzün ertesi günü Ankara'da nam salmış bir ihtisas hastanesi olan Kudret Göz Hastanesindeyiz. Beklentim basit bir muayene ve belirlenecek yeni gözlük numaraları. Kontroller yapıldıktan sonra ilk doktorum beni yanlış hatırlamıyorsam Seda ismindeki başka bir doktora yönlendiriyor. Bir üst katta basit bir cihaz kontrolünden sonra teşhisi koyuyor doktor hanım. Katarakt. Ondan sonrası tam bir pazarlama. O kadar basit bir ameliyatmış ki bu birkaç dakika içinde hem yakını hem uzağı net olarak görebilecek ve asla bir gözlüğe ihtiyaç olmayacakmış bir daha. Vay anasını, demek teknoloji o kadar ilerledi demek. O tatlı dili, kendinden emin duruşu ve ikna kabiliyeti beni mest etmişti. Bekliyorum ki ameliyat için gün versinler. Hanımefendi isterseniz hemen şimdi yapabilirim ameliyatınızı deyince şaşkınlığım daha da artmıştı. O kadar basit yani... İki göze birden mi? diye sormuş, "Evet, tabii neden olmasın." diyerek beni şaşırtmaya devam etmişti. Oysa ben gözlük numarasını belirlemek için gelmiştim. Bu kadarı fazla deyip yarın olsun bari dedim. Bu ameliyat nasıl bir şey, yan etkileri var mı, doktor bu işte ne kadar uzman düşünmeksizin ertesi güne randevu aldık. En kaliteli mercek kullanacakmış, multifokal. Yani ne uzak ne yakın ne de astigmat için gözlük derdi kalacak, yeniden doğmuş gibi olacağım.

Her iki gözüme aynı gün multifokal lens takıldı. Birkaç gün sonra gözlerim her şeyi görmeye başlayınca çok sevinmiştim. Bir hafta boyunca verilen göz damlasını kullanıyordum. Ne izin, ne istirahat. Serde iş ve görev aşkı var ya, ertesi gün ben Balıkesir yolunda araba kullanıyorum. Gözlerim gün ışığına karşı oldukça hassas henüz, yaşlar boşanıyor ve akşamları yanmaya başlıyor. Doktor bana araba kullanmayacaksın, istirahat edeceksin, ya da güneş ışığında kalmayacaksın demedi ki (!)

Neyse bir hafta sonra kontrole gidiyorum, her şey normal diyor doktor hanım. Yaşadığım sorunlar için bir göz merhemi veriyor. Bu o doktoru son görüşüm. İzmir'e taşınıyoruz birkaç ay sonra. Sol gözüm yine görmüyor, hatta eskisinden daha kötü. İzmir'de Kaşkaloğlu Göz Hastanesinin sahibi hakkıyla ün kazanmış Mahmut Kaşkaloğlu'na gitmeden önce başka bir iki doktora gidiyoruz. Multifokal lens yerinden kaymış, yapışmış, katlanmış gibi bir şeyler söylüyorlar. Durum vahim. Yine ameliyat görünüyor ancak bu kez ilki kadar kolay olmayacak. Zira bu riskli ameliyatı her doktor üstlenmiyor. Sadece iki doktor bu işin üstesinden gelir diyorlar. Biz en iyisine, Kaşkaloğluna gidiyoruz. 2016 yılının Mart ayı. Artık multifokal lens takmamız risk olur diyor hoca. O da bir aksilik durumunda körlüğe kadar gidecek bir sonuca karşı tedbirli davranıyor. Monofokal takacağız bu sefer, ama bu işin üstesinden gelirim diyor. Güveniyoruz, çünkü başka çaremiz yok. Sol gözüm mono, sağ gözüm multifokal olacak. Yani bir gözüm yakın gözlüğüne ihtiyaç duyarken diğer gözüm gözlüksüz görebilecek yakını. Psikolojik bakımdan rahatsızlık verici. Takma göz kullanıyormuşum hissi.

Ameliyat başarılı geçiyor. Zor bir ameliyat tabii, bayağı uğraştırıyor hocayı ama sonuçlar güzel. Üç yıl kadar böyle gidiyor. Son birkaç aydır görmemde yine sorun yaşamaya başlıyorum. İki göz arasında bir iletişim sorunu var sanki. E, lensler farklı ya ondandır, psikolojik olmalı. Unutursam, kafaya takmaz isem düzelir belki. Düzelmiyor... Bu arada yine Kaşkaloğlu Göz Hastanesine gidiyoruz. Kontrolü yapan hastanenin genç doktorlarından biri. Bundan sonra artık böyle idare edeceksiniz, yapacak bir şey yok gibi şeyler söylüyor. Kaderime teslim oluyorum. Ama görmüyorum. Aslında belki de görüyorum, gözler arasında koordine eksiği var. Gözlük kullanmıyorum, yakını artık hiç görememeye başladım. Uzak da hem var hem yok. 

Geçenlerde bir doktor akrabamızı ziyarete gittik. Karşıda kocaman televizyon. "Sizin televizyon bulanık mı gösteriyor ben mi net göremiyorum?" diye soruyorum. Aklıma o ana kadar hiç gelmeyen ama son derece basit bir test uyguluyor. "Sağ gözünü elinle kapat, şimdi görebiliyor musun?" diye soruyor. Evet, bulanıklık kayboldu, fena değil. "Şimdi de sol gözünü kapat bakalım." diyor doktor hanım. "Ne orada televizyon mu var?" O zaman anlıyorum ki problem sağ gözümde. Bunu ortaya çıkaramadığım için utanıyorum kendimden. Sorun ciddi görünüyor. Kendimi biraz rahatlatırım umuduyla, mal aldığında nasıl garanti belgesi veriyorlar imalat hataları için, doktorlar niye bunu yapmıyor diye dalga geçiyorum bizimkilerle. Mahmut Kaşkaloğlu'ndan randevu alıyoruz yeniden. 

Randevu gününde sorunu anlatmaya başlıyorum. Hani siz sağ gözümü ameliyat etmiştiniz ya birkaç sene evvel. Ha, işte o göz şimdi görmüyor. Biraz daha detaylandırmak için devam ediyorum. Hani Ankara'da ameliyat olmuştum da, lens kaymıştı, siz de yapışan, kayan multifokal lensi çıkarıp yerine monofokal takmıştınız. İşte o göz şimdi görmüyor. Hoca şaşkın bir şekilde soruyor, "Hiç mi görmüyor?" Hiçe yakın işte. Karşıdaki harfleri okutmaya çalışıyor. Sol gözüm gayet iyi görürken, sağ gözümle en kocaman harfleri dahi okuyamıyorum. Bir yandan da içimden bak bu ameliyatı sen yapmıştın, hatanı düzeltmene imkan veriyorum düşüncesi aklımdan geçmiyor değil. Hadi bakalım doktor şimdi ne yapacaksan yap artık havalarında, biraz da küstahça. Doktora güveniyorum yine, eğer varsa bir hatası düzeltecektir elbette. Ama yine de bu tür şeyleri kafaya fazla takmayan ben "korkuyorum". Görmemenin şeker ile ilgisi olabilir, aynı göze üçüncü kez ameliyat fazlasıyla risk içerecek. Keşke bir gözlükle sıyırabilsem. 

Doktor önceki kayıtlarına bakıyor. "Ben," diyor. "Sizin sağ gözünüzü değil, sol gözünüzü ameliyat etmişim görünüyor Mart 2016'da. Ama yine de yanlış yazılmış olabilir ben bir bakayım, siz emin misiniz ameliyatı sağ gözünüzden olduğunuza" Hayır, hayır. Kısa bir kontrolden sonra durum anlaşılıyor. Sağ göz, multifokal lensin olduğu Ankara'da yapılan operasyondan sonra müdahale edilmeyen göz. E, bu sevindirici. Çünkü daha önce iki kez müdahale edilen göze üçüncüsü yapılmayacak demek. Doktor diyor zaten, ameliyat ettiğim sol gözde hiçbir problem yok. Sağ göz için değişik cihazlara sokuyor, göz tomografisi midir nedir bir film çekiliyor. Renkli baskıda hangi gözün görmediği ve durumun vahameti açıkça belli zaten. Hocanın kafası karışık, sen görmüyorum diyorsun, bu durumun şekerle falan alakası da yok ama nedenini hala anlamadım. Şekerle alakası olmaması beni nedenin ortaya çıkmaması sorunsalından uzaklaştırıyor birden. Olsun, onu yeme dokunur, bunu yeme dokunur davası olmasın da. Rahatsızlığın nedenini anlamadım diyen doktorları seviyorum ben. Anlamadan yanlış teşhis çok daha kötü. Kafamı yeniden bir cihaza sokmamı istiyor. Çeneni oturt, alnını daya. "Hah, tamam şimdi anladım." diyor, hoca, yüzünde rahatlatan bir gülümsemeyle. Katarakt ameliyatlarında % 5 oranda merceğin altında bir kesiflik kalabilir. "Yoğunluk yani" diyorum. İtiraz ediyor, "Hayır yoğunluk değil." Anlatmak istediğinin bir tortu, birikim, kalıntı gibi bir şeyle olduğunu tahmin edebiliyorum. "Küçük bir operasyonla bunu temizlersek, her şey hallolacak." diyor. "İsterseniz randevu alabilirsiniz, isterseniz hemen yapabilirim." diyor. Birkaç dakikalık lazerle temizleme operasyonu. Hemen olsun diyoruz. Alt kata inip ameliyat parasını yatırıyoruz. Hemen çağırıyor ve kısa, basit bir ameliyat sonucunda gözümdeki o perde anında kalkmış oluyor. Mucize gibi bir şey bu. Bir hafta boyunca günde dört kez damla damlatılacak gözüme. On beş gün sonra kontrole gel ya da rahatsızlığın yoksa gelmesen bile olur diyor doktor. Ne diyeyim şimdi. Hayat böyle, bazen işler umduğunun tersine kötü gidiyor, bazen beklediğinin tersine güzel sonuçlarla karşılaşırsın.    
        
     


7 Şubat 2019 Perşembe

İNSANLAR, İNSANCIKLAR...

Taş Ev insanları tanımaya devam ediyor... Genç bir hanım, otuzlu yaşlarda. Alışverişini yaptıktan sonra sohbete başlıyoruz. Ticarette siyaset olmaz ama bizim buralar neredeyse silme Atatürkçü olduğu için nispeten rengimizi belli etmekte mahzur görmüyoruz. Doğal gıdalara geliyor konu. Oradan tohum yasasına, yerli üretime. GDO'lu ürünlerden girip ülkesindeki baskı rejiminden kaçan İranlılardan çıkıyoruz. Zaman zaman gerilimli geçen ayaküstü tartışma en az bir saat devam ediyor. İyi ki iki kişiyiz, birimiz gelen müşterilerle ilgilenme imkanı buluyor.  

Hanımefendi "Bakın, ben siyaset yapmıyorum." derken dik âlâsını yaptığının elbette farkında. Eşimle ağzımız açık, sabırla dinliyoruz söylediklerini. Birkaç kelimelik itiraz cümleleri, hanımefendiyi daha çok ateşliyor. Sanki bu ülkede yaşamıyormuşuz hissine kapılıyorum.

31/10/2006 tarihinde TBMM'de kabul edilen "Tohumculuk Yasası" nı meğerse ABD çıkarmış (!) Hükümetimiz buna karşılık değişik birlik ve kurumları aracılığıyla yerli tohumculuğa büyük destek veriyormuş(!) Eşim, yasaya göre yerli tohumun satışının yasaklandığını söyleyecek oluyor, dinleyen kim? Türkiye, kendi kendine yeten ender ülkelerden biri deyince ben dayanamıyorum bu kez. "O eskiden öyleydi, şimdi samanı bile ithal ediyoruz." diyerek müdahil oluyorum. Yavaş yavaş saygı ve sabır sınırlarını zorlayan atmosfer oluşmaya başlıyor, hele "Siz hiç kitap okuyor musunuz?" diye sorunca. Yok anacım, biz yaylada kaval çalıyoruz dememek için zor tutuyorum kendimi.

Hoop atlıyor başka bir konuya. "Ülkemizde birlik beraberlik var, biz Türkler en zor anımızda küllerimizden yeniden doğarız. Yunanistan bizi vurmak için gizli planlar yapıyor." Dur hele dur, Yunanistan bizi mi vuracak? "Yurdumuzun kalkınmasını çekemiyorlar, ülkemizde özgürlük var, herkes mutlu. Siz biliyor musunuz, İranlılar akın akın Türkiye'ye göçüyor. Suriyelilerin arkasından birkaç yıl sonra dört milyon İranlı göçmenimiz olacak. Bu ülke onlara da kucak açacak ama biz kendi yurdumuzda azınlığa düşeceğiz bu gidişle. İran yönetimi Sünnilere, Azerilere, Şiilere, değişik etnik ve dini kökene sahip insanlara ayrı ayrı baskı uyguluyor. İzmir'e binlerce İranlı gelip kalıcı olarak yerleşti. Zulümden kaçıp huzura geldiler."

İranlıların İzmir'e akın ettiğini bilmiyordum. Araştırdım. Evet doğru geçen yıl İran uyruklulara İzmir'de 8.000 daire satılmış. Bunun asıl nedeni yasalarda yapılan değişiklikmiş tabii. Yabancıların mülk sahibi olmalarına sağlanan kolaylıktan dolayı böyle bir durum çıkmış ortaya. Hükümetimiz kaynak yaratmada uzman, hiçbir fırsatı göz ardı etmiyor. Yoksa, İzmir limanına demir atmak üzere kimsenin İran rejiminden kaçtığı falan yok. Kaldı ki bu konuları araştırırken bir haber dikkatimi çekiyor. Dini bir sıfatı da bulunan İran İçişleri Bakanı, kadın özgürlüğünü kısıtlama faaliyetlerinde başarısızlığa uğradıklarını kabul etmiş. Bu İran kadınının ne kadar mücadeleci bir karaktere sahip olduğunu gösteriyor açıkça.

Giderayak bir soru daha soruyor bize. "Sizce bizim bu denli güçlü olmamızın sebebi ne?" Eşim bam teline basıyor. "Biraz gücümüz kaldıysa o da Atatürk sayesinde." "Evet," diyor hanımefendi, "O da var tabi ama biz zor anlarımızda birleşiriz, birleşince kuvvetleniriz." Dükkandan ayrılır ayrılmaz alışveriş yaptığı kredi kartının işyeri nüshası slipi üzerindeki isme bakıp google amcadan parti bağlarını araştırıyoruz. Bakış açılarımızın bu kadar zıt, üstelik kendinden yaşça büyük insanlara ders anlatır gibi akıl veren saygısız ve ukala bir insanla ilk kez bu kadar uzun bir süre tartıştığımızı düşünüyorum. 

29 Ocak 2019 Salı

GÖZ GÖZ

Hastalığa karşı artık daha mı tevekkül sahibi ve sabırlı oldum? Çok fazla hasta olmazdım eskiden, ama grip mikrobunu aldıysam eğer çekilmez biri olur çıkardım. Hayat gözüme çekilmez görünür, hiç iyileşmeyecekmişim gibi "Allah'ım al canımı." diyerek isyan ederdim. Bu kez daha sabırlı bir tutum sergiliyorum. On günü geçmesine rağmen, nezle, öksürük, boğaz yanması, baş ağrısı, halsizlik nöbetleri hiç ara vermeden birbiri ardına sıralanarak akıp gidiyor günler... Bugün hepsi birden izin kullandıkları için sanki biraz daha iyiceyim.  

Göztepe semtine gittikçe daha çok ısınıyorum. Yaşamlarının son baharlarını yaşayan insanlar şehrin en eski caddelerinden biri olan Mithatpaşa Caddesini mesken tutmuşlar. Eski yalıların neredeyse tamamı, yerlerini çok katlı apartmanlara terk edeli epey zaman geçmiş... Deniz tarafındaki yüksek bitişik nizam bloklar martılara bir set oluşturmuş sanki. Sahil çevre yoluna açılan kısa ara sokaklardan küçük deniz manzaraları, bazen seyir halindeki yük gemileri göze takılıyor.

Bu semtte yaşamaya karar verdikten sonra bana en ürkütücü gelen araçlar için park yeri sorunuydu. Zira trafiği son derece yoğun daracık cadde boyunca koca arabayı sokacak bir yer bulabilmek deveye hendek atlatmaktan çok daha zor görünüyordu gözüme. Semtin güzel insanları bu sorunu da çözmüşler. Herkes birbirine o kadar anlayışlı ki anlatamam. Örneğin kargodan bir paket mi geldi, yolun her iki tarafı, yaya kaldırımı kenarlarında yola paralel, ceplerde yola dik konumdaki park etmiş araçlarla her daim dolu bulunduğu için, kargo aracı şeridin ortasında park edip dörtlüleri yakar, paketi teslim ettikten sonra yoluna devam eder. Bu esnada yolun bir şeridini tamamen kapattığı için ne bir bağrış ne korna sesi duyamazsınız. Gelen araçlar sabırla karşı şeridin boşalmasını bekler, daha sonra park eden kargo aracını sollayıp yoluna devam ederler. Çok nadirdir korna sesi duymak cadde trafiğinde.

Günün değişik saatlerinde, özellikle de insanların artık yavaş yavaş evlerine döndüğü sıralar, park etmiş araçların önündeki müsait yerlerde ikinci bir park alanı imkanı doğar. Ancak bu imkanı kullanmanın yolu telefon numaranızı arabanın ön camına not etmektir. Yabancı biri bu kuralı bilmezse yine de hır gür çıkmaz sadece cam sileceklerinin kaldırılmış olduğunu görür ve hatasını anlar. Çoğu zaman park etmeye engel olan tekerlekli yeşil atık konteynerleri bir sağa bir sola çekilerek yer değiştirir. Hiç bir zaman iki gün üst üste aynı yerde değildir. Garip ama bundan da kimse rahatsız değildir. Çünkü herkesçe bilinir ki burada araç park yeri bulmak hakikaten zor iş. Yalı tarafı dairelerin hemen hepsinin kendi özel park yerleri var. Caddeden bariyerle kapatılmış park yeri girişlerine asla kimse park etmez. Sanki adı olmayan bir cumhuriyettir burası. Trafik polisinin şikayet olmadıkça yanlış park yüzünden araç çektirmesi, ceza yazması sıra dışıdır. Şikayet de olmaz kolay kolay. Dedim ya, hoşgörü bu semtin temel karakteri. 

Vitrinleri seyrede seyrede geçer insan yığınları. Herkes her şeyi satabilir burada. Hemen her gıda dükkanında meze çeşitleri bulabilirsiniz. Geçen gün komşumuz unlu mamuller satan dükkana uğradım, kahvaltılık bir şeyler alayım diye. Tezgahın üzerinde yaprak, lahana sarmalar ne ararsan var. Manavlar zeytin, peynir çeşitleri satar dükkan önlerinde. Ne belediyesi karışır, ne de zabıtası, kardeşim senin işin bu değil demezler. Alan da razıdır bu durumdan, satan da. 

Cadde boyunca kara tarafı yaya trafiğinin daha yoğun olduğu bölüm. Yaya kaldırımları bazen geniş bazen dar. Geniş olan kesimlere esnaf ve lokanta sahipleri tezgah ve masalarını dükkanlarının önüne çıkarırlar. Teşhir edilen ürünler asla rahatsız edici değil, bilakis görsel bir şölene dönüşür. Hele manavların dükkan önü tezgahlarındaki düzen, renk cümbüşü ve davetkar görüntü... Evet, diğer semt manavlarına göre biraz yüksektir fiyatlar ama buna değer. Sebze ve meyvenin en tazesinin bulunabileceği dükkanlarda, çerinden çöpünden arındırılmış sebzelerin ayıklanıp doğranarak köpük düz kapların içine yerleştirilmesinden sonra özenle streç filmle kapatılıp satışa arz edilir. Ev hanımlarına eti kavurduktan sonra bu şekilde hazırlanmış türlü sebze karışımlarını doğrudan tencereye boşaltıp pişirmesinden başka bir iş kalmıyor geriye. Egenin türlü otları, tazecik enginarlar, şevketi bostanlar, arapsaçları ve daha niceleri... Meşhur Tire pazarında göremediğimiz tür ve tazelikte sebze ve meyveler...

Bir hanım giriyor dükkandan içeri, yüzü güleç. Kapıda gördüğü kestaneler dikkatini çekmiş. Bir sohbet başlarken aramızda, neyimiz var neyimiz yok ürünlerimizi tanıtıyoruz. Fabrikasyon ürüne karşıyız, gördüğünüz her şey ya bahçemizin ya da doğrudan üreticiden temin ettiğimiz ürünler. "Ben bu yaşıma kadar hep doğal beslendim ve bu konuya önem veriyorum." derken raflarda gördüğü ürünlerden ilgisini çekenleri alıyor. "Yıllarca ağır ceza hakimliği yaptım." diyor lafın arasında. Hanımlara yaş sorulmaz ama bu yaştan sonra bir mahzuru olmasa gerek. Bakışları, olgunluğu ileri yaşlarda olduğunu ele veriyor ama görüntüsü altmışı en fazla beş yıl geçmiş gibi. "Doksana girdim." diyor gülümseyerek.

Bir başkası elinde baston olmasına rağmen şıklığından taviz vermemiş. Başında siyah bir şapka, üzerine yakışan bir kıyafet. Basamağı çıkmaya gözü kesmiyor. Kesin doksanın üzerinde yine. Kapıdan sesleniyor "Yarım kilo kestane alayım, daha fazla taşıyamam." "Almanız şart değil ama harika bir lorumuz geldi, tadına bakmanızı şiddetle öneririm." diyorum. Kapının önüne kadar tadımlık kasesini ve plastik kullan at kaşığını getiriyorum. Verilen tepkiye alışkınız artık. "Bu harika bir şey." Evet, aynen öyle. "Ama evladım ikisini birden taşıyamam şimdi ben. O zaman loru alayım, kestaneyi yarın yürüyüşe çıktığımda gelir alırım." Yarım kilo yükün o yaşlardaki bir hanımefendi için ne denli ağır gelebileceğini öğreniyorum. Ağır ağır uzaklaşırken saygı ve acıma duyguları birbirine karışıyor.

Dükkan açılalı beri üç haftaya girmiş bulunuyoruz. Acemiliğimi de büyük ölçüde attım üzerimden. Bu süre zarfında çok üzücü olmasa da şaşırtan üç olay yaşadık. Bu yüzden prensiplerimi yerli yerine koydum yeniden. Kimse artık alayım dönüşte parasını vereyim ya da iki onluk ver yarın sana bırakırım diye gelmesin (!)

İlk haftamızın ilk günleri, otuz beş yaşlarında uzun saçlı yakışıklı denebilecek genç bir çocuk. Biz ürünlerimizi tanıtırken zeytinyağımız ilgisini çekiyor. "Mmm çok güzel aroması var, bayıldım ben buna." Peynir tadımı vs. derken. Yanımda nakidim yok, İş Bankasından para çekip dönüşte uğrar alırım diye dükkandan ayrılıyor. O arada bir başka kişi dükkana giriyor. Aynı yaşlarda ve eşimle birlikte Tire'den ortak tanıdıkları var. Sohbet koyulaşıyor... O gittikten sonra kendi aramızda konuşuyoruz. "O uzun saçlı çocuk dönmez bir daha diyor." eşim. Bir başka müşteri ile eşim ilgilenirken bizim yakışıklı geliyor. Ben çocuğu eşimle daha önce Tire sohbeti yapan kişi sanıyorum bu arada. "Ben yağı alacaktım ama çok uzun kuyruk vardı bankamatikte. Nasıl yapsak?" diye bir kart açıyor. Ben de görüyorum salak gibi. Müşteri nasıl kazanacağız biraz cömert olmalı değil mi? Hem eşimin de tanıdığı bir çok ortak isim var arada. "Peki, alın o zaman, sonra verirsiniz, yabancı sayılmazsınız değil mi?" Peki ben o zaman 500ml natürel sızmayı alayım. Kapıya kadar uğurlamalar... Buharlaşan 20 TL. İyi ki adam litrelik istemedi, verir miydim? Verirdim.

İkinci haftanın başı; Kestane satışı tam gaz ama pos cihazımız hala yok. Genç bir bayan iki kilo kestane istiyor. Tartıp verirken kredi kartını uzatıyor. Maalesef pos cihazımız henüz gelmedi diyoruz. Aman canım iki kilo kestaneden ne olacak deyip "Sonra verirsiniz." deme gafletinde bulunuyorum. Müşteri kazanacağız ya, daha yolun başındayız ya... Kestane bizde tanıtım fiyatına, sudan ucuz. Buharlaşan iki kilo kestane parası 32 TL.

Varan üç, birkaç gün önce; Adamın biri, kelli felli. Geçerken dükkanın içine kafasını uzatıp selam veriyor, dönüşte uğrayacağım deyip bir gülücük atıyor. Yarım saat sonra dükkandan giriyor içeri. Yan binada oturduklarını, oğlunun geldiğini, ona hazırlık yapmak için bir şeyler almaya çıktığını ancak kredi kartını bankamatiğe kaptırdığını söylüyor. "Hay aksi şeytan." diyorum adama. "Şimdi bankadan kartı almak bu yoğun saatlerde çok zaman alacak, bıraktım geldim." İyi halt ettin. "Oradan bana iki onluk veriver ben sana pazartesi öğleden sonra geri vereyim. "A, efendim yirmi liranın lafı mı olur?" Kelli felli devam ediyor, "Bak sabahtan değil ama ancak öğleden sonra getirebilirim." Tamam, canım komşuyuz şunun şurasında, lafı mı olur?" diye cevap veriyorum. İki haftada bütün mahalle sakinlerini tanıyacak değilim ya." Ama, Allah sizi inandırsın adam çıkar çıkmaz bir kez daha yedin zokayı ama bu son olacak diyorum kendi kendime. Buharlaşan 20 TL ile birlikte görev zararı, tecrübe kazancı ve prensip kararı toplamı böylelikle 72 TL oluyor. Neyse ki önemli bir para değil diyerek avutuyorum kendimi, ama enayiliğime de kızmıyor değilim laf aramızda.   
    

22 Ocak 2019 Salı

YARIM ASIRLIK BİR AŞK HİKAYESİ

Geçen sene ikaz etmişlerdi aslında; kestaneleri gömüye koymadan altına bir yaygı ser diye. Ben yine unuttum, toprağın üzerine kozalakları boşalttırdım. E, gömü açılınca kozalakları kürekle makinaya atarlarken toprakla karıştı tabii. Bu sene bitmeyen işim, kestanelerin ayıklanması, silinip parlatılması. Eğil kalk yaptıkça sırtıma ağrılar giriyor ama yapacak başka bir yolu da yok. Başkasına yaptırmayı da göze alamıyorum, çürüğünü çarığını karıştırırlar, baştan savma olur diye. Dün akşam yoğun bir sırt ağrısı ve soğuk algınlığıyla döndüm eve. Eşim bir Tylolhot hazırladı sağ olsun, üstüne de bir Apranax içip yattım. Sabaha bir şeyim kalmamıştı.

Albay emeklisi amcanın aşk hikayesini dinledim bugün. Hergün eşiyle birlikte Güzelyalı Parkına yürüyor, oralarda ev yemekleri yapan bir lokantada karınlarını doyurup parkta üç dört saat vakit geçirdikten sonra evlerine dönüyorlar. Bizden aldığı peynirin etiketini kesip getirmiş, dönüşte bu peynirden alacağım diyor. 

Seksen beş, doksan yaşlarındaki bu güzel çiftin ayaklarıyla ilgili bir sorunları yok, uzun yürüyüşlere çıkabiliyorlar ama ağızlarında diş kalmamış. Daha önce bahsetmiştim, dört yıl önce tek oğullarını trafik kazasında kaybetmişler. Hanımefendi sağ elinin işaret parmağını kaldırıp "Ben neden bir çocuk yaptım, neden, neden?" diye sorup artık kuruyan gözlerle ağlıyor. Eşi ise lafı başka konulara getirip onun çektiği ıstırabı kendince azaltmaya çalışıyor. "Bana bir de o kabak tatlısından ver." diyor ve anlatmaya başlıyor. Merak içinde gözlerinin içine bakan eşi hanımefendiyi tam elli beş yıl öncesine sürüklüyor.

"Cemil adında bir arkadaşım vardı. Eşimi ilk görüşüm onun sayesinde oldu. Dört beş arkadaş birlikte Gençlik Parkına oradan da Hayvanat Bahçesini gezmeye gideceklermiş. Beni de çağırdı, gittik. Ben o zaman Ankara'da görevli genç bir subayım. Gelenler arasında bir kız dikkatimi çekiyor, Dil Tarh ve Coğrafya Fakültesi dördüncü sınıf öğrencisi Güner, Ödemiş'li bir ailenin kızı. Güzel vakit geçiriyoruz. Bir hafta sonra yeniden randevulaşıyoruz. Bu sefer gittiğimiz yer Çubuk Barajı. Ağaçların arasında koşturuyoruz, saklambaç oynuyoruz. (Bunları söylerken hınzır bir gülümseme çehresini kaplıyor) O da bana karşı boş değil...."

"Birkaç gün geçtikten sonra yine arkadaş ortamından Güner'i tanıyan Emel adında bir kız geliyor yanıma. Benimle özel bir konuda konuşmak istediğini söylüyor. Bir pastaneye oturuyoruz. Çayımızı yudumlarken Güner'le arkadaşlığınız ciddi mi? diye soruyor. Kısa süren bir cevap arayışımdan sonra, evet diyorum, neden olmasın? Ama diyor, onun çıktığı başka bir arkadaşı var (!) Sonradan öğreniyorum ki, bunu söyleyen kızın gönlü bendeymiş. İşi bozmak ve onunla ilgilenmek için beni ondan, onu benden uzaklaştırmaya çalışmış hep. Hatta eşimin Ödemiş'teki ailesine kadar haber uçurup, güya benim yaramaz biri olduğuma dair söylentiler çıkararak karalamaya çalışmış. Gel zaman, git zaman ara bozan kızın foyası ortaya çıkınca biz kızı istemeye gittik. O gün bugündür hiç ayrılmadık, birbirimize hep destek olduk."

Güner Hanım, Mustafa Necati Bey'in gözlerinin içine bakarak maziye dalıyor, mutlu bir tebessümle. Onu bir an olsun evlat acısından uzaklaştırmayı başaran eşi ve bizler de mutlu oluyoruz...

Gençlik Parkı deyince beni de maziye götürdü bu park. Şimdiki durumu nedir o güzelim parkın bilmiyorum ama eskiden güzel bir yerdi. Üniversite için babamla birlikte Ankara'ya gitmiştik. Parkın karşısında Sıhhiye'de bir otelde kalıyoruz. Ankara'ya ikinci gelişim, hatta daha önce kayıt için geldiğim sayılmazsa İzmir'den dışarı ilk çıkışım. Daha on yedi yaşında bir çocuk, heyecanlı... Babam gururlu ama benden daha heyecanlı. Beni mutlu edecek bir şeyler arıyor, Gençlik Parkı'nın havuzu kenarındaki beton yolda yürürken. Öğrenci boykotları sebebiyle eğitime başlama 20 Aralık tarihine sarkmış. O zamanlar Ankara soğuğuna alışkın değilim. Cebimin içinde olmasına rağmen ellerim donuyor. "Karnın aç mı?" diye soruyor babam. Sen bilirsin dercesine başımı eğiyorum. "Yarım tavuk yermişin? Hani şu şişe dizilenlerden?" Bilmem ki, daha önce hiç yememişim, yarısını bitirebilir miyim tek başıma? Salaş bir yer, nar gibi kızarmış tavuklar geliyor önümüze. İçerisi sıcak üstelik. Evet, yarım tavuk yiyebilirmişim. Babamı kaybettikten sonra az da olsa ufak tefek ayrıntılar geliyor aklıma zaman zaman. Gençlik Parkı da bunlardan biriydi işte...

18 Ocak 2019 Cuma

ACETO BALSAMICO DI MODENA

Seviyorum bu işi. Rutin bir yaşamdan çıkıp hergün yeni bir şeyler öğrenmek, insanlarla sohbet edip onların hayat hikayelerini dinlemekten büyük haz alıyorum. Bir de gelir geçer zevklerim var. Mesela bazen yabancı dil kullanmak kulağıma hoş geliyor. Eşim Türkçe kullanmadığım zaman kızsa da ben bundan vazgeçmiyorum. Zaten uydurma Türkçe sözcüklere tepkiliyim. Şimdi ne yani şu "Balzamik Sirke"? TDK sözlüğünde arıyorum. Doğrusu orijinaline daha yakın (!) "Balsamik: İçinde balsam bulunan." Konuyu derinleştiriyorum: "Balsam: Bazı ağaçlardan elde edilen, parfüm ve ilaç yapımında kullanılan reçine." Ne alaka? Aceto Balsamico di Modena'nın yerini tutuyor mu? Bu konuya ileride döneceğim. Ayrıca yazıma vesile olan Ege Üniversitesi iç hastalıkları uzmanı doktor hanımı (belki de profesör)  saygıyla selamlıyorum.

Kafam karma karışık. Nasıl olsa eşim sabahın kör karanlığında uyanıyor diye saati kurmadım. Yedi- yedi buçuk gibi kalkacağımı düşünüp plan yapmışken yaklaşık ondan bir saat kadar önce benim çalar saat çalmaya başlıyor. "Hadi geç kalıyorsun, bak birazdan hava aydınlanacak." Yataktan kalkıyorum. Her taraf zifiri karanlık. E, kalkmışım bir kez, yeniden yatamam ki bir saat için.

Sabah yediyi on geçe Tire yolundayım. Sıcaklık -1 dereceyi gösteriyor. Çevre yolunda on kilometre gittikten sonra bende jeton düşüyor. Dükkandan yanıma almam gereken pos cihazını niye unuttum şimdi? Gerçi zayi ilanının yayınlandığı gazete ve vergi levhası yeter demişti servis ancak mühürleme, devir işlemlerini cihaz olmadan nasıl yapacaklar. İlk kaynar su başıma böyle dökülmüş oluyor, yüzüm hafiften kızarırken artık üşümüyorum. Eski ruhsatı Taş Ev'in pencere yuvasında bulabilirsem onun tesellisi bu hatamı telafi edecek. 

Yolu yarılamışken gün ağarıyor yavaş yavaş. Radyo'da güzel bir müzik çalıyor ama kimin çalıp söylediği umurumda değil. Çok yağmur yağdı bu hafta. Yaylaya iyi de kar düşmüştür şimdi. Yollar buz tutmuş mudur? Kızım dün akşam ısrarla "Baba, çıkma yukarı, haftaya gidersin." dediğini geçiriyorum aklımdan. Trafik yok henüz. Bu saatlerde hangi işkolik polis radar kurup ceza kesecek? Derken olmadık bir yerde burnunu bana çevirmiş bir trafik polisi aracıyla burun buruna geliyorum. Benden başka hiçbir araç yok. Rahat rahat keserler aşırı hızdan cezamı. Cezalar arttırılmıştı zaten. Artık dört yüz mü çıkar cepten beş yüz mü bilmiyorum. Az paramı şimdi bu? İkinci kaynar suyu yiyorum başımdan aşağı. Ne yapalım, şanssız bir günüm. İlerledikçe önümü kesecek polis aracını arıyor gözlerim. Hayret bir şey karşılığı yok. Yırttık mı ne?

Tire'ye vardığımda muhasebecinin iş başı yapma saatine henüz on beş dakika kalmış. Taş Ev'de pos'un ruhsatını bulmak, biraz olsun kendime gelmek arzusu ağır basıyor. Direksiyonu Kaplan'a kırıyorum. Yol üstünde bir köylü elini kaldırıyor. Tanıdık bir köylü bu, ismini hatırlayamadığım. Sabah sabah bahçelerini kontrole gidiyormuş. Ne var ki kontrol edilecek, diye soruyorum. Bir kadın varmış, bahçe evlerine girip ateş yakıyor, yiyecek bir şeyler bulabilirse karnını doyuruyormuş diyor. Bu soğukta aklını yitirmiş olmalı... Köylüyü Nihat'ın bahçesinin önünde bırakıyorum. Sel suları yolun üzerinden geçmiş, şimdi kalın bir buz tabakası kaplı yolun virajı. Taş Ev'e varıncaya kadar son üç yüz metre kar buz üzerinde gittikten sonra kapıdan içeri girmeyi gözüm kesmiyor. Ya rampadan çıkamazsam? Diğer bir husus yol boyunca aklımı kurcalıyordu zaten. Ya ray üzerinde hareket eden demir kapı sürülmezse. O kadar yağış bir sürü çer çöpü, toprağı yığmıştır şimdi kapının önüne. Arabayı yol kenarına park edip kar üzerinde dikkatlice yürüyor, asma kilidi açıyorum. Korktuğum şey yine başımda. Koca demir kapı milim oynamıyor yerinden. İtiyorum, çekiyorum, kıpırdamıyor bile. Rayın üzerini temizlemeyi düşünsem de kazma kürek içeride. Duvarın üzerinden atlamak bu yaşta sakat bırakabilir beni. Vücudumu taş duvara dayayıp olanca gücümle yükleniyorum, değişen bir şey yok. Üçüncü kaynar su dökülüyor başımdan aşağı. Zira yol ıssız, ne gelen var, ne giden bu saatte.

Gözüm yardım alabileceğim yoldan geçecek bir tanrı kulunu ararken derin derin nefes alıp çözüm yolları arıyorum. Zamanımın kısıtlı oluşu çaresiz bırakıyor beni. Azmin elinden bir şey kurtulmaz derler. Seyit Onbaşının Çanakkale Savaşında tek başına 215 kg'lık top mermisini yüklenip İngiliz Zırhlısını vurması geçiyor aklımdan. Kapıya yanaşıyor "Ya Allah" deyip bir kez daha şansımı deniyorum. Olmuyor. En küçük bir oynama yok. Bu kapı açılacak bir şekilde. Açılması lazım. Bir kez daha ileri geri itiyorum. Küçücük bir aralanma oluyor. Artık bunu böyle bırakacak değilim. Canhıraş bir şekilde araya kendimi sokacak bir boşluk yaratıyorum. Demir kapının tekeri raydan düşüyor. Bir bu eksikti. Şimdi kapının kaldırılıp rayın üzerine oturtulması lazım. Umduğumdan kolay oluyor bu kez. Biraz daha, biraz daha derken arabanın içeri girebilecek kadar bir açıklığa kavuşuyorum. Şansım dönmeye mi başladı ne?

Arabama binip bahçe içine giriyorum. Bana bu kapıyı açabilme gücü veren, karlı, buzlu bahçe yolundan arabamı dışarı çıkarma gücü de verir artık herhalde. Hemen Taş Ev'in kapısını açıp ruhsatı elimle koymuş gibi buluyorum. Gazeteye boş yere zayi ilanı vermişim. Üst üste gelen terslikler şişinden kurtulan bir örgü misali teker teker çözülüyor. Yetkili servis, devir için gider makbuzu lazım diyor. Ne keder, İzmir'de daha önce görüştüğüm servis bu işi yapabilir zaten. Diğer işleri halledip dükkana dönüyorum. 

Eşimi eve uğurladıktan sonra zarif bir hanımefendi "Hayırlı Olsun" diyerek giriyor içeri. "Peynirlerinize bakacaktım." Küçücük dükkana bu kadar peyniri nasıl sığdırdığımıza ben de şaşırmış haldeyim. Buyrun efendim ne isterseniz, koyun, inek, keçi, yumuşak, orta sert, sert, eski kaşar, beyaz peynir, tulum... "Şunlar ne peyniri?" diye soruyor. "Onlar mı? Manyas peyniri, isterseniz tuzsuz, az tuzlu veya tuzlu verebilirim size." "Az tuzlu olsun, hiç tuz olmayınca da tadı olmaz, şimdi." Hanımefendinin diğer peynirlere takılıyor gözü. "Onlar dil peyniri, yanındaki sepet peyniri, arzu ederseniz islisi de var." "Tamam o zaman, şu Manyas kalsın bu sefer isliyi deneyeyim." 

Zeytinler nerenin? diye soruyor. "Akhisar, Gemlik efendim, tadına bakabilirsiniz." derken bir diyalog başlıyor aramızda.
"Zeytinim var evde biraz daha, sonra uğrar bakarım ama size bir şey söylemek istiyorum."
"Buyrun efendim, sizi dinliyorum". diyorum merakla.
"Bu zeytinlerin üstünü kapatmalısınız. Bakın ben doktorum. Burada sizinle konuşurken bunların üzeri açık tutulmaz."
"Üzerini streçle kapatıyoruz ama."
"Hani, şimdi açık ama bak."
"Hanımefendi, siz daha iyisini bilirsiniz ama üzerini streçle kapattığımız gün bir adet zeytin bile satamadık. İnsanlar üzeri kapalı olan zeytine yaklaşmıyorlar bile."
"Olsun, siz hijyene dikkat eden müşterileriniz olsun istersiniz değil mi?"
"Haklısınız, zaten hepsinin üzerine cam kestirmeyi düşünüyorduk biz de, streç pek pratik değil."
Karşı rafa yöneliyor.
"Elma sirkesi var mı?"   
"Var efendim hem de en iyi marka."
"Peki Balzamik Sirke bulunur mu sizde?
"Maalesef henüz yok ama madem gurmeyiz, onu da bulundurmamız lazım değil mi?"
"Siz daha iyi bilirsiniz belki, balzamik sirkeyle diğerleri arasında ne fark var."
 Bu bir imtihan mı yoksa gerçekten öğrenmek mi istiyor?

Balzamik sirke yurdumuza İtalya'dan girmiş bir gurme lezzetmiş. Gece boyunca inceden inceye araştırıp öğreniyorum. Kökeni İtalya'nın Modena ve Reggio Emilia bölgesine dayanan bu sirke, aynı bölgelerde yetişen üzümlerin bakır kazanlarda kaynatıldıktan sonra fermantasyon tanklarına oradan alınıp meşe, kestane, ardıç, dut ağacından mamul ahşap fıçılara alınması, bir yıl boyunca fermente olurken buharlaşan hacmini tamamlamak üzere belli bir kural dahilinde fıçıdan fıçıya aktarılmasıyla ortaya çıkan meşakkatli bir işin sonucu olup aromanın kazandırılması ve arzu edilen seçkin karaktere bürünebilmesi için en az on iki yıl ahşap fıçılarda bekletilmesi gerekmekteymiş. İtalya'da 150 yıllık Balzamik sirke bulunabilirken yılına bağlı olarak küçük bir şişe 300 TL den 1.500 TL'ye kadar satılabiliyor. Yurdumuzda piyasada bol miktarda var olan çakmaları ise konsantre üzüm suyunun kuvvetli bir sirke, karamel renklendirici ve aromalarla karıştırılması yoluyla elde edilen fabrikasyon ürünler. Yani gerçek olan Aceto Balsamico, Modena'nın sirkeleri. Bunu daha önceden bilseydim, hazır Bologna'ya gitmişken Modena'ya da bir uğrayıverirdik ama bir bardak sirkeye yaklaşık bin TL vermezdik herhalde yine de. Parası olup harcayacak yer arayanlar için güzel bir alternatif bence.




15 Ocak 2019 Salı

Here is our Kaystros Stone House Göztepe


Bugün de çok değerli insanlarla tanışıyor, sohbet ediyoruz. Geçen yazımda sözünü ettiğim 85 yaşındaki emekli albay amca yürüyüş sonrası uğruyor.  Bizden aldığı kabak tatlısından bahsederken iki parmağını birleştirip "Kavanozunun dibinde bu kadar kaldı." diyor çocuksu muzip bir gülümsemeyle. Bir zamanların kışlayı inleten gür sesli  albayı ve yanında eşi Yükseliş Kolejinin disiplinli öğretmeni hanımefendi ne kadar da alçak gönüllü, iki kelime sohbete muhtaç ve ağızlarında diş kalmamış haldeler. Yürüyüş sağlıkları için bir zorunluk ama yürüyecek mecalleri yok. Alzheimer başlangıcındaki hanımefendinin elini öpüyorum, gözleri doluyor. 

Bir taraftan elektrikçi, dükkana ilave aydınlatma armatürlerinin montajını yaparken diğer taraftan bina giriş kapısının yanında tıkanan yağmur borusunun tamiratı tam iki saat sürüyor.  Yağmur yağarken dükkandaki prizlerden oluk oluk sular akıyordu. Yöneticimizin olaya el koyması sayesinde bu iş de halledildi.  Bütün bu tamirat ve tadilat işlerine, pos cihazını hala çıkartamamamıza rağmen güzel alışveriş oluyor.

Kim ne derse desin bana göre şapka hatun kişiye yakışıyor. Son derece şık bir hanımefendi başında zarif şapkasıyla dükkana girer girmez uzun bir sohbet başlıyor. Aslına bakılırsa hanımefendinin niyeti çorbalık ev tarhanası almak. "Üç tane kavanoz oldu evde kullanmadığım." diyor. "Hepsi kokuyor, hele bir tanesi koyun kokuyor."

Alışveriş yaptıktan sonra torbasını uzatıyor, "Aman poşete koyma benimkinin içine ver onları." diyor. Kendisinin yirmi yıl önce farklı kurum ve kuruluşlara, hatta bakanlığa sunduğu naylon poşet kullanımının azaltılması projesine ilgi gösterilmediğinden yakınıyor. Şimdi kim kazanıyor bu işten diye soruyor. Hükümete kaynak, marketleri zengin etmek dışında bir işe yaramadığını söylüyor. "Toktamış Ateş, rahmetli oldu o da, geldiğinde ona da anlatmıştım." diyor ve devam ediyor. "Hanım sen bırak bu işleri, bizim memlekette yürümez bu dediklerin." diye karşılık aldığından yakınıyor. Oysa benim projem uygulamaya geçseydi, devlet kazanacaktı, vatandaş kazanacaktı, en önemlisi çevreye katkısı çok daha büyük olacaktı." diyor. Torbasının içinde iki kitap gözüme ilişiyor. Eşimle aralarında kitap muhabbeti devam ederken, hanımefendi içtenlikle  "Ben bitirmek üzereyim Özdil'in Mustafa Kemal kitabını, bundan sonra sizlerle kitap değiş tokuşu yaparız."  diyor. Düşünebiliyor musunuz, yarım saat içinde kurulan dostluğu... Sadece müşterilerle olan ilişkiler değil, komşu apartman sakinleri ve esnaflar ile uzun zamandır hasret kaldığımız sıcaklık içimizi ısıtıyor. Evet, İzmir'in Göztepe'si işte böyle bir yer...

13 Ocak 2019 Pazar

A NEW START

Soğuk geçen haftanın ardından aralıksız devam eden yağmur hala hız kesmiyor. Yeni taşındığımız evde kömür kazanlı merkezi ısıtma sistemi yüzünden içeride yazı yaşıyoruz. Apartman görevlisine biraz ısıyı azaltsak ne iyi olur, zira pencereleri açıp şehri ısıtmaya çalışıyoruz desek de fayda etmiyor. Efendim, yaşlılar üşüyorlarmış (!) Aklıma sobalı evde geçen çocukluğum geliyor. Akşam olunca yatmaya yakın söndürülürdü sobamız. Ondan sonra doğru yatmaya. Yatakta çift kat yorgan yetmez, üstüne bir kat battaniye çekip kalın bir örtünün içine sokardık kendimizi. Güya ısınacağız onca kalın örtünün altında. Ne gezer? Bembeyaz yorgan kılıflarının içinde bir anda buzdolabına girmiş hissine kapılır soğuktan tüylerimiz diken diken olur, dişlerimiz zangırdamaya başlardı. En çok ayaklarımız üşürdü. Gel gelelim sadece birkaç dakika sonra vücudumuz yatağı ısıtır, yatak da bize yavaş yavaş alışır, sıcaklığını gösterirdi. İşte o çocukluk yatağımı özlüyorum şimdi ben.

Resmen olmasa da Kaystros Taş Ev bir kez daha kapılarını halka açmış bulunuyor. Büyük oranda dükkanımızı doğal gıdalarla donattık. Küçücük dükkan olmasına rağmen epey ürün sergileme imkanı oldu. Başta peynir çeşitleri olmak üzere altmıştan fazla çeşidimiz mevcut. Elli fiyat etiketi almakla eşim tedbirsiz olduğumu düşünse de ben bu kadar çeşitleneceğimizi tahayyül edemezdim. Taş Ev Restaurant 'tan sonra  yeniden zevk aldığım bir işe yelken açmak mutluluk verici. Üstelik eleman derdi de olmayacağı için daha da huzurlu olacağız. Restaurant misafirlerimiz yerine şimdi müşterilerimizle haşır neşir oluyoruz. Bu sıralar komşu ev ve dükkan sahiplerinin "Hayırlı olsun." dilekleri, "A buraya yeni bir yer açılmış." deyip dükkanımızı gezen müşterilerle ayak üstü yaptığımız sohbetlerle geçiyor günlerimiz. Henüz birkaç günlük olmamıza karşılık alışveriş de olmuyor değil. Bulunduğumuz semt eğitim ve kültür seviyesi yüksek insanların yaşadığı bir yer. Zeytinyağı, kestane ve ceviz kendi bahçemizin. Halen en çok sattığımız ürün kestane. Tanıtım olması bakımından emsallerine göre yarı fiyatına satınca olağanüstü ilgi görüyoruz. En çok hoşuma giden yine insan manzaraları...

85 yaşında bir amca geliyor dükkana, yanında aynı yaşlarda eşi var. Kapı girişi hanımefendiye göre biraz yüksek (en kısa zamanda fırsatını bulup basamak yaptırmam lazım). Amcam başlıyor anlatmaya; albay emeklisi olduğunu, Çorlu'da görev yaptığını... Yaşlılar tuzlu tüketmek istemiyorlar, tuzsuz peynir alıyor. Neler satıyoruz, bilgi veriyorum, ilgiyle dinlerken oğullarını üç sene önce bir trafik kazasında kaybettiklerini, eşinin Alzheimer hastası olduğunu ve artık yemek yapamadığını... Caddenin karşısında bize yakın bir dairede oturuyorlarmış. Hergün eşiyle birlikte ev yemekleri yapan bir lokantaya gidip karınlarını doyuruyorlarmış. "Hem iyi geliyor bu yürüyüş bize." diyor. Ben amcanın siparişlerini hazırlarken eşim de hanımefendiyle sohbet ediyormuş kapının önünde. Onlar ayrıldıktan sonra duygulanıyor. "Erkekler için kolay, adam ölen oğlunu unutmuş gitmiş ama kadının hala içi yanıyor. Kahrından Alzheimer olmuş bak." diyor. Babasını erken yaşta kaybeden eşim, babaannesinin yaşadıklarını görüyor hanımefendinin bakışlarında.

Şimdiden müşteri profili kendini gösteriyor. Orta yaşı geçkin bir hanımefendi dükkanın kapısından içeriye eğiliyor. "Kars Peyniri var mı?" Var deyip içeri buyur ediyorum. İçeri girmeye niyeti yok (belki de basamak yüksek geliyor ona da). "Yok ben kaşar istemiyorum, Kars'ta askerlerin yaptığı bir beyaz peynir varmış, onu arıyorum." diyor. Öyle değişik ve sıra dışı istekler olabiliyor ki bazen. Dün bir hanımefendi günlük manda sütü getirebilir misiniz diye sordu. Karadeniz ve Trakya'da manda çok ama bizim buralarda pek manda görmedim.

Bulunduğumuz binanın yöneticisi çok hoş. Avukat eşini genç yaşta kaybetmiş. Üşenmiyor, çerçevelettiği büyük bir fotoğrafını bize göstermek üzere dükkana getiriyor. Yirmi yıl geçmesine rağmen aradan hergün ağlıyormuş eşi aklına gelince. Gümüldür 'de mandalina bahçeleri varmış. Otuz ton mandalinayı sadece 13.000 TL ye toptancıya vermiş. Üreticilik gerçekten zor, emeğin karşılığı bu olmamalı. Bahçeyi bakıcıya vermiş ilgilenmesi için. Büyük bir olasılıkla ona ödediği para daha fazla olmalı. Yaşlarımız yakın olmasına rağmen olduğundan daha yaşlı görünüyor. Garip bir durum; benim ona teyze diyesim varken o bana abi diyor. Su ve elektrik saatleri binanın girişinde olduğu için bir jest yapıp bizim için dış kapının anahtarını çektirmiş, üzerine kırmızı kurdeleden bir de fiyonk yapmış getiriyor. Kendi halinde yaşamın telaşına ayak uydurmaya çalışan işte bu hanımefendi bizim apartman yöneticimiz.

Zeytinyağı satışı başlamadı sayılır. İşletme kayıt numarası almadan etiketleri basamıyoruz. Kendine ait olmasa bile zeytinyağı temin edebileceği az ya da çok bahçesi olan eşi, dostu ya da komşusu var burada insanların. Bu dükkanı İstanbul ya da Ankara gibi bir yerde açmış olsaydık, zeytinyağı en büyük satış kalemi olacaktı şüphesiz. Bir müddet sonra internet üzerinden satışlarımız başlayacak muhtemelen. 

17 Şubat 2018 Cumartesi

YENİDEN MERHABA

Uzunca bir aradan sonra yeniden dönüyorum sözcüklerimin arasında kaybolmaya. Başlangıçta hiç önemsemiyor gibi görünsem de bir şeyi sonlandırmak onu başlatmaktan daha zormuş. Taş Ev'i kapatalı iki buçuk ay oldu. Su gibi geçti zaman. Kararımızın hemen ertesinde yapmıştık programımızı. Evet, güzel bir yurt dışı tatili iyi gelecekti. Eşimin ısrarla görmek istediği İtalya'ya gitmeye karar verdik. İtalya'dan sonra İspanya'ya geçmeyi aklımdan geçirdiysem de sonradan vazgeçtim. Zira daha önce defalarca gittiğim Roma ile sınırlı kalmayacaktı seyahatimiz bu kez. Kızım uygun bir Roma bileti ayarladı bize. Ondan sonraki hafta aheste bir şekilde tur programı üzerinde yoğunlaştım. 

Belki son gidişimiz olacaktı bu güzel ülkeye. Elimizden geldiğince görülmeye değer şehirlerini gezmek isabetli bir karar gibi göründü. İtalya haritasını açtım önüme. Roma'dan sonra sırasıyla Napoli, Bolonya, Venedik, Milano, Cenova, Pisa, Floransa şehirlerini ziyaret etmeyi planladım. Önce uçak ve tren biletlerini internet üzerinden almakla başladım. Kalacağımız otelleri booking.com dan araştırırken temizlik ve mümkün olduğu kadar tren istasyonlarına yakınlık değişmez kriterlerimdi. Zira şehirler arası yolculuklarımız hep hızlı trenlerle olacaktı. Milano'dan Cenova'ya geçerken Pisa kulesini görmeden yapamazdık. Eğik kulesinin yanı sıra Pisa'da gezilecek görülecek bir çok yer olduğunu öğrendim. İşte bu yüzden Pisa'dan Floransa'ya geçerken tren biletimizi oradan almak daha mantıklı geldi. Elimizdeki bavulları istasyonda emanete bırakabileceğimizi düşündüm. Pisa'dan sonra Floransa'ya ne kadar zamanımız kalacak bilemediğimden Floransa-Roma dönüş yolculuğumuzu nasıl yapacağımız konusunu da sonraya bıraktım. İlk üç gecenin birini Napoli'ye ayıracağımızı düşünürsek kalan bir buçuk gün Roma için yeterli olacak mıydı? Son günü yine Roma'ya ayırırsak Pisa ve Floransa şehirlerinin her ikisini bir günde gezebilir miydik? Bu soruların cevabını zamanı geldiğinde bulmak dışında gezimizin ana hatları belli olmuştu.

Tamı tamına on gün sürecek bu seyahatimiz Taş Ev'den sonraki yaşantımızı nasıl sürdüreceğimiz konusunda bir bekleme dönemine soktu bizi. Sadece seyahat değildi bu bekleyişimizin nedeni. Kızım uzman olduktan sonra yeniden zorunlu hizmete gidecekti. Bu arada o da bir arkadaşı ile birlikte Uzakdoğu gezisi planlamıştı. Yola çıkacağı günlerde bir şanssızlık olmuş, Bali'deki aktif yanardağ harekete geçmiş, lav ve kül püskürtmeye başlamıştı. Birkaç günlüğüne adanın hava alanı da trafiğe kapatılınca -bizim de ısrarımızla- tatil planını değiştirmek zorunda kaldı. Bali yerine Malezya'yı programına alırken göreceği ikinci ülke Tayland olarak kalmıştı. Tam da ülkemize döneceği gün belli olacaktı münhal kadrolar.

Kızımın tatil dönüşünde açıklanan yerlerin hepsi birbirinden beter görünüyordu. Hakkari Çukurca mı ararsın, Tunceli Ovacık mı yoksa Çemişgezek mi? İçlerinde en iyi yer Afyon Bayat ve Adana'nın Feke ilçe devlet hastaneleriydi. Eğer tayini doğuda, hele hele terörün kol gezdiği yerlerden birine çıksa biz de onu yalnız bırakmayacaktık elbette. Kötülerin arasından görece iyileri seçerek yaptı tercihlerini. Bir hafta sonra tayin yeri belli oldu. Adana'nın en uzak ilçelerinden biri olan Feke olmuştu yeni iş yeri. Havaların güzel gitmesini fırsat bilip Feke'yi görmeye gittik hep birlikte. Küçük bir ilçe ama insanları son derece sıcak ve konuksever. Anlaşılan içimiz rahat bir şekilde yanında olmasak da zorunlu hizmetini tek başına burada tamamlayabilecek. Köylere gitmesi durumu endişelendiriyor sadece beni. Zira köylerin rakımı yüksek ve yolları pek de emniyetli görünmedi gözüme.

Taş Ev'i kapattıktan sonra her akşam arayıp rezervasyon yaptırmak isteyenler eksik olmadı. Burası küçük bir yerleşim yeri olmasına karşılık bu aramaların halen sürmesi tuhaf. Bunun bir nedeni facebook sayfamızı hala kapatmamış olmam belki de. Taş Ev'i kapatmış olsak da facebook sayfasını kapatmak gelmedi içimden. Bu arada eşim ve ben bir türlü zaman bulamadığımız diş tedavilerine başladık. Haftanın yarısı İzmir'de geçmeye başlamıştı artık. İtalya seyahatine kadar bu böyle gitti ama daha işlerin yarısındayız sanırım.

Taş Ev'in faaliyetlerini sonlandırma kararımızdan sonra bir ayı aşkın bir zaman içinde her gün yaylaya çıktım. Zira Venüs'ü Fifi'yi ve tavukları beslemek zorundaydım. Yaylada sevgili dostlarımla en az iki saat geçiriyordum. Venüs'ü bu süre zarfında serbest bırakıp ayrılmadan önce yeniden bağlıyordum. Bunun nedeni onun tavuklara olan düşkünlüğüydü. Nihayet tavuklara bir talip çıktı ve hepsini elden çıkardım. Aynı günün akşamı kızım yurt dışına çıkacaktı. Telefonla görüştük. Her zaman olduğu gibi Venüs'ü sordu. Tayini nereye çıkarsa çıksın onu yanına alacağını söyledi. Tavukları gönderdiğimize göre bahçede tehlikenin kalmadığını ve Venüs'ü artık bağlamama gerek bulunmadığını söyledim. Her seferinde serbest bırak diyen kızım nasıl olduysa bu kez bağlamamı istiyordu. Buna rağmen o akşam serbest bıraktım Venüs'ü. Ertesi günü yaylaya rutin ziyaretimi yapmak üzere bahçe kapısından içeri girdim. Ortada ne Venüs ne de Fifi görünüyordu. Yanında Fifi olduktan sonra gözüm arkada kalmazdı. O kadar seslenmeme aramama rağmen ortaya çıkmadılar. Neyse, özgürlüğün tadını çıkarıyorlar, yarın dönerler acıkınca dedim kendi kendime. İkinci gün Fifi beni karşıladı ama Venüs hala yoktu. İki köy arasında her gördüğüme sordum, bağırdım çağırdım ama nafile çabalardı bunlar. Kızıma ne derim ben şimdi? Her gün yukarı çık saatlerce bağır, bağır yok. Fifi'yle birlikte yol boyu Venüs'ü aradık günlerce. Aradan bir hafta geçmesine rağmen hiç bir ize rastlamadık. Kızım Uzak Doğu seyahatinden döner dönmez Venüs'ü sordu ilk olarak. Venüs'ün bir haftadır kayıp olduğunu söylerken ona sahip çıkamamanın ezikliğini hissettim. Hem de bağlamamı istediği halde ben onu dinlememiştim. İzmir'den yola çıkıp atladı geldi. Sağanak yağmur altında "Venüs" diye bağıra bağıra akşamı ettik yine yok. Artık ümidi kesmeye başlamıştık. Ya yabani hayvanlara yem oldu, ya da çaldılar. Yoksa o kadar zaman geri dönmez miydi? Nereden bulurdu yiyeceği, hiç mi acıkmadı onca zamandır? Yolunu mu kaybetti de dönemedi? Bütün bu olasılıklar arasında en iyisi çalınmış olmasıydı. "Çalanlar ona iyi baksalar bari." diye düşünmeye başladık. Kızım göz yaşlarına boğuluyordu. Buruk bir şekilde eli boş döndü İzmir'e.

Aradan sadece bir gün geçmişti. Ben her gün yaylaya çıkmaya devam ediyor, hem Fifi'yi besliyor hem de Venüs'ü aramaya devam ediyordum. Boynundaki tasmasında adı ve telefon numaram yazılı olduğundan iyi insanlar mutlaka arayacaklardı. Eve yine bir gelişme olmadan döndüm. Şimdiye kadar aranmadığıma göre vahşi hayvanlara yem olmasından endişe etmeye başladığım sırada telefonum çaldı. Arayan Kaplan köyünde yaşayanlardan biri. "Gel, şu köpeğini al köyde tavuk bırakmayacak." diye bağırıyordu. Hemen tutup bağlamalarını, sakın ola kaçırmamalarını söyledim. Venüs'ün bulunması mucize gibi bir şeydi. Hemen fırlayıp bir solukta çıktım yaylanın virajlı yokuşlarını. Köye varır varmaz onu demir bir kapıya iple bağladıklarını gördüm. Köylü kadınlardan biri, bizimkinin ağzından tavuğunu kurtarsın diye ellerinin kan içinde kalmasına aldırmamış görünüyordu. Venüs beni görünce sevinci görülmeye değerdi gerçekten. Üzerime sıçrayıp durdu. Üzerindeki çamura aldırmadan ben de sarıldım kucakladım. Gözlerimle görmeden kızıma müjdeyi vermeyecektim. Arabamın arkasına attığım gibi doğru bahçeye götürdüm. Facebook hayvan dostları grubuna kayıp ilanı vermiştik. Kızımı aradım. "Bak aklıma ne geldi. Venüs'ü bulana bir ödül koysak nasıl olur?" O da mantıklı bulunca bu önerimi, devam ettim. "Mesela ne olabilir bu?" deyince "Bin lira olabilir." diye cevapladı sorumu. "Peki, o zaman." dedim. "Hazırla bin lirayı, Venüs'ü buldum."

Çığlık çığlığa kapattı telefonu. "Hemen geliyorum." Ne yağmura, ne akşamın karanlığına aldırdı ve çıktı yola. Yaylaya çıktık onun arabasıyla. Benim üçüncü çıkışım oluyordu bu. Venüs'le uzun uzun hasret giderdikten sonra onu alıp evine doğru yola çıktı aynı günün akşamında.

İtalya seyahatiyle ilgili detayları daha sonraki yazılarımda paylaşacağım.

2 Aralık 2017 Cumartesi

YENİ BİR SAYFA

01/12/2017 Cuma, Tire

Restaurant faslını bitirip uzun bir aradan sonra şehirdeki evimizin geniş yatağına hasretle attık kendimizi. Sabah erken kalkma derdi yoktu nasıl olsa... O da ne? Rahat batmış olmalı. Sabah sırt ağrıları içinde uyuşmuş bir şekilde kalkıyorum yataktan. Eşim benden daha kötü durumda. Bel ağrısı tutmuş kıpırdayamıyor. Hiç beklemediğimiz bu durum karşısında şaşkınız. "Taş Ev'deki uyduruk çek yatı mı getirsek?" Uzun zamandır bel ağrısından şikayet etmiyordu eşim. İnsanoğlunun rahata alışması da zaman alıyor demek.

İki gündür sürekli yağmur yağıyor. Fırıncı Hatice Hanım'ın bozuk para olmadığı için bir dahaki sefer verirsin dediği bir lira borcum geliyor aklıma. Salı pazarını unutup arabamla Derekahve üzerinden pazara açılan sokağa dalıyorum. Yoğun yağışa rağmen brandalarla korunan pazarcı tezgahları arasından geçmem mümkün değil. Park edip fırına kadar sağanak altında yürümek de işime gelmiyor. Yarın veririm artık. Toptancıdan ilk kez "Acelem var, bulaşık deterjanının parasını sonra veririm." diyerek almıştım. Gidip borcumu ödüyorum. Yağmur şiddetini arttırıyor. Cadde ve sokaklar dereye dönmüş. Yollarda biriken sulardan oluşan kocaman gölcüklerin arasından kendimi şehrin tek kapalı otoparkına atıyorum. 

Muhasebeciye uğrayıp kapatma işlerine başlamasını istiyorum. Cuma günü vergi dairesine gideriz birlikte diyor. Gelecek mayıs ayına kadar ufak tefek borçlar çıkacakmış. Hatır için aldığım bir sürü banka kartını kapattıracağım. Sadece bir paramatik ve bir adet kredi kartı neyime yetmez ki? Arabanın elektrik arızası için servise bırakmaya zaman bulamıyordum. Şimdi tam sırası. Yanına uğradığım Aziz Usta "Perşembe günü sabah getir bakalım." diyor.

Tavuklara ve köpeklere bakmak için her gün gitmek zorunda olduğum yayladan eve mütemadiyen eşya taşıyorum. Salondan yağmuru, sis çökmüş şehri seyrediyorum. Neyimiz varsa yukarı taşımışız. Sanırım her şeyin yerine oturması bir ayı bulacak. 

Her gün rezervasyon telefonları gelmeye devam ediyor. Özür dileyerek durumu anlatırken önce içime hüzün çöküyor, ardından eşimin cumartesi sabahki hali gözümün önüne gelince rahatlıyorum. Sağlığımızı kaybetmeden verdiğimiz kararın ne kadar doğru olduğunu düşünüyorum.

Evde hummalı bir temizlik başlıyor. Aylarca uzak kaldığımız evimize yeniden alışmaya çalışıyoruz. Ankara'dan gelip bundan sonraki hayatımızı geçirmeyi hayal ettiğimiz bu şehir şimdi daha farklı görünüyor gözüme. Gölet manzarasını seyrederken yaptığımız keyifli sabah kahvaltıları eski güzelliğini çoktan kaybetmiş. Karşımızdaki yeşil alana yan taraftaki inşaattan çıkan hafriyat toprağı dökülmüş. Hemen yanındaki okul binasının önüne yeni bir bina inşa ediliyor. Son derece kaba ve çirkin bir yapı. Üç sene önce aynı alanda oynayan çocukların cıvıl cıvıl seslerini duyar, caddenin karşı tarafında otlayan atları seyrederdik eşimle birlikte.

Çarşamba günü temizlikçi kadın geliyor. Kapıdan içeri girer girmez eşime, "Senin herif uyuyor mu?" diye soruyor. Eşimin ağzı açık kalıyor. Gözünü seveyim Ankara. Neler duyacağız, neler yaşayacağız daha burada? Önüne hazırlanan kahvaltıya nazlanarak oturuyor. "Ben kahvaltımı yapıp giderim işe." diyor. Çayını içerken limon istemeyi ihmal etmiyor bir yandan. Ev zaten üç dört gündür temizlenmiş eşim tarafından. Kadın salonda temizliğe başlıyor. Biz de eşimle birlikte mutfak dolaplarını boşaltıp dip temel temizliğe girişiyoruz. Dolaplardan çıkan pastacılık malzemeleri bir kez daha şaşırtıyor beni. "Bu kadar malzemeyle bir pastacılık malzemeleri dükkanı açabiliriz." diye takılıyorum eşime. "Ne yapayım, bu benim hobim, yine değişik bir şey görsem alırım." diyor. "Kimi ayakkabıya, giyime düşkün, kimi takıya, benim takıntım da bu."   

Kullanma süresini doldurmuş ürünlerle atılacak bir sürü eşya çıkıyor. Bazılarında kararsız eşim hani belki lazım olur diye. Temizlikçi kadın araya giriyor, "At kız onları ne yapacaksın?" Canım, hayatım sokma şu kadını bu eve bir daha. Bak ben senin camlarını siler, balkonlarını yıkarım, hatta halılarını bile silerim. 

Akşam saatlerinde kadın evden çıkar çıkmaz eşim kontrole başlıyor. Büyük banyodaki çamaşır makinesinin üstü silinmiş, alt yarısına bez değmemiş. Yatak odasının dolaplarına el sürülmemiş. Ankara'da temizliğe gelen kadınlar geliyor aklımıza. Evi temizlerken altı aydır koyduğumuz yeri bulamadığımız 4.500 dolar parayı tesadüfen bulup teslim etmişti biri. Başında durmaya hiç gerek yoktu onların. Anahtarı verip parasını masaya bırakırdık. Döndüğümüzde mis gibi tertemiz bir ev karşılardı bizi.

TV haberlerinde Bali'de bir yanardağın faaliyete geçtiği söyleniyor. Eşimle birlikte canımız sıkılıyor bu habere. Geç vakit olduğu için kızımı arayamam. Bütün uçuşlarını konaklama yerlerini ayarladığını biliyorum. Sabah ilk işim onu aramak.

"Her an, her yerde bir şeyler olabilir." diyor kızım telefonda. Dünya yansa umurunda değil. Air Asia ve Katar Hava Yolları Bali Havaalanının kapatılması nedeniyle uçuşlarını iptal edince tutuşuyor bizimki. Rezervasyon değişiklikleri, yeni rotalar. Bali yerine yeni bir destinasyon buluyor kendine hemen. Kuala Lumpur, Malezya'nın başkenti. Bali'deki bütün konaklamaları iptal edip Kuala Lumpur'da yeni yerler ayarlıyor. Katar Havayollarına (daha yakın mesafe olmasına rağmen) bir fark ödeyip rotayı değiştiriyor. Air Asia'dan hala dönüş yok. Bali-Singapur uçuşu yerine Kuala Lumpur-Singapur olarak değiştirilmesi gerekiyor uçuşun.  

Bugün perşembe, ne çabuk geçiyor zaman. Uyanır uyanmaz saate bakıyorum 08.56'yı gösteriyor. "Eyvah, geç kaldım." Aceleyle çıkıyorum evden arabayı saat 09.00'da teslim edecektim servise. Eve yürüyerek dönmenin iyi bir spor olacağını düşünürken servisteki elemanlardan biri arabamla gideceğim yere bırakmayı teklif ediyor. Eve erken dönünce eşim şaşırıyor. Kahvaltımızı yapıyoruz birlikte. Öğleden sonra servisten arayıp arabamın hazır olduğunu söylüyorlar. Sabah yapamadığım yürüyüşü yapmam için iyi bir fırsat. Hava kapalı ama yağmur yok. Servisten arabamı alıyor, yaylaya çıkıyorum. Bahçe kapısından içeri girer girmez Fifi'nin sevinci görülmeye değer. Etrafımda fır dönüyor. Arabanın kapısını açar açmaz üzerime sıçrıyor. Onun başını okşuyor, seviyorum. Venüs çıldırıyor kıskançlıktan. Önce tavukları besleyip yumurtalarını topluyorum. Sıra Fifi ile Venüs'e geliyor. Çok sevdikleri Arnavut ciğeri var bugünkü menülerinde.

Akşam eve döner dönmez TV nin karşısındaki koltuğuma kuruluyorum. Reza Zarrab'ın itiraflarını, kime ne kadar rüşvet verdiğini, Kılıçdaroğlu'nun ifşaatlarını izlemeye koyuluyorum. Tam bir şeyler yazmaya karar vermişken kızım arıyor. Katar Havayollarından gereken değişikliği yaptırmış ama Asia Air'den dönüş olmadığı için panikte. Onun adına havayolu şirketi destek hattından online chat üzerinden konuşmak, durumu anlatmak istiyorum. Bali'deki Agung yanardağının harekete geçmesi yolcuların bütün uçuş planlarını değiştirdiği için havayolu şirketleri olağanüstü yoğunluk yaşıyorlar. Büyük bir kuyruk var. Tam 84 kişi var önümde. Oldukça ağır ilerliyor. Gecenin üçünde sıra geliyor bana. Dağ fare doğuruyor. Yetkili kişi durumu anladığını ve ilgili birimi en kısa zamanda bize dönmesi için uyaracağını söylüyor. Şu en kısa zaman lafını oldum olası sevmem. Soruyorum karşımdaki kişiye. "En kısa zaman" diye bir zaman birimi tanımı yok, nedir bu en kısa zaman. "Sizi ve içinde bulunduğunuz durumu anlıyorum ama elimizden geleni yapıyoruz." diyor. Teşekkür edip konuşmayı kesiyorum.

Cuma sabahı muhasebeye uğrayıp kapanış işlemleri ile ilgili birkaç imza atıyor, kullanılmayan faturaları teslim ediyorum. Pazartesi günü Vergi Dairesinden kontrole geleceklermiş. Stok durumlarına bakacaklar sanırım. Bankalara gidiyorum sırasıyla. Elimde biriken hatır için kabul ettiğim bir sürü kredi kartını iptal ettiriyorum. Oldum olası ne kredi kartını ne de taksitli alışverişi severim. Yaylaya çıkarken telefonum çalıyor. Karşımdaki düzgün bir dille konuşan hanımefendi ne zaman açılacağımızı soruyor. Saate bakıyorum, 11.10'u gösteriyor. Arkadaşlarıyla Ödemiş'ten çıkıp gelmişler öğlen yemeğine. Durumu anlatıyorum. Arkadaşlarının tavsiyesiyle ilk kez geldiklerini ve yeri çok beğendiklerini söylüyor, böyle güzel bir yerin kapanmasına üzüldüğünü söylüyor.

Kaplan Köyünün üzerindeki yola bugün yine greyder sokmuşlar. Kenar hendekleri ve otlar temizlenince yol platformu genişlemiş, çukurlar doldurulmuş. Sanki kapatmamızı beklemişler. Küfür gibi geliyor bu yaptıkları.

Bahçe kapısından içeri giriyorum. Avluyu rüzgar süpürmüş tek bir çöp dahi görünmüyor. Bütün yapraklar tuvaletlerin olduğu bölümde toplanmış. Hayvan dostlarımıza olan görevlerimi yerine getirdikten sonra geri dönüyorum eve. Eşimle uzun uzun sohbet ediyoruz. Ne zamandır hasret kalmıştık bir birimize. O kendi yapacağı, ben kendi yapacağım işlerden başka bir şey düşünmüyorduk. Oysa birbirimize daha çok zaman ayırmak değil miydi niyetimiz? Fikren olağan üstü uyumlu bir çift olmamız huylarımızın aynı olmasını gerektirmiyor. Eşimdeki mükemmeliyetçilik, acelecilik bende yok o kadar. Bana göre pek de güzel özellikler değil bunlar. Mesela edebiyat öğretmeni olması yüzünden yazarlığa cesaret edemiyor. Oysa iyi bir öğretmen ve dil bilgisi son derece kuvvetli.

Rezervasyon telefonları geldikçe "İyi ki bu kararı vermişiz, yoksa bir arada olsak da birlikte olamayacaktık." diyorum. İlerleyen saatlerde bir telefon daha. Arayan gençten biri. "İyi akşamlar, Taş Ev mi?" diye soruyor. "Evet, buyurun." diyorum merakla. Karşımdaki devam ediyor. "Canlı müzik var mı?" Gülüyorum eşime. Cansızını buldu da cansızını arıyor.       

27 Kasım 2017 Pazartesi

FİNAL

25-26/11/2017 Cumartesi, Pazar Kaplan, Tire


Yaşam bir devinimdir. Yaşadığımız süre içinde devamlı durum değiştiririz. Devinim döngüye dönüştüğünde yeni arayışlara gereksinim duyarız. Çoğu zaman bir şeyler kazanırken kaybettiklerimizin farkına varamayız. Yoğun iş hayatı kör eder insanı. Bugün hayatımızda önemli bir gün. Kaystros Taş Ev Restaurant'ı açarken "Bir tarihin sonu ve bir diğerinin başlangıcı..." demiştik. Eskilerin "Kule" dedikleri bir taş ev vardı, geçmiş nesillerin birçok anılarına şahitlik eden. Kısa bir süre de olsa bizler gibi ağırladığımız misafirler de orada birer anı, birer iz bıraktılar. Ve bir sabah vakti, ani bir kararla diğer bir başlangıca son noktayı koyduk.

Ne başlarken büyük umutlar taşıdık ne de kapatırken hüzün çöktü içimize. Hizmet sektörü zordur dediler. Hangi iş kolaydı ki yaşamak için. Akıl verenler çok oldu. "Burada konaklama olsa ne güzel olur." diyenler mi ararsınız, av etleri bulundurmamızı önerenler mi yoksa manzara tarafına teras isteyenler mi? 

Çok para kazanmak değildi amacımız. Paraya ihtiyacımız yoktu bu işi yapmak için. Ama güzel şeyler hayal ettik. Hayallerimizin çoğunu gerçekleştirdik de. Keyif yeri olsun dedik Taş Ev. Hem keyif alalım, hem de keyif yapmaya gelsin misafirlerimiz. Bahçemizde tavuk besledik, yaşamımız boyunca yemediğimiz kadar taze ve organik yumurta yedik, misafirlerimize ikram ettik. Taş Ev sayesinde köpekleri daha çok sevdik. Fifi ve Venüs bizlere gerçek sevgiyi, dostluğu gösterdi.

Cuma günü öğretmenler günüydü. Kalabalık bir grup. Bahçe arabalarla dolu... Biz dahil hiç kimse bu gecenin  bir son olacağından habersiz. Birkaç boş masa kalmış ama sadece gruba yetecek durumdayız. Rezervasyonsuz gelenleri kabul etmeyince eşim bana karşı çıkıyor. Dönüp tekrar kabul edeceğimizi söylüyor, geri çeviriyorum. Salondaki son boş masanın misafirleri de yerini alınca hummalı bir çalışma başlıyor. Şömine soba tüm azametiyle salonu ısıtıyor. Herkes halinden hoşnut. Bütün masalara yetişiyoruz. İlave elemanların yanı sıra kızım da bize yardımcı oluyor. Gece çabuk bitiyor ancak çıkan bulaşıkların yıkanması ve ortalığın temizlenmesi gece yarısını buluyor. Eskiden saat 22.00 deyince uykuya dalan eşim oldukça yorgun görünüyor. Vitrinin önünde borcam tepsilere bakıyoruz. Neredeyse bir şey kalmamış. Yarın hafta sonu, bütün mezeler yeniden yapılacak, pazar günü için kahvaltı hazırlığı, börekler, kekler...

Cumartesi sabahı. Eşim erkenden kalkmış, işlere koyulmuş. Uykusuz, bezgin görünüyor. Endişeleniyorum durumuna.  "Gel bugün kapatalım." "Olur mu hiç?" diye cevap veriyor. "Senin sağlığın daha önemli." diyorum. Elemanı almak üzere şehre iniyorum. Niyetim bir an önce dönüp eşimi yalnız bırakmamak. Eleman yok yerinde. Beş dakika sonra arıyorum telefonla. "Yoldayım, hemen geliyorum." diyor. Tam on beş dakika sonra varıyor yanıma. Zaten sinirlerimiz iyice gerilmiş. Söyleniyorum ona biraz. Yaylaya dönünce ısrar ediyorum eşime. "Kapatalım bugün." Eşim, "Her şey hazırlandıktan sonra mı?" Durumunu iyi görmüyorum. "Mangalı, yakmayacağız, hiçbir şeye elimi sürmeyeceğim." diyorum. "Bugün kapatırsak, bir daha açmayız." diyor tehdit edercesine. "Tamam, diyorum, "Senin sağlığının üzerine hiç bir şeyin önemi yok." Vitrin tamamen mezelerle donatılmış. Hafta içinden her türlü et ürünü hazırlanmış. Ve biz o önemli kararı veriyoruz. Emine Hanım, şaşkın. Bu kararımızda geç kalmasının  ne kadar payı olduğunu düşünüyor kendince, suskun. Kızım sevinçli, gözlerinin içi gülüyor. 

Emine Hanım temizliği büyük ölçüde tamamlamış, bulaşıkları yıkamış, soğutucuların camlarını siliyor. "Madem karar verdik, bu ince temizlik niye?" diye soruyorum. Eşim, "Ne olursa olsun, temizliğin ne zararı var?" diye cevap veriyor bana. Akşam saatlerine kadar verdiğimiz ani kararın sarhoşluğunu yaşıyoruz. "Venüs, Fifi, kara kızlar ne olacak?" "Venüs'ü ben alırım." diyor kızım. "Belli bir süre her gün gidip geliriz zaten." diyorum. Rezervasyon telefonları durmak bilmiyor. "Sağlık nedenleriyle bugün kapalıyız." Bugün? Tamamen kapattık demeye dilim varmıyor. "Geçmiş olsun." deyip kapatıyorlar kibarca. Karar verdikten hemen sonra gidip demir bahçe kapısını kilitlediğim için kapıdan dönenlerden haberimiz yok. Bir an önce çıkıp bir yerlere gitmek istiyoruz. "Nereye gidelim?"

Kuşadası'ndan gına geldi. "Şirince?" diye bir fikir ortaya atıyor kızım. "Şirince'de ne varmış?" Geçen sene Söke'de güzel bir balıkçı lokantasına gitmiştik, eşimle kızımın hoşlanacağı alışveriş merkezleri de var orada. Yola çıkıyoruz. Selçuk üzerinden otobana çıkıyoruz. 70 km'lik yol çabuk bitiyor. Hepimizde büyük bir rahatlık, ama en büyüğü eşimin yüzünden okunuyor. Görmemişler gibi yiyebileceğimiz balığın iki katı kadar balık sipariş ediyoruz. Yanında mezeler, kalamar, midye dolması. Kutluyoruz özgürlüğümüzü adeta. Yeniden doğmuş gibiyiz. Oradan çıkıp alışveriş merkezine giriyoruz. Bir sürü dükkan. Ne kadar çok yemişiz? Asitli bir içecek lazım sindirebilmek için. Büyük bir Kipa mağazasına dalıyoruz. Geç vakitlere kadar oyalanıyoruz çarşıda. Evimize dönüyoruz. Bu sefer şehirdeki evimize. Facebook sayfalarımızda Taş Ev'in faaliyetlerine son verdiğimizi duyuruyorum. 

Pazar sabahı kahvaltı rezervasyonu yaptırmak üzere arayanlara Taş Ev'i kapattığımızı söylüyorum. Kızım Uzak Doğu gezisinin planlarını anlatıyor. Bir ara Julia Roberts'in "Eat, pry, love" isimli filmini seyretmeye koyuluyoruz. Film, konusu gideceği ülkelerden biri olan Bali'de geçtiği için kızım tarafından özellikle seçilmiş. Gün boyu rezervasyon telefonları gelmeye devam ediyor. Akşama doğru yaylaya çıkıyoruz birlikte. Bugünün misafiri de ev sahibi de bizleriz. Salonun en güzel masasını bu kez kendimize tahsis ediyorum. Mangalı yakıyor, ızgaraları hazırlıyorum. Eşimi ve kızımı ilk kez rakı içerken görüyorum. Manzara harika. "Hep ne kadar keyifli derlerdi burası, anlamazdım. Şimdi ilk kez bu keyfin farkına varıyorum." diyor eşim. Ziyafet soframızın fotoğrafını çekmekten ziyade şehrin gece manzarasını seyretmek geçiyor gönlümden. İphone kullanmaya alışkın olan ben kızımın bana yeni aldığı Samsung telefondan acemice ilk fotoğraf karesini çekiyorum.

Otuz yaşında genç bir şantiye şefi iken DSİ Bölge Müdürlerinden biri, "Sen hiç masanın bu tarafına geçtin mi?" diye sormuştu. Bu şekilde taşıdığı sorumluluğa dikkat çekiyordu aklı sıra. Restoran işletmeciliğinde masanın diğer tarafına geçtik biz ailece. Yorucu, eğlendirici, zaman zaman yıpratıcı günlerimiz oldu. Yirmi yıl üst düzey yöneticilik yapan ben, yeri geldi garsonluk, hatta bulaşıkçılık yaptım. Sosyal bir deney olarak gördüm yaşadıklarımı. Pek çoğu garipsedi bu durumu. Ama ben yaptığım her işten zevk aldım. Çok şey öğrendim, her şeyden önemlisi yazacak çok malzemem oldu. 

Güzel insanlar tanıdık Taş Ev sayesinde. Çok keyifliydi onları ağırlamak... Birisi vardı ki, her rezervasyon yaptırdığında tatlı bir telaş kaplardı içimizi. Alçak gönüllü, kibar bir insan. Dışarıdan gelen misafirlerini gönül rahatlığıyla bize getiren meslektaşım ve zarif eşleri. İlk açıldığımızdan  bu yana kar, buz dinlemeden bizi hiç yalnız bırakmayan başka bir hanımefendi. Kararımızı öğrendikten sonra göz yaşlarını tutamayan harika insan. Ne güzeldi sizleri ağırlamak.

Bundan sonra ne yapacağız?

Her şeyden önce biraz dinleneceğiz. İşletmeyi kapatma işlemlerine başlamam lazım. Taş Ev'i kiraya vermek gibi bir düşüncemiz yok ama devren satmayı düşünüyoruz. Eğer bu gerçekleşirse Ankara'ya dönmek kuvvetli bir ihtimal. En az on yıl daha mühendislik mesleğimi yapacak kadar kendimi dinç hissediyorum. Oğlum Taş Ev'i kapatma fikrine en çok sevinenlerden. Tanzanya'da bir projeye harıl harıl müdür arıyorlarmış. Eşime hadi desem benimle gelecek. Tek korkum işkolik yanım. Artık, okumaya, yazmaya, gezmeye, konsere, tiyatroya gitmeye daha çok zaman ayırmak istiyorum. 

Kızımızı uğurladıktan sonra İzmir'deki evine varır varmaz ilk işi bize Roma'ya bilet ayarlamak olmuş. Telefon edip bilgi veriyor. Roma'yı işim icabı defalarca gördüm. Eşimle ilk kez birlikte gideceğiz Şubat'ın beşinde. Oradan Venedik ve Napoli'ye arkasından Barselona'ya geçebiliriz. Seyahate çıkmadan önce kızımın mecburi hizmeti için gideceği yerde onu yerleştirmek üzere yanında olmak istiyoruz.

Hayallerimizin çoğunu gerçekleştirdik Taş Ev'de demiştim yazımın başında. Evet, büyük yatırım yaptık bu işe. Daha fazla da yapılabilirdi belki. Ne yazık ki, bölgenin en nezih mekanını yaratmamıza rağmen yaklaşık bir buçuk senedir 1.200 metrelik yolumuzun tamiri yapılmadı, yol kenarındaki drenaj hendekleri açılmadı, büyük tehlike arz eden menfez başları onarılmadı. Her yağış sonrası daha da kötüleşen yol şartlarında araç kullanmak insanları korkutmaya devam ediyor. Oysa Kaplan biraz el atılsa Şirince'den daha fazla ilgi görebilecek turistik bir yer. Eğer yolumuz yapılsaydı, on beş dönümlük bahçemize güzel bir peyzaj yapmayı, on tane bungalow tarzı konaklama imkanı yaratmayı, araç park yerlerini düzenlemeyi düşünüyordum. Bölgeden kalifiye, işini seven, düzgün eleman bulmanın neredeyse imkansız olduğunu anladım. Aslında dışarıdan kalifiye personel temin edip beyaz masa örtüleri üzerinde servislerin açıldığı, papyon kravatlı beyaz gömlekli garsonların hizmet ettiği, kısacası mutfağından servisine kadar "Fine dining" denilen birinci sınıf bir işletmeydi hedefim. Ne var ki, bir süreç meselesiydi bu. Kanaatimce Taş Ev'in faaliyetlerine son vermesi her şeyden önce Tire için bir kayıp oldu. Zira misafir potansiyelimiz daha ziyade Ödemiş, Bayındır, Torbalı, Kuşadası, İzmir ve Aydın'dan gelenlerden oluşuyordu. Bu durum şehre dışarıdan daha fazla para girişi demekti. Sebzesinden mandıra ve et ürünlerine kadar her şey bölge pazarları ve şehir esnafından karşılanıyordu.

Mutlu anların adresi oldu Taş Ev. Mütevazı masa süslemeleriyle pek çok genç, evlilik tekliflerini burada yaptı. Evlilik yıl dönümleri, doğum günleri için tek adresti. Şehir sakinlerinin dışarıdan gelen misafirlerini ağırlayacak en güzel mekan olma özelliğini son güne kadar korudu. OSB'de faaliyet gösteren iş adamlarının, yöneticilerin, şehrin gürültüsünden uzak doğa içinde bir yer arayan insanların aklına ilk gelen yerdi. Tam bir aile yeriydi. Akşamcıların yeri olmadı, olamazdı. Yeri geldi dört hanımefendi yalnız başlarına rahat ve huzur içinde, gönüllerince sohbet ettiler. Ne bir taşkınlık, ne bir kavgaya şahitlik etti Taş Ev bu sürede. Ne mutlu bize ki tarih içinde bizim de küçük bir imzamız oldu.