İstanbul, sıcak yaz akşamlarından birini yaşıyordu. Interocean Denizcilik İşletmelerinin Odesa limanı çıkışlı dev yolcu gemisi, RMS Mauretania, iki binden fazla yolcu ve yaklaşık sekiz yüz mürettebatıyla şehre veda ederken boğazı titreten ikaz düdüğünü çaldı. Rıhtımda kızlarını uğurlamak üzere toplanan gözü yaşlı anneler, kulakları çınlatan sesi duyunca ayrılığın acısını yüreklerinde hissettiler. Yolcuların büyük bir kısmı üçüncü sınıfta seyahat eden kadın, çocuk ve genç kızlardan oluşuyordu. Gemiye alınır alınmaz ellerinde çantaları, birkaç parça giysi ve özel eşyalarını koydukları bohçalarıyla beraber borda boyunca dizili filikaların altındaki demir korkuluklara koşmuştu hepsi. Geçmiş günlerin hayaliyle kederlenen kalabalık, kendilerinden gittikçe uzaklaşan sahil şeridine boş gözlerle bakıyordu.
Aynı kaderi paylaşmasına rağmen Gümülcineli güzel Hareklia'nın durumu, biraz farklıydı diğerlerinden. Babasına boyun eğerek çıkmak zorunda kaldığı bu yolculuğu bir türlü içine sindiremiyor, aşkına ihanet etmesinden dolayı kendini suçlu hissediyordu. Gemiye adım attığından beri kucağından düşürmediği udu dışında yanına yaklaştırmıyordu kimseyi. Tamamen içine kapanmıştı, asker sevgilisi Antonis'ten başka bir şey yoktu aklında. O gün evi terk edip kaçarken, peşinden "Haro, Haro" diye seslenişi babasının, kulaklarında çınlıyordu hâlâ. Beş dakika önce çıksaydı, belki de sevdiğinin yanında olacaktı şimdi. Bir yolunu bulup kavuşmalıydı Antonis'ine. Ama bundan sonra nasıl? Söz verdiği gibi Semadirek Adasında ölene kadar bekler miydi onu? Nasıl haber uçurabilirdi kendisine, nasıl anlatabilirdi çaresizliğini? Onu bırakıp uzaklara gittiğine inanır mıydı hiç?
Mürettebat, yan güvertede toplanan kalabalığı merdivenlerden aşağı, üçüncü sınıf yolcular için ayrılan alt kattaki bölüme yönlendirdi. Yemek saati gelmişti. Kantin olarak ayrılan kısımda kuyruğa girip tepsilerini dolduran yolcular, görevliye uzattıkları emaye kupalarına çay koydurduktan sonra uzun masalarda kendilerine uygun birer yer arıyorlardı. Aynı dili konuşanlar birbirini buluyor, hemen sıcak bir dostluk başlıyordu aralarında. Yemeğe başlamadan önce hep birlikte ayağa kalktılar, haç çıkartıp Tanrı'larına dua ettiler. Bulundukları yerde ortalık pislikten geçilmiyordu, havasızlık nedeniyle yemek kokularının ter kokularına karıştığı ortamdan rahatsız olanlar, yemeklerini tamamlayamadan nefes alabilecekleri açık alanlara kaçtılar.
Niki, gemiyi beklerken birkaç arkadaş bulmuştu kendine. Ertesi gün yemeklerini bitirip çaylarını içerlerken aralarında koyu bir sohbete dalan kızlar, göğüslerinde sakladıkları fotoğrafları yanındakilere gösterip meraklı gözlerle arkadaşlarının tepkisini ölçüyorlardı. "Ooo, seninki de pek yakışıklıymış, ne iş yapıyor?" "Otomobil fabrikasında işçiymiş." "Çok sevindim, benimkisi de demiryollarında ray döşüyor." "Bakın bu da benimkisi, çocukları çok seviyormuş, bir sürü çocuğumuz olmasını istiyor." Bu samimi ortamda şen şakrak gülüşmeler devam ederken masaların arasında dolaşan Haro'nun sesi duyuldu.
"Gümülcine'den, Batı Trakya'dan gelen var mı aranızda?" Yalnızlığa daha fazla dayanamamıştı, zavallı Haro. Teker teker dolaştığı masalardan beklediği cevabı bir türlü alamıyordu. "Hayır," diyordu bazıları kendi dilinde. "Biz Rusya'dan geliyoruz." Bazıları İngilizce cevap veriyordu. Yolcuların büyük bölümü Rus olduğu için etrafında konuşacak kimse bulamıyor ve bu durum onu iyice yalnızlığa itiyordu.
Küçük kız Olga, yemeğini yedikten sonra valiziyle yatakhaneye doğru giderken ambara alınan eşyaları fişlemekle meşgul bir denizciyle göz göze geldi. Gördüğü kişi, sandala binmesine yardımcı olan bahriyeli gençten başkası değildi. Delikanlı, hemen işini bırakıp Olga'nın elindeki valizi aldı. Birbiriyle bakışmakla yetindiler yine. Mürettebatın yolcularla özel ilişkiye girmesi başlarına belâ açabilirdi. Küçük Olga'ya gelince; yaşadığı bu güzel duyguyla ilk kez karşılaştığı için nasıl davranacağını bilmiyordu.
Yatakhane, sıkış tepiş çift katlı yatakların sıralandığı, tavandaki floresan lambalarla aydınlanan, havasız, basık, geniş bir salondan ibaretti. Yolcuların hepsi bir arada soyunup dökündüler, giysilerini koyacak bir dolap bile bulamadıklarından çelik ranza demirleri işporta pazarına dönmüştü. Haro, kendine bir yoldaş bulamamıştı hâlâ. Ranzaların arasındaki dar koridorlarda "Aranızda dilimi konuşan biri var mı?" diye bağırarak dolaşıyordu. Nihayet beklediği karşılık geldi.
"Hey sen, buraya gel." Haro, gelen sese döndü. Şükürler olsun ki, dilinden anlayan biri çıkmıştı sonunda. Niki, sıcak bir gülümsemeyle elini kaldırdı. "Buradayız, hadi gel." Birkaç arkadaşıyla birlikte bohçalarının üstüne oturan Niki, kızlardan birinin gösterdiği gergefteki nakış işini inceliyordu. Haro, ürkek adımlarla yaklaştı yanlarına. Niki, gergefi bırakıp bohçalardan birini Haro'nun önüne attı. "Gel hadi çekinme, otur şuraya. Bize katılabilirsin."
Haro, sırtındaki udu önüne alıp yan tarafa bıraktı ve ürkek hareketlerle kendisine uzatılan bohçanın üstüne çöktü. Kızlardan biri kumaş kılıfın içindekini merak ediyordu.
"Nedir o sırtında taşıdığın şey?"
"Büyükbabamın udu." dedi gururla Haro. "Çalmasını da o öğretmişti bana."
Niki ve kızların önlerindeki el işleri dikkatini çekmişti Haro'nun. Niki'ye sordu.
"Terzi misiniz?"
"Evet," dedi Niki, "Ben terziyim." Makası almak için dikiş kutusuna uzandı. Çantanın içindekiler Haro'nun ilgisini çekmişti. Bunu fark eden Niki, memnuniyetle anlatmaya başladı. "Bunlar, defne yaprağı ve sarımsak. Yemeklerde defne yaprağı ve sarımsağı pek severmiş damat bey!" Arkadaşları Niki'ye bakıp kıkırdadı. Niki, istifini bozmadan devam etti. "Amerikan sarımsağının kokmadığından şikayetçi."
Haro, kutuda gördüğü bir fotoğrafı eline alıp dikkatle incelemeye başladı. Takım elbise içinde, orta yaşlarda, kravatlı, bıyıklı, kumral biriydi. Yaşını göstermiyordu, hâlâ yakışıklı sayılabilirdi. Kara kaşlı, kara gözlüydü, düzgün birine benziyordu. Niki, Haro'nun bir fotoğrafa bir de kendisine baktığını görünce açıklamak zorunda kaldı. "Bu onun fotoğrafı, Prothomos'un," dedi. "Amerika'nın Şikago kentinde terzilik yapıyor. Hem erkeklere hem de kadınlara elbise dikecek artık. Kendisine karılık edecek birini istedi, herhangi birini... Yani kim olursa, önemi yok, yeter ki başında dırdır etmesin istiyor..." Niki'nin bu sözleri gemiye bindiğinden beri ilk kez gülümsetti Haro'yu. Niki, kaderine razı bir şekilde boynunu büktü. "Ne yapabilirim? Arkamda bıraktığım dört kadın bana güveniyor." dedi. Haro, girdi söze. "Aşağı yukarı aynı durumdayız, benim de elime bakan dört erkek var." Kader ortağı iki genç kız ısınmışlardı birbirlerine. Niki içten bir gülümsemeyle tanıttı kendini.
"Benim adım Niki," dedi. "Yanımdaki bu altı kız... Hepimiz aynı adada doğduk." Teker teker isimlerini saymaya başladı. "Angeliki, Lemonia,..." Diğer kızlar kendi adlarını söyleyerek sırayla tanıttılar kendilerini. "Katerina", "Margarita", "Antigone", "Maria". Niki, neşeyle bağırdı. " Yaşasın! Limni, Şikago'yu fethedecek." Kızlar hep birlikte kahkahaya boğulurken onların bu neşeli hali Haro'yu hayli şaşırtmıştı. Aklına Antonis gelince birden durgunlaşarak kendinden söz etmeye başladı.
"Adım Haro, Batı Trakya'dan geliyorum. Orada, kendi pastanemizde tatlı ve kurabiye yapıyordum. Depremde dükkânımız yıkıldı. Pastacı bir gençle evlenmek için Kanada'ya gideceğim." Niki, heyecanlanarak açtı gözlerini. "Pastacı mı? Aaa, sakın Limni'den göçmüş olmasın? İnanmıyorum, evleneceğin o pastacı Limnili mi yoksa?" Haro, soğukkanlı bir şekilde başını sağa sola salladı. "Hayır hayır, değil." dedi.
Lombozlardan süzülen güneş ışığının aydınlattığı loş alanlarda ortak kadere sahip yolcular kısa zamanda birbirleriyle kaynaşıp ortama ayak uydurmuş görünüyordu. Yeni bir hayata başlamanın heyecanıyla pek çok olumsuzluğu görmezden gelirken havasız ortama, ayaklarına dolaşan fare ölülerine ve ortak tuvaletlerden yayılan pis kokulara alışmışlardı kısa zamanda. İstedikleri tek şey bulaşıcı bir hastalığa yakalanmadan karaya çıkabilmekti. Zira acentenin kendilerine verdiği bilgiye göre Amerika, bulaşıcı hastalığı olan yolcuları ülkesine kabul etmiyor, geri gönderiyordu.
***
Üçüncü mevki yolcularının ranzalarına çekildiği saatlerde, hayat yeniden başlıyordu bazıları için. Şık tuvaletleri, göz alıcı takıları ve usta kuaförlerin elinden çıkmış modaya uygun saç kesimleriyle ilgileri üzerinde toplayan genç kızlar, ellerinde şampanya kadehleri olduğu halde korkuluklara yaslanmış denizi seyrederken, birbirleriyle şakalaşıyor, kahkaha sesleri ayyuka çıkıyordu. Seçkin birinci sınıf yolcularına kusursuz hizmet verebilmek için özel kıyafetli garsonlar seferber olmuştu. Yolcular arasında tamamı takım elbiseli ve kravatlı beyefendiler, kırmızı fesli tüccarlar, ellerinde pipolarıyla sanatçılar, Rusya'daki devrimden kaçıp İstanbul'a sığınan varlıklı aileler dikkat çekiyordu. Çoğunluğu değişik milletten erkeklerin oluşturduğu davetliler grubunda yüksek sosyeteye mensup, macera peşinde koşan şık giyimli kadınlar da vardı. Bu kadınların tek arzusu, gözlerine kestirdikleri kariyer sahibi, zengin bir erkeğin kendilerini dansa kaldırmasıydı. Işıl ışıl aydınlatılan güvertenin bir köşesindeki orkestradan yükselen renkli bir vals müziği geceyi tamamlıyordu. Ortadaki dairesel dans pisti davetlileri bekliyordu. Gemi mürettebatından kıdemli bir denizci, genç kızların yanına gelip seslendi. "Hey, kızlar! Haydi, dansa." Kolsuz açık mavi bir tuvalet giyen, beyaz tenli, koyu siyah saçlı güzel bir kızın elinden tutup peşinden sürükleyen denizci, piste doğru ilerledi. Diğer kızlar sıra halinde onu takip ettiler.
Beyaz gömleğinin üzerine papyon kravat takmış, bıyıklı, orta yaşlı bir saray memuru, halinden son derece hoşnut bir şekilde, kızıl saçlı, zarif, beyaz tenli, genç bir kadını belinden kavramış dans ederken, fesinin tepesindeki siyah püskül bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Biraz ötede yolcuların arasında volta atmakta olan Birinci Kaptan, Amerikalı muhabir Norman'ın el falına bakan kadını görür görmez yanına gitti. Sırmalı denizci elbisesi, kırlaşmış sakalıyla oldukça havalı görünüyordu kaptan. Emine Bacı'yla kadeh tokuşturup gülümsedi.
"Şerefe! Güzel bir parti değil mi? Sanırım herkesin keyfi yerinde." O esnada yanlarına az önce saray memuru ile dans etmekte olan kızıl saçlı kadın geldi. Emine ile öpüşerek selâmlaştılar. Kaptan, "Ooo, Maria'yla tanışıyorsunuz demek!" deyip memnuniyetini gösterdi. Keman ve akordeonun kıvrak nağmeleri eşliğinde olanca canlılığıyla devam ediyordu parti. Çeşitli mezeler, deniz ürünlerinden aperatifler, tatlılar ve kurabiyelerle donatılan açık büfeden arzu ettikleri yiyeceklerin tadına bakan konukların keyiflerine diyecek yoktu.
Geceye uygun açık renk, şık bir elbiseyle katılan gazeteci Norman, tenha bir köşede derin düşüncelere dalmış, sigarasını tüttürüyordu. Yanına gelenleri son anda fark etti. Kaptan, Emine Bacı'yla birlikte genç adamı hararetle selâmladı. "Mr. Harris, sevgili dostum Emine, bana sizin mükemmel bir savaş fotoğrafçısı olduğunuzdan bahsetti." Emine, gururla gülümsedi. Kaptan sözlerine devam etti. "Affınıza sığınarak sizden bir şey rica edeceğim. Doğduğum adanın, Mykonos'un yerel bir gazetesi için portre fotoğrafımı çekmenizi istiyorum. Geminin fotoğrafçısı, şişko Yorgo bu işten hiç anlamıyor. Ne zaman fotoğrafımı çekse gözlerim kapalı çıkıyor." Kaptanın bu şekilde yakınması, Emine ve Norman'ı gülümsetti. Norman bir süre düşündükten sonra içini çekti. "Üzgünüm Kaptan, ne yazık ki fotoğrafçılık günlerim artık geride kaldı."
O sırada acente müdürü Karabulat hemen arkalarına yanaşmış, sessizce konuşmaları dinliyordu. Kaptan arzu ettiği cevabı alamayınca Emine'yle birlikte Norman'ın yanından ayrılmıştı. Norman, can sıkıntısıyla üçüncü sınıf yolcuların açık havada rahat nefes aldıkları alt güverteyi gören bir yerde demir korkuluklara doğru ilerledi. Karabulat, genç adamın peşine takıldı. Bu gece, diğer bütün davetliler gibi o da oldukça şık görünüyordu, siyah takım elbise giymiş, boynuna siyah bir papyon takmıştı. Kederli bir halde sigara üstüne sigara içen Norman'ın arkasından yaklaştı.
"Anladığıma göre," dedi. "Savaş, size ilham veren tek şey!" Norman, beklemediği bir anda karşısına çıkan adamı dikkatle süzdü. Karabulut konuşmasına devam etti. "Demek oluyor ki, erkeksi şeyler hoşunuza gidiyor..." Norman, "Hayır," dedi. "Savaş bana ilham vermiyor." Bir yandan alt güvertede sıcaktan ve havasızlıktan bunalarak kendilerini sere serpe dışarı atmış üçüncü sınıf yolcularını izliyordu Norman. Birden dikkat kesildi. O gün peşinden koştuğu, ancak rıhtımdaki kalabalığın arasında gözden yitirdiği, bekleme salonunda garsonla tartışırken ilgisini çeken kız yine karşısındaydı işte. Birden heyecanlandı. Bir ara başını yukarı kaldıran Niki de, uzun uzun kendisini seyreden Norman'ı fark etmiş, kısa bir süre göz göze gelmişlerdi.
Karabulat, cebinden bir deste fotoğraf çıkarıp Norman'a gösterdi. Bunlar açık saçık kadın fotoğraflarıydı. Genç gazetecinin ilgisini çekmeye çalışıyordu. Kaşlarını aşağı yukarı hareket ettirip gevrek gevrek güldü. "Heh heh he, şunlara bir bak, ne kadar tatlılar değil mi?" Norman, gülümseyerek cevap verdi. "Şimdiye kadar onlarla ilgilenecek zamanım olmadı bayım." Acar acente müdürü elini uzatarak kendini tanıttı. "Karabulat!" İsim, Amerikalı gazeteciye yabancı gelince gülerek teker teker heceledi adını. "Ka-ra-bu-lat."
Ortak konu bulmak için elinden geleni yapıyor, yakın göz temasıyla karşısındaki kişiyi etkisi altına almaya çabalıyordu Karabulat. "Gürcü'yüm. Memleketim çok güzeldir. İnanılmaz bir doğası var. Fırsat bulursan orada bol bol fotoğraf çekmelisin." Karabulat, istediği muhabbet ortamını yakaladığına gazeteciyi tava getirdiğine inanmaya başlamıştı.
"Odesa limanında faaliyet gösteren bir göçmen acentesi işletiyorum. Gemide şu anda hepsi Rus uyruklu yetmişten fazla yolcum var. Limanda benimle aynı işi yapan diğer dört acentenin temsilcisi sıfatıyla, hepsi kadın ve çocuklardan oluşan beş yüze yakın yolcunun sorumluluğu benim sırtımda." Norman, şaşkınlığını gizleyemedi, gülümseyerek karşılık verdi.
"Tebrikler. Ben sizi erotik fotoğraf pazarlayan biri sanmıştım." Karabulat, gazetecinin verdiği cevabı yadırgamıştı, gülerek tepkisini gösterdi.
"Erotik fotoğrafların nesi varmış? Egzotik şark güzelleri. Gökten inmiş melekler..." Şehvetle dudaklarını büzdü. "Mmm, müthiş çekiciler.." Konu Norman'ı ilgisini çekmese de fazla belli etmedi.
"Evet, sanırım öyledirler." Beklediği tepkiyi alamayan Karabulat, "Yanlış anlamayın, hiçbiri pornografik değil bunların. Bu bir sanat." dedi. Norman, uzatmak istemiyordu.
"Tabii, elbette, sizi anlıyorum."
Karabulat son sözlerini söyledi. "Pekâlâ, bu tür fotoğraflar ilginizi çeker, görmek isterseniz, 57 numaralı kamarada kalıyorum." Norman elini uzattı. "Tamam," dedi. "Teşekkür ederim. Tanıştığımıza memnun oldum." Aradığını bulamayan Karabulat buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Ben de memnun oldum. Teşekkürler." Adamın ayrılmasıyla beraber sigarasından derin bir nefes daha çekti Norman. Korkuluktan aşağı, alt güverteye doğru baktı yeniden. Niki hâlâ oradaydı. Genç kızı uzun bir süre izledi. RMS Mauretania Akdeniz sularını yara yara hedefine doğru ilerliyordu.
Müthişsiniz... önceki bölümleri okumuştum ama baştan aldım, çok akıcı ve sadece dört bölümdeyken onca karakterle okuru tanıştırmak, ve onca farklı noktaya götürmek ve geleceği merak ettirmek, dönemin siyasal olaylarını ıskalamamak fazlasıyla usta işi... Ve bu romanlar kesinlikle blogla sınırlı kalmamalı! Bir de sonradan keşfedip de baştan okumaya başlayacaklar için -kolaylık olması açısından- her bölümün altına bir sonrakinin linkini ekleseniz nasıl olur acaba:)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim. Özellikle sizden bu sözleri duymak beni inanılmaz derecede gururlandırdı. Bununla birlikte dediklerinizi nazik bir iltifat kabul edip önümde gidilecek hayli uzun bir yol olduğunu düşünüyorum. Konu hayli ilginç. Gerçeğe yakın göç hikayeleri her zaman ilgimi çekmiştir. Blogla sınırlamak istemediğim ve yapmadığım takdirde içimde ukde kalacak "Anadolu Hayaletleri" roman çevirim var.
SilLink konusunda haklısınız. Daha önce de bölümler halinde yayınladığım roman ve çevirilerimde bunu yapmıştım. En kısa zamanda eklerim. İlginize binlerce teşekkür:)
Mr. Kaplan, tüm karakterleri bir bir sahneye sürüşünüz, bir birleri ile tanıştırmanız... "Kader ağlarını örüyor" hissini çok doğal bir şekilde yaratıyorsunuz :) Hayranlık duymamak mümkün değil. Kaleminize sağlık :)
YanıtlaSilOlga'nın yalnız kalmasından korkmuştum, yalnız olursa müdür bir fırsatını bulup kıstırabilir kıyıda köşede ama Niki ile arkadaş olunca birazcık rahatladım. Yine de çok umutlanmak istemiyorum çünkü maalesef kötüler hep fırsatını buluyorlar istediklerini almak için.
Bir kez daha teşekkür ederim Mrs. Kedi, nazik sözleriniz için:)
SilOlga'nın şimdilik Niki'yle bir samimiyeti yok. Çünkü aynı dili konuşamıyorlar. Gemide Rus Olga'yla ilgilenen genç bir bahriyeli var, şimdilik onun korumasında. Ama o çocuk, kötü niyetli acente müdüründen koruyabilecek mi onu göreceğiz bakalım:) Aslında Niki, en büyük desteği kendisiyle aynı dili konuşabilen Haro'ya veriyor. Haro'nun buna o kadar çok ihtiyacı var ki. Olga'nın durumuna üzülüyor insan ama Haro'nun durumu daha can yakıcı, bunu ileride göreceğiz bakalım:)
Mr. Kaplan, Olga için o kadar endişe duyuyorum ki Haro'nun yerine Olga'yı koymuş zihnim beni rahatlatmak için sanırım. Yani okurken bir şekilde Haro'yu Olga olarak düşünüp devam etmişim. Aldı mı beni şimdi Olga için yine bir telaş :( Korkarım Olga'ya yakınlık hisseden o gencin de başına bir iş gelecek o pis müdür yüzünden :( Merakla ve endişeyle bekliyorum yeni bölümleri.
SilTamam, şimdi sanırım oturdu yerine Mrs. Kedi. Olga gerçekten savunmasız, çocuk o daha. Niki, kendini koruyabilecek olgunluğa erişmiş sağlam bir karakter. Olga'yı melekler koruyabilir ama yine diyorum Haro'ya dikkat. Gemideki kızlar, kadınların hepsi geride birşeyler bıraktı. Fakat Haro aşkına ihanet ettiği için vicdan azabı çekiyor üstüne üstlük. Bir an düşünün, aşık olduğunuz birini bırakıp başkasıyla evlenmek zorunda bırakılıyorsunuz. Ülkemizde de buna benzer çok sayıda dramatik olay yaşanmıştır. Söz gelimi, adam bir kıza aşık oluyor ama aşiretin korkusundan dolayı, kendisine hiç uygun olmayan aileden beşik kertmesi bir kızla evlenmek zorunda kalıyor. Iğdırlı bir arkadaşım vardı böyle. Zor durum vesselâm.
SilBu yolculuk zor geçecek :(
YanıtlaSilEvet, bakalım neler yaşayacaklar. Bu ara blog ziyaretleri yapamıyorum. Aklımdasınız, bugün sizi ziyaret edeceğim mutlaka:)
SilKarabulat en sevmediğim insan tipi, yılışık, münasebetsiz, çok konuşan,içinin kiri yüzünden süzülen, ne kötülükler yapacak kimbilir şimdi gençlere çok endişeliyim.Ve kızlar için çok üzgünüm çaresizce bilinmeze doğru gidiyorlar, kalbim sıkışıyor haroyu düşününce. Harris Nikiyi çekip alacak sanırım bu durumun içinden. Gidiyorum 5.bölüme bakalım neler olacak :)
YanıtlaSilEvet, Gürcü Karabulat çok sinsi, romanın kötü karakteri. Kızların işi şansa kalmış. Aslında tam bir kumar. Bazılarının şansına iyi damat adayları çıkabilir, bazılarına kötüleri düşebilir. Haro, evet, bu kız en şanssızları. Beni en çok etkileyen bu kız oldu. Harris Niki'ye abayı yaktı görünüyor ama Niki onu bekleyen Şikagolu terziden vazgeçebilecek mi? Biliyorsunuz bir de aile bağları var, vaftiz annesi Sofia'nın, annesinin yüzüne nasıl bakar? Niki, Harris'in ilgisinden hoşlanıyor ama ilerleyen zaman içinde o da bu ikilemin içinde zorlanacağa benzer. Bakalım:))
Silbu RMS Mauretenia gemisi o zamanlar çok ünlüymüş, ünlü sanatçı maurice ravel hastalanınca abd ye gitmek istiyor, paristen trenle ve feribot ile southampton limanına geliyor, ordan gemiye binip 6 günde A.B.D. ye gidiyor, başka bir gemi ile, o arada ondan daha hızlısı yapılmış olduğu için mauretenia o sırada southampton limanında kızakta imiş :) ravel in anıları :)
YanıtlaSilEvet, bu gemiyi filmden almadım. Filmde görüp benzettiğim ve o devirde Atlantik'te sefer yapan yolcu gemileri arasında araştırıp bulduğum bir gemi:) Dediğin doğru, bu yolcu gemileri arasında büyük bir rekabet varmış. Sefer süresini kısaltarak rekor kırmak büyük başarıymış o zamanlar:) Bir yandan da savaş devam ediyor, bir torpido yerim korkusu... Bolero, bayılırım:)
Silbolero yu her gün önünden geçtiği fabrikadaki her gün tekrarlanan seslerden bestelemiş. :)
SilÜstelik bestelediğinde ne biçim beste bu diye kendine kahretmiş:)))
Sil