Kış Bahçesi, Kaliforniya doğumlu yazar Kristin Hannah (1960-...) ile tanışmamı sağlayan ilk kitap oldu. Özellikle seçip almadım, oğlumun kitaplığından aşırdım. Hannah, sekiz yaşında annesiyle birlikte Washington'a taşınmış. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra avukatlık yapan yazar, annesinin kansere yakalanıp ölümüne kadar geçen süreçte yazmaya başlamış. Bebeği dünyaya geldikten sonra eskiden yazdığı yazıları çıkartıp eşinin yardımıyla yazarlığa başlamış. Başlangıçta kitaplarını bastıracak yayınevi bulmakta zorlanmasına rağmen sonraki yıllarda popülerlik kazanarak pek çok ödülün sahibi olan bir yazar, Kristin Hannah.
Kış Bahçesi, Amerika'da yaşayan ve karakter bakımından birbirine uymayan iki kıza sahip Whitson ailesinin yaşamını konu ediyor. Babaları Evan'ın ölümünden sonra evcimen, ailesinden devraldığı işi götürmeye çalışan Meredith ile dışa dönük, dünyayı gezen acar bir foto muhabir olan Nina, anneleri Anya'nın rahatsızlığı üzerine bir araya geleceklerdir. Anya kaybettiği kocasına aşırı derecede bağlı olmasına rağmen kızlarına karşı son derece ilgisizdir. Baba Evan bu açığı kızlarına olan sevgisi ve bağlılığıyla kapatmaya çalışırken, son nefesinde onlara annelerini sevmelerini ve ona ısrarla masal anlattırmalarını vasiyet eder. Anne Anya ve kızlarının arasında tek bağ bu masal anlatma işidir zaten. Meredith garip hareketlerinden Alzheimer olduğuna kanaat getiren annesini huzurevine yatırır. Ancak tesadüfen bu durumu öğrenen Nina, görevini bırakır ve Anya'yı huzur evinden kaçırıp baba evine getirir. Bu arada iki kızı dışarda yatılı okula giden Meredith'in yaşadığı stresten dolayı kocasıyla arası açılmıştır. Babalarının vasiyetini yerine getirmek için annelerine her akşam masal anlattırmaya başlar kızlar. Masal önce kara şövalye, prens, ejderhalar gibi fantastik öğelerle başlayıp ilerleyen günlerde Leningrad'da yaşanan büyük bir savaş dramına evrilir. Kızlar, annelerinin anlattığı masala sığınıp acılarını bastırmaya çalıştığının farkına varınca onun kendilerine niçin soğuk davrandığını öğrenebilmek için geçmişindeki izleri sürmeye başlar ve sonunda yolları Alaska'ya düşer. Orada beklenmeyen bir son kendilerine kucak açmıştır. Yapılan sürpriz ziyaret bilinmeyenleri açığa çıkarır.
Romanı okuduktan sonra kafamda oluşan olumlu ve olumsuz eleştirileri ve kendi değerlendirmelerimi kaleme almadan önce her zaman yaptığım gibi yazar ve kitap hakkında başkalarının yazdıklarına göz gezdirmek istedim. Yüzün üzerinde yorum okudum. Hemen herkesin ortak fikri, romanın ilk yarısının sıkıcı olduğu ancak ikinci yarısını ise çok beğendikleri, Anya'nın yaşadığı dram karşısında göz yaşlarını tutamadıkları yönündeydi. Benim gibi düşünen sadece bir okur gördüm onca okurun arasında. Yazar, oldukça üretken ve birçok ödül almış. Okurlarının % 95'i kadın. Sanırım bu yüzden duygusal konuları derinlemesine işleyip geniş bir okur kitlesine ulaşmış.
Romanda aşk, sevgi, aile bağları temaları işlenmiş olsa da esas konu Hitler'in Leningrad'ı muhasara altına aldığı dönemde yaşanan acılar, soğuk, kıtlık, hastalık, açlık, ölüm ve çaresizlik. Öyle ki çocuklarının karnını doyurmak isteyen anne, çorba niyetine duvar kâğıtlarını, hatta kocasının deri kemerini kaynatıyor. Bu kadarı olur mu, abartılmış olabilir mi demeksizin savaşın getirdiği içler acısı ortamı güzel yansıtmış değerlendirmesini yapacağım. Kızlar, Meredith ve Nina karakterleri güzel oturtulmuş. Kurgu genel olarak iyi fakat mantık dışı bulduğum birkaç hususun altını çizmeden geçemeyeceğim.
Öncelikle anne Anya'nın kızları Meredith ve Nina'ya yıllar boyu neden düşmanca tavırlar sergilediğinin akla uygun bir nedeni yok. Tamam, bunun sebebi Anya'nın yaşadığı büyük travma olarak açıklanıyor ve okurun çok büyük kısmı buna ikna olmuş görünüyor fakat ben pek mantıklı bulmadım. Anya Leningrad kuşatması sırasında kocası Sasha ve iki çocuğuyla büyük acılar yaşamış, ailesinin bütün bireylerini kaybetmiş. Savaşın bitmesinden sonra karşılaştığı görevli bir Amerikalı olan Evan, onu Alman toplama kampından alıp memleketine götürmüş ve orada evlenmişler. Romandan anladığım kadarıyla on beş yıl kadar çocuk yapmamışlar. Daha sonra Meredith ve Nina gelmiş dünyaya. Be kadın, sen bu çocuklara niçin düşman oluyorsun, onlardan teselli bulacağına. Birinci eleştirim bu.
İkinci eleştirim kitabın sonunda yapılan final ile ilgili. Leningrad'da kocasının ve kızının öldüklerine dair okurda en ufak bir şüphe bırakmayan yazar Alaska'da onların yıllarca yaşadıklarını öğreniyor. Elbette okur için beklenmeyen bir durum bu. Bazı okurlara zorlama geldiği gibi bende de aynı hissi uyandırdı. Yazarın pazarlama tekniği, mutlu son, ama olmamış. Eğer küçük bazı şüpheler bıraksaydı daha gerçekçi olurdu bu hikaye.
Kitabın edebi bir değeri yok bence. Popüler edebiyattan bir örnek sadece. Kitabı okurken hem günümüzü hem de geçmişi anlatması güzeldi. Fakat, masala fantastik öğelerle başlayıp gerçek bir drama dönüşmesinin mantığını da anlayamadım. Çevirmen Esra Kılıççı hakkında internette hiçbir bilgiye rastlamadım. Pagasus yayınlarından bir kaç kitap çevirmiş. Çeviride beni fazlasıyla rahatsız eden cümleler vardı. Romanın ilerleyen sayfalarında bunlara biraz alıştım sanırım.
Özetle St. Petersburg (Stalin dönemindeki adı Leningrad) kuşatmasında bir Rus ailenin yaşadıklarının güzel bir dille aktarılmasının dışında yukarıdaki olumsuzluklar nedeniyle tavsiye edebileceğim bir kitap değil. Yeni bir Kristin Hannah kitabı okur muyum? Sanmıyorum. Pek çok kişinin ağladığı kitap beni ağlatamadı. Kesinlikle okumayın diyemem, sevenleri vardır, olacaktır, ancak realizmi önemseyenler için pek uygun değil.
Sevgili "she is the man" tarafından kurulan "BLOGGER KİTAP KULÜBÜ" nde ilk ev sahibi olmanın gururunu yaşıyorum. Bana bu gururu yaşatan "she is the man" e teşekkür ederim. Arkadaşımız söz konusu etkinliği ŞU yazısında duyurup üye sayısını on iki kişi olarak öngörmüştü. Bugüne kadar (bildiğim kadarıyla) kulübe katılmayı düşünen değerli arkadaşlarımızın blog isimleri ve adresleri şöyle;
1. Dövüşürken hanımefendi değilim / She is the man - (http://applesodaa.blogspot.com/)
2. Kitaplık/Okuma Günlüğüm - Eren (https://okumagunlugum.blogspot.com/)
3. Şule Uzundere Blog / Hayata Dair Her Şey - (https://suleuzundere.blogspot.com/)
Yukarıdaki listenin dışında kulübe destek vererek bizleri onurlandıracak, yorumları ve eleştirileriyle katkı sağlayacak bütün blog dostlarına teşekkür ederim. Elimde okumadığım pek çok kitap olmasına karşın söz konusu etkinlik için internetten ilk kez toplu kitap satın aldım. D&R dan sipariş ettiğim yedi kitabın adları ve yazarları şunlar:
1. Karamazov Kardeşler - Hasan Ali Yücel Klasikleri - Fyodor Dostoyevski
2. Yeraltından Notlar - Hasan Ali Yücel Klasikleri - Fyodor Dostoyevski
3. Yeryüzüne Dayanabilmek İçin - Tezer Özlü
4. Şato - Franz Kafka
5. Vadideki Zambak - Honoré de Balzac
6. Cennetin Doğusu - John Steinbeck
7. Prens - Niccolo Machiavelli
Bunların arasından BLOGGER KİTAP KULÜBÜ / EYLÜL ayı için önereceğim kitap Franz Kafka'nın ŞATO romanı. Türkiye İş Bankasının Modern Klasikler Dizisinin 43. kitabı. Çevirisini Almanca aslından Regaip Minareci yapmış ve toplam 351 sayfa.
Söz konusu etkinliğe katılmayı arzu eden dört arkadaşımızı daha bekliyoruz.
Eylül ayı sonunda, okumamız bittikten sonra, aynı Ağaç Ev Sohbetlerinde olduğu gibi, yayımlayacağım postun altındaki yorumlarda kitap hakkında geniş kapsamlı tartışmalar yapacağız. Sizlere diğer kitaplarından (Milenaya Mektuplar, Dönüşüm, Dava) tanıdığım ve beğenerek okuduğum yazar Franz Kafka ve kitabı Şato hakkında biraz bilgi vermek isterim.
Franz Kafka (1883-1924) Çek asıllı Avusturyalı yazar, Prag'da dünyaya geldi. Kendisi çağımızın en büyük yazarlarından biridir. Yapıtlarını edebiyat tarihinin belirli bir akımına dahil etmek zordur. Taşralı Çek bir babayla, burjuva Alman Yahudi'si bir annenin çocuğu. Prag Üniversitesi'nde hukuk öğrenimi gördü. İki kez nişanlanıp bir türlü evlenemediği Felice Bauer'le ilişkisinden geri kalan beş yüzü aşkın mektup, ölümünden çok sonra, 1967'de Briefe an Felice (Felice'ye Mektuplar) adıyla yayımlandı. Yapıtlarını Çekçeye çevirmek isteyen Milena Jesenkaya'ya yazdığı mektuplar ise yine ölümünden sonra Briefe an Milena (Milena'ya Mektuplar) başlığıyla okurla buluştu. Die Verwandlung (Dönüşüm), Der Prozess (Dava) ve Amerika önemli yapıtları arasındadır. Öykü ve romanlarında çağımız insanının korkularını, yalnızlığını, kendine yabancılaşmasını ve çevresiyle iletişimsizliğini ele aldı. 1924'te verem yenik düşerek yaşama veda etti.
Kafka, Şato'da, tıpkı Dava'da olduğu gibi şeffaflıktan yoksun, işlemeyen kurumlarla, otorite ve bürokrasiyi hicveder. Esrarengiz bir kont, ona ait bir şato; diktatörce eğilimler gösteren, hiyerarşi içindeki çok sayıda bürokrat... Roman, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun modern ulus devletlere ayrışmasının ertesinde yazıldığından, Kafka geleneksel otoritenin nasıl bir düzene evrileceğini sorguluyor. Okur, romanın muammalarını çözmek için her türlü karmaşa, ikilem ve belirsizlik arasından yolunu bulmaya çalışacağı "aktif" bir okumaya davet edilir.
Aradan geçen bir asırlık zamana rağmen günümüz Türkiye'sinden izler taşıdığını düşündüğüm ilginç bir roman. Herkese keyifli okumalar dilerim.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Taha Akkurt'tan geliyor:
"Çocukluğunuza dair neler hatırlıyorsunuz? Nasıl çocuktunuz?"
Çocukluğum... Araya serpiştirilmiş güzel anlar, anılarım olmakla beraber pek de hatırlamak istemediğim, hatta unutmak için çaba gösterdiğim bir yaşam parçası benim için. Filmi iyice geriye sardığım dönem köy ve kırsalda yaşayan nüfusun çok daha fazla olduğu günlere gidiyor. Başkalarının anlattığı köy hayatı, benim ilkokulda hayat bilgisi derslerinde öğrendiğim köy muhtarı, köy imamı, ihtiyar heyeti ve köy merasından ileri gitmiyor ve ben bu hayatı çok merak ediyordum. Liseyi bitirene kadar gördüğüm tek köy, ilkokulda ziyaret ettiğimiz kardeş köyümüzdü. Şimdi, ismini hatırlayamıyorum, sanırım Torbalı yolu üzerinde bir köydü. Biraz araştırayım dedim ama bir şey bulamadım. Pek çok köyün ismi değiştirilmiş, mahalle olmuş! Bahsettiğim bu köyden bir pikabın arkasında okula gelip giden arkadaşlarım vardı. O günlerde duyduğumuz bir haber bütün sınıfı acıya boğmuştu. Arkadaşlarımızı taşıyan pikap kaza yapmış öğrencilerden bazıları hayatını kaybetmiş bazıları da yaralanmıştı. Hayal meyal o çocuklardan birinin de bizim sınıftan olduğunu hatırlıyorum. Okullar yeni açıldığından henüz doğru dürüst tanışmıyorduk. Kötü haberi aldığımız gün o arkadaşın sınıfta oturduğu yere çerçevelenmiş resmi ve çiçekler konulmuştu.
Evet, ben bir şehir çocuğuyum. Fakat sanmayın ki bir elim yağda bir elim balda büyüdüm. Şehrin tam merkezinde ama benim varoş kabul edeceğim bir hayat tarzının içinde geçti çocukluğum. "Yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmez." diye bir söz vardır. İşte bu tam da benim için söylenmiş. İyi bir çocukluk geçirdiğimi söyleyemem. Fakat bugün, o ortamdan çıkıp geldiğim yere baktığımda için için gurur duyuyorum. Üzüldüğüm nokta ülkemizin bugünkü hali. Artık toplumun alt kesiminden gelip sınıf atlayabilmek ve hayal ettiği refah düzeyine erişmek yeni nesiller için maalesef olanaksız. Eğitimden adalete, fırsat eşitliğinden yaşam tarzına, ahlak anlayışından güven duygusuna kadar pek çok konuda büyük bir yozlaşma, ayrışma ve kültür erozyonu sürecine girmiş bulunuyoruz.
Dört kardeşin en büyüğüyüm. Dedemi on bir yaşında kaybedene kadar evin en gözde çocuğuydum. İlk göz ağrısı derlerdi bana o zamanlar. Ben de bu sıfatı gururla taşır ve hakkını vermeye çalışırdım. Nasıl mı? Mahalledeki çocuk kavgalarına karışmazdım, küfür etmezdim, büyüklerin dediklerinden dışarı çıkmazdım sözgelimi. Derslerim de fena değildi. O zamanlar bütün dünyam zamanımın büyük kısmını geçirdiğim sokağımız ve sütçü beygiri gibi aynı güzergahtan şaşmaksızın okula gidip geldiğim yol parçalarıydı. Servis falan yoktu tabii o zamanlar. Araç sayısı da fazla değildi. Sokaklardan pek araç geçmediği için trafik bakımından emniyetli sayılırdı.
Korkarım uzun bir yazı olacak bu. Padişah Abdülhamit tarafından Girit'ten göçen dullara verilen tek katlı, arkasında ufak bir avlusu bulunan iki odalı bir evde gelmişim dünyaya. Dedem de hemen dibimizdeki tek tip evlerden birinde otururdu anneannemle birlikte. Tek bir apartmanın olmadığı sokağımız çok uzun gelirdi gözüme o zamanlar. Evlerin hemen hepsinde Girit göçmenleri yaşardı. Aralarında Türkçe bilmeyen yaşlı teyzeler vardı. Sokakta, çarşıda ve evlerde herkes ağırlıklı olarak Giritçe konuşurlardı. Her zaman hayıflanırım, birkaç yaş daha önce gelseydim dünyaya diye. O zaman ben de öğrenirdim bu dili. Büyükler ne zaman çocuklara duymalarını istemedikleri bir şey söyleyecek olsalar hemen Giritçe konuşmaya başlarlardı. Çocuk yaşlarımda sinir olurdum buna ve anneme ne dediniz, ne dediniz diye ısrarla sorardım. Annem işte, şunu konuştuk dediğinde gözleri ışıltıyla gülerdi. Ben bunu bir işaret kabul eder, hayır derdim, siz başka şey konuştunuz, bizim duymak istemediğimiz bir şey...
Hatırladığım diğer bir şey de komşular arasındaki tabak trafiği. Sadece Muharrem ayında pişirilen aşurelerden ya da Kurban Bayramlarında dağıtılan etlerden bahsetmiyorum. Sıradan bir yemek, komşuya koktu diye bir tabağa konup servis edilirdi. Aynı tabak birkaç gün içinde bir başka yiyecekle dolu olarak iade edilirdi. Ya da evde tuz kalmadı mı, hemen komşuya gidilip bir çimdik tuz istenirdi çay tabağının içinde.
Sokakta iki tarafa taştan kaleler yapıp futbol maçı ya da karşılıklı ağaçlara ip bağlayıp voleybol oynamak en büyük eğlencelerimizdi. Bazı kötü komşular gürültüden rahatsız olurlar, topun pencere camlarını kırmasından korkarlardı. Bunlardan en belalısı "Sazana" dediğimiz bir cadıydı. Eline geçtiğinde mutfağından aldığı bir bıçakla gözlerimizin önünde keserdi topumuzu. Bu oyunlarda diğer belalım babamdı. Bazen akşam karanlığı basana kadar oyuna dalardık sokakta. Biraz hareket etsem sırılsıklam terlerdim. Nasıl bir mantıksa, terlemem onun için çok büyük bir kabahatti. Herkes babasını görünce karşıdan, neşeyle koşardı karşılamaya. Ben ve kardeşlerime arkadaşlarımız "baban geliyor" sinyalini verdiğinde derhal eve koşar başımı havluyla kurulamaya çalışırdım. Ama fayda etmezdi, saçımı kurutsam bile pancar gibi bir suratı gizlemenin imkânı yoktu tabii.
Dedem, çocukluğumun en iyi insanıydı gözümde. Birbirimizi çok severdik. Belediye zabıtasından emekli olduğu için pasosu vardı, otobüsler bedavaydı yani. Çocukken benden de para almazlardı ve biz fırsat buldukça dede torun gezerdik. Benimle gurur duyardı. Kurbanını keser, zekatını verir, Kur'an'ını okur, orucunu tutar, namazını kılardı, velhasıl dinine bağlı bir adamdı. Yardımsever bir insandı. Ben de onun gözüne girmek için elimden geleni yapardım. Onun sayesinde Kur'an kursuna yazıldım ve ilk sene öğrendim, on yaşında ilk hatmimi indirmiştim. Benden büyük diğer üç çocukla birlikte camide hatim duası yapılırken benimle nasıl gururlandığını tahmin etmem güç değil. Camilere giderdik dedemle birlikte, müezzinlik yaptım, mahalle camisinde o çocuk sesimle ezanlar okudum. Annem klasik liseye gitmem konusunda ısrarcı olurken eğer yaşasaydı dedem beni muhtemelen imam hatip okullarına gönderirdi. Bazen düşünmeden edemem; imam hatip okullarında okusaydım şimdiye çoktan köşeyi dönerdim diye.
Evet, sert bir baba ve aşırı derecede yumuşak bir anne tarafından büyütüldüm. Ekonomik imkanlarımız son derece kısıtlıydı. Babam kısıtlı bir bütçeyi anneme haftalık olarak verir zavallı annem dört çocuğuna yetişmeye çalışırdı. Yaz tatili olarak bir kaç anım var sadece. Dedem ve anneannemi hatırlıyorum. Kilizmanda kayaların arasında beyaz bir çadır kurmuşlardı. Rüzgâr estikçe çadır tepemize yığılacak diye korkardım. O günlerden aklımda yer eden tek şey denizin kokusu... Sonra bir gün Kuşadası'na getirmişti babam bizi ailecek. Sanırım bir restorana gitmiştik deniz kıyısında... Annemi ilk ve son kez orada bira içerken gördüm. Çocukluğum boyunca hatırladığım tek mutlu aile tablosu...
Çocukluk arkadaşlarımdan birinin babasının küçük bir bakkal dükkânı vardı. Güneşin kavurduğu sıcak saatlerde o dükkanda geçirirdik zamanımızı. Dükkânın yan bölümünde içinde bir gaz varilinin olduğu depo olarak kullanılan bir yer vardı. Seccadelerimizi serer namaz kılardık orada. Hayaller kurardık sonra... Dere dediğimiz irili ufaklı taşlar yığılmış bir çıkmaz sokağımız vardı hemen yanı başımızda. Bir cami yapalım sevabına, taş sıkıntımız olmaz orada... Temel nedir bilmezdik çocuk aklımızla. Duvarları yükseltmek kolaydı, üst üste dizecektik taşları. Fakat çatıya gelince ne yapacağımızı bilemezdik. O kubbede taşları nasıl tutabilirdik? İşin içinden çıkamayınca bu büyük projemizden vazgeçmiştik!
İlkokula başladığım günü hatırlıyorum. İlk teneffüs zili çaldığında taşa takılıp yere kapaklanmıştım. Dizim kanıyordu. Etrafımda herkes yabancı, ağlıyordum ama kimsenin ilgilendiği yoktu. Evin yolunu tuttum. Annem beni görünce şaşırdı. Okul bitti, dedim. Olur mu hiç, ilk ders bitmiştir dedi. Dizime tentürdiyot sürdükten sonra elimden tuttuğu gibi okula geri getirmişti.
Dedemlerin evinde ikinci odanın altında küçük, basık bir mutfak vardı. Mutfağın küçük bir köşesi taş karo kaplı ve zeminden beş altı santim kadar düşüktü. Oradaki testimiz yazın sıcak günlerinde buz gibi soğuturdu suyu. Testiyi çektiğimizde o küçük alan bizim banyomuz olurdu. Mutfak dediğim en fazla altı metrekare bir yer! İçine bir kuzine, masa ve sandalyeler nasıl sığmıştı hâlâ şaşarım. Dedem masanın başına otururdu, ben de onun yanına. Karalahanadan içine biraz pirinç katılarak kavrulmuş dible adında muhteşem bir yemek yapardı anneannem. Tencereye çala kaşık saldırırdık çoluk çocuk. Bir de bazen halis tereyağı kızdırılırdı. Mis gibi kokardı, ekmeklerimizi banarak yediğimiz en güzel yemeklerden biriydi benim için. Sabah kahvaltılarında henüz annemizin ağzımıza beslediği günleri hatırlıyorum. Taze bir dilim ekmeğin üzerine bir parça sana yağı ve üzerine çay döker kaşıkla verirdi ağzımıza. "Anikse bukasu" derdi, yani, "aç ağzını" demekti bu Giritçe. O gariban halimizle yemekler verir, yemek davetlerine katılırdık dedemin ahbaplarıyla. Yemeğe misafir geldiğinde beylik yemeğimiz fırında etli patates olurdu. Tepsi domateslerle, biberlerle gelin gibi güzelce süslenir, fırına götürmek üzere bana verilirdi. Fırından çıkan sıcak tepsiyi ellerim yanmasın diye sofra bezleriyle tutar, eve taşırdım. O kızarmış patatesler gözlerime pek hoş görünürdü.
Akşam serinliğinde bütün mahalle çoluk kapı önlerine çıkar çiğdem çitlerdik. Televizyon yoktu henüz o zamanlar. Evin erkekleri eve dönene kadar orada eğlenirdik. Saat sekiz olduğunda kulaklarımızı radyo tiyatrosuna dikerdik, sonra cumba yatağa.
Üç tekerlekli bir bisikletim vardı, yıllarca kullandım onu ama çok istememe rağmen iki tekerlekli bir bisikletim olmadı. Annem kaza yapar bir aracın altına girerim diye korkardı ama asıl sebep ona ayırabilecek paralarının olmamasıydı. Bu yüzden ailemden gizli olarak bisiklet kiralamaya başladım biriktirdiğim harçlıkları ve bayram paralarımla. Bir gün yokuştan aşağı inerken kontra bisikletin pedalına ters basmaya bacaklarımın kuvveti yetmedi. Hızla karşı evin kapısına bindirmiştim. Annem beni ve üç parça haline gelen bisikleti alıp tarla dediğimiz yere götürdü, parası neyse verdi. Şanslıydım, o sırada sokaktan bir araba geçebilirdi. Annemin bana çok fazla kızdığını hatırlamıyorum. Annem hiç kızmazdı çocuklarına zaten. İçinden çıkamadığı zor durumlarda avlunun basamaklarına oturup hırsını bacaklarına vurarak çıkartırdı. Haliyle beni çok üzerdi bu görüntü, yapma yapma diye yalvarırdım. Tamam bir daha yapmayacağız.
Sanırım bu kadar yeterli, yoksa bu iş uzadıkça uzayacak...
Gecenin ilerleyen saatlerinde dev yolcu gemisi RMS Mauretania, Atlantik okyanusunun derin sularını yarıp hedefine doğru yaklaşırken, makine dairesinden gelen rahatsız edici uğultu ve titreşimlere alışan üçüncü sınıf yolcuları derin uykudaydı. Yüzlerce nefesin birbirine karıştığı yatakhanede beyaz tavan lambalarının parlattığı ıslak metal zemine yansıyan ürkek bir gölge, kızların yattığı ranzaların arasında sessizce dolaşıyordu. Gölgenin önünden giden karaltının cılız ayak seslerine kulak kabartan Niki, yattığı yerden başını kaldırdı hafifçe. Nefesini tutmuş, endişe içinde neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Orta boylu bir erkek siluetiydi, fakat tam olarak görememişti yüzünü. Kızların arasında dolaşan bu adamın niyeti ne olabilirdi? Bağırıp milleti uyandırmayı düşündü bir an, fakat sonradan vazgeçti. Yanı başında kendinden geçmiş, yarı uyur vaziyette yatan Haro'ya dokundu. Genç kız, yavaşça açtı gözlerini. Niki ona eliyle sus işareti yapıp gölgeyi izlemeye başladılar birlikte.
Koyu renk bir takım elbise vardı üstünde, ayağına ses çıkarmasın diye lastik tabanlı bir ayakkabı giymişti. Hemen yan tarafta Rus kızlarının bulunduğu bölüme geçti. Ranzalardan birinin alt yatağında uyumakta olan kıza yanaştı. Örtüyü yüzüne çektiği için kim olduğu belli değildi kızın. Esrarengiz adam etrafı kontrol etmek için bir adım geri çekildiğinde tavan ışığı yüzünü aydınlattı. Niki, dehşet içinde Haro'ya baktı. "Yine o!" diye fısıldadı. "Karabulat!"
Karabulat, genç kızın yüzünü kapatan örtüyü ucundan hafifçe kaldırdıktan sonra yavaşça eski durumuna getirdi. Belli ki aradığı kişi değildi o. Yanındaki ranzaya geçti. Başında durduğu genç kızın uzun siyah saçları, tamamen örtmüştü yüzünü bu kez. Karabulat etrafına bakındı, herkesin uyuduğundan emin olduktan sonra kızın yüzünü kapatan saçları kaldırdı eliyle. Fısıltı halinde kıza seslendi. "Yelena!" Aradığını bulmanın vermiş olduğu rahatlıkla gülümsedi. Genç kızın gözleri aralandı, uyku sersemliğiyle karşısındaki adama baktı bir süre. Biraz kendine geldikten sonra kendine uzanan eli tutup doğruldu yatağından. Ayaklarının ucuna basarak merdivenlere doğru ilerledi Karabulat'ın peşinden. Karabulat, kapının eşiğinde durup son bir kez yatakhaneye baktı ve elinden tuttuğu Yelena ile birlikte gözden kayboldu. Niki, Haro'nun kulağına fısıldadı:
"Dün gece başka bir Rus kızını götürmüştü."
Haro, bezgin bir halde gözlerini sabit bir noktaya dikti. Kimin ne yaptığı umurunda değildi sanki. Son günlerde iyice içine kapanmıştı. Sevgilisi Antonis'ten başka bir şey düşünmüyordu. Her gün alt güverteye çıkıp saatlerce ut çalıyor, söylediği şarkılarla teselli ediyordu kendini. Haro'nun bu melankolik ruh halini kavrayamayan Niki, onun zaman içinde Antonis'i unutacağını ve Amerika'ya vardıklarında yeni bir hayatı olacağını düşünüyordu. Onun aklı Karabulat'taydı. Adamın bakışlarından hiç hoşlanmıyordu. Kızları nereye götürdüğünü, onlara ne yaptığını düşünmekle meşguldü. Arkadaşının kendisini dinleyip dinlemediğine aldırmaksızın Haro'ya içini dökmeye devam ediyordu. "Dünkü kız geldiğinde parfüm kokuyordu." dedi. Haro, ancak kendine gelebilmişti, etrafında dolaşan tehlikeyi yeni fark etmişti.
"Yarın beni de almaya gelirse!?" Niki, elini tuttuğu arkadaşını sakinleştirmeye çalıştı. Tek kelime konuşmaksızın uzun bir süre Yelena'yı düşündüler, sonra çaresizlik içinde başları yastığa düştü usulca.
Karabulat, genç kızla birlikte geminin en prestijli kamaralarından birinin önünde durdu, parmaklarını kıvırıp iki kısa ve ardından üç uzun vuruşla kapıyı tıklattı. Ne yapacağına dair hiçbir fikri olmayan Yelena'yı orada bırakıp hızla ayrıldı yanından. Şifre alınmıştı, aralanan kapıdan uzanan bir el kızı içeri çekti. Geniş, ferah bir mekânın içinde bulmuştu kendini Yelena. Sol tarafta, konsolun üzerindeki abajurun soluk ışığı aydınlatıyordu odayı. Bütün duvarlar desenli kâğıtla kaplanmıştı. Yerde büyük bir İran halısı, karşı duvara asılmış yağlı boya tablonun altında çift kişilik bir koltuk, üzerinde likör takımının bulunduğu yuvarlak bir sehpa ve onun yanında tek kişilik bir koltuk ile kenarları yere kadar sarkan bej rengi kadife kumaşla örtülmüş geniş yatağın yer aldığı geniş oda, kamaradan ziyade bir sarayın salonundaymış hissi veriyordu insana. Yelena'yı odasına kabul eden esrarengiz adam, birinci kaptanın Karabulat'a bahsettiği Türk mühendisten başkası değildi. Orta yaşlarda, dar alınlı, yanakları şişkin, kocaman kafası saksı gibi omuzlarına oturmuş, bıyıklı, siyah saçları taralı, çakır gözlü, göbekli ve orta boylu adam, beyaz gömleğinin üzerine vişne renkli bir röpteşambır giymişti. Genç kızı kolundan tutup kapının yanındaki duşa götürdü. İyice yıkayıp kuruladıktan sonra cebinden çıkardığı ipek çorabı anadan üryan karşısında dikilen kızın yüzüne yaklaştırdı. Sesi titriyordu heyecandan, yüzünde boncuk boncuk ter birikmişti. Beline kadar uzayan kuzguni siyah saçları, menekşe renkli gözleri ve olağanüstü fiziğiyle Yelena aklını başından almıştı adamın. Kaderine razı bir şekilde put gibi ayakta dikilen genç kız, çaresizlik içinde anlamsız gözlerle bakıyordu babası yaşındaki adama. Adam, sağ elini içine geçirdiği ince çorabın ucunu diğer eliyle uzatıp gerdikten sonra hipnotize edermiş gibi gibi kızın gözlerinin önünden geçirdi.
"Şimdi bunu al, beni memnun edersen diğer tekini yarın gece vereceğim sana." Koca kafalı adam güzel kızın karşısında kendinden geçmişti. Yelena tepki vermeyince, sinsice gülümseyerek, Türkçe "Yarın akşama." dedi. Çorabı kızın boynuna doladıktan sonra ıslık çalarak keyifle üstündekileri çıkarmaya başladı.
***
Ertesi gün Niki, sabahın erken vaktinde birinci sınıf yolcularının bulunduğu kata çıkmıştı. Bardaki genç denizciden bir fincan kahve alıp kendisine teşekkür etti ve dikiş makinesinin bulunduğu, artık kendisine tahsis edildiğini düşündüğü köşeye doğru ilerledi. Üst güvertede büyük salonun genellikle boş olduğu saatlerdi. Masalardan birinde, yalnız başına oturan Karabulat'ın yanından geçti. Adamın canı sıkkın görünüyordu. Yakın dostu kaptan Marinos'un, "fotoğrafçının üzerine fazla gitme, ona bulaşma" demesini bir türlü hazmedemiyordu. Kaptan ondan desteğini çekerse bütün plânları alt üst olabilirdi. Amerikalı, her ne kadar mesleği bıraktığını söylemiş olsa da kaptanı korkutmuş olmalıydı. Gemi kaptanı ya da yolculuk hakkında gazetesine ileteceği olumsuz bir haber ciddi sonuçlar doğurabilirdi. Belli ki Norman'dan çekinme sebebi buydu kaptanın. Karabulat'ın güvendiği dağlara kar yağmıştı. Bundan böyle Amerikalı gazeteciye açık vermemek için daha dikkatli olmalıydı. Karabulat, az önce yanından geçen Niki'yi görmüştü. Düşüncelerinden sıyrılıp alaycı bir şekilde gülümsedi genç kıza.
Niki, elindeki gelinlikleri askıya astıktan sonra makinesinin başına geçti. Karşısındaki masalardan birinde oturan Karabulut kendisine lâf attığı sırada kahvesini henüz yudumlamıştı.
"Görüyorum ki, bütün zamanını işe arıyorsun!" Her zamanki gibi şıklığına diyecek yoktu Karabulat'ın. Beyaz pantolon ve beyaz gömleğin üzerine beyaz bir kravat takmış ve yine aynı renkten bir yelek geçirmişti üstüne. Dökülmüş beyaz saçları arasında kızıl renge dönen teni dışında tepeden tırnağa beyazlara bürünmüştü. Yerinden kalkıp genç kıza yaklaştı. "Tam bir haftadır seni izliyorum, durmadan bir şeyler dikiyor, dikiyor, dikiyorsun..." dedi. Niki, ağzını açmadan adamı dinliyordu. Karabulat durmayacak gibiydi. "Hanımefendi, birinci sınıfı pek bir sevmiş görünüyor!" dedi. Alaycı bir gülümsemeyle masasına geri döndü. Bir yılan gibi zehrini kusmuştu. Niki, nefret ettiği adama onun duyamayacağı bir sesle söylendi.
"Oturup kendi söküğünü kendin dikersin o zaman!"
Karabulat kahvesini yudumlarken bir anda boğulacak gibi oldu. Hırsla arkasına döndü.
"Ne dedin?" dedi, tehdit edercesine. Masasından hırsla kalkıp Niki'nin üzerine yürüdü. "Ha, ne dedin sen bana? Bana cevap mı verdin, söyle!" Niki korku dolu gözlerle adama bakarken Karabulat, ısrarla aynı şeyi sormaya devam ediyordu. "Hadi, söyle bana ne dedin?"
"İhtiyacınız olduğunda işinizi kendiniz görürsünüz dedim." dedi, Niki, cesaretle. Cesur olduğu kadar korkuyordu aynı zamanda. Karabulut göz dağı verircesine, delici gözlerle baktı Niki'ye.
"İşimi kendim görürüm, öyle mi?" Yan taraftaki askıdan duvak dikiminde kullanılacak olan tülbent parçasını eline alıp Niki'nin gözü önünde cart diye yırttı. Haddini bildirircesine ateş saçan gözlerini genç kıza diken Karabulat, ikiye ayırdığı kumaşı dikiş makinesinin üstüne fırlattı. "Peki o zaman," dedi. "Ama bunu ben değil, sen dikeceksin!" Niki gözlerini açarak adama bakakaldı hayretler içinde.
"Sizden korkmuyorum..." dedi Niki, yeniden cesaretini toplayarak. "Ben Yelena değilim." Ağzından çıkmıştı bir kere. Şimdi kalbi yerinden çıkacak gibiydi korkudan.
Karabulat, çıldırmıştı. İşaret parmağını sallayıp tehdit etmeye devam etti genç kızı. "Sakın benimle bu tarz konuşma!" Kaşlarını kaldırırken alnındaki çizgiler iyice belirginleşti. Elini makinenin tablasına koyup Niki'ye doğru eğildi. "Anlıyor musun?"
Niki, endişeli gözlerle arkasını dönmekte olan adamın yüzüne baktı. "Siz kötü kalpli bir adamsınız, efendim." dedi. Dikiş makinesinin kapağını hırsla kaldırıp makineyi yuvasına yatırdıktan sonra kapağı şiddetle kapattı. Parmağının ucunda şiddetli bir sızı hissetti Karabulat. "Off," diyerek parmağını ağzına götürdü, canı fena yanmıştı. Yüzünü buruşturup elini silkeledi. "Seni," dedi. "Seni gidi kaltak, bana bunu yapmamalıydın!" Öfkeyle arkasını döndü ve masalarına arasından geçerek uzaklaştı.
Niki, panik halinde ne yapacağını bilemedi. Karabulat'ın işi burada bırakmayacağından neredeyse emindi. Bir an bile tedbiri elden bırakmaması gerekiyordu. Şimdi Norman'a o kadar çok ihtiyacı vardı ki. Beti benzi atmıştı. Aceleyle topladığı dikiş kutusunu yanına alıp ait olduğu sınıfa inmek üzere seri adımlarla üst güvertenin büyük salonunu terk etti. Kamaraların önündeki duvar lambalarıyla aydınlatılmış sessiz koridorlar boyunca merdivenlere doğru ilerlerken sık sık başını çevirip ürkek gözlerle arkasına bakıyordu. Tam merdivenlerin bulunduğu sahanlığa varmak üzereydi ki sahanlığa çıkan diğer bir koridorun köşesinde korktuğu başına geldi. Karabulat, kollarını önünde kavuşturmuş, avını pençesine almış bir hayvan gibi sinsice gülümsüyordu karşısında. Niki'nin kalp atışları hızlandı, irkilerek birkaç adım geriledi. Sırtını duvara dayayıp gözlerini kapattı, hırıltılı bir şekilde soluk alıp verirken göğsü bir kabarıp bir iniyordu.
Karabulat genç kıza iyice yaklaştı. Dudaklarını ısırıp göz dağı verdi. "Kendini azize sanıyorsun değil mi, ama senin öyle biri olduğuna inanmıyorum ben." dedi. Hesaplaşacağız anlamında aşağı yukarı salladı başını ağır ağır. "Senin de bir geçmişin var elbette. Eninde sonunda bulup ortaya çıkaracağım. Bunu sen istedin."
Arka tarafta, koridora açılan kapılardan biri aralandı. Sesleri duyup kat kat kırmızı elbisesiyle kamarasından çıkan falcı Emine Bacı, Karabulat'ın sıkıştırdığı Niki'yi görünce telaşlandı. Merak içinde onlara doğru seslendi. "Niki? Ne var, bir şey mi oldu?" Karabulat, yıldırım hızıyla konuyu değiştirdi.
"Yani, kırmızı barbunya balığı tavada kızartılırsa ızgarasından daha lezzetli olur diyorsun öyle mi? Peki fırında pişirmeyi hiç denedin mi?" Yüzüne sevimli bir ifade katan Karabulat, falcı kadına döndü. "Ona Yunan adalarının meşhur yemek tariflerini soruyordum sadece." dedi. Daha sonra ciddileşerek dişlerini sıktı ve genç kızın kulağına fısıltı halinde son sözlerini söyledi. "Seni burada rezil etmemi istemiyorsan çeneni kapat, ağzını açıp sakın bir lâf edeyim deme!"
Karabulat'ın arkasını dönüp gitmesiyle birlikte Niki derin bir nefes aldı. Tansiyonunun düştüğünü, ayaklarının bedenini taşımadığını hissetti. Başı dönüyordu. Elinde dikiş kutusu olduğu halde sırtını dayadığı duvardan yavaşça kayıp yere çöktü. Emine hemen koşup yanına geldi, panik içinde kıza sarıldı.
"Söyle bana neler oluyor?"
Zoraki gülümsemeye çalıştı Niki, "Tamam, tamam bir şey yok." dedi. Falcı, çenesinden tuttuğu genç kıza acıyarak baktı, çaresizlik içinde başını salladı.
Güçlükle ayağa kalkan Niki, merdivenlerden aşağı indi. Yatakhanedeki kızlar yataklarını toplarlarken hep birlikte yeni bir güne hazırlanıyorlardı. Olga'nın masum yüzüne baktı. Çok geçmeden sıranın ona geleceğini biliyordu. Kendisine yardım edecek, derdini anlatacak birini arıyordu Niki. Haro'nun yatağı boştu. Muhtemelen kahvaltı için yemek salonuna gitmiş olmalıydı. Yatakhaneden çıktı, yemek salonunun girişinde aşçı Kardaki ile karşılaştı.
"Yalvarırım bana yardımcı olun," dedi kadına Niki. "Rus kızlarına yaklaşamıyorum. Olga da onlardan biri, henüz yaşı çok küçük, onun hakkında ciddi endişelerim var. Şu orospu çocuğu Karabulat, az önce tehdit etti beni."
Aşçı kadın tepki vermeksizin Niki'yi dinledi. "Bay Karabulat'ı biliyorum. Onu bu gemide tanımayan yoktur. Yüzlerce Rus kızına yardım etti." Niki'ye ders verir gibiydi. Konuşması biter bitmez genç kızla ilgilenmediğini hissettirircesine arkasını döndü. Niki kadının tavrına şaşırmıştı. Ellerini uzatarak yalvarırcasına seslendi. "Bayan Kardaki, beni dinlemek zorundasınız, çok önemli..."
Kardaki durup Niki'ye baktı. "Bak kızım," dedi bu kez, nasihat verir gibiydi. "Benim hayat felsefem seninkinden biraz farklı. Aralarında sadece beş genç kız var bu işi yapan... Ne dediğimin farkındayım ve sana bunu ispatlayabilirim. Yeni doğan bebekler... Vaftiz törenleri... Bu okyanus aşırı yolculuklar kutsanmıştır. Karada yaşanan her şey gemide aynen yaşanır. Bunları benim değiştirmeye gücüm yetmez. Savaşta kocamı ve iki oğlumu kaybettim. Şimdi burada ayakta kalmaya çalışıyorum. Kendimi tehlikeye sokamam." Genç kızın omzuna dokundu. "Sana söyleyeceğim tek şey, başkalarının işine burnunu sokma! Şunun şurasında bir haftalık yolumuz kaldı." Niki, hayal kırıklığına uğramış, kadının söyledikleri karşısında çılgına dönmüştü. Birşeyler demek istediyse de kelimeler boğazına takıldı. Bir süre sessiz kaldı. Aşçı kadının söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Fakat anlattıklarını kabul etmesi olanaksızdı. Sonunda dayanamadı. Öfkeyle bağırdı.
"Fakat biz burada birer hayvan değiliz. Ne biz, ne de onlar..."
"Açıkçası, bildiklerimi söyleyip gemideki bütün yetim kızları tedirgin etmek istemiyorum. Söyleyeceklerim bu kadar!" dedi, Kardaki.
***
Sabaha karşı geminin güvenliğinden sorumlu vardiya zabiti yanındaki genç güverte lostromosuyla birlikte gemiyi denetliyorlardı. Kır sakallı denizci alt güvertede demir korkuluklara dayanmış, yalnız başına denizi seyreden Haro'nun yanına gelince durdu. Uzun kollu kahverengi bir ceket giyen genç kızın saçları sert esen rüzgârla dalgalanıyor, yüzünün görünmesini engelliyordu. Haro, yanında dikilen iki denizciyi fark edince hayalet görmüş gibi şaşkın gözlerle baktı onlara. Sanki derin bir rüyadan uyanmış gibiydi. Sakallı adam babacan tavırla ikaz etti genç kızı.
"Hadi kızım, içeri geç, üşüteceksin." Haro, boş gözlerle bakıyordu adamlara.
Vardiya zabiti, "Üç saatten fazla burada dikilmiş bekliyorsun. Tasalanmayı bırak artık, yatağına git ve dinlen biraz." dedi.
Haro sesini çıkartmadı. Adamlar arkalarına baka baka yanından ayrıldılar genç kızın. Haro korkuluk boyunca ilerleyerek aşağıda geminin köpürttüğü sulara bakıyordu. Adeta büyülenmiş gibiydi. Gecenin karanlığında yol alan dev yolcu gemisinin iki parçaya ayırdığı deniz, projektörlerin parlak ışığı altında, avını yutmaya hazırlanan korkunç bir canavar gibi homurdanırken, Haro ona bakarken uçsuz bucaksız hayallere sürükleniyordu.
***
Ertesi gece geminin lüks oyun salonunda iddialı bir kumar partisi vardı. Masanın etrafındaki izleyicilerin bazıları purolarını tüttürürken, diğerleri ellerinde viski bardaklarıyla sohbete katılıyorlardı. Zenginliklerini ilk bakışta ortaya koyan şık kıyafetli oyuncu ve izleyicilerin birbirlerine anlattıkları hikâyeler ve yaptıkları esprilerle salon kahkahaya boğuluyordu. Oyunun oynandığı masanın çevresinde öylesine bir kalabalık toplanmıştı ki aralarından oyuncuları görmek mümkün değildi. Salon, tütün kokusu, sigara dumanı ve gürültüden geçilmiyordu. Diğer masaların neredeyse tamamı boştu. Kapının sol tarafında, envaiçeşit içkilerin raflara dizildiği gösterişli barda beyaz kıyafetli genç bir barmen bardakları kurularken kanun, ut ve kemandan oluşan üç kişilik minik saz heyeti kendi halinde bir şeyler çalıyordu. Barın önünde, beyaz örtülerle kaplı yuvarlak masaların birine oturmuş bira içen gazeteci Norman, can sıkıntısıyla elindeki sigara paketini parmakları arasında çevirip duruyordu. Bir süre sonra salona giren Karabulat etrafına şöyle bir bakındıktan sonra barın önündeki yüksek taburelerden birine oturdu.
Dikiş makinesiyle işi bittikten sonra kaptanın sırmalı ceketini ve dikiş kutusunu yanına alan Niki, üçüncü sınıf yolcuların bulunduğu kata indi. Alelacele üzerine rahat bir kıyafet geçirip gelişi güzel eşyaların yığıldığı duş kabinleriyle yatakhaneyi ayıran ara bölüme geçti ve geniş kanepelerden birine yerleşti. Arkasındaki lombozdan giren ışık sayesinde biraz olsun önünü görebiliyordu. Norman'ın kendisine hediye ettiği kitabı göğsüne bastırırken gözleri dalmıştı, yüzünde mutlu bir gülümseme belirdi. Tanıdıkça onu daha çok seviyor, onunla konuşmak hoşuna gidiyordu. Her şeyin gözüne toz pembe göründüğü o anlarda tüm umutlarını kendisine bağlayan ailesi düşüyordu aklına. Sofia Teyze'nin yüzüne nasıl bakardı? Eleni'den sonra Alexsandros'u ikinci kez hayal kırıklığına uğratmanın vebalini nasıl taşıyabilirdi? Kalbiyle aklı arasında sıkıştığını hissetti. Öte yandan Norman'a haksızlık ettiğini düşünüyor, soğuk davranarak onun kendisine yaklaşma çabalarını elinin tersiyle itiyordu. Amerika'da nasıl bir hayatı olacağına dair hiçbir fikri yoktu. Belki o da kardeşi Eleni gibi dayanamayıp geri dönecekti memleketine. O zaman Norman'a karşı ilgisiz davrandığına pişman olur muydu? Alexsandros Norman kadar kibar davranacak mıydı ona? Kafasının içinde bin bir soru uçuşup duruyordu. Tam o esnada bir hareketlenme oldu. Sol taraftaki ranzaların birinde sekiz yaşlarında bir çocuk ateşler içinde yanarken iniltili sesler çıkarıyordu. Yanı başındaki annesi ne yapacağını bilmez halde sessizce göz yaşı dökerken genç kızlardan biri duş kabininden çıkıp Niki'nin yanından geçti. Soğuk suyla doldurduğu beyaz, çinko kâseyi dökmemek için büyük çaba gösteriyordu. Kadın, genç kızın uzattığı kâsede ıslattığı bir bez parçasını yatağında sessizce sayıklamaya devam eden çocuğun sıcak alnına bastırdı. Gemide sıklıkla karşılaşılan bu türden manzaralara alışmıştı artık Niki. Aynı dili konuşamadığı için onlara acımaktan başka bir şey yapamamanın verdiği can sıkıntısıyla elindeki kitabı bıraktı ve kaptanın ceketini kucağına aldı. Dikiş kutusundan çıkardığı siyah makara ipliğinden uzunca bir parça kopardı dişiyle, kopan düğmeyi yerine dikmeye hazırlandı. O sırada ceketin cebinden yere düşen bir kart ilişti gözüne.
Niki eğilip karton parçasına baktı, üzerinde kocaman harflerle yazılmış yazıyı okudu. "Yelena, Memleketi: Odesa" Yerden aldığı kartpostala benzeyen karton parçasının arka yüzünü çevirdi. Norman'ın çekmiş olduğu fotoğraflardan biriydi bu. Resimdeki kızın gözlerine dikkatle baktı. Telli duvaklı yöresel gelinliğin içinde, ellerini önünde kavuşturmuş güzel Yelena, sanki ondan yardım ister gibiydi.
Çocuğun sesi kesilmişti. Hastanın başında toplanan kadınlar endişe içinde birbirlerine bakıyorlardı. Niki, fotoğrafı kitabın arasına sıkıştırdı. Sırmalı ceketin kopan düğmelerini yerine diktikten sonra aceleyle ranzasına gidip üzerini değiştirdi. Siyah elbisesini giydi, saçlarını taradı, küçük aynasına yansıyan yüzüne baktı ve koluna aldığı kaptanın ceketiyle merdivenlere koştu.
Birinci sınıf kamaraları boyunca salona doğru ilerleyen Niki, koridorda karşılaştığı denizci Nikolas'a gemi kaptanı Marinos'un ceketini teslim etti. Bir an önce Norman'ı görmek istiyordu aslında.
"Norman Harris salonda mı?" diye sordu.
"Hayır," dedi Nikolas. "Onu geminin fotoğrafhanesine girerken gördüm. Biraz bekleyebilirsen, seni oraya götürebilirim."
Beş dakika sonra şişko Yorgo'nun karanlık odasında, Norman'la baş başa kalmıştı Niki. Koyu turuncu ışık altında kendini son derece gergin hissediyordu. Büyük bir ciddiyetle fotoğrafları baskıya hazırlayan Norman'ın bir an önce işinin bitmesini bekliyordu.
"Beni bu karanlık yerde niçin tutuyorsunuz?" Niki'nin endişesi yüzüne yansımıştı. Norman kimyasalla karıştırılmış banyo kabının içine fotoğraf kâğıdını daldırdı.
"Bana bir dakika izin ver, sonuna geldik." dedi Norman.
"Bir dakikam dahi yok. Gitmek istiyorum."
"Bak," dedi Norman, fotoğraf kağıdının üzerinde şekillenmeye başlayan görüntüyü işaret ederek. "Ne kadar büyüleyici değil mi?" Sesi titriyordu. İzmir Hisar camisi avlusunda, üzeri rengârenk çaputlarla süslenmiş dilek ağacının çevresine toplanan çocuklar, gazeteciye eski huzurlu günlerini anımsatmıştı. Bütün çocukların "beni çek, beni çek" diyen haykırışları çınlıyordu kulaklarında. Farkında olmadan genç kızın omzuna attı elini. Norman, gittikçe belirginleşen fotoğrafa kendini kaptırmış, o günü yaşıyordu adeta. Niki, genç adamın çocuksu sevincini görünce duygulanıp hafifçe gülümsedi.
***
Üçüncü sınıfta akşam yemeği başlayalı epey bir zaman olmuştu. Niki son dakika yemek tepsisini alıp boşalan masalardan birine geçti. Yemekhaneyi dolduran gelinlik kızlar, yolculuk sona doğru yaklaşırken merak ettikleri yeni ülkelerini ve evlenecekleri adamları daha sık düşünmeye başlamışlardı. Birbiri ardına dizilen uzun masalarda çatal kaşık sesleri kendi aralarında yaptıkları heyecanlı sohbetlere eşlik ediyordu. Her fırsatta duşa giriyor, çamaşırlarını yıkıyor, saçlarını toplayarak güzel görünmeye çalışıyorlardı. Yan masadaki kızların sohbetine kulak kesilmişti Niki.
"Amerika'da zenginler, kolayca ayırt edilmelerini sağlamak için yanlarında çalıştırdıkları hizmetçi ve uşaklarını siyaha boyuyorlarmış."
Yanındaki arkadaşı dehşetle gözlerini açtı. "Bizi de boyayacaklar mı?"
"Aptal olma!" dedi, beriki.
Karşılarında oturan bir diğeri konuya açıklık getirdi. "Bizler yüzüklerimiz, şapkalarımız ve kendimize ait çantalarımızla birer hanımefendi olacağız."
"Çantalarımız olacak öyle mi?" dedi yanındaki, inanmaz görünerek.
"Elbette!"
Yemeğini bitirenler, dualarını yapıp istavroz çıkartarak salondan çıktılar. Niki ile birlikte birkaç kişi kalmıştı geriye. Yan masada yalnız başına oturan kadın, aşçı Kardaki, son lokmasını ağzına attı. Niki'yle her fırsatta sohbet eden, güler yüzlü, beyaz tenli, renkli gözlü, elli yaşlarında bir kadındı, Bayan Kardaki. Tam masadan kalkmak üzereydi ki, Niki gidip karşısına oturdu.
"Bayan Kardaki," dedi Niki, heyecanla. "Size sormak istediğim bazı şeyler var." Biraz düşünüp lâfını toparlamaya çalıştı. "Eeee, buradaki bütün kızların müstakbel kocaları için uygun birer eş olduklarına inanıyor musunuz?"
Kardaki, başını iki yana salladı. "Uygun olup olmaması hiç mühim değil! Evlenecekleri adamların hepsi işçi, onlar böyle şeylere aldırmazlar ki." Gözlerini havaya dikip gülümsedi. "Evleneceğim kişinin uygun olup olmadığına babam karar vermişti benim. Oldukça seçici biriydi doğrusu. Aradan uzun yıllar geçti tabi. Şimdi artık başkalarını evlendirmek için çalışıyorum." Düşüncelere dalmıştı. "Bu benim deniz aşırı onuncu seyahatim. Her seferimde kutsal bir görevi yerine getirdiğime inanıyorum. Yeterince tecrübe kazandım. Özellikle göçmenler konusunda... Gemide birine aşık olmak büyük problem. Hele göçmenler arasında böyle bir ilişki insanın başına tarifsiz belâlar açar." Bir anne edasıyla tavsiyelerde bulunuyordu Bayan Kardaki. "Şimdi bir an için kapat gözlerini,..." dedi Niki'ye. "Ve hayalini kur gelecek günlerinin... Uçsuz bucaksız bir ülke..." Niki, heyecanlanmıştı. Acemice gülümserken karşısında kendisine umut dağıtan kadına bakıyordu.
Kardaki, genç kıza doğru eğilip bir sır verircesine açtı gözlerini. "Biliyor musun orada kaç kişi eski gömleklerini giyiyor? Kaç tanesi yenisini almak ister?"
"Dinle beni kızım," dedi kadın sevecenlikle, "Sabırlı ol, bu zor günler elbette sona erecek. Hayata dört elle sarıl. Göreceksin bak, on yıl sonra kocaman bir terzi dükkânına sahip olacaksın." Bu sözlerin verdiği şevkle içini huzur kaplamıştı Niki'nin. Geleceğe dair aklından geçen tüm olumsuz düşünceleri silip attığı yüzünden okunuyordu.
***
Güneşin parlak ışınlarıyla aydınlanan geminin üst güvertesi, yolculara muhteşem bir okyanus manzarası sunuyordu. Denizin maviliği buruşuk bir çarşaf gibi dört bir yana göz alabildiğince uzanırken büyük salondan açık güverteye kadar yayılan masalarda büyük bir hareketlilik göze çarpıyordu. Beyaz elbiseli genç garsonlar, taralı saçları ve kibar davranışlarıyla limonata servisi yaparken diğer hizmetliler masalara servis takımlarını taşıdılar. Birinci sınıf yolcularından bir kısmı salonda gazete ve dergileri karıştırıyor, diğerleri arkadaşlarıyla birlikte sohbet ediyorlardı. Açık güvertede kenarları fırfırlı şemsiyesini açıp güneşten korunmaya çalışan Emine Bacı, bir aşağı bir yukarı volta atarken, kendisine eşlik eden Norman'a heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. Oldukça neşeli görünen genç adam, giydiği beyaz takım elbiseyi şık bir beyaz fötr şapkayla tamamlamıştı.
"Doğuda,..." dedi falcı kadın. Kelimeler ağzından ağır ağır dökülüyordu. "Delikanlılar, sevdiği genç kızları... mehtabın olmadığı gecelerde... beyaz bir atın terkisine alıp kaçırırlarmış." Norman'a bakıp gülümsedi. Emine onun çat pat Türkçe öğrendiğini biliyordu. Konuşmasına biraz şirinlik katsın diye sözlerini Türkçe tekrarladı. "Beyaz atın üstünde..." Norman kelimenin anlamını tam olarak çıkaramamıştı.
"Şunu bir daha söyler misin?"
"Diyorum ki, doğuda,..." Aklına bir şey gelmiş gibi bir anda lâfını tamamlamaktan vazgeçti, falcı kadın. Üzerinde son derece şık duran mavi bir elbise, başında siyah tülden havalı şapkasıyla ağır aksak yürürken bir anda durup Norman'ın karşısına geçti. Sapından tuttuğu mavi şemsiyeyi oyun oynarcasına çeviriyordu. "Neyse, bırakalım bunları," dedi. "İçimden geldi, hadi gel el falına bakayım şimdi senin."
"Peki, o zaman" dedi Amerikalı. "Aşağı salona inip sakin bir köşe bulalım kendimize."
Tam o esnada alt güverteden, Haro'nun yanık sesi geldi kulaklarına. Genç kızın çaldığı udun nağmelerine eşlik eden sözler o kadar dokunaklıydı ki bir anda oldukları yerde çakılıp kaldılar. Haro'nun hüzünlü sesiyle bütünleşen müziğin ezgileri büyülemişti onları. Sessizce dinlemeye koyuldular. Genç kızın bağrından kopup gelen yanık sesi en çok Emine'yi etkilemişti.
"Hayır şimdi değil." dedi falcı kararını değiştirerek. "Başka bir zaman yapalım, Norman." Hayli şaşırmıştı Norman, falcı kadının bu tavrına. Emine, huşu içinde güvertenin korkuluklarına dayanmış, yürek burkan sesi dinlerken başka bir aleme geçmiş gibiydi. Gazeteciyi başından savıp yalnız kalmak istiyordu. Şemsiyeyi başının üzerinden yere indirdi. "Biraz daha güneşlenmek istiyorum." dedi.
Norman, Emine Bacı'dan biraz uzaklaştı ve korkuluklardan aşağı doğru eğildi. Rüzgârın savurduğu uzun saçlarına aldırmaksızın, alt güvertede, kendinden geçmiş halde, gözleri kapalı, söylediği şarkının içinde kaybolan genç kızı seyretti.
"Acı benim yolculuğum, bilmem bu yolun sonu neye varacak.
Bana yaşamaktan bahsediyordun, ona elveda dedim çoktan."
Merdivenlerden inip büyük salona girdiğinde yer yerinden oynuyordu. Denizci kıyafetli garsonlar yolcuların arasında dolaşıp içki servisi yapıyorlar, bazıları ise yere dökülen yiyecek artıklarını süpürüyorlardı. Rengârenk tüllerden oluşan tuvaletleriyle şov kızları eğitmenleri eşliğinde son provalarını yaparlarken neşeyle bağrışıyor, bazı çapkın yolcular lâf attığında şen kahkahalarla onlara cevap yetiştiriyorlardı. Masalarda oturup kızları izleyen yolculardan bir kısmı bir yandan limonatalarını yudumlarken, zaman zaman seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalıyorlardı.
Sol elinde viski bardağı olduğu halde kollarıyla öğrencilerine dans hareketlerini gösteren Maria, kızlarına güveniyor, gece gündüz demeden yaptıkları çalışmaların karşılığını alacağından son derece emin görünüyordu.
"Hadi bakalım kızlar bir kez daha tekrarlıyoruz! Bir... iki... üç... ve dört..." Gözlerini kapatıp melodik sesler çıkaran Maria, başını çember çizermiş gibi boynunun etrafında dolaştırıp duruyordu. "Ve şimdi, el ele tutuşup halka oluyoruz..."
Geminin birinci kaptanı tek başına oturduğu piste yakın konumdaki masalardan birinde, Maria ve kızlarını ilgiyle seyrederken bir yandan viskisini yudumluyordu. Norman salona girer girmez onu görmüştü, hemen gidip yanına oturdu. Kaptan davetsiz misafirini memnuniyetle karşılamıştı, bir şey demeden karafa uzandı ve gazetecinin önündeki bardağa iki parmak viski boşalttı. Provanın sonuna gelmişti. Kızlar sarmaş dolaş birbirlerini kutlarlarken kaptan, dansçıları hararetle alkışlamaya başladı.
"Hepiniz harikasınız kızlar! Bravo! Seni de kutlarım Maria, güzel iş çıkardın."
Maria, eğilerek gösterişli bir reverans yaptı. Yumuşak ve şımarık bir sesle "Teşekkür ederim, kaptan!" dedi.
Kaptan, Norman'a göz kırptı, "Denizaşırı seyahatlerde dans gösterilerine ve değişik eğlencelere her zaman ihtiyaç vardır." dedi. "Biliyorsun, zamanı öldürmek için başka çare yok!" Norman, viskisinden bir yudum alıp gülümsedi. "Fakat," dedi kaptan, konuşmaya devam etmek istediğini belli edercesine. "Ben yine de yirmi kişilik mürettebatı olan yük gemilerini özlüyorum. Hint Okyanusunu geçerken, yolcusuz, yanımda aşçım Herakles'ten başka kimse olmayacak..." Kaptan eski günlerin hayaliyle keyiflenirken Maria ona seslendi.
"Hadi üst güverteye çıkalım, kaptan!" Son derece neşeli görünüyordu Maria. "Okyanusun güzel kokusunu içimize çekelim." Kaptan, hareketlendi.
"Ah, evet, harika bir öneri!" dedi sandalyesinden kalkarken.
"Sen gelmeyecek misin, Norman?" diye sordu Maria.
"Başka bir zaman Maria, teşekkür ederim."
Kaptan etrafındaki yolculara döndü. Yüksek sesle "Bayanlar, baylar! Üst güvertede birer bardak uzo içmeye ne dersiniz?"
Yolcular kaptanın teklifini alkışlarla ve bağrışmalar eşliğinde kabul ettiler. Büyük bir gürültüyle masalar boşaldı, kalabalık güvertenin yolunu tuttu.
Kapıya doğru ilerleyen Kaptan, salona giren Niki'yle karşılaştı. Gülümseyerek elini uzattı. Genç kız tedirgin bir şekilde kendisine uzanan ele dokundu. Kaptan genç kızın elini ellerinin arasına alıp şefkatle sıktı. "Teşekkür ederim," dedi. "Ceketimi tamir ettiğin için." Niki'nin gözlerine bakıyordu. "Gözlerin,.." dedi, "Aynı sevgili kızım Marussa'nın gözleri gibi. Onu kaybettiğimde senin yaşındaydı." Niki, ne diyeceğini bilemedi. Gözleri dolan kaptan önüne bakıp genç kızın elini bıraktıktan sonra salon kapısından dışarı çıktı. Niki, donmuş gibi bir süre yerinde hareketsiz kaldı. Başını kaldırdığında salonun bir köşesinde yalnız başına sigarasını tüttüren Norman'ı gördü. Ona doğru yaklaştı.
"Amerika'ya vardığımda," dedi. "Yapacağım ilk şey, küçük kız kardeşime renkli boya kalemleri göndermek olacak." Kucağında bir gelinlik taşıyordu Niki. "Henüz 15 yaşında... Resim yapmayı ve özellikle dalga resimleri yapmayı, deniz kabuklarını boyamayı seviyor."
"Onu özledin mi?" diye sordu Norman.
"Çok seviyorum onu." Elindeki gelinlikle birlikte dikiş makinesinin yanına gitti. Norman sigarasından derin bir nefes çekti, nefesini tutmuş, genç kızı diniyordu.
"Şikago'da büyük bir göl varmış. Vaftiz teyzem anlatmıştı bana... Ege Denizi kadar kocaman bir şeymiş... Bunu çok sevdim." Makinenin iğnesine ipliği geçirdikten sonra Norman'a baktı. "Yunan halkı denizin mavisini görmeden yaşayamaz."
"Bizim İrlandalılar da öyle." dedi Norman. Sigarasını ağzına alıp oturduğu sandalyeyi tek eliyle Niki'nin yanına taşıdı. "Büyükannem,.." dedi, genç kızın yanına otururken. "Bana hep kayalara çarpan dalgaları anlatırdı. Parçalamaya çalışır dalgalar kayaları, her kıyıya vuruşlarında. Kayalar direnir, dalgalar vurur." İçini çekti Norman. "Önce nostaljiye kaptırırdı kendini, eski günlerini hatırlardı. Arkasından melankolik bir ruh haline bürünür, hüzün kaplardı içini. Nostaljik zamanlarında tuzlu yiyecekler pişirirdi, melankoliye döndüğünde ise kekler, pastalar yapardı."
Niki başını kaldırdı, Norman'a bakıp şaşırmış bir yüz ifadesiyle gülümsedi. Norman tam olarak anlaşıldığından emin olmak istiyordu.
"Söylediklerimin hepsini anladın mı?"
Niki gururla başını salladı hafifçe. "Nostalghia, Yunanca bir kelime!"
"Ya melankoli?" diye sordu Norman. Gözlerinin içi gülüyordu Niki'nin.
"Melanholia," dedi. İyice keyiflenmişti Niki. Fakat Norman'ın canı sıkkın görünüyordu. İçinde yanan kor ateşi daha fazla saklayamazdı. Kendini nakavt olmuş bir boksör gibi bitkin hissediyordu. Gözlerinin feri gitmiş, ne yapacağını bilmez haldeydi.
"Niki,..." dedi. Ne kadar büyük bir acı içinde kıvrandığı yüzüne yansımıştı. "Sevgilim,... Gece boyunca hep seni düşündüm." Niki şeytan çarpmışa döndü bir anda. Biraz kendini geri çekmiş şaşkın gözlerle genç adamın solgun yüzüne bakıyordu.
"Bütün aşk mektupları üç aşağı beş yukarı bu şekilde başlar." diyerek devam etti Norman. "Öyle değil mi, Niki?" Niki, genç adamın gözlerine dikmişti gözlerini, bir şey söylemeden, hareketsiz ona bakıyordu sadece.
"Sana gönderilen bunun gibi aşk mektupları var, değil mi Niki? Nikolas onları Haro'ya okuduğunu söylemişti bana."
"Onlar bana ait değildi, Haro'ya yazılmış aşk mektuplarıydı onlar..." dedi Niki. Şaşkın bir halde dudakları titreyerek vermişti bu cevabı. Genç adama kızmak geliyordu içinden fakat bu gücü kendinde bulamıyordu. Tutulup kalmıştı öylece.
Norman, içini çekti, başıyla anladığını gösterdi. "Sen de buna benzeyen bir mektup almadın mı hiç?" diye sordu.
İki gencin gözleri birbirinin içine girmişti adeta. Niki kısa süren bir suskunluktan sonra biraz sertçe cevap verdi. "Asla!" dedi. Bakışını yere indirdi. Dudağını ısırıyor, güçlükle nefes alıyordu.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri 4. yılına girmiş bulunuyor. Söz konusu etkinliği başlatan, Edischar ve Taha Akkurt başta olmak üzere organizasyon liderliğini başarıyla sürdüren sevgili DeepTone'a, tartışmalara soruları ve yorumlarıyla destek veren tüm blog dostlarına teşekkürlerimi sunuyorum. Bu haftanın konusu sevgili Taha Akkurt'tan geliyor:
"Sizce tarihteki en önemli buluş nedir? Keşke ilk benim aklıma gelseydi dediğiniz fikirler hangisidir? Son olarak imkân ve yeteneğiniz olsaydı şu an neyi icat etmek isterdiniz?"
Buluş ya da icat, daha önce bulunmayan bir şeyin insan çabasıyla oluşturulmasıdır. Keşif ise, yeni veya daha önce anlamlı olarak tanınmayan bir şeyi algılama eylemidir. İster keşif deyin, isterseniz buluş bence tarihteki en önemli keşif/buluş "Tanrı" kavramı. İnsan varoluşundan bu yana açıklayamadığı şeylerden korkmuş ve kendine bir dayanak aramıştır. Önceleri ağaçtan, güneşten, ateşten ve kendi eliyle yaptığı putlardan medet umarken zamanla çok tanrılı dinlere oradan da tek tanrılı dinlere inanmış ve yaşamını buna göre düzenlemiştir. Bugün dünyada yaklaşık 4,5 milyar kişi İbrahimi dinlere, başta Hinduizm ve Budizm olmak üzere yaklaşık 2 milyar kişi de Uzakdoğu dinlerine inanmakta. Varoluşa dair düşünceler tarih boyunca insanın kafasını kurcalarken pek çoğu mitolojiye mal olan gerçek dışı hikâye ve anlatılar gelişen bilim ışığında fantastik edebiyatın konusu olmuştur. Sözgelimi Hinduizm'de insanlığın yaratılış hikâyesi Tanrı Brahma'ya dayanır. Yalnız olmaktan korkan Brahma, kendine bir hayat arkadaşı dileyip kendini kucaklama halindeki bir erkek ve bir kadın kılığına sokar. Daha sonra bedenini ikiye ayıran Tanrı Brahma, bu bölünmeden bir erkek ve bir kadın yaratır. Erkek ve kadının birleşmelerinden de bütün insanlık dünyaya gelir. Bu hikâyeye inanan ya da inanmış görünen bir milyardan fazla insan var günümüzde. Keza Adem ve Havva'nın çamurdan yaratılıp yasak meyveyi yedikten sonra cennetten kovulması ve daha sonra (nasıl çarpık bir ilişkiyse) çocuklarıyla birlikte üremesi, bana eski Yunan Tanrısı Zeus ve onun saygıdeğer eşi, aynı zamanda ablası olan Tanrıça Hera ile çocukları savaş tanrısı Ares, ateş tanrısı Hephaistos, tanrıça Angelos, tanrıça Heusha, gençlik tanrıçası Hebe ve doğum tanrıçası Eileithyia'dan daha fazla inandırıcı gelmiyor. Aslında tarihimizin en büyük buluşunun, tüm dinleri ve varoluş hikâyelerini çürüten "Evrim Teorisi" olduğunu söyleyecektim. Ancak dinin iyi bir sömürü aracı olma özelliğinden dolayı "Tanrı" kavramı, bilim ve teknolojide onca ilerlemeye rağmen tahtını korumaya devam ediyor ve görünen o ki, uzun bir süre yerini kaptırmayacak. Elbette özgür! ve bağımsız! bir ülkede herkes canı neye isterse ona inanır. Ben "Tanrı" kavramını bir buluş değil insanlık tarihinde gelmiş geçmiş en önemli keşif olduğuna inanıyorum. Eğer konumuz "buluş" ya da "icat" ise tarihteki en önemli buluş, bana göre, kanıtlanmış bir doğa yasası olan "Evrim" olgusudur.
Olağanüstü fikirler bir birikimin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu birikimin nesilden nesile aktarılmasını sağlayan yazının keşfi olmuştur. Sözgelimi bilgisayar icat edilmeseydi biri çıkıp interneti keşfedemezdi. Bütün buluş ve keşiflerin sahiplerine hayatımızı kolaylaştırdıkları, dünyamızı daha iyi tanıma fırsatı verdikleri ve gerçekleri ortaya çıkardıkları için minnettarız. Ancak, şimdiye kadar, keşke ilk benim aklıma gelseydi diye bir düşünceye kapılmadım. Keşke elektriği bulmak benim aklıma gelseydi, keşke telefonu ben icat etseydim şeklinde geçmişte kalan bir takım yeniliklerin sahibi olma fikri bana garip geldi açıkçası. Belki de "keşke" sözcüğüne duyduğum antipatidir bunun nedeni. Ütüyü ben bulmuş olsaydım meselâ, ne değişecekti? Patentini alıp zengin mi olacaktım? Ya da tarihin sayfalarına ismim mi yazılacaktı? En iyisi bırakalım mucitlerimizi, kaşiflerimizi rahat etsinler, ölenlerinin kemiklerini sızlatmayalım.
"İmkân ve yeteneğim olsaydı şu an neyi icat etmek isterdim?" Bu soruyu zevkle cevaplayabilirim. Benim icat etmem de gerekmez. Fikri vereyim, isteyen bu konuda kolları sıvayabilir. İlk anda aklıma gelen "yalan makinesi". Şahide falan gerek kalmazdı artık. Adliyelerde yığılmaların önüne geçilir, haklı haksız hemen çıkardı ortaya. Kafatasına bağlanan birkaç elektrot, beynin ilgili bölümünden alınacak sinyalleri işlemden geçirerek makinenin kırmızı ya da yeşil ışığını yakacak. Biraz daha geliştirilerek sesli hale getirilebilir. Yeşil ışık yandığında sessizlik, kırmızı ışık yandığında "Yalaaaan!" diye gür, oturaklı bir ses çıkarabilir örneğin. Özellikle politikacıların bu makineye bağlanmadan hiçbir konuşmasını dikkate almazdık artık. Eğer küresel güçler engel olmazsa böyle bir makinenin yapılabileceğine gerçekten inanıyorum.
İkinci olarak biraz ütopik bir düşünce. Aslında fikir olarak kurgu filmlere konu olmuş daha önce. Işınlamadan bahsetmek istiyorum. Önce cansız varlıklar, daha sonra becerebilinirse canlılar. Düşünebiliyor musunuz, ne kadar büyük bir devrim olur bu. Deniz, hava ve kara taşımacılığına paydos. Önce şehrin muhtelif yerlerine istasyonlar kurulur. Bu istasyonlara getirilen mallar dünyanın bir ucundaki diğer bir istasyona saniyeler içinde ışınlanır. Nasıl ki ilk bilgisayarlar oda büyüklüğündeydi, küçüle küçüle cebimize girdi. Bu ışınlama istasyonları da zaman içinde portatif hale getirilip eşyanın yanına getirildiğinde kısa mesafeli taşıma işleri bile ortadan kalkar. Böylelikle siyasilerin yol yaptık, köprü yaptık şeklindeki propagandaları da boşa çıkmış olur.
Son olarak sevgili Taha Akkurt'un benden önce davranıp açıkladığı yeni bir yönetim sistemi icat etmek isterdim. Nasıl bir sistem olacağına dair üzerinde epey düşünmem lâzım. Zira bugüne kadar en iyi yönetim şekli diye yutturulan demokrasinin suyu çıkmış durumda. Yeni yönetim sistemi, adaletin sağlandığı, hakça paylaşımın tesis edildiği, liyakatli kişilerin yönetimin başına getirildiği, sağlıklı bir denetim mekanizmasına haiz bir sistem olmalı.
Okuduğum ilk Ahmet Altan kitabı. Kısa zamanda okunabilecek, yer yer güzel betimlemelere ve diyaloglara sahip. Özellikle üniversite hocalarının ders anlatım tarzları son derece ilginç. Kitabın adını ilk kez Mrs. Kedi'den duymuştum. Hemen baştan söyleyeyim, Mrs. Kedi'nin Hayat Hanım ile Hayati Bey adlı öyküsü çok daha güzeldi. Altan'ın Hayat Hanım'ını pek beğenemedim. Nedenlerini anlatacağım:
Ailesi çiftçilikle geçinen bir gencin yaşadığı dramatik bir olayla başlıyor roman. Rusya'ya ihracatın durması sebebiyle tonlarca domatesi tarlada kalan Fazıl'ın ailesi ekonomik çöküş yaşıyor ve çektiği sıkıntıya dayanamayan baba kalp krizinden ölüyor. Önceleri rahat bir hayat süren delikanlı, ilk kez yoksullukla tanışıyor, okuduğu üniversitenin edebiyat bölümünü bitirebilmek için artık çalışıp para kazanmak zorunda. Yine benzer şekilde varsıllıktan yoksulluğa düşen bir genç kızımız var, adı Sıla. Sıla'nın babası başarılı bir işadamı, siyasal bir nedenden ötürü, (muhtemelen yakınlarının Fetö'yle bağlantılı olması gerekçesiyle) devletin malum kişi ve kurumları hapisten azat edilmesine karşılık adamcağızın fabrikalarına çöküyor. İki gencin yolları çalgılı çengili kadın programı yapan bir tv stüdyosunda kesişiyor. İkisi de yetmiş lira yevmiye karşılığında seyirci koltuğunda oturup pistte göbek atıp gerdan kıran dekolte giyimli hatunları alkışlıyorlar. Tesadüf bu ya Sıla da başka bir üniversitede edebiyat bölümü öğrencisi.
Önce gençlerin şu edebiyat bölümü öğrenciliğinden başlayayım. Fazıl'ın iki değerli hocası var. Romanda değinilmiyor ancak delikanlı muhtemelen İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde. Zira eşimin bana anlattığına göre ülkemizdeki üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde yabancı yazarlara hiç yer verilmiyormuş. Fakat o da ne, Fazıl'ın hocası Prof. Dr. Nermin Hanım, Faulkner (A.B.D.), Proust (Fransız), Henry James (A.B.D, Büyük Britanya), Flaubert (Fransız) hepsini birbiri ardına sıralıyor. Ülkemiz sınırları içindeki üniversitelerde tüm dünya edebiyatını müfredatına alan bir bölüm var mı, bilmiyorum. Ayrıca romanda anlatıldığı gibi, ülkemizde ezbercilikten uzak, Avrupai tarzda eğitim veren bir eğitim kurumu olduğunu da hiç sanmıyorum. Geçelim.
Peki Hayat Hanım romanın neresinde? Hayat Hanım, aynı tv stüdyosunda bal rengi dekolte elbisesiyle raks eden bir hatun. Romana bir ad verilecekse bu, onun adı olmamalıydı bence. Zira eserde Hayat Hanım, Sıla ile birlikte ikinci plâna itilmiş. Romanın baş kahramanı Fazıl görünüyor ve buna göre kitabın adı "Fazıl" olsaydı bana daha makul gelirdi. Hayat Hanım, bir gün stüdyodan çıkarken, Fazıl'ın yanından geçiyor, tam merdivenlerden çıkarken her nedense aniden geri dönüyor ve delikanlıyı heykelli meyhaneye götürüp karnını doyuruyor. Yani demek istediğim, kurguda derinlik yok. Bunun gibi pek çok soru cevapsız kalıyor. Yazarın anlattığına göre Hayat Hanım, hoşlandığı şeye hemen sahip olabilen, sahip olduğu bir şeyi anında gözden çıkarabilme iradesine sahip, yarınını hiç mi hiç düşünmeyen, günlük yaşayan güzel, olgun ve de dolgun bir kadın. Fakat kapalı bir kutu kendileri. Geçmişine dair hiçbir şey anlatılmıyor. Evi var, arabası var, istediğini alabilecek kadar parası da var. Fakat bu değirmenin suyu nereden geliyor bilen yok. Bir ara mafya kılıklı biri ile karşılaşıp stüdyoda selamlaşıyorlar. O mafya reisi dostu mu? Aralarındaki ilişki nedir? Eski bir ilişki olduğunu anlıyoruz ama böyle bir kadını üniversite öğrencisi genç bir çocuğa bırakırlar mı? Yoksa Hayat Hanım, reisin gözünü mü korkutmuş?
Bir de Fazıl kardeşimizin yoksulluğa düşünce arkadaş çevresinden tamamen uzaklaştığından bahsediliyor. Hiçbir arkadaşının gözüne bu haliyle görünmek istemiyor. Fakat ne yaman bir çelişkidir ki, para karşılığında katıldığı kadın programında kameraların seyircileri yakın çekime almalarını bildiği halde tv'de arkadaşlarına görünmekten çekinmiyor!
Hayat Hanım, edebiyattan hiç hoşlanmayan bir tip fakat gece gündüz belgesel izliyor! İzlediği belgeselleri hafızasına öyle bir kazıyor ki, insan hayretler içinde kalıyor. Hayat hanımın Fazıl ile sürdürdüğü dostluğun bir ayağı izlediği belgeselleri anlatmak diğeri ise Fazıl'ın seks ihtiyacını gidermek!
Romanda olaylar genellikle birkaç mekânda geçiyor. Fazıl'ın konakladığı, her cins insanı misafir eden bir han, heykelli meyhane ve üniversite. Rusya'nın domates alımını durdurması ve devletin, çiftçinin zararını karşılamaması, Sıla'nın babasının fabrikasına çökmeleri dışında güncel olaylarda iktidar baskısına üstünkörü değiniliyor. Bir bakıyorsunuz üniversite öğrencileri iktidarı eleştiren pankart taşıdıkları için yaka paça polis tarafından göz altına alınmak isteniyor, sonra kahraman hocamız Nermin, polisin önüne çıkıp racon kesiyor ve görevimizi yapıyoruz diyen polislere benim görevim de çocukları korumak diyor. Polisler korkuyor, acaba Nermin Hoca'nın bir dayısı var mı diye. Bırakıp gidiyorlar. Ama Fazıl biliyor ki iki gün sonra gelip hocalarını göz altına alacaklar. Oradan geçiyor handa kalan şair lâkaplı muhalif gazeteciye, adam polis baskınında kendini bilmem kaçıncı kattan atıyor. Yetmedi, LGBT olayına parmak basmadan olmaz, handa kalan, 44 ayakkabı numaralı travesti Gülsüm'ü eli sopalı yobazlar darp edip kan revan içinde bırakıyorlar. Ve tabii ülkeden kaçış, ülkede gelecek görmeyen Sıla, kapağı yurt dışına atmakta buluyor çareyi. Stüdyoda tanışıp derin edebi sohbetler yaptığı delikanlı Fazıl'ı da götürmek istiyor yanında ama bizim Fazıl, fıstık gibi kızı bırakıp Hayat Hanım'ı tercih ediyor. Aşık mı oldu bu çocuk, yaşlı şuh kadına derken tam o esnada Hayat Hanım arazi oluyor. Bunun sebebi birlikte gördüğü Sıla'ya duyduğu kıskançlık mı yoksa bu beraberliğin sonunda delikanlının geleceğine ipotek koymasından dolayı duyduğu vicdan azabı mı, belirsiz. Sorgusuz sualsiz Fazıl'a tahsis ettiği arabasıyla Sıla'yı gezdirdiğini gören Hayat Hanım o kadar iyi bir insan ki, delikanlı Sıla'yla beraber yurt dışına gidebilsin diye 100.000 TL ateşliyor. Şimdi gel de işin içinden çık. Hayat Hanım, Fazıl'a aşık mı? Aşıksa Sıla'yla birlikte onu yurt dışına göndermesi hayatın doğal akışına uygun mu? Hoş, bu durum benim aşk tarifime uyuyor biraz. Fakat son kertede buharlaşıp yok olmasının sebebi ne peki?
Kısaca kurguyu zayıf buldum Hayat Hanım'da. Siyasi mesajların altı doldurulabilirdi. Konunun ele alınış tarzını basit bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca romanın üç karakteri, Fazıl, Hayat Hanım ve Sıla libidosu ne kadar yüksek varlıklar, bir an boş kalsalar hemen seks geliyor akıllarına.
Diğer taraftan Ahmet Altan'ın sosyal içerikli böyle bir roman yazmasını yadırgadım. Bir zamanlar Habertürk tv kanalında tartışma programlarını izlerdim. Altan, Nagehan Alçı'yla birlikte Fetö'ye övgüler düzüp iktidarın tutumuna alkış tutarlardı. Ergenekon, Balyoz gibi uydurma davalarda Ordunun Atatürkçü çizgiden saptırılıp tarikatların ocağı haline getirilmesinde büyük rol oynadılar. Büyük bir olasılıkla A.B.D yeşil kuşak projesi kapsamında fonlandığını düşünüyorum. Bu sebeple, şimdi kalkıp iktidarın şirketlere çökmesinden yakınmasını, adaletsiz uygulamaları dile getirmesini samimi bulmadığımı söylemeliyim. Başladığım gibi bitireyim Mrs. Kedi'nin Hayat Hanım'ı çok daha gerçekçi ve güzeldi.
İnsanın iç dünyasını ve anlam arayışını başarılı bir şekilde edebiyata aktaran Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881), Ruslar dışında herkesten nefret eden aşırı milliyetçi, muhafazakar bir Rus yazarıdır. Realizm akımının güçlü temsilcilerinden biri olan yazar, Ecinniler adıyla dilimize çevrilen kitabında, 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'da filizlenen ateizm, nihilizm* ve sosyalizm ideolojilerinin Rusya ve Rus insanı üzerindeki etkilerini ele alıp eleştirmekte. Dostoyevski'nin gerçek hayatta yaşadıklarının, karşılaştığı olayların ve kişilerin, Ecinniler romanında konu, olay ve karakterlere esin kaynağı olduğunu görüyoruz. Zamanın Rusya'sında, nihilist ve yasadışı Halkın İntikamı adlı gizli örgüt üyesi olan Nechayev'in, devrimci arkadaşları ile birlikte davalarına ihanet ettiği gerekçesiyle, 21 Kasım 1869'da, öğrenci Ivanov'u dövüp boğduktan sonra cesedini buz tutmuş bir gölün deliğine sakladığı, gerçekte yaşanmış bir olaydır. Dostoyevski, bu olaydan etkilenerek Ecinniler romanında, Nechayev'i, Pyotr Stepanoviç Verhovenski karakteriyle, Ivanov'u ise Ivan Şatov karakteriyle konu etmiştir. Diğer bir örnekte yazar, romanında yer alan Karmazinov karakteriyle, bir türlü anlaşamadığı ünlü nihilist Rus yazar Ivan Turgenyev'i işaret eder. Yazar, Karmazinov'u küçümseyerek, kendisinden birçok kentlinin saygı gösterdiği sözde büyük yazar olarak bahsetmektedir romanında. Bazılarına göre ise, Dostoyevski, Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" adlı eserine, Ecinniler romanıyla cevap vermiştir.
Rus edebiyatını severim. Bu nedenle Ecinniler romanına seveceğimden emin olarak başladım. Karakterlerin büyük kısmının üç isimli olması ve konuya biraz geç adapte olmamdan dolayı biraz zorlandığımı söyleyebilirim. Ne var ki yazarın karakter tahlilleri ve anlatım tarzına diyecek yoktu. Sonraları karakterleri tanımaya başladığımda olayların akışına kendimi kaptırdım. Dostoyevski, Sibirya sürgününden sonra kaleme aldığı bu ilk kitabında Rus toplumundaki dönüşümü, sınıfsal farklılıkları, toplumun Batı'dan, özellikle Fransız kültür ve ideolojilerinden etkilenmelerini, Çarlık Rusya'sı ile ona başkaldıran devrimciler arasında süregelen muhafazakarlık ve din temelli ayrışmaları ustaca kaleme almış. Özellikle ikinci cildi çok daha heyecanla okudum.
"Siz halkı hiç umursamadığınız gibi onu küçük de gördünüz, iğrendiniz halktan. Halk deyince anladığınız Fransız halkıydı çünkü, onun da yalnızca Paris'te yaşayanları; Rus halkı da onlar gibi olmadığı için utandınız. Gerçeğin ta kendisidir bu! Halkı olmayanın Tanrı'sı da yoktur oysa! İnanın bana, halkını anlamayan, halkıyla ilişkilerini kesen biri yavaş yavaş anayurduna inancını da yitirir ve sonunda ya ateist ya da boş vermişin teki olur çıkar. Gerçeği kanıtlanmış bir olgudur bu!"
Benim açımdan romanın en öğretici yanı Sosyalizm ve Ateizm ideolojilerinin Çarlık Rusya'sına Avrupa'dan sirayet etmesiydi. İtiraf edeyim ki, ben bu ideolojilerin esasen Rusya'da doğduğunu düşünüyordum. Roman'da olaylar belli bir eğitim seviyesine sahip, en az bir yabancı dil bilen, entelektüel bir çevrede geçiyor. Karakterlerin hemen hepsi orta halli ya da varlıklı kişiler. Bazıları zaman içinde ekonomik çöküş yaşadıkları için sıkıntıya düşseler de aynı çevrenin içindeler. Sık sık bir araya gelip fikir tartışmaları yapıyor, dans partilerine katılıyorlar. Yazar ilk olarak üniversitelerde ders veren Stepan Trofimoviç Verhovenski ile eski bir generalin nüfuzlu dul karısı Varvara Petrovna Stavrogina arasında yirmi yıl sürecek garip bir ilişkiyle başlıyor kitabına. Bir sonraki aşamada Varvara Petrovna'nın oğlu Pyotr Stepanoviç Verhovenski ile Stepan Trofimoviç'in oğlu ve romanın ana karakteri Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin çıkıyor sahneye. Nikolay Vsevolodoviç, çelişkiler, bunalımlar ve vicdan azabı içinde bir kişi. Pyotr Stepanoviç ise, Rus devrimine gönülden bağlı, Avrupa'dan gelen emirleri harfiyen uygulayan, gözünü daldan, budaktan esirgemeyen, ütopik bir hayalin peşinde biri. Yan karakterlerde son derece güçlü; İvan Şatov, kendisini kanatları altına alan Varvara Petrovna'nın eski serflerinden birinin oğlu. Dostoyevski kendine has düşüncelerini aktarma fırsatını buluyor bu karakter üzerinden. Aleksey Niliç Kirilov, ateizmle inanç arasında gidip gelen, iyi yürekli, yardımsever ve dürüst bir genç, Şatov'un yakın arkadaşı bir üniversite öğrencisi. Yazarın intihar düşüncesini ele aldığı bu karakter, intiharı, korkuyu öldürerek özgür kalmak ve nihayetinde Tanrı olmak fikrine dayandırmakta. Kirilov bir yerde şunu söylemektedir:
"En büyük özgürlüğü isteyen herkes, kendi kendini öldürmek zorundadır... Bundan öte özgürlük yoktur... Kendini öldürebilen kişi Tanrı'dır."
Romanda ele alınan inanç ve felsefe konuları epey ilgimi çekti. Yer yer dönemin yazarlarına filozoflarına atıfta bulunulurken bazen İncil'den yapılan alıntılarla Rus toplumundaki huzursuzluğun temel kaynağını inancın zayıflamasına bağlanıyor.
"Yakınlarda, 2.000 kadar domuzdan oluşan bir sürü otluyordu. Yasaya göre domuz kirli sayılan bir hayvandı, bu yüzden Yahudiler domuz besleyemezdi. Cinler şöyle dedi: "Bizi şu domuzlara gönder de onların içine girelim." İsa izin verdi, cinler de 2.000 domuzun içine girdi. Domuzların hepsi çılgınca kaçışarak uçurumdan atladı ve gölde boğuldu." (İncil - Markos 5:12)
Önceleri tanrıtanımaz olmasına rağmen nihilizm ve ateizm gibi akımların karşısında olan Stepan Trofimoviç Verhovenski, Rus halkının bire bir bu durumda olduğunu söyleyen ve vatandaşların beyinlerine giren yabancı ideolojileri, cinlerin domuzların içine girmesine benzetiyor.
"Biliyor musunuz, burada sanki bizim Rusya'mız anlatılıyor! Hasta adamdan çıkıp, domuzların içine giren şu cinler... Ve büyük Rusya'mız, aziz, sevimli Rusya'mız, hasta Rusya'mız... Ve yüzyıllar boyu onda biriken irin, cerahat, kokuşmuş yaralar, büyüklü küçüklü her türden cin, şeytan... Ama yüce bir düşünce, yüce bir irade, cin tutmuş adamı nasıl sağalttıysa Rusya'yı da sağaltacak ve yüzeyi tutmuş görünen bütün o cinler, irin, pislik, adilik, Rusya'nın içinden çıkıp domuzların içine girmeyi kendiliğinden isteyecektir. Belki de çoktan girdiler bile! Biziz bunlar."
Esasen romanın adıyla özdeşleşen konu da bu öyküden kaynaklanıyor. Diğer taraftan karakterlerin birbirleriyle ilginç diyaloglarına da şahit oluyoruz. Onlardan bir tanesi Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin ile Aleksey Niliç Kirilov arasında geçmekte.
"Stavrogin: Apokalips'te** melek, artık zaman diye bir şeyin olmayacağını söyler.
Kirilov: Doğru, yerinde bir saptama. Tüm insanlık mutluluğa kavuştuğunda zaman artık olmayacak, çünkü gerekmeyecek. Çok yerinde bir düşünce.
Stavrogin: Zamanı nereye saklayacaklar peki?
Kirilov: Hiçbir yere, nesne değil ki zaman, bir düşünce, zihinde yok olup gidecek."
Romanın çevirisini başarılı buldum. İkinci çevirmen, Engin Özden hakkında pek bilgiye rastlamadım, muhtemelen yayınevi sahibidir kendisi, benim de ismin çıksın diye rica etmiş olmalı. Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu İsmail Yerguz ise en az 150 kitap kazandırmış dilimize. Rusça bildiğini sanmıyorum. Ecinni romanını sanırım Fransızcasından çevirmiştir. Bir de şu meşhur roman karakterimiz Stepan Trofimoviç Verhovenski, tam bir Fransızca hayranı, bütün diyaloglarında Rusçadan fazla Fransızca anlatıyor meramını. İşin ilginci çevresindeki insanlar da bu dili gayet iyi biliyorlar ve onun ne dediğini anlıyorlar.
Dostoyevski'nin Ecinniler romanı gelmiş geçmiş en iyi siyasi roman olarak biliniyor. Bunun sebebi konunun bugün bile güncelliğini koruması. Sözgelimi ülkemizde cumhuriyetçilerle Osmanlıcılar arasında bitmeyen ideolojik kavganın bir benzerini Ecinniler'de görüyoruz. Bugün Abdülhamit hayranlarının, beyinleri Atatürkçü fikirlerle dolmuş cumhuriyet tutkunlarını, içlerine cin girmiş domuz gibi gördüklerini düşünüyorum. Muhafazakar ve dindar bir yazar olarak Dostoyevski, devrimci mücadeleyi devlete karşı bir eylem olarak görmekte. Dönemin yöneticileri, ilk baskıya verildiğinde kitabın içindeki bir bölümün çıkartılmasını istemiş, daha sonraki basımlarda bu bölümün gerçek yeri belli olmadığı için kitabın sonuna eklenmiştir.
Ecinniler'i okurken ilk başlarda zorlanmış olsam da biraz vaktimi alan fakat çok şey öğrendiğim, aynı zamanda okurken de büyük zevk aldığım bir kitap oldu. Şu an edindiğim bilgilerle kitabı baştan bir kez daha okumak hissi var içimde. Özellikle klasik Rus edebiyatı severlere şiddetle tavsiye edebileceğim bir eser.
* Nihilizm: Kelime anlamı hiççiliktir. Bu görüşü savunan kişilere nihilist denir. Nihilistler, ahlâk, erdem, sorumluluk gibi tüm toplumsal değerleri reddederler. Onlara göre insanın var olması tamamen tesadüfidir ve herhangi bir dayanağı yoktur.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri bu hafta 3. yılını doldurmuş bulunuyor. Söz konusu etkinliği başlatan, Edischar ve Taha Akkurt başta olmak üzere organizasyon liderliğini başarıyla sürdüren sevgili DeepTone'a, tartışmalara soruları ve yorumlarıyla destek veren tüm blog dostlarına teşekkürlerimi sunuyorum. Haftanın konusu benden geliyor:
Bu kez güncel bir olaydan yola çıkıp sorumu soracağım. Erzincan İliç'teki altın madeni işletmesinde patlayan bir borudan çevreye siyanür sızdığı ve bu nedenle Çevre Bakanlığınca ilgili kuruluşa en üst sınırdan ceza kesildiği, ardından da olayla ilgili adli soruşturma başlatıldığı, haberlere konu oldu. Haberin ilginç yanı şu; çevreye büyük zarar veren şirket faaliyetlerine karşı eylem yapan Bergama köylülerinin aksine burada şirkete en büyük desteğin tesise yakın bölgede yaşayan köylülerden gelmesi! Erzincan, İliç ilçesine bağlı Çöpler Köyünün hazin bir öyküsü var. Yıllar önce köyleri Keban Baraj gölünün suları altında kaldığı için aşiret mensuplarına devlet tarafından Çöpler Köyünde arazi ve yerleşim hakkı verilmiş. Taşındıkları arazide, altın madeni yataklarının bulunması üzerine aynı aşiret mensupları aileleriyle birlikte ikinci kez yerlerinden olmuşlar. Şirket tarafından arazilerine büyük paralar ödenip ailelerine dubleks evler verilmesinin yanı sıra tesiste yüksek ücretlerle kendilerine iş bulan köylüler, şirketin hiçbir taşeronluk işini dışarıdan birilerine kaptırmamış ve bu yoldan büyük bir rant elde etmişler. Bilim insanları siyanürle kirlenmenin sadece köye değil nehir yatakları vasıtasıyla çok daha geniş bölgelere, Basra Körfezine bile ulaşabileceğinden, hatta bütün dünyayı zehirleme olasılığından bahsediyorlar. Daha önce hayvancılıkla uğraşıp kıt kanaat geçimini sağlayan köylüler şirketin sağladığı imkânlarla ihya olmuş durumda. Bu yüzden soruna dikkat çekmeye çalışan çevre örgütlerini tesise yaklaştırmıyorlar.
"Çevreyi kirleten, doğayı tahrip eden ve canlıların yaşamını tehlikeye sokan işletmelerin faaliyetleri hakkında ne düşünüyorsunuz?"
"İnsanlar yaşadıkları çevreden sorumludurlar. Tüm canlıların yaşam alanı olan çevrenin temiz tutulması, fauna ve floranın korunması, işletmelerin çevre bilincini geliştirmeleri için her türlü tedbiri almaları, hükümetlerin de bu konuda gerekli yasaları çıkarıp, denetleme görevini yerine getirmeleri gerekir." diyerek işin içinden sıyrılmak ve çevre konusunda ucuz hamaset yapmak bence doğru değil. Bu yüzden sizlere çevrenin öneminden bahsederek görev ve sorumlulukları vatandaşa, kurum ve kuruluşlara ve devlete pay etmeyeceğim. Alman filozofu Goethe'nin (1749-1832), "Herkes kendi kapısının önünü süpürse dünya tertemiz bir yer olur." söyleminin özellikle ülkemiz için pek de geçerli olmadığını ve çözüm eylemini bireyselliğin dışına almak istiyorum.
Sanayileşmeyle birlikte en önemli küresel sorunlarından biri haline gelen çevre tahribi, insan aktivitelerinin biyolojik ve fiziksel çevre üzerindeki zararlı etkilerinin sonucunda ormanların yok edilmesi, su kaynaklarının yitirilmesi, denizlerin, hava ve toprağın kirletilmesi şeklinde kendini gösterir.
Geçenlerde izlediğim bir youtube kanalında bana hayli ilginç gelen sorulara gençler içtenlikle cevap veriyorlardı. O sorulardan bir tanesi, "Size bir milyon dolar verilecek ve bunun karşılığında dünyanın herhangi bir yerinde, hiç görmediğiniz, bilmediğiniz, tanımadığınız bir insan öldürülecek." Gençlerin neredeyse tamamı teklifi kabul edebileceklerini söylediler. Öyle ki, içlerinden bazıları dünyada nasıl olsa birileri ölüyor diyerek böyle bir teklife çok daha uygun bedelle rıza gösterebileceklerini ifade ettiler. İkinci aşamada soru biraz değişti. "Eğer öldürülecek kişi tanıdığınız bir kişi olsaydı, kararınız nasıl olurdu?" Bu soru karşısında ilk tepkileri görülmeye değerdi. Bir an ne yapacaklarını bilemediler ama biraz düşününce hepsi teklifi reddetti. Gençlerin aynı eyleme, farklı şartlar altında vermiş olduğu samimi tepkiler insan doğasını ne güzel açıklıyor!
İnsan bencil bir varlık, bunu değişmez bir gerçek olarak kabul etmemiz gerekir. Bazı insanlar verdikleri kararın neye mal olacağından bile habersizdirler. Eğer kendine fiziksel ve ruhsal açıdan zararı yoksa küçük bir çıkar uğruna yapamayacağı şey yoktur. İşte tam bu noktada "vicdan" dediğimiz önemli bir özelliğimiz devreye girer. "Vicdan" istisnai durumlar dışında insanlar arasında maddi değeri olan bir varlıktır. Öyle ki, kendisine fiziksel ve ruhsal zarar vermesi halinde bile çıkar uğruna bazı insanlar "vicdan" larını satabilir. Sözgelimi tetikçiler bu sınıfa girer. "Vicdan" işin büyüklüğüne, kişinin ihtiyaç durumuna, sosyal statüsüne, karakter yapısına bağlı olarak satılabilen bir değerdir. Tapu memuru 100 TL karşılığında, devletin bakanı 100.000 TL'ye satar devleti. Bu bedel aynı zamanda kişinin "vicdan" ın bedelidir. Herkesin, her işin bir bedeli vardır. Çok istisnai durumlarda "vicdan" bedeline paha biçilemez. Paha biçilmez "vicdan" sahipleri erdemli insan olma özelliğine ulaşmış kişilerdir ve genel olarak bu tür insanları karar verici mercilere getirmez toplum.
Devletin vicdanı olmaz, olamaz. Devleti yöneten kişiler vicdani sorumluluklarını yerine getirmedikleri ölçüde çevre sorunlarını ve ülkenin diğer sorunlarını çözemezler. En sağlam yasalar çıkarılsa dahi çevreyi korumak mümkün değildir. Gerekli yasaları düzenlemek, işletmeleri proje aşamasında ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporlarıyla ve uygulama aşamasında sıkı denetimleriyle kontrol altında tutmak devletin asli görevidir. Bunun dışında, çevrenin korunmasına yönelik bireysel eylemlerin, soruna çözüm getireceğine asla inanmıyorum.
Bu bağlamda Erzincan'daki altın işletmesi örneğinde, gerek şirket sahipleri ve yöneticilerinin, gerekse çıkar karşılığı çevreye zarar vermesine göz yuman köylülerin yukarıda açıklamaya çalıştığım insani "vicdan" özelliklerinden medet ummanın boşuna bir çaba olduğunu düşünüyorum. Bu konuda kimin haklı olduğu, kimin doğruyu söylediği anlamsız bir tartışmadır. Şirket gerekli önlemleri aldığını iddia edecek, yoksul köylü çaresizliğinden dem vuracak, çevreciler sonuç getirmeyen bir mücadelenin içinde yer alacaklar. Sonuçta birçok işletme çevreye zarar vermeye devam edecek, sorun asla çözülmeyecektir. Bu konuda tek çözüm devletin liyakatli kadroları iş başına getirmesidir. Aksi takdirde çıkar uğruna ormanlarımız yanacak, havayı, suyu ve toprağı kirletmeye devam edeceğiz.