Hayatı biraz olsun düzene girmişti Orhan'ın. Akşamları erken saatte evine dönebiliyor, cumartesileri yarım gün çalışırken pazar günleri şirkete gitmiyordu. Her ne kadar şantiyelerden gelen telefonlar susmak bilmese de, akşamları eve döndükten sonra bilgisayarın başından ayrılmayıp İdarelere yazılacak yazıları hazırlamak ya da kontrol etmekten, maillerine bakıp onlara cevap yetiştirmekten bitap düşüyor olsa da şantiyeye göre kendine ayıracak daha fazla zaman bulabiliyordu. Bazı akşamlar ailesini alıp dışarıda yemeğe çıkabiliyorlar, tiyatroya ya da konsere gidebiliyorlardı en azından.
Özellikle Ramazan ayında şirketin iftar yemekleri eksik olmuyordu. Genellikle lüks otellerin restoranlarında, idarelerin muhtelif daire başkanları ve çalışanları için verilen iftar yemeklerinde oruç tutanların sayısı üçü beşi geçmiyordu. İftar bahane bol çeşitli sofralar şahaneydi.
Memleketin ekonomik durumu hayli bozulmuş, ekonominin başına Dünya Bankasında çalışan Kemal Derviş adında bir uzman getirilmişti. Pek çok şantiye ödeneksizlikten dolayı kapanırken baraj şantiyesinde çalışmalar son sürat devam ediyor, şirketin devletten alacakları inanılmaz miktarlara ulaşıyordu. "Devlette alacağın kalmaz." diyordu Rauf Bey, "Eninde sonunda öder hakkını."
Bir gün Genel Müdür Rauf Bey'in dahili telefonuyla irkildi Orhan, önündeki işlere dalmış uğraşırken. "Hemen gel buraya" diyordu. İşinin bölünmesi hiç hoşuna gitmezdi. Yine ne duydu kim bilir, çağırıp dedikodusunu yapacak birilerinin diye söylendi. Üst kattaki odasına girdiğinde Rauf Bey heyecan içinde, televizyondan gözlerini ayırmadan, "Gel, gel, otur şuraya" dedi. Orhan, masanın karşısındaki koltuklardan birine ilişip televizyonda Amerikan kanallarından birinin canlı yayınına kilitlendi. Tarih 11 Eylül 2001'i gösteriyordu. İkiz kulelerden birine isabet eden uçağı ve binanın orta katlarında çıkan yangını yansıtıyordu ekran. İkinci kuleye çarpmamıştı uçak henüz, ancak spiker heyecanla üç uçağın daha gökyüzünde farklı hedeflere yöneldiğini anlatıyordu. Çok geçmeden bir uçağın daha ikinci kuleye çakıldığını canlı yayında izlediler. Dünyanın düzeni yeniden kuruluyordu.
Devlet dairesinde çalışan bazı üst düzey memurlar işlerini diğerlerinden daha fazla biliyordu. Önemli daire başkanlıklarından birinin başındaki beyefendi de bunlardan biriydi. Eşi ressamlığa başlar başlamaz sergi üstüne sergiler açıyor ve ne kadar müteahhit varsa hepsine birer davetiye gönderiyordu. Özellikle ona işi düşen ya da düşme ihtimali bulunan sanatsever! müteahhit camiası ve şirketler büyük paralar ödeyerek tabloları satın alıyorlardı. Daire Başkanının eşi, tablolarına gösterilen bu aşırı ilgiye anlam vermese de canhıraş yeni tablolar üretmeye devam ediyordu. Elbette herkes onun kadar zeki olamazdı. Diğer bir dairenin kadın daire başkan yardımcısı ise altına son model bir jeep çekince dikkatleri üzerinde toplamıştı. Onu çekemeyen birileri şikâyet etmiş olmalı ki çok geçmeden kadına bir soruşturma başlattılar. Soru şuydu: Devlet memuru maaşıyla bu aracı nasıl aldın? Yani, nereden buldun parayı? Soruşturanlar mal bildirim beyanında gösterilmeyen aracın yeni alındığını tespit etmiş, kaynağını öğrenmek istiyorlardı. Daire Başkan yardımcısının içi rahattı. "Kocamın hediyesi sağ olsun" deyiverdi. Bu kez müteahhitlik yapan kocasının hesapları didik didik edildi. Bir de ne görülsün, meğerse adamcağız son üç yıldır zarar ediyormuş! Gel sen şimdi ayıkla pirincin taşını. Yine çarklar döndü, taşlar bir şekilde yerine oturdu. Nasıl olsa gemisini yürüten kaptandı bu ülkede.
İşle ilgili kritik kararlar verilmeden önce Rauf Beyle birlikte ilgili daire başkanı ya da başkan yardımcısını ziyaret ediyordu Orhan. İşin müşavirliğini üstlenen yabancı mühendislerden öğrendiği yeni bilgilerden faydalanarak şirketin çıkarları doğrultusunda istediği hemen hemen her şeyi kabul ettirecek konuma gelmişti. Normal şartlarda bir daire başkanı ile tartışmak onunla bilgi yarışına girmek asla mümkün değildi. Fakat bu ortamı hazırlamak Rauf Beyin işiydi. Bu çerçevede hakkın sınırını belirleyecek olan, Daire Başkanının cesareti ve Orhan'ın insafı arasında bir çizgiydi. Daha çok da Orhan'ın insafının yanındaydı çizgi. Bazı durumlarda tartışmaların içine daire başkanına bağlı şube müdürleri, diğer mühendisler, bazen de Orhan'ın ekibinden mühendisler dahil ediliyordu. Birbirleri arasında yaptıkları telefon görüşmeleri, tartışmalar ve pazarlıklar sınır tanımıyordu. İster hafta sonu olsun isterse gecenin üçü fark etmezdi. Hem devlet görevlileri hem de Orhan ardı arkası kesilmeyen bu tartışmanın içinde kaybediyorlardı kendilerini. Devletin memurları, kendilerine sağladıkları menfaatin karşılığında takındıkları yapıcı tavırlarını sürdürürken, zihinlerinde "bu kadar kendimden vermeye değer mi?" sorusu canlanıncaya kadar sükûnetlerini korumaya çalışıyor, Orhan bunu fırsat bilip son kılıç darbesini hasımlarının böğrüne saplamaya hazırlanıyordu. Ne var ki, hedefine ulaştıktan sonra aynı soruyu kendine soruyordu Orhan. Evet, o da "bu kadar kendimden vermeye değer mi" sorusunu soruyordu kendisine.
Orhan işin içine gömülmüşken Rauf Bey sefasını sürüyordu. Bu arada şirkette yeni bir dedikodu almış başını gitmişti. Kendi halinde halim selim, biraz da safça olan sekreterlerden biriydi Esin. Babası yaşındaki genel müdürün baş-başa yemeğe çıkma teklifi karşısında ne yapacağını bilememiş, sessiz kalmıştı. Nihayetinde Rauf Bey'di bu. Onun dediklerini yapmadığı takdirde başına gelecekleri biliyordu. Diğer taraftan kendisine yapılan çirkin teklifi de içine bir türlü sindiremiyordu. En iyisi rahatsız olduğu bu konuyu yönetici asistanına iletmekti. Öyle de yaptı. Yönetici asistanı Tuğba, kendini Rauf Bey'den uzak tutmasını bilmiş, Rauf Bey de ona fazla yaklaşma cesaretini gösterememişti. Bunun nedeni Tuğba'nın aynı zamanda yönetim kurulu başkanına bağlı çalışmasıydı. Patron asistanına uygun olmayan davranışlarda bulunabilecek genel müdürü asla görmezden gelemezdi. Buna rağmen Rauf Bey ilk olarak şansını Tuğba da denemiş, yüz bulamayınca Esin'e dönmüştü. Ne de olsa kolay lokmaydı o kendisi için. Plânı ortaya çıksa bile "Ben bu şirketin genel müdürüyüm, bana mı inanıyorsunuz yoksa bir sekreter parçasına mı?" diyecek kadar gemi azıya alması şaşırtmazdı kimseyi.
Birkaç gün sonra patron Orhan'ı odasına çağırdı. "Senin bu Rauf Bey ne işler karıştırıyor?" deyip yüklendi. Sanki Rauf Bey'in hamisiymiş gibi haksız yere Orhan'a haddini bildirmeye başlamıştı. Bu sözlerin adresi belli olmasına rağmen içine düştüğü bu durumdan son derece rahatsız olmuştu Orhan. Niye Rauf Bey'i çağırıp yaptıklarının hesabını ona sormuyordu ki? Patron avazı çıktığı kadar "Kapının önüne koyacağım bu adamı, artık yaptıkları canıma yetti" derken Rauf Bey bu esnada aynı kattaki odasından bu konuşmaları dinliyordu. "Vay anasını" dedi Orhan, "Nasıl yapar bunu, hangi cesaretle!" Patron'un siniri geçip sakinleşinceye kadar başka bir söz çıkmadı ağzından Orhan'ın, sessizliğini korudu yüzüne asık bir maske takıp. Aslında bunun basit bir iftira olmadığını adı gibi biliyordu. Sadece bu değil, Rauf Bey'in böyle bir şeyi kabullenmeyeceğini de biliyordu. Sessizce patronun makamından ayrılıp Rauf Beyin odasına yöneldi. Kapı özellikle aralık bırakılmıştı. Rauf Bey'in esmer teni kızıla kaçmış oldukça gergin görünüyordu. Her zamanki neşeli tavrından eser yoktu. Otur bile demedi Orhan'a. Ama Orhan yine de oturdu karşısına. Patron'un söylediklerini bir bir anlattı ona. Gerçekten de Esin'e çıkma teklifinde bulunup bulunmadığını sormaya gerek bile duymadı. Fakat Rauf Bey "Sen bari inanma bu söylenenlere" dedi. Orhan rengini belli etmedi. İstediği cevabı alamayan Rauf bey sözlerine devam etti. "Bak kaç yıllık dostluğumuz var, sen de inanmıyor musun bana?"