KATEGORİLER

28 Kasım 2020 Cumartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 66


Sevgili DeepTone'un organize ettiği Ağaç Ev Sohbetleri'nin 66. Haftasında Adadeniz, muhteşem bir konu başlığı önermiş. Ne yazık ki bazı işlerimden dolayı sohbete katılmayı ilk kez bu kadar geciktirdim. Tartışma konusu şöyle:

"Ev, arsa, koltuk, dolap vs. malın-mülkün sahibi miyiz, yoksa kölesi mi?"

İlk bakışta malın-mülkün kölesi olduğumuzu düşündüm. Sahip olmak insanı ne ölçüde mutlu ya da mutsuz edebilir? Bu konunun anahtar sözcükleri mutlu ve huzurlu olmak sanırım. Her insanın kendini mutlu hissedeceği durumlar birbirinden farklı olmakla beraber sahip olmak konusunda ölçünün kaçırılmadığı sürece kölelikten kurtulabileceğimizi düşünenlerdenim. Sahip olmanın kıskançlık, egoizm, nefret gibi bazı olumsuz duyguları harekete geçireceği dikkate alındığında olumsuz etkileri var elbette. Burada mal-mülk sahibi olmanın insanı nasıl köleleştirdiği konusunda sayfalarca yazabilirdim. Ancak blog platformu ve özellikle Ağaç Ev Sohbetleri benim için özgürce kendi fikirlerimi paylaştığım bir ortam. Bu yüzden en başta kendime karşı dürüst davranarak gerçek düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. 

Mülk ya da para sahibi olmak belli ölçüde bir zorunluluk ancak ölçüyü kaçırdığımızda sahip olduklarımızın kölesi durumuna gelmekle kalmayıp çevremizden gelecek her türlü düşmanlık ve kötülüğe de kucak açmış olmaktayız. Ben kendi açımdan ölçülü davranmaya çalışıyorum. Buradaki ölçü, yaşamım boyunca kimseye muhtaç duruma düşmeden halen sahip olduğum refah düzeyini korumamdır. Bugünkü dünya düzeninde aşırı derecede mülk ve para sahibi olmak güç, bunlara hiç sahip olmamak ise güçsüzlüktür. Bence her ikisi de mutsuzluk kaynağı. Eğer biri çıkıp bana yaşamımı idame ettirecek bir geliri garanti etse hiçbir mülke gereksinim duymam. Nedir ihtiyacım olan? Moda ve lükse girmeyen şeyler. Yani oturacak bir evim olsun, öyle villaya falan özenmem. Şöyle derli toplu net 140 m2 bir ev yeter bana. Fakat evimin bulunduğu semt önemli. Çevremde yaşayan insanlar görgülü, eğitimli ve saygılı kişiler olmalı. Evimde fazla eşya olsun istemem. Ancak evlilikte sadece benim borum ötmüyor elbette. Uzun süren evliliklerde zamanında ihtiyaç hissedip aldığınız bir sürü eşya işlevini yitirdikten sonra kıyılıp atılmıyor maalesef. Özellikle hanımlar her şeyin elinin altında olmasını istiyorlar. Para verip aldığınız şeyleri atmaya kıyamıyor insan. Kişisel harcamalarım oldukça az. Altımda SUV aracım var. Bahçe işlerinde, restoranımızı işletirken, yaylanın dik ve virajlı yollarında ona ihtiyacımız vardı. Şimdi BMW ya da Mercedes'te asla gözüm yok. Ayağımızı yerden kesecek bir binek arabayla değiştirmeyi düşünüyorum. Çünkü yakıt ve yedek parça masrafları beni köleleştiriyor. Pandemi sonrasında yılda bir kez yurt dışı seyahat etmek isterim. Ayda bir ya da bazen iki kez dışarıda yemek yemek, kültürel faaliyetleri izlemek, yazın on beş gün ya da bir ay değişik yerlerde yaz tatilini geçirmek ve ihtiyacım kadar yemek yiyip, giyinip kuşanmak, sağlık harcamaları dışında bir gereksinimim yok. Bunlara evin elektrik, su ve ısınma, temizlik, gibi rutin ihtiyaçlarını da eklersem sanırım tamam olur. Yine de sahip olduklarımla ülkede ortalama bir vatandaşın üzerinde kabul ediyorum kendimi. İster gelir getiren mülk, ister herhangi maddi bir gelir benim bu ihtiyaçlarımı karşılıyorsa kendimi köleleşmiş görmüyorum. 

Bütün bunların yanı sıra bir de çocukların gelecek yaşamını kolaylaştıracak bir şeyler yapmak lazım belki. Özellikle eşim bu konuda benden çok daha hassas. Bazen ona hak vermiyor değilim. Çünkü bu çocuklar bizim isteğimizle dünyaya geldiler. Çocuklar anne va babalarına karşı aynı sorumluluğu taşımazlar ama bizlerin onlara olan sorumluluğumuzun ölene kadar devam edeceğini düşünüyorum. Hayatın ne getirip ne götüreceği bilinmez. 

Sahip olmak konusunda ölçünün dışına taşmak huzursuz eder. Pazar alışverişinden bile çoğu zaman rahatsız olurum. Bu yüzden pahalı olduğunu bildiğim halde manavı tercih ederim. Çünkü günlük yemek için üç adet domates alacağına pazardan üç beş kilo domates alıp ondan sonra bunu tüketmek için çırpınmanın alemi yok. Reklamı yapılan şeylerden, hediye almak ya da hediye alınması fikrinden hoşlanmam. Evimizde ihtiyacımız olmayan o kadar çok hediye edilmiş eşya var ki. Elbette biz de kalkıp başkalarına karşılığını yapmışızdır. Onlar da kim bilir hangi evlerin bir köşesinde atılı. Modayla hiçbir alakam yok. Başkasında olanı asla kıskanmam, halimden memnunum. Çok fazla mal-mülkün ya da paranın huzur getirmeyeceğini, mutlu etmeyeceğini biliyorum. Çünkü hırs, belli bir süre sonra insana zarar vermeye başlar. İstek ve arzuların sınırı yok. Ve bizim sınırsıza ulaşma imkanımız da yok. Sonuç olarak ne ele güne muhtaç olacak kadar maldan mülkten yoksun olalım, ne de bizi yoldan çıkaracak ve kendimizi köleleştirecek kadar malımız ve mülkümüz olsun.         

22 Kasım 2020 Pazar

THE ANIMATE AND THE INANIMATE - ENTROPİ


Sahip olmak fikri ya da duygusu insanda ilk ne zaman oluştu? 300.000 yıl öncesine kadar uzanan Homo Sapiens tarihinde en başından beri böyle bir duygu var mıydı? Avcı göçebe halimizden çıkıp mülkiyet kavramının doğduğu yerleşik tarım düzenine geçtikten sonra mı ortaya çıktı bir şeylere sahip olmak? Diğer canlılarda ne ölçüde var bu özellik? Erich Fromm, "Sahip Olmak ya da Olmak" isimli kitabında "İnsanlığın kurtulabilmesi için ilk ve tek şart, "sahip olmak" ilkesinden "olmak" ilkesine geçmektir" diyor. "Olmak" eksenli yaşadığında aktifleşen varlık, "sahip olmak" eksenli yaşadığında tüm yaşamını pasifleştirmiyor mu? Çiçeği dalından koparıp ona sahip olmak mı mutlu eder bizi, yoksa dalında güzelliğini seyredip onu koklamak mı? Her şeyin sahibi olabilir miyiz? Her hangi bir varlık buna sahip olabilir mi? Daha ötesi, varoluşun sırrını çözen bir anahtar gibi görünüyor aynı zamanda bu "sahip olmak ya da olmak" ikilemi. Sahip olmak belki de olmamaktır. O zaman William Shakespeare'in karakteri Hamlet'in kafatasına bakarken söylediği "Olmak ya da olmamak" aynı kapıya çıkmıyor mu?

Termodinamiğin ikinci yasası "entropi" nin mevcut evrenimizde her şeyi açıkladığına kanaat getirdiğimiz bir gerçek. Entropinin felsefe ve diğer sosyal bilimleri ilgilendiren ilişkileri konusunda yazacağımı fakat teknik yönüne pek değinmeyeceğimi ifade etmiştim. Ancak daha önce kaleme aldığım "entropi" konulu yazımda bana ilham kaynağı olan ve dünyanın en zeki insanı kabul edilen William James Sidis'in 1920 yılında (henüz yirmi iki yaşında) yazdığı "The Animate and the Inanimate" kitabını okuduktan sonra bu yazıyı yazmaktan kendimi alamadım. Adını "Canlı ve Cansız" olarak dilimize çevirebileceğimiz kitapta evren (the universe) ve ters evren (the reverse universe) kuramları açıklanırken canlı ve cansız tanımları tartışmaya açılıyor. Hayatın anlamı ne sorusuna cevap aradığımız bu dönemde Sidis'in yüz yıl önce düşündükleri ve yazıya döktükleri son derece sarsıcı.  Termodinamiğin ikinci yasasını bilmeden kitabı anlayabilmek hayli zor. Fakat "entropi" gerçeğini öğrendikten sonra her bölümü büyük bir merak ve ilgiyle okurken anlamadığım kısımların umduğumun çok altında kaldığını söyleyebilirim. Aslında kitabın çevirisini yapmayı düşündüm fakat konuyla ilgisi olmayanlara biraz ağır geleceğini dikkate alarak vazgeçtim. Şüphesiz yazarın değindiği konular her ne kadar bilimsel temele dayandırılsa da hepsi deneysel ya da gözlemsel sonuçlar değil. Zaten bütün bu konular bazen teorinin ötesinde hipotez olarak işlenip okurun değerlendirmesine sunulmuş. 

Birkaç konudan bahsedecek olursam; Kitapta en çok "ters evren" üzerine kafa yoruluyor. Yazar, ters evrende, mevcut evrenimizde var olan her şeyin aksinin hüküm sürdüğünü iddia ediyor. Bunu şu anki algımızla değerlendirmek oldukça zor elbette. Fakat daha önceki entropi başlıklı yazımda değindiğim üzere kainatın toplam enerjisi değişmezken birbirine dönüştüğünde bir miktar enerji evrene dağılıyordu. Sidis, elimizden kaçan bu enerji için entropi sözcüğü yerine, buna "yedek enerji" diyor. Halen içinde yaşamakta olduğumuz evren (pozitif evren) enerji yaymakta ve yayılan bu enerji bir miktar fire verip birbirine dönüşebiliyor. Bu firelerin milyarlarca yıl birikmesi sonucunda canlı cansız varlıklar (madde, enerji) maksimum entropiye ulaşıyor, yani artık enerji yoksunu bir hal alıyor. Ters evrende ise durum tam tersine işliyor. Ters evren bir bakıma şu an içinde bulunduğumuz evrenin en son halini andırıyor. Yedek enerji, yani entropi had safhaya ulaşmış hale geliyor. Bu negatif evrende başlangıçta her taraf karanlık, ölü, madde ve enerji sıfır. Bu evrende maddelerin enerji yayma imkanları yok, toplanan yedek enerjiden emmeye yani maksimum entropilerini kullanmaya başlıyorlar. Yeni bir evren doğuyor bilinenin tersine çalışan. Burada bütün maddeler endotermik yani, etkileşim halinde ısı yaymayan tam aksine ısıya ihtiyacı olan (enerji yutan) cinsten. Mevcut evrenimizde de buzun erimesi gibi bu tür reaksiyonlar var ancak güneşin ekzotermik (ısı yayan) enerjisinin yanında minimal düzeyde kalıyor. Daha fazla kafaları karıştırmadan somut bazı örneklerle olayı gözümüzde canlandırmaya çalışalım:

Yaşadığımız evrende mevcut yer çekimi sayesinde merdivenin üzerindeki topa ufak bir kuvvet uyguladığınızda top merdiven basamaklarında zıplayarak alt kata iner. Ters evrende yer çekimi mevcut olmadığından topun hareketi merdivenin alt basamağından aldığı ısı enerjisi vasıtasıyla basamaklardan yukarı doğru çıkma yönünde olacaktır. Nehirlerin akışı denize doğru değil, adeta denizdeki tuzdan kaçarcasına kaynağına ulaşıp, oradan pınara, yağmur damlalarına ve nihayet su molekülüne, hidrojen ve oksijen atomlarına doğru bir seyir izlemekte. Bu olaylarda en önemli unsurlardan biri de zaman. Zaman da tersine işliyor ters evrende. Yani gelecek geçmiş, geçmiş ise gelecek oluyor. Mevcut evrende biz ve bütün varlıklar geçmişi hatırlarken gelecek hakkında kesin bir fikirleri yok. Oysa ters evrende bilinen şey gelecek, bilinmeyen ise geçmiş! 

Ayrıca evrenin şekline dair varsayımlarda bulunuyor yazar. Ona göre etrafında tuğlaya benzer ters evrenler döşenmiş oval şeklinde bir geometriye sahip evrenimiz. Benzer şekilde çevresi ters evrenlerle örülü sonsuz sayıda evren var. Her birinin başlangıcı ve sonu mevcut. Ancak ne zaman başladığı ne zaman sona ereceğine dair bir şey söz konusu değil. Bu düzen her zaman vardı ve daima olacaktır. Yani uzay dediğimiz, içinde evrenleri barındıran sistemin en başı ve en sonu diye bir şey yok, biteviye bir döngü sadece. Şaşırtıcı değil mi? Tanrı denilen şey bu mu yoksa? Sonsuz uzayın sonsuz döngüsü... 

Mevcut evrene pozitif, ters evrene negatif sıfatını yükleyen yazar her iki evrenin birbirine dönüşmeye meyilli olduğunu ifade ederken zaman boyutu içinde bu dönüşümü sinüzoidal bir grafikle sembolleştiriyor. Grafiğin tepe noktaları evrenin oluşumu yani, entropinin minimum olduğu büyük patlamanın (big bang) meydana geldiği evre, grafiğin çukur noktaları ise evrenin sonu yani entropinin maksimum olduğu ölüm anları. Büyük patlamadan sonra yeniden evrenin oluşumu... Evrenimizde gözlenebilen 18.000.000 yıldız var deniyor, toplam yıldız sayısı ise bunun on katı civarında. Her yıl en az bir kez bir galaksinin doğuşuna ve bir başkasının ölümüne şahit oluyoruz. Biz bütün enerjimizi Samanyolu Galaksisinin bir yıldızı olan güneşten alıyoruz. Evrenimizin yok oluşu güneş gibi 180 milyar yıldız sisteminin enerjisini tüketmesi anlamına geliyor. İnsanın hafızası almıyor. Sidis, "yaşam teorisi" bölümünde canlı ve cansız tanımlarında yapılan hataları dile getirirken, ters evrende de yaşamın olabileceğini ancak bunun bilinenden çok farklı özellikler taşıyacağını savunuyor ve bu konudaki düşüncelerini kitabın "yalancı yaşam organizmaları" (pseudo living organisms) bölümünde açıklıyor. 

Neyse uzun hikaye. Benim burada kafama takılan tek soru kaldı ki, bunu yazımın başında belirttim. Tesadüfler bir yana başı sonu olmayan böyle bir düzenin sahibi yok mu? Yoksa sahip olma duygusu sadece biz insanların yarattığı bir şey mi? Belki de kainatın sahibi diye de bir şey hiç yok. Her şey baştan beri vardı ve sonuna kadar olacak. Sonsuzdan gelip sonsuza gideceğiz, bu paradoks mevcut algımız ve aklımızla bizi tam olarak tatmin ediyor mu, hayır! 

18 Kasım 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 65


Ağaç Ev Sohbetlerine yeni bir arkadaş şeref vermiş, bu haftanın konusunu öneren Kırmızı Ruh. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen bu sohbet platformunda yeni arkadaşları görmek sevindirici. İşte haftanın konusu:

İnternet Arkadaşlıkları & Dostlukları

İnternet üzerinde farklı platformlarda ve değişik amaçlarla arkadaş arayan çok fazla sayıda insan olduğunu biliyorum. Normal (başka bir sıfat bulmakta zorlandım) arkadaş yerine internet ortamında sanal arkadaşlık tesis etmeyi niye tercih eder bir insan? Bu soruyu zaman zaman kendime de sorarım. İnsanlar kendilerini daha özgür mü hissediyorlar bu ortamda? Sanal ortamda arkadaşlık, dostluk kurmak, toplumdan bir kaçış, sosyo-psikolojik bir sorun mu?
 
Elbette burada sanal arkadaşlık ve dostluklar üzerine psikolojik ve sosyolojik bir değerlendirme yapacak değilim. Bu konuyu işin uzmanlarına bırakmakta yarar var. Ben konuyu kendi açımdan ele alıp düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Internet üzerinden yapılan sohbet ve yazışmaların insanın ihtiyacı olan bir boşluğu doldurduğuna inanıyorum. Diğer taraftan bu ortam her türlü kötü niyetli kişilere de açık bir yer. Bu nedenle tedbirli olmak gerekir. Eskiden mektup arkadaşlıkları vardı, yurt içinden ve yurt dışından insanlar uzak mesafelerden birbirine dokunmaya çalışırdı. Şimdi mektuplaşmak tarihe karıştığı için internet sohbetleri ve mesajları ile kurulan dostluk ve arkadaşlıklar gündemde. Bu tür arkadaşlıklarda herkesin beklentisi farklı olabilir. Benim beklentim farklı düşüncelere de sahip olsak seviyeli, saygılı, dürüst, ortak ilgi alanlarımın olduğu insanları tanımak, onların fikirlerinden faydalanmak ve düşüncelerimi paylaşmak. Bu bir beklenti de değil aslında. Gider o vasıftaki kişileri bulurum, onlar da beni bulur. Bazen çok güzel öyküler okurum kalemlerinden. Bazen yazılarında daha önce hiç duymadığım bir kelime, bir sanatçı ya da bir eser geçer. Hemen araştırır bilgi eksikliğimi tamamlarım. 

Yukarıda bahsettiğim çerçevede internet üzerinde arkadaşlık ve dostluk kurduğum tek platformun blog olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bana sanal bir dünyanın ötesinde bir duygu veriyor buradaki dostluk. Bir facebook ya da Instagram gibi değil. Çünkü burada kendimizi ifade etmek için ya da karşımızdakini anlayabilmek için daha çok emek veriyoruz. Burada like'lar, gülen suratlar, başkasının sözlerini laf olsun diye birbirine göndermek yok. Bazen birbirimizin gönül tellerine dokunuyoruz. Örneğin tesadüfen rastladığım bir blog arkadaşımızın ilk kez okuduğum yazısında anlattığı gerçek bir hayat öyküsü beni inanılmaz ölçüde etkilemişti. Aynı yazıyı göz yaşları içinde okudum defalarca. Eşime okudum, çevremde sevdiğim insanlara okudum. Yok, aslında okuyamadım desem daha doğru. Her okuma girişimimde gözlerim doldu, tıkandım, tamamlayamadım. Bilmiyorum nedenini gerçekten. Eminim ki onunkinden çok daha dramatik öyküler var hayatta. Belki benim aşırı duygusal bir yapım. Belki de onun yazıyı kaleme alış şekli. Bu bence gerçek bir dostluğun başlangıcı oldu. Yazısını görünce ya da yazıma bir yorum yapınca mutlu oluyorum. Yorumlarda uzun uzun tartışıyoruz. Fikirlerimizin örtüşmediği durumlarda bile saygılı bir şekilde birbirimize düşüncelerimizi aktarabiliyoruz. Bu şekilde iletişim kurduğum diğer bazı arkadaşlar var. Bazen düşünürüm; acaba sıcak ilişki kurduğumuz bu arkadaşlarla tanışsak ilişkimiz aynı şekilde olur mu diye? Yoksa büyü bozulur mu? Açıkçası bilmiyorum. 

Özetle internet arkadaşlığı ve dostluğu deyince benim aklıma blog arkadaşlığından başka bir şey gelmiyor. Bugüne kadar arkadaşım olsun ya da olmasın blogumda hiçbir saygısız yorumla karşılaşmadım. Ve kim ne derse desin en azından yazışma yaptıklarım arasında blog arkadaşlık ve dostluğunu gerçek hayattaki arkadaşlarımdan üstün görüyorum. 

17 Kasım 2020 Salı

ENTROPİ - CENNETİN SICAKLIĞI

Üniversitede makine mühendisliği bölümünde verilen termodinamik dersinin bizden niye esirgendiğini anlamış değildim o yıllar. Mesela benden önceki döneme kadar bizim bölüm öğrencilere verilen inorganik kimya yerine onu verebilirlerdi. 

Termodinamik, başta ısı olmak üzere, enerjiyi ve enerji şekilleri arasındaki ilişkiyi inceleyen ve bana göre en temel bir bilim dalı. Nereden aklıma geldi şimdi bu derseniz, size ilginç bir kişiyi tanıştırmakla başlayayım: William James Sidis (1898-1944). Eminim ki, çoğunuz benim gibi bu kişinin adını ilk kez duymuşsunuzdur. Yahudi bir ailenin olağan üstü zekaya sahip çocuğu. 18 aylıkken The Newyork Times okuyan, sekiz yaşına geldiğinde ise yedi dili ileri düzeyde konuşup yazabilen bir dahi. Sekiz yaşında Harvard Üniversitesinin sınavlarının kazanmasına rağmen duygusal zekası yeterli görülmeyen ve on bir yaşında girdiği aynı okulda öğrenciyken profesörlere dört boyutlu cisimler üzerine konferans veren, IQ seviyesinin 250-300 arasında olduğu söylenen dünyanın gelmiş geçmiş en zeki insanı. İlk kez 1920 yılında yayımlanan, o zamanlar henüz bilinmeyen kara delik, entropi ve yaşamın kökenini termodinamik bağlamda ele aldığı The Animate and Inanimate isimli kitapla dünya kamuoyunun dikkatin çekmiş Sidis'in, ölmeden önce kırk dil bildiği söylenmekte. Hayatının ileriki dönemleri ne yazık ki hazin bir şekilde devam ediyor ve tarihin sayfaları arasında kayboluyor. İnternette sıklıkla yaptığım surf eylemim sırasında tanıma fırsatını yakaladığım William James Sidis'in üzerinde durduğu "entropi" sözcük olarak duyduğum fakat anlamını bilmediğim bir şeydi. Kısa bir zaman önce takibe aldığım İlker Canikligil'in "Flue TV" sinde Fizik Profesörü Erkcan Özcan'ın tatlı sohbetinin konusunu entropiye ayırması da benim için inanılmaz bir tesadüf oldu. Meraklıysanız buradan izlemenizi öneririm.

Şimdi işin fazla tekniğine girmemeye çalışarak kafamdaki bazı soruları aydınlığa kavuşturan bazılarını da kafamın içine gömen Termodinamiğin ikinci yasası olarak geçen entropi konusuna değinmek istiyorum. İlk önce canlı ya da cansız her nesnenin ve dolayısıyla kainatın enerjiden başka bir şey olmadığını kavramakta zorluk çektiğimi itiraf etmeliyim. Aynı "zaman" gibi... Ancak bilim, bize enerjinin, canlı cansız her türlü varlığı, yıldızları, gezegenleri besleyen, bizi yürüten, düşündüren bir güç olduğunu söylüyor. Yani bu işler hesap kitap işi. Bilimin ortaya koyduğu bazı yasalar var. Ve bunlar yeni bir yasa ile çürütülmediği sürece doğruluğuna inanırım. Termodinamiğin yasaları sadece fizik konusuna değil bütün bilim dallarına, felsefeye, sosyolojiye, psikolojiye, biyolojiye ve hatta teolojiye el atmış ve sahiplenilmiş durumda. Beni en çok etkileyen yönü de bu oldu zaten. Önce termodinamiğin birinci yasasına bir göz atalım:

BİRİNCİ YASA: Doğada her şey sıcak ve soğuk arasındaki enerji alışverişiyle hareket eder. Isı her zaman sıcaktan soğuğa doğru hareket eder. Bu sayede bir iş ortaya çıkar. Bu yasa "enerjinin korunumu" olarak bilinir. Enerji yoktan var edilemez ve vardan yok edilemez, sadece bir şekilden diğerine dönüşür. Bütün evrenin toplam enerjisi sabittir, değişmez. Fransız kimyacısı A.L. de Lavoisier'in "maddenin korunumu kanunu" ile birbirini doğrulayan bir yasa. Tanrının her şeyi, kainatı yoktan var etmesi iddiasıyla ters düşen bu yasa bilimle dinin en bariz şekilde ters düştüğü bir konu. Bugün her maddenin enerji miktarı Einstein'ın E=mc2 formülüyle hesaplanmakta. Neyse, esas konumuz olan termodinamiğin ikinci yasasına dönelim:

İKİNCİ YASA: Bir ısı kaynağından ısı çekip buna eşit miktarda iş yapan ve başka hiçbir sonucu olmayan bir döngü elde etmek imkansızdır. Kitaplığınızdan devrilen bir kitabı düzeltmek için devrilirken harcanan enerjiden daha fazla bir enerjiye ihtiyaç vardır. Buradaki potansiyel enerjinin bir kısmı ısıya dönüşmüştür ve geri getirilemez. Diğer enerji değişimlerinde, örneğin kömürle çalışan buhar makinelerindeki olduğu gibi, meydana gelen ısı enerjisi, mekanik, yani treni hareket ettirecek enerjiye dönüşürken bir kısım enerji kayboluyor. İşte bu kaybolan enerji miktarlarının adıdır entropi. Bir diş macunu tüpünde ne kadar sıkarsanız sıkın içinde kullanamadığınız miktara benzer. Aslında enerji dönüşümlerimde yitirilen bir enerji söz etmek doğru değil. Entropi dediğimiz söz konusu enerji parçası düzensiz, kararsız bir şekilde evrene yayılmakta.

Her sistemin bozulma yönünde bir eğilimi, entropisinde sürekli bir artış var. Bu düzensizlik ve kararsızlık ise evrende kaosu doğurmakta. Burada zaman faktörü devreye giriyor. Zamanı doğrusal kabul edersek, ilerleyen zaman içinde entropi her zaman artmaya, çoğalmaya meyillidir ve bu durum geri döndürülemez bir işlemdir. Dünyanın ve kainatın sonu da bu gittikçe artan entropiyle, yani kararsız ve düzensiz kayıp enerjiyle, bir nevi kaosla gelecektir. Bu durum dini söylemde kıyamet olarak açıklanabilir belki. Isının sıcaktan soğuğa doğru aktığını yukarıda ifade etmiştim. Dolayısıyla evrenin sonu senaryolarından biri kabul edilen, yaşam ve evrenin devinimi için gerekli olan hiçbir ham maddenin kalmadığı ve en sonunda maksimum entropinin  dağıldığı "büyük donma" durumu ortaya çıkar. 

Çevremizdeki istisnasız her şey bir etkiyle ısı kaybediyor, enerjisi azalıyor fakat kaybedilen bu enerji diğer bir sistemin enerji kaynağı oluyor. Termodinamiğin ikinci yasası olan entropiyi canlı cansız her varlığa uygulayabiliriz. Fakat benim burada esas değinmek istediğim "insan". Kainatın bir parçası olan insan da bu yasaya boyun eğiyor elbette. Bir nesnede entropinin maksimum düzeye yaklaştığı an, "yok oluş" olarak açıklanmakta. İnsan için bu durum ölümü çağrıştırıyor. Yok oluş aslında doğru bir tanım değil, başka bir enerji kaynağına dönüşüyoruz. Zaman ve entropinin birbirine paralel ve nesneye özel bir hızı var bir bakıma. Yaşlandıkça entropimiz artmakta. Garip bir şekilde entropi yani düzensizlik, bozulma, adına ne derseniz deyin, aynı zamanda bizi besleyen ve yaşamımızı idame eden bir şey. Örneğin denizdeki balık balıkçının ağına takılmadan önce kanlı canlı bir enerji kaynağı idi. Masamıza geldiğinde artık yaşamıyor, entropisi maksimuma yaklaşmış. Ve sonunda gıdamız olmuş, bize yeni bir enerji kaynağı olmuş. Ağaçta olgunlaşan elma dalında çürüyüp yere düşüyor, tohumlarından yeni bir fidan meydana çıkıyor. Görüldüğü gibi devam eden bir dönüşüm söz konusu.

Zamanı durduramadığımız için entropiyi sıfırlamamız mümkün görünmüyor. O nedenle yaşlanıyoruz. Aslında entropi üzerinde fen bilimlerinin yanı sıra sosyolojik, psikolojik, felsefe ve teoloji boyutunda uzun uzun tartışmak mümkün. Ve benim bu konuda sanırım son yazım olmayacak. Zira evreni tanımak ve insanı anlayabilmek konusunda birçok şeye anlam kazandırıyor entropi. Mesela entropiyi sıfırlamak mümkün görünmüyor dedim. Fakat bazılarına göre sıfır entropinin olduğu bir yer var. Neresi mi? Cennet! Entropi sıfır olduğunda zaman ilerleme kaydetmiyor, yani duruyor. Peki zamanı durdurmak mümkün mü? O zaman buyurun termodinamik 'in üçüncü yasasına:

ÜÇÜNCÜ YASA: Mükemmel kristallenmiş bütün maddelerin doğal ortamda ve mutlak sıcaklıktaki (0 Kelvin = eksi 273,15 derece) entropileri sıfırdır. Yani bir bakıma zamanın durduğu bir sıcaklık. Evrende hiçbir madde içermeyen bölgenin sıcaklığı mutlak sıcaklık olarak tanımlanıyor. Anlaşılan o ki zamanın durduğu cennet epey soğuk bir yermiş. Arzu eden buyursun!

11 Kasım 2020 Çarşamba

REZONANS

Sürekli olarak kıpraşıyoruz. Ne güzel bir kelime "kıpraşmak", öz Türkçe "yavaşça kımıldamak" demekmiş. Son olarak bugün saat 09.45'te 4,8 büyüklüğünde Kuşadası merkezli bir depremle sallandık. Aslında deprem olmasa bile canlı cansız her nesne sürekli titreşim halinde. Dalgalar halinde yayılıyor bu salınımlar. Her bir nesnenin dalga boyu (periyod) ve dalga sıklığı (frekans) kendine özel. Buna doğal frekans diyoruz. Frekansın birimi, yani bir saniyedeki titreşim sayısı, Hertz olarak ifade ediliyor. Örneğin sağlıklı bir insan vücudunun frekans aralığı 62-68 MHz. (1 Mega Hertz = 1.000.000 Hertz) Böyle bir titreşimi hissetmemiz mümkün değil elbette. Belki de bu bizim en büyük şansımız. İnsan kalbi normal olarak 1,2 Hertz frekansında atıyor. Vücudumuzun frekansı 58 MHz'in altına düştüğü zaman hastalıklar baş göstermekte.

Sağlıklı genç bir insan 20 Hertz ila 20.000 Hertz arasındaki frekansa sahip olan sesleri hissedebiliyormuş. Ben 30-9.200 Hertz arasındakileri işitebildim. Siz de burada kendinize bu testi uygulayabilirsiniz. Yalnız dikkat edin, kulaklıkla dinliyorsanız yüksek volümler sizi rahatsız edebilir, o zaman sesi istediğiniz ölçüde kısabilirsiniz.


Yaklaşık bir haftadır İzmir Depreminde yıkılan binaları düşünüyorum. Elimde bu binaların özelliklerine dair herhangi bir envanter olmamakla birlikte ağır hasar gören yapıların genellikle sekiz on katlı apartman binaları olduğu dikkatimi çekmişti. Zemin, yapı malzemesi ve işçilik kusurları mutlaka ortaya çıkan felaketin esas unsurları olmakla birlikte rezonans olayını da düşünmedim değil. Peki nedir rezonans? Kısaca dıştan gelen herhangi bir etkinin (fiziki ya da manyetik kuvvet, dalga, ses, rüzgar, hatta duygu ve düşünce) frekansı ile nesnenin doğal frekansının uyumu diyebiliriz. Bakın burası çok önemli. Uyum, ahenk sözcükleri de "kıpraşmak" gibi insanın içine huzur veren kelimeler değil mi? İşte burada yanılıyoruz. Uyum aynı zamanda bir çöküş, yok oluş, bir felaket. 

Hasar oluşturabilecek deprem dalgaları 0,1 ila 10 Hertz frekans aralığında salınımlar oluşturur. Kaba bir hesapla sekiz katlı bir binanın doğal frekansı (kat yüksekliği/10) 0,8 Hertz'dir. Eğer bina kayalık bir zemindeyse depremin süresine de bağlı olarak deprem dalgalarının frekansıyla binanın doğal frekansının bire bir örtüşmesi oldukça düşük bir olasılık. Çünkü sağlam zemin deprem dalgalarını olduğu gibi binaya iletir. Oysa gevşek zeminlerde deprem dalgaları, rastgele yayılarak farklı frekanslarda binlerce deprem dalgasına dönüşür. Bu dalgalardan herhangi birinin binanın doğal frekansını yakalama olasılığı oldukça yüksektir. Bina ne kadar sağlam ve mükemmel olursa olsun, her hangi bir frekans uyumu sağlandığında, yani rezonansa girildiğinde kurtuluş yoktur. Anında parçalanır ve bina bir moloz yığınına dönüşür. Rezonansa giren sulu gevşek zeminler sıvılaşabilir, sağlam binalar zemine gömülebilir ya da yan yatabilir.

Yukarıdaki nedenlerle sağlam olmayan zeminlerde dört beş katın üzerinde inşa edilen binalar depremin rezonans etkisine karşı savunmasızdır. Bu tür zeminlerde inşa edilecek daha yüksek binalar zeminde ana kayaya kilitlenecek şekilde betonarme kazıklara oturtulmalıdır. Yüksek frekanslı deprem salınımları kat sayısı fazla olmayan binalarda etkili olurken düşük frekanslı salınımlar yüksek katlı binalarda etkilidir. Bu kıyıya yakın yerlerde küçük deniz dalgalarının kayıkları sallaması, büyük gemilerin ise hareketsiz durmasına ya da açık denizde kayıkların yüksek dalgalı denizde daha sakin kalırken büyük gemilerin sallanmasına benzer. Benzer şekilde frekansı yüksek depremler alçak yapılarda daha tahrip edici olurken, frekansı düşük deprem dalgaları yüksek yapıları iyice sallar ve yapının dayanımını zorlar. Yine köprülerde askeri birliğin uygun adım yürümesi halinde rezonans meydana gelebilir. Tarihte bir Fransız askeri birliğin bu nedenle Sen Nehrine uçtuğu bilinir. Bu yüzden köprüden geçen askeri birlikler köprünün doğal frekansını yakalamamaları için serbest adım yürütülür. 

Rezonans olayına en sık salıncak örneği verilir. Salıncağı hangi kuvvetle iterseniz itin o hareketini (gidip gelme zamanını) kendi ayarlayacaktır. Bu o salıncağın doğal frekansıdır. Uyguladığınız kuvvet salıncağın frekansına denk düştüğünde ve aynı şekilde bunu devam ettirmeniz durumunda parmağınızın ucuyla bile itseniz salıncak gittikçe artan bir şekilde havalanacaktır. Uygun frekansta çıkaracağınız doğal yada suni ses dalgalarıyla kristal şarap kadehlerini atomlarına ayırarak parçalayabilirsiniz. Tıpta ses dalgalarının rezonans etkisiyle böbrek taşlarını kırdığını duymuşsunuzdur. Ayrıca rezonans terapi (biorezonans) bazı bağımlılıklardan kurtulmak amacıyla, kanser tedavisinde ve psikolojik tedavilerde kullanılmaktadır. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren rezonans, kanser hücrelerinin teşhis ve tedavisinde (Manyetik Rezonans - MR) uygulanmaya başlamıştır. 

Üniversitenin ilk yıllarında bölüm öğrencileri olarak bize üçlü amfide bir film gösterilmişti. Filmin konusu, açılışı törenlerle 1 Temmuz 1940'da yapılan bir köprünün rüzgar sebebiyle yıkılma öyküsüydü. Tacoma Köprüsü, tamamlandığında dünyanın en uzun üçüncü asma köprüsü olmuştu ve zamanının bir mühendislik harikasıydı. Trafiğe açılmasından yaklaşık dört ay sonra 64 km/s hızla esen rüzgar köprünün yaklaşık bir saat içinde dramatik bir şekilde yıkımına sebep olmuştu. Bize o zamanlar bu felaketin nedeni olarak rezonans gösterilmişti. Oysa köprü her rüzgarda sallanıyordu. Bu şekilde trafiğe açılan köprüde hareketi sönümleyecek tedbirler alınmaya çalışılsa da fayda etmemiş, insanlar köprüye "Dörtnala Gertie" (Galloping Gertie) ya da "En Çok Sallanan Köprü" (Wobbliest Bridge) lakaplarını takmışlardı. 

Yıllar sonra sorunun rezonanstan kaynaklanmadığı, köprünün yıkılmasına "Aeorelastic Flutter" denilen bir olayın sebep olduğu anlaşıldı. Özetle köprü tabliyesinin (yol platformunun) her iki yanında düşey olarak uzatılan düz saçtan etekler bu faciaya sebep olmuştu. Bunun yerine rüzgarın içinden geçebileceği bir çelik kafes problemi ortadan kaldırabilecekti. Bir de şu konu var elbette: Sabit hızda esen bir rüzgar yapılarda rezonans yaratmaz. Rezonansın oluşabilmesi için rüzgarın dalgalar şeklinde kesik kesik esmesi gerekir. Aksi takdirde gökdelenlerin ayakta kalması iyice zorlaşırdı. 

Duygu frekans uyumunun ikili ilişkilerdeki yansıması nasıl olur acaba? Bence mutlak aşkın felaket getireceği bu rezonans kuramıyla da kanıtlanmış oluyor. Bu yüzden her zaman dile getirdiğim üzere iki kişiden biri aşık ise diğeri aşık olunan kişidir. Böylece iki kişi yok olacağına biri hasta oluyor, diğeri keyfini sürüyor.

Aşağıda filmini izleyebileceğiniz Tacoma Köprüsü yıkılırken meydana gelen tek can kaybı arabanın içinde nehre uçan yukarıda resmini gördüğünüz köpek bahtsız Tubby.


     

9 Kasım 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 64

Sevgili DeepTone Ağaç Ev Sohbetlerinin fahri moderatörü, bu aralar rahat! Andromeda (tık tık) en heyecanlı sohbet arkadaşlarımızdan oldu ve bu durum beni mutlu ediyor. 64. Haftanın sorusu bir kez daha kendisinden...  Hadi hemen bakalım bizden hangi konuyu tartışmamızı istiyor:

İnternette vaktinizi nasıl geçiriyorsunuz?

İnternetin yeni yeni evlere girdiği yıllarda Andromeda henüz ilkokula yeni başladığını yazmış. Dinozorluğum ortaya çıkacak ama ben ilkokula başladığımda TRT'nin Ankara Mithatpaşa Caddesindeki stüdyosundaki deneme yayınlarına başlaması için daha iki yıl geçmesi gerekecekti! Yıllar sonra Ankara'da, üniversitede o zamanlar "computer" dediğimiz bilgisayarları tanıdık. Yine Andromeda bu cihazdan "kocaman bir kasa, klavye, mouse" olarak bahsetmiş. Gülümsetti beni tabii. Çünkü tam da onun yaşlarına denk gelen kendi zamanımda üniversitenin diğer mühendislik departmanlarına hizmet veren "Computer Sciences" adı altındaki bölüm, Bilgisayar Mühendisliği bölümüne dönüştürülmeye daha yeni başlamıştı. Ve o zamanın bilgisayarları, bölümün giriş katını dolduran gürültülü devasa makinalardı. Her biri birer dikiş makinesini andıran klavyeli "punching machine" lere kartlarımızı yerleştirir, her bir program komutumuz kartlarda açılan birer delikle karşılık bulurdu. Bazen elli bazen beş yüz kart delmek için bu odalarda yarım saatlik rezervasyon yaptırır, işimiz bitince gidip ana makineye okutur, çıktı almak için bir numara alır ve sonucun çıkması için yarım gün kadar beklerdik. Sonra bir bakardık ki, sonuç yok! 3 warning, 2 error. Hadi kalk, yine "punching machine" lerde rezervasyon yaptır, hatalı komut kartlarını düzelt, yine git ana makineye yüklet ve çıktı almayı bekle. 

Derken pc'ler, cep telefonları, ve internetle birlikte akıllı telefonlar birbiri ardına arz-ı endam ettiler hayatımızda. Bir zamanlar derslerden geri kalmayalım diye ebeveynlerimiz tarafından kabinlere kilitlenen TV'lerden sonra biz de çocuklarımızı bağımlısı haline geldikleri dijital oyunlardan kurtarmaya çalışıyorduk. Özellikle oğlumun ortaokul ve hatta lise yıllarında müptelası olduğu FIFA isimli oyunun, derslerini son derece olumsuz etkilediğini hatırlıyorum. Bir yakınımın çocuğu hala bu tür oyunların pençesinden kurtulamıyor, ODTÜ'den atılmak üzere!

Gelelim asıl konumuza. Bugünün çocukları bilgisayar ve internetle doğdukları için bizden şanslılar. Bizim kuşak her zaman onlara yetişmeye çalıştık. Çalışma hayatımda telefondan sonra en çok kullandığım iletim aracı e-mail olmuştu. Sosyal medya fenomenini her zaman uzaktan takip ettim. Facebook, Twitter, Instagram gibi sosyal ortamları benimsediğimi söyleyemem. Fakat bu araçların muazzam bir güce sahip olduğunun farkındayım. Düşünebiliyor musunuz, istendiğinde birkaç dakika içinde milyonları sokağa dökebilecek bir güçten bahsediyorum. Kimse elinden akıllı telefonlarını düşürmüyor, iletişim araçlarından en popüler olanı bu alet. Dünyanın bir köşesinde deprem mi oldu, artık ilk haberi radyo ya da TV den değil, sosyal medyadan alıyoruz. Kontrollü darbemizi önlemek için  bile sosyal medya avantajımızı kullandık.  Saygıdeğer cumhurbaşkanımızın kayınbiraderinden darbeyi öğrenmesinden çok daha önce, camilerde "sela okuyun" mesajının  birkaç saniye içinde 90.000 imam, müezzin ve vaizin cep telefonlarına ulaşması sosyal medya gücünün açık bir göstergesi.

Bunun yanı sıra İnternet, sosyal medya üzerinden toplumda nefret, bölünmüşlük, ahlaksızlık, hakaret zirve yapmıştır. Fake hesaplar başta olmak üzere birilerinin yüzünü bile görmediği başka kişilere hakaret ve küfür dolu mesajlar göndermesi toplumda nefret tohumları saçmaya devam etmekte. Türkçemizi katleden yeni iletişim dilleri, emojiler sosyal ilişkilerimizi olumsuz yönde etkilemekte. Diğer taraftan tüketime dönük alışveriş siteleri ve reklamlar gerekli gereksiz harcamalar yaparak insanları zor durumda bırakmakta. Özetle, bu yönleriyle sosyal medya ortamından uzak kalmayı yeğliyorum. 

Her şeye rağmen yoğun bir internet kullanıcısı olduğumu söylemek isterim. Bilgiye kolaylıkla erişim inanılmaz bir konfor sağlıyor elbette. İstediğim her türlü sanat etkinliği elimin altında. Yanlış bildiklerimi düzeltip bilgi dağarcığımı genişletiyorum. İnternet bu bakımdan devasa bir kütüphane, müzik dolabı, sergi salonu, müze, spor salonu ve pek çok şey benim için. İsteyen yeni bir dil öğreniyor, isteyen yeni bir enstrüman çalmayı. Sınırsız bilgi kaynağı. Blog yazarlığı, bloglar arasında gezip yeni şeyler öğrenmek hem eğlenceli hem de bilgilendirici. Düşüncelerin saygı çerçevesinde özgürce dile getirilmesi, karşıt fikirlerden faydalanmak, ihtiyacım olan pek çok şeyi sağlıyor bana. Oyun oynamıyorum, boşa geçen bir zaman çünkü bu. Bunun bir hastalık olduğunu biliyorum, eğer başlarsam kesinlikle kendimi kaptıracağımdan eminim. 

Blog yazarlığı ve blog okuyuculuğumun yanı sıra, youtube kanalını, wikipedia  sözlüğünü, ekşi sözlüğü, Qoura  platformunu takip ediyor, özellikle artık yandaş medyaya ciddi bir alternatif oluşturan bireysel haber kanallarını, Turgay Yıldız, Bahadır Tokmak gibi eski hiciv ustalarını, Flu TV,  Nevşin Mengü, Özlem Gürses gibi güncel olayları değerlendiren gazetecileri, sokak röportajlarını, bazen mutfak konulu videoları izliyorum.

Sözlerimi bitirmeden önce, internetin seviyeli ve birbirine saygılı insanların meydana getirdiği bir özgürlük platformu olan blog aktivitesine olanak vermesi, bence en büyük avantajlardan biri. Eğer sosyal medyada boy gösteren camia blog dünyasına girebilmiş olsaydı, en azından günlük olarak yaptıklarını, düşüncelerini, hayallerini yazabilselerdi, ilgi alanlarına göre diğer blog yazarlarıyla ilişki kurabilselerdi bugün çok farklı bir yerde olurduk sanırım. Ne bileyim, belki de böylesi daha iyi. Çünkü bu kişiler blog dünyasına girseydi, belki bizler kaçmak zorunda kalacaktık. Bu konuda sizlerin de fikirlerinizi öğrenmek isterim. Ağaç Ev Sohbetleri ailesi genişlesin, yeni sorular gelsin.

6 Kasım 2020 Cuma

İNCİ BABA'YI ÖZLÜYORUM

Hatırlar mısınız, bir zamanlar İnci Baba vardı. Mafya babasıydı! Adaletin olmadığı bir ülkede yasadışı yollardan kendi yasalarına göre adalet dağıtırdı. Suç olarak tanımlanan pek çok işe bulaştı, buna rağmen başta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmak üzere birçok üst düzey siyasetçi ve bürokrat, iş adamıyla yakın dostluklar kurmuştu! Arkasından kötü laf eden pek yoktu, çünkü devletin işlemeyen adalet sistemine biraz olsun nefes aldırıyordu. Adını duyan herkes ondan hem korkar hem de ona hürmet ederlerdi. Aslen Urfalıydı, Ankara'da müteahhitlik yapmaya başladı. Yaptıkları yasal olmasa da hiç kimse onu kötü bir adam olarak görmezdi, siyasetçisinden bürokratına, müteahhidinden sıradan vatandaşına kadar herkes ona korkuyla karışık saygı, sevgi beslerdi.       

İnci Baba Ankara'ya geldikten sonra ihale mafyasının tartışmasız tek lideri oldu. Koca şirketler devlet ihalelerinde ondan habersiz teklif vermiyorlardı. Elinde büyük işleri olan firmalara, "Senin elinde işin var, bırak işi olmayan falanca firma alsın." der ve sözünü dinletirdi. Her ihaleden yüzde on civarında bir komisyonu vardı. Durumu iyi olmayan şirketleri, borcunu bir an önce ödemesi için sıkıştırmazdı. İki müteahhit aralarında bir anlaşmazlığa düşse İnci Baba'ya danışır, onun verdiği karara göre davranırlardı. Evinde iki panter beslerdi, erkek olanın adı JR, dişi olanın adı ise Sue Ellen idi. Espritüel bir kişiliği vardı.

Uzan'ların Star TV'sinde kendisinden "yer altı dünyasının ünlüsü" diye bahsedilmesine bozulmuş, Cem Uzan'ın babasına gönderdiği mektupta "zamanında sana teminat mektubu bulup, ihale bağlarken böyle demiyordun." diye seslenmişti. Hakkında çok şeyler söylenmiş, kitaplar yazılmış bir kişiydi İnci Baba. Dönemin Cumhurbaşkanı Washington'a gidip Meçhul Asker Anıtı'na çelenk koyması üzerine İnci Baba bu ritüeli kendi hayat görüşü doğrultusunda devam ettirmiş ve ABD'ye gidip Al Capone'un mezarına gösterişli bir çelenk bırakmıştı. Reuters'ın "Türk Robin Hood'u" olarak tanımladığı İnci Baba 4 Aralık 1993 tarihinde korumasının tabancasından çıkan bir kaza kurşunu neticesinde hayatını kaybetmişti. İşte arkasında bıraktığı bir kaç veciz sözü:

"İmansız bir toplum yaşar fakat adaletsiz bir toplum yaşayamaz."

"Dünya kurulduğundan beri bizim gibi insanlara ihtiyaç var."

"Peygamberler de bir anlamda babadır, biz halkımız için çalışıyoruz." 

"Adaletsiz bir baba olacaksam, Allah benim canımı alsın." 

İnci Baba'nın mezarına çiçek bıraktığı Al Capone'un filmlere konu olmuş hayatı ve hayat görüşü de oldukça ilginç. Fakat şu sözlerini asla unutamam:

"Çocukken her akşam yatmadan önce ve aklıma geldiği her an Tanrı'ya bana bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim ve kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı'ya günahlarımı affetmesi için dua ettim."

Eşim sordu: Şimdi niye böyle mafya babaları yok? diye. Düşündüm, gerçekten niye yok. Dünyaya adalet mi geldi yoksa dünyayı yönetenler mi mafya babalarına pabucunu ters giydirmeye başladı? Tanrım, halimize bak mafya babalarından medet umar hale geldik adalet dağıtmaları için.

Evet, konu yine deprem. Cumhuriyet'in ilanından bu yana ülke idaresinde her kademede görev alan, görevlerini menfaat karşılığı kötüye kullanan, liyakatsiz yandaş kadroları yetkili görevlere atayan, olmadık yerleri imara açan,  yanlış ve eksik projelere onay veren, inşaat esnasında denetlemeyen, kalitesiz malzeme kullanımına göz yuman, siyasal getirisini düşünerek çürük binalara imar affı çıkaran, depremde yıkılma riski taşıyan binalarda oturulmasına müsaade eden, malzemeden çalan, bütün bunları yaparken onca can kaybına rağmen birbirlerini suçlayıp aynı şekilde işlerini yürütmeye devam eden kişilere lanet olsun. 

İzmir depreminde yıkılan binalarla ilgili yedi kişi, müteahhit ve fenni sorumlu tutuklanmış! Bunun adı "toplumun gazının alınması" dır. Konu gündemden düşer düşmez hepsi delil yetersizliğinden serbest bırakılacak. Hayır, bütün suçu onlara yüklemek de doğru değil. Onlar sadece seçilen birkaç gariban. Zurnanın son delikleri... Marmara Depremi'nde 195 kişinin ölümüne sebep olmakla suçlanan ve 18 yıl 9 ay hapis cezasıyla istendikten sonra yedi buçuk yıl yatıp yine müteahhitlik işine geri dönen bugünün Veli Göçer'leri. Bu birkaç kişinin kurban seçilip bir süre hapsedilmesi deprem sorununu çözecek mi? Asla!

Süleyman Demirel'in de epey bir günahı var ama zamanında doğru bir laf etmişti:

"Fırat kıyısında, çobanın iki koyunundan biri kaybolsa sorumlusu ülkenin başbakanıdır." 

Siyasiler hiçbir bedel ödemezler. Sorumlu olduklarını söyleseler bile. Demirel yine insaflıymış, böyle bir laf çıkabilmiş ağzından. Ama diğerleri öyle mi? Birbirlerini suçlamaktan başka ne yapıyorlar? Yahu darbe oldu bu memlekette. Darbeyi yapanları en etkili devlet makamlarına siyasiler getirdiler, ben değil, siz değil. Devlet ABD'ye resmen satıldı, kozmik odalarımıza kadar girdiler. Tek bir siyasi sorumlu yok, siyasilerden tek bir gün bile ceza alan yok! Daha ne beklerim ki ben bu ülkeden. Yeminle söylüyorum, şu İnci Baba sağ olsaydı, onun cumhurbaşkanı olmasını isterdim. Al Capone diyecektim ama yerli ve milli olsun, dedim. Yöntemleri farklı olsa da, en azından adaletin ne olduğunu biliyor... Demokrasi falan bizim gibi ülkeye gelmez arkadaş. Yöneticilerimiz adil olsun, adalet sistemimiz işlesin de hangi tür idare sistemi olursa olsun...

3 Kasım 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 63

Sevgili Deeptone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetlerinin 63. Hafta konusunu sevgili Andromeda belirlemiş. Güncelliğinin yanı sıra mesleğim gereği konu hakkında söyleyecek sözlerimin bulunması ve en azından birkaç kişiyle düşüncelerimi paylaşma imkanı bulmam beni bir nebze olsun rahatlatacağını umuyorum. 

DEPREM KONUSUNDA NE KADAR BİLGİLİYİZ ve NE DERECE HAZIRLIKLIYIZ?   

Deprem konusunda (mesleğim itibarıyla) ahkam kesecek seviyede bilgi ve tecrübe sahibi olduğumu ifade etmem ukalalık olmayacaktır umarım. Ancak toplumun geneli söz konusu olduğunda deprem, sel, heyelan gibi doğal afetlerin yeterince bilgi sahibi olunduğunu söyleyemem mümkün değil maalesef. Şimdi, teknik konulara fazla girmeden düşüncelerimi paylaşmaya çalışayım. Her şeyden önce deprem ve diğer afetler toplumun genelinin beynine kazındığı gibi bir kader ya da takdir-i ilahi DEĞİLDİR. Dünyamız var olduğundan bu yana, depremlerin olduğu, meydana geliş nedenleri ve depreme karşı hassas bölgeler bilim insanları tarafından apaçık ortaya çıkarılmıştır. Riskin yüksek olduğu yerler, fayların konumu, hareketleri detaylı ölçüm ve gözlemler sonucunda belirlenmiştir. Mevcut teknolojik imkanlar dahilinde bilinemeyen tek şey, depremin ne zaman olacağıdır. Basit bir anlatımla, elinize aldığınız bir ambalaj lastiğini yavaş yavaş gerdiğinizde kopacağını bilirsiniz ama bunun ne zaman olacağını saniyesi saniyesine kestiremezsiniz. Kilometrelerce uzunluğunda ve kilometrelerce derinlik ve genişliğe sahip bir katmanın gerildiğini, ne yönde ilerlediğini bilmiş olsak bile onun da aynı lastik örneğinde olduğu gibi ne zaman kırılacağını tahmin etmek neredeyse imkansızdır. Bu konuda henüz hiç kimse bir tahmin yürütemez. Olası bir depremin azami büyüklüğü muhtemel lokasyonu hakkında fikir sahibi olsak bile depremin zamanı hakkında herhangi bir kehanette bulunmak şarlatanlıktan başka bir şey değildir.  

Deprem dalgalar halinde yayılır. Sağlam bir kaya kütlesinde yayılma hızı saatte 28.800 km'dir. (Işık hızının neredeyse yüzde onu). Yani on beş kilometre derinliğinde bir fay kırığının oluşturduğu sarsıntının yeryüzüne ulaşması için sadece 1-2 saniyelik bir zaman yeterlidir. Tsunami dalgaları deprem dalgalarına kıyasla ortalama 200 kat daha yavaş hareket eder. Bu 100 km açıkta meydana gelen bir depremde oluşabilecek Tsunami dalgalarının beş dakika içinde kıyıya ulaşacağını gösterir. Elbette açık denizde oluşan her deprem Tsunami yaratacak diye bir kural yoktur.       

Depremin zamanını bilmek bize ne kazandırabilir? Aslında bu da ayrı bir sorun. Diyelim ki bilim insanları İzmir depremini bir hafta önceden haber vermeyi başardılar. 7 şiddetinde bir deprem falanca gün falanca saatte meydana gelecek dediler, diyelim. Deprem korkusunun bile emniyetsiz yapılar üretmekten bizleri alıkoymayacağını düşündüğümüzde depremin zamanını bildiğimiz takdirde nasıl olsa canımızı kurtarabiliriz düşüncesi içinde yapılar daha da çürük inşa edilmesi kuvvetle muhtemeledir. Bu durumda insanlar canını büyük ölçüde kurtarabilir ama binaların büyük bölümü muhtemelen yıkılacaktır ve altından kalkamayacağımız büyük maddi kayıplarımız oluşacaktır.

Diğer taraftan bugünün teknolojisiyle depremin büyüklüğü ne olursa olsun ona dayanabilecek dirençte emniyetli yapılar oluşturmak mümkün. Yapılması gereken de bu zaten. Betonarme (demirli beton) toplu yaşama imkan veren en büyük buluşlarından biri. Ne kadar ömrü olacağına dair bilinen bir zaman sınırı yok. Çünkü beton zamana bağlı mukavemeti gittikçe artan ve çelikle birlikte müthiş uyum sağlayan bir malzeme. Ülkemizde ilk çok katlı betonarme bina, yangınzedelere verilmek üzere 1922 yılında inşaatı tamamlanan ancak daha sonra Türk Hava Kurumuna devredilen Tayyare apartmanlarıymış. Yıllar öncesinin teknolojisi olmasına rağmen yüz yıldır dimdik ayakta kalan bu bina halen Crowne Plaza İstanbul-Old City olarak hizmet etmekte. Demek istediğim, doğru yapılan bir bina, yaşı fazla diye depremden yıkılmaz. Yeni bazı hesap yöntemleri ve buna bağlı revize edilen deprem yönetmelikleri yapıları daha da emniyetli bir hale getirmektedir. Unutmamak gerekir ki betonarme yapıların ülkemizde sadece yüz yıllık bir geçmişi vardır. 

Depreme dayanıklı yapı deyince birkaç husus aklımıza gelir: 1. Zemin etüdü ve ıslahı, 2. Projelendirme, 3. Uygun malzeme seçimi, 4. İşçilik, 5. Denetim. Bunların hepsinin içinde insan faktörü olduğu  eğitim ve liyakatin önemi açıktır. 

Bu satırları yazdığım esnada, 30 Ekim İzmir Depreminden 91 saat sonra, Ayda Bebek enkazın altından çıkarılıyordu. Annesinin dizinin dibindeymiş. Ne yazık ki annesi Ayda Bebek kadar şanslı değildi. Demek istediğim depremde betonarme bir bina çöktüğünde içinde yaşayanların hayatta kalabilmesi tamamen şans eseri. Yaşam üçgeni gibi öyle algılar yaratılıyor ki, sanki  enkazdan her sağ çıkan deprem esnasında oturmuş kendi yaşam üçgenini oluşturmuş. Oturduğunuz binaya güveniyorsanız ne ala, paniğe gerek yok, hareketli eşyadan kendinizi koruyun, hatta onları daha önceden sabitleyin yeter. Ama binanın kolon ve kirişlerinin çatlamaya başlayıp üzerinize yığıldığı, hangi kirişin başınıza çarpıp hangi kolona sıkışacağınızı, hangi döşemenin altında kalacağınızı bilmediğiniz, korkunun tavan yaptığı birkaç saniyede hiç kimsenin deprem esnasında yapılacak şeyleri düşüneceğini sanmıyorum. Dün kurtarma ekibinden bir hanımefendi herkesin yanından ayırmamasını önerdiği deprem çantasında bulunması gerekenleri sıralıyordu. Birçok şeyin yanı sıra, devam etti, diş fırçası, diş macunu, kalem, kağıt. Nedir bunlar ya, enkazın altında büzülüp kalmışsın, günlük mü tutacaksın vaktini geçirmek için. 

Depreme ne kadar hazırlıklıyız? Bu da yine algı yaratan bir soru! Deprem bölgesindeyiz, deprem olacak ve kaçınılmaz bir şekilde, takdir-i ilahi gereği binalar yıkılacak ve alt yapı tesisleri zarar görecek, hayatını kaybedenler olacak. Eğer yeterince hazırlıklıysak yaralıları enkazdan çıkarırız, hasar gören binalarda yaşayan insanlara çadır kentler kurarız ve gıda yardımı yapabiliriz. Hazırlıktan kasıt bu değil mi? Ya da bu anlaşılıyor değil mi?. Başta trafik ve haberleşme sorunu olmak üzere depremden sonra yapılması gereken işlerde eksiklerimiz olduğunu biliyoruz. Fakat depreme ilişkin esas sorulması gereken soru "Depremde can ve mal kayıplarının önüne nasıl geçebiliriz?" olmalıdır. 

Her ne kadar alakasız görünse de bu işin çözümü de yine "Adalet" in sağlanmasından geçer. Bayraklı Belediyesi, ben üzerime düşen görevi yaptım, yıkılan binalara çürük raporu verdim, gerisi bakanlığın işi, diyor. Bakanlık ise evet, bizim görevimiz ama bize yapılan resmi bir başvuru yok diyor. Binaların zemin raporları var mı? Var ise uygun olmayan zemin ıslah edilmiş mi? Raporu kim imzalamış? Kim böyle bir zemine ıslah edilmeksizin sekiz kat vermiş? Kullanılan yapı malzemeleri standartları sağlıyor mu? Projesi doğru mu? Doğruysa sahaya doğru aktarıldı mı? Projeyi onaylayan, inşaat ruhsatını veren, inşaatı denetleyen kimler? Yani bu soruların ardı arkası kesilmez, kesilmemelidir. Soruları daha da genele yayarak, bu bölgenin imara açılması zemin ve şehirleşme planı açısından doğru bir karar mı? Yeni imar sahaları açarak yeni rantlar yaratmak sonucunda kimler haksız kazanç sağlamıştır? 

Bu işin siyasetini yapmıyorum. Ayırt etmeden bütün siyasi partilerin kurduğu hükümetler, görev aldıkları belediyelerin hepsi suçlu ve sorumludur. Madem durum böyle neden onlara oy verdin diye vatandaşın sorguya çekilmesi anlamsızdır. Çünkü adaletin olmadığı bir toplumda böylesine hayati sorunlara çözüm getirecek bir siyasi parti alternatifinden bahsedilmez. O değil de bir başka parti yönetimde olsa yine aynı sorumsuzluk ve aymazlığın devam edeceğini biliyorum. 

Türkiye'de parası olan herkes diş hekimi, doktor, mühendis, avukat olamaz ama müteahhit olmak manav olmaktan kolaydır. Memleketin anasına küfreden ve aslen kamyon şoförlüğünden gelen Laz müteahhitlerin yanında bu işin eğitimini almış mühendislerin şansı pek yoktur ülkemizde. Depreme hazırlıklı olmak, etkili yasaları çıkararak yapılaşmayı gerekli kurallara bağlamak ve bunlara uymayan sorumluları en sert şekilde cezalandıran bağımsız yargı mensuplarına sahip olmak demektir. Her önemli sorunda olduğu gibi ülkeyi pislikten temizleyecek ve gelişmemizi sağlayacak yegane organ bağımsız yargıdır. Bağımsız yargının olmadığı bir ülkede kazasız belasız yaşanan her gün birer şanstır. Elbette yargının da kirlendiği bir ülke, tuzun koktuğu bir durumdur. Yine de vatanını ve milletini seven yargı mensuplarının halkın desteğini alarak doğal afetlerde yapı emniyeti ve diğer konularda, hiç kimseden korkmadan İtalya'dakine benzer bir temiz eller operasyon yapmasını büyük bir özlemle bekliyorum. Aksi takdirde ufukta değişebilecek bir şey görmüyorum maalesef. Bu durum da benim takdir-i ilahim olmaya aday. 

1 Kasım 2020 Pazar

DEPREM İZMİR - 30.10.2020


Uzunca bir aradan sonra depremi bahane ederek yeniden yazmaya başlamayı deneyeceğim. Zira sebepsiz olarak yazamıyordum bir süredir. Şimdiye kadar yaşadığım en büyük depreme ilişkin duygu ve düşüncelerimi hem sizlerle paylaşmak hem de buraya bir kayıt düşmek için bir şeyler karalamadan önce merak edip durumumu soran arkadaşlara bir kez daha teşekkürü borç bilirim. 

Yaklaşık bir ay kadar önce eşimin evde geçirdiği bir kaza sonucu sağ elinin serçe parmağı eklem yerinden çıkmış ve çekilen röntgen sonucunda ikinci boğumunda iki adet kırık olduğu tespit edilmişti. Bu nedenle özellikle mutfak başta olmak üzere diğer ev işlerini üstlendim.  Geçtiğimiz cuma günü saat 12.51'de bulaşık makinesini boşaltırken ilk önce kulağıma gelen tabak çanak şakırtılarını önemsememiştim. Fakat sesler kesilmeyip tam aksine gittikçe yükselmeye başlayınca mutfaktan başımı uzatıp koridordaki avizelerden sarkan parçaların şakırdayarak şiddetle sallandığını fark ettim. Az sonra dışarı çıkacaktık. Banyoda makyajını yapan eşim koridora fırlayıp panik içinde "deprem oluyor" diye seslendiğinde ben de işimi bırakıp mutfaktan dışarı çıktım. Beş on saniye sonra sarsıntı hızını kaybeder gibi oldu, "Tamam, tamam geçti, bir şey yok" dedim ancak ikinci bir dalga ara vermeden yeniden sarsmaya başladı. Sadece salondaki avizeler değil, mutfaktan gelen tabak, çanak sesleri, dolapların gıcırtıları birbirine karışmaya başlamıştı. Ellerimi koridordaki duvarlara yaslayıp hareketin bir an önce bitmesini bekliyordum fakat aksine daha fazla sarsılmaya başlamıştık. Kapının yanında hasır dolabın üzerinde bulunan eşimin çantası sağlı sollu şiddetle sallanıyordu, yere devrildi devrilecek gibiydi. Gözüm duvarlara ilişti bina resmen kağıt gibi eğilip bükülüyordu. Eşim, titremeye başladı ve şimdiye kadar görmediğim bir içtenlikle "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek besmele çekmeye başladı. 

Sizin için biliyorum, inanmanız zor fakat ben korkmuyordum. Çünkü deprem bölgesi olmasına rağmen İzmir'de Kuzey Anadolu Fay hattı üzerindeki yerleşim yerlerinde oluşabilecek kadar büyük şiddette bir deprem olamayacağına kendimi iyice inandırmıştım. Hatta bir önceki gece Alsancak'ta ailecek oturduğumuz bir kafede bu yönde birkaç laf etmiştim. Ancak deprem süresinin uzaması beni endişelendirmeye başlamıştı. Korkacağım ana henüz gelmemiştim, diyebilirim. Eğer duvarlarda, kirişlerde bir çatlama olduğunu görseydim, o zaman korkardım sanırım. Neyse, sarsıntı sona erdiğinde salona geçtim, duvarlardaki koca yağlıboya tabloların hepsi diyagonal pozisyona gelmişti. Evin içinde herhangi bir hasar, düşen, kırılan bir eşya görünmüyordu. Hemen çocukları, büyükleri arayalım dedim, çünkü biliyordum ki herkes telefona yüklenecek ve hatlar hemen kesilecek. 

İlk olarak oğlumuzdan haber aldık. Dışarıda bir kafede arkadaşıyla oturuyormuş. O da hem meslektaşım hem de benim kadar rahat biri. Dışarı çıkmak gibi bir niyeti yokmuş ama herkes fırlayınca ayıp olmasın diye çıkmış dışarı. Sonra Buca'da aile sağlık merkezinde görevli kızımızı aradık, onun da sağlık haberlerini alınca rahatladık. Kayınvalidemi aradı eşim hemen arkasından. Yalnız yaşıyordu ve yaşı iyice ilerlemişti. Son derece panikleyen bir yapıda olduğu için bina hasar görmese bile kalp krizi geçirebilirdi. Henüz telefonlar çalışıyordu, telefonda kayınvalidemin sesi ağlamaklıydı Depremin ardından üzerinde ne varsa o şekilde kapıyı çekip merdivenlerden üç kat aşağı binanın önüne inmişti. Hemen geliyoruz yanına, fakat yollar trafikten kilitlendi, gelmemiz zaman alır dedik. Daha sonra annemi aradık. Yaşlıların canı daha kıymetli olduğu için mi, hareket imkanlarının kısıtlı olmasının verdiği acizlikten mi yoksa karakterlerinden dolayı mı bilmiyorum ama telefonda sürekli "Çok korktum." deyip ağlıyordu. Sakinleştirmek için bir şeyler söyledim ve hemen evden yola çıktık. Kayınvalideme gitmek için beş kilometrelik yol bir saatten daha uzun bir zamanımızı aldı. Arabadaki radyoda dinlediğimiz A haber yayınında kötü haberleri ilk kez duyduk. Bazı binalar tamamen yıkıldığını ve hayatını kaybedenlerin olabileceği söyleniyordu. 

Kayınvalidemi aldıktan sonra Ayrancı'da yalnız yaşayan kız kardeşimi almak üzere yola çıktık. Çünkü Marmara Depremini yaşamış biri olduğu için zaten önceden bir travma geçirmişti. Telefon ettiğimizde mutfak eşyalarının yerlere saçıldığından bahsetmişti. Her tarafta yollar tıkanmış durumdaydı. Kendimizi çevre yoluna attığımızda biraz rahatladık. Döndüğümüzde akşam saatleriydi. Bize yakın mesire alanları, Susuzdede parkı ve çimenlik alanlar, geniş refüjler piknik alanına dönmüştü. Hiç kimse evlerine girme cesaretini gösteremiyordu. Binaların neredeyse tamamı karanlık, araç park yerleri boşalmıştı. Yazlıkları olanlar alelacele yanlarına aldıkları eşyalarla araçlarına atlamış, yollarda uzun kuyruklar oluşturmuştu. Bizimkilerin geceyi dışarıda geçirelim ısrarına rağmen onları sakinleştirip, evimizde hiçbir hasarın olmadığını ve artçı sarsıntıların bize zarar vermeyeceğini söyledim. Ancak yine de en azından birkaç saat daha dışarıda kalmak konusunda ısrarcıydılar. Evimize yakın bir pideciye gidip karnımızı doyurmak konusunda anlaştık. Sabah kahvaltısından beri yemek, kimsenin düşündüğü bir şey değildi aslında. Ne var ki, bizim gibi düşünen çok kişi varmış, ya da millet yemek yapmayı bıraktığından dolayı aşırı bir talep olmuş. Pideci malzemelerinin tükendiğini söyledi.  Annemi bir kez daha aradım, hala korkuyordu. Kız kardeşimi almaya giderken yolda sosyal medyadan aldığı bilgileri değerlendiren eşim, oğlumuza Tsunami tehlikesi olur endişesiyle sahildeki kafede oturmamasını söylemiş ancak o buna pek aldırış etmemişti. Nihayet evimize döndük. Bir şeyler atıştırıp televizyon karşısına geçtik.

Daha önce yaşadığım en büyük deprem yine İzmir'de 1 Şubat 1974 depremiydi. Büyüklüğü 5,2 olan depremde İzmir Saat Kulesi'nin üst kısmı yıkılmıştı. Sanırım on on beş saniye sürmüştü. Gece saat 02.00 de meydana gelen depremde tek katlı kerpiç binada uykudan uyanmış, kiremitli çatımız gıcırdayarak salıncak gibi sallanmıştı. O korkuyla bir hafta tuvalete bile yalnız gidememiştik. 

Şimdi bir mühendis olarak bu son depremi değerlendireyim. Her şeyden önce farklı bir depremdi bu. Edine, Tekirdağ ve İstanbul'un yanı sıra Antalya'ya kadar son derece geniş bir bölgede hissedilmişti. Depremin meydana geldiği ilk dakikalardan itibaren ekşi sözlüğe yazılanlar ise oldukça ilginç. Ayrıca depremin büyüklüğüyle ilgili dile getirilen rakamlar kafaları karıştırıyordu. Afad 6,6 da ısrar ederken Kandilli 6,9 olarak açıklıyordu depremin büyüklüğünü. Yurtdışı kaynaklarda ise 7,0 ve 7,1 olarak geçiyordu. Depremin büyüklüğü farklı kriterlere göre hesaplandığını biliyordum. En basiti Richter ölçeği. Sismografta kaydedilen sarsıntı dalgalarının periyod ve frekanslarına göre depremin büyüklüğü tespit edilmekte. Çok kısa bir zamanda sonuç alınması bakımından tercih ediliyor. Ancak bu yöntem deprem merkezinin yakın olduğu yerlerde ve 6,0 büyüklüğünün altında kalan depremler için doğru sonuç vermekte. Daha büyük depremler için moment büyüklüğü daha gerçekçi bir sonuç verir. İlk olarak 1979 yılında önerilen bu tespit yöntemi daha uzun süreli hesap gerektirir ve her merkez bunu yapamaz. Bu bakımdan Afad tarafından yapılan 6,6 büyüklük 30 Ekim İzmir depreminin büyüklüğünü yansıtmaktan uzak bana göre. Bunun yerine Kandilli Rasathanesinin 6,9 moment büyüklüğü daha anlamlı. 

Diğer taraftan ana depremden sonra meydana gelen artçı sarsıntıların 1.000'in üzerine çıkacağı anlaşılmakta olup sanırım bu bir rekor olarak kayda geçecektir. Depremin merkezi Sisam Adası'nın 5 km açıkları. Buna karşılık Seferihisar ve Kuşadası, Urla, Menderes gibi daha yakın yerler yerine en fazla yıkım Bayraklı ve Bornova civarında olmuştur. Bunun sebebi bana göre kontrolsüz ve hatalı, eksik yapılan yapılardır. Bu bölgedeki zeminler yapılaşmaya uygun olmayabilir ancak eğer uygun zemin iyileştirmesi yapıldığında her türlü zemine her türlü bina yapılabilir. Sorunun neden kaynaklandığı net olarak anlaşılamamakla birlikte zemin iyileştirilmesi yapılmaması, yanlış proje, uygun olmayan yapı malzemeleri kullanılması ve usulüne uygun inşaat ve denetimin olmaması gibi bazı nedenlerden biri ya da birkaçının varlığı söz konusu. Bayraklı bölgesinde çok katlı yapıların ayakta kalması, tamamen göçen binaların çevresinde yine sekiz dokuz katlı binalarda ufak tefek hasarların dışında bir sorun olmaması bu düşünceyi desteklemektedir. Bize üniversitede öğretilen bir husus hatırlıyorum. İyi mühendis projeye esas deprem büyüklüğünde en ufak bir çatlak oluşturmayan binaların hesabını yapan değildir, diyordu hocalarımız. İdeali, en şiddetli depremde binanın  her tarafının çatlaması ama ana taşıyıcı sistemin dimdik ayakta kalmasıydı. Elbette bunda mühendisliğin önemli bir bileşeni olan mühendislik ekonomisine dikkat çekilmek isteniyordu. Fakat gereğinden büyük yapı elemanlarının da fayda yerine zarar getirmesi bildiğimiz bir gerçek. 

Ölüm ve yaralanmanın hepsi kötüdür ama deprem sonucunda başa böyle bir olayın gelmesi en korkuncudur. Bu bakımdan deprem bölgesinde yapılaşma gerektiği gibi yapılmalı ve denetlenmelidir. Bu konuda kusuru olanlar en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Ne var ki, bu gelişmiş ülkelerde beklenen bir durumdur. Deniyor ki, Bayraklı Belediyesi depremde tamamen çöken sekiz katlı binalara çürük raporu vermiş ve bina sahiplerini bilgilendirmiş! Yeter mi bu? Televizyonlara çarşaf çarşaf gösterilen söz konusu raporların, kendilerini kurtarmak isteyen bazı idareciler tarafından depremin ardından alelacele düzenlenmediğinden (ülkemiz koşullarını bilen biri olarak) ne kadar emin olabilirim? Rapor tutulduktan sonra riskli görülen bu binaların derhal boşaltılması devletin sorumluluğunda değil mi? Kim bu binaların müteahhidi? Deniz kumu kullanıldığından, kullanılan etriyelerin yetersizliğinden ve kirişlere göre daha güçsüz kolonlar kullanıldığından bahsediliyor... Kim yapmış bu projeleri? Biliyorum, hepsi unutulacak. En fazla göstermelik birkaç kişiyi sorumlu tutup milletin gazını alacaklar. 

İşin bana göre sevindirici yanı, eğer gerçekten depremin büyüklüğü 6,9 ise yukarıda bahsettiğim bölgedeki binalar dışında hemen hemen hiçbir hasarın oluşmaması. Örneğin benim de ikamet ettiğim ve tamamı karşılıklı sekiz, on katlı binalardan oluşan Mithatpaşa Caddesinde en ufak bir hasar duymadım. Bu temeli uygun zemine atılan, düzgün projelerin yapıldığını ve inşaat kurallarına riayet edildiğini gösteriyor. 

Diğer taraftan enkaz altında kalan masum vatandaşlar yüreğimizi burkuyor. Bir de bütün İzmir'i fuhuşun merkezi görüp, bunun Allah'larının bir gazabı olduğunu zırvalayıp hadlerimizi bildirdiğini söyleyip içten içe sevinen bir geri zekalı güruhu var. Tek arzum bunlar gibi insan müsveddelerinin kaderlerinin çok daha acı olması...