KATEGORİLER

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) (5) Gezi (28) Günce (614) Kitaplarım (249) ÖYKÜ (125) Sohbet (383) ŞİİR (3)
Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2023 Salı

YUNANİSTAN MACERASI

Son yıllarda en çok görmeyi istediğimiz ülkelerden biriydi Yunanistan. Her seferinde bir aksilik çıkar erteleyip dururduk. Bu kez de aceleye geldi yeterli ön hazırlık yapamadık ama neyse ki şeytanın bacağını kırmış olduk en azından. Geçen seneki ilk plânımız aracımızla Edirne'den girip geze geze Atina'ya kadar indikten sonra geri dönmekti. Son iki senedir araca kasko yaptırmıyorum. Fakat yurt dışına çıkmak için hem aracın kasko sigortası olması hem de yurt dışı için ek bir teminat ödenmesi gerekiyormuş. Yakıt parası vs. düşününce fazla gelmiş, araçla çıkmaktan vazgeçmiştik. Geçen yıl Selanik-İzmir arasında karşılıklı feribot seferleri başlamıştı. Ne yazık ki ilginin az olması sebebiyle bu yıl kaldırılmış.

Geriye iki alternatif kalıyordu. Birincisi; İstanbuldan otobüsle Dedeağaç'a oradan sonra birer gün konaklayarak Gümülcine, Kavala ve Selanik'e geçmek daha sonra mübadele sırasında eşimin dedelerinin geldiği, Selanik'e 70 km mesafedeki Karaferye'yi (şimdiki adı Veria) görmek. Bu alternatif hem çok yorucu olacak hem de zamanımız yetmeyecekti. İkinci alternatif deniz yoluyla Sakız Adası, oradan Pire ve Atina, daha sonra trenle Selanik ve Karaferye'yi görüp aynı rotadan geri dönmekti. İkincisinde karar kılarak internet üzerinden feribot, tren biletlerini alıp Selanik'te konaklayacağımız yeri ayarladık.

Çeşme-Sakız Adası arasını Sunrise Lines'ın San Nicolas feribotuyla Sakız Adası-Pire arasını Bluestar Ferries'in Nissos Samos adlı yolcu gemisiyle yapacaktık. Verilen bilgi notunda iki saat önceden limanda olmamız gerektiği yazıyordu. Biz de İzmir'den erken yola çıkıp aracımızı bir akrabamızın evinin önünde park edip limana yürüdük. Aslında o kadar erken gitmemize gerek yokmuş, bir saat kadar kala limanın önüdeki acenta kapısını açtı ve check-in yaptırıp biletlerimizi aldık. Bu bekleme süresini hemen acentenin ve limanın karşısındaki bir kafede geçirirken ilk şoku orada yedik. İçinde incecik bir kaşar diliminin olduğu bizim gevrek dediğimiz simitin eetiket fiyatı tam 120 TL'ydi. Biraz düşününce hak verdik, dışarıdaki fiyatlariçin bizleri alıştırmaya çalışıyorlar herhalde dedik!. 

Pasaport konrolünden geçtikten sonra feribota bindik. Külüstür bir şeydi. Eşimin akrabaları duymasın sahipleri oldukları Ertürk Feribotlarından almamıştım bileti. Oysa onlar Sakız Adasına olan mesafeyi 20 dakikada alırken bizim külüstür Yunen feribotu San Nicolas'la yolculuk 35 dakika sürecekti. Neyse deniz havasını alarak gideriz, sorun değil dedik. Sakız Adasına vardığımızda gümrükten geçerek burnumuzun dibindeki Yunan topraklarına adım atmış olduk. Akşama kadar vaktimiz vardı. Sakız Adasının köylerine özellikle adanın güney kısmına günlük turlar var. Fakat ne yazık ki bütün yerler doluymuş. Belki gelmeyen olur diye saat 11.30'a kadar bekleyin dediler. Ama gelmeyen olmadı. Dönüşümüz hafta sonu olduğu için daha kalabalık olur şimdiden yerinizi ayırtın dedi görevli Nikolas. Hoş ve ilgili bir adamcağız, eşyalarınızı yazıhanede bırakabilirsiniz dedi, ilgilendi. Eğer vazgeçerseniz paranızı iade ederiz sorun değil dedi. Peki dedik 20'şer Euro ödeyerek iki kişilik yer ayırttık dönüşte tura katılmak için. 

İlk günümüz Sakız'da geçti böylece. Küçük bir yer, çarşıları, kafeleri alışveriş yerleri var. Adanın en meşhur ürünü adından da belli olduğu üzere sakız. Eşim kurabiye ve tatlılarda kullandığı için bir miktar aldık. Kilosu 250 Euro diye söyleniyordu. Sanırım bizimki 180 Euro civarına geldi. Limana yakın, ana caddenin bir sokak gerisinde Retro adında güzel bahçesi olan bir kafeye oturup kahvaltımızı yaptık. Belli ki Türkler çok ziyaret ediyor burayı. Türkçe olarak "kahvaltı 6 Euro" yazıyordu. Kocaman kızarmış bir yumurtalı tost ekmeği, domates, salatalık, zeytin tabağı bize gayet uygun geldi. Uygun geldi derken insan bir süre sonra alışıyor bu ülkenin parasına, ne kadar ucuz dediğimiz şeyleri TL'ye çevirdiğimizde olayın vehameti yani paramızın ne kadar değersiz bir hale geldiği çıkıyor. Deniz boyunca kafelerin, birahanelerin, restaurant ve börekçilerin dizildiği uzun bir cadde ve arkasında alışveriş mekanlarının olduğu bir bölgenin dışında fazla görülecek bir yer yoktu. Öğlen saatlerinde zaten esnaf siesta yapıyor, her yer kapalı. Meşhur bir dondurmacı varmış, ev yapımı! Gittik tabii. Son derece sıradan, İzmir'de her yerde yediğimiz dondurmadan farkı yok. Euro ödedik tabii, fazla değildi. Ne zaman ki TL ye çevirdim, vay be dedim, bu dondurmaya bu fiyat! Eşime söylemedim, onun da belki ilk kez sormamasına sevindim. Zaman geçmek bilmiyor, gez gez yorulduk. Sahildeki birahanelerden birine oturduk sonunda. Ben biramı söyledim, yanında bir de çerez tabağı getirdiler. Epey oturduktan sonra limana doğru yürüdük. 

Yunan topraklarında olduğumuz için artık pasaport kontrolü yok. Nissos Samos limanda bizi bekliyor. Yolcu gemisi Çeşme'den Sakız Adasına geldiğimiz feribottan çok daha büyük. Bir yandan araçlar gemiye alınırken bilet kontrolünden geçip en az yedi katlı geminin yürüyen merdivenlerinden yukarı çıkıyoruz. Biletimizin üzerinde koltuk numarası yazmıyor, ekonomi sınıfı olduğu için olmalı. Demek ki isteyen istediği koltuğa oturabilir diye düşünüyorum. Yolcu sayısı fazla olmasına rağmen gemi çok büyük olduğu için fazla kalabalık görünmüyor. İki kat çıktıktan sonra geminin ön ve arkasında yer alan iki kafeteryadan yemek, sandviç, içecek ve atıştırmalık satışı yapılıyor. Ortada masalar ve kafeterya tipi basit koltuklar var. Yemeğini, içeceğini alan buralarda oturuyor. Gemideki görevlilerden birine bileti gösterip nerede oturacağımızı soruyorum. Bize kafeterya sandalyelerini gösteriyor ve gemide epey boş yer olduğunu daha sonra gidip rahat, pullman koltuklara geçebileceğimizi söylüyor. Gidip boş koltuklardan ikisine geçiyoruz eşimle. Koltukların kolçaklarında numaraların olması biraz işkillendirse de sorun etmiyorum ama dönüş yolunda bunun ne anlama geldiğini acı bir şekilde öğreneceğiz. Yaklaşık beş koltuk ara ile tavandan sarkan birer tv, sesleri kapalı olarak farklı Yunan kanallarını gösteriyor. Dokuz saat sürecek gece yolculuğumuz rahat bir şekilde ilerlerken kâh kitap okuyoruz, kâh koltuklarımızı yatırıp uyuyoruz. Arada bir kalkıp gemiyi tanımaya çalışıyorum, üst katları kolaçan ediyorum, geminin ön bölümünde ortadan bir kapıyla girilen kamaralar yer alıyor. Bazen güverteye çıkıyor ve denizin serin kokusunu içime çekiyorum. Ön tarafta denizi yara yara ilerleyen geminin oluşturduğu beyaz köpüklü dalgaları seyrederken hayaller kuruyorum. Gemi uzaktan ışıkları yansıyan Ege adalarının arasında hızla yol alıyor. Adını bilmediğim iki ya da üç adaya yanaşıp yolcu indiriyor, yeni yolcular alıyor. Uzun bir yolculuk, haliyle karnımız acıkıyor. Kalkıp kafeteryadan soğuk zero kolamızı alıp eşimin marifetli elleriyle hazırladığı kekleri, börekleri atıştırıyoruz.

Yolcuların hemen hepsi Yunan vatandaşı, diğer ülkelerden bazı yolcular da var ama Türk'e hiç rastlamadık. Sağlı sollu yüzlerce koltuğun yer aldığı salon ve kafeteryaların çevresinde yadırgadığım görüntüler çarpıyor gözüme. Koltukların büyük kısmı boş olmasına rağmen insanların bir kısmı, özellikle genç olanlar, uyku tulumlarına girip sere serpe boş yerlere uzanmışlar. Bazıları yere battaniye, çarşaf sermiş etrafına aldırmaksızın evlerindeki yataklarındaki gibi rahat bir şekilde yatmış, uyuyorlar. Orta ve ileri yaştakiler kafeterya kanapelerine serilmişler, bazıları ayaklarını boş buldukları koltuklara uzatmışlar. Kırda piknik yaparcasına salonun dört bir köşesi yerde uyuklayan insanlarla dolu. Bende yanlışlıkla göçmenleri taşıyan bir gemiye mi bindik hissi uyandıran bir görüntüydü bu. Telekom'dan aldığım haftalık internet paketi işime çok yaradı. Google haritalardan geminin Ege denizindeki konumunu an be an takip ediyordum. Geminin yanaştığı adaların adlarını buradan görmek mümkün ancak Yunan alfabesini bilmeden bunu anlamak imkânsız. Pire limanına yaklaşırken yine güverteye çıktım. Dokuz buçuk saat süren uzun yolculuğumuzun sonuna gelmiştik.

Plâna göre gemiden iner inmez tren garına gidip önce sekiz buçuk km mesafedeki Atina'ya, oradan da yine trenle Selanik şehrine geçecektik. Biletleri internet üzerinden almıştım, zamanımız sınırlıydı. Liman çıkışında lokomotif işareti olan bir tabelayı takip edip liman dışına çıktık. İstasyonu sormak istiyoruz, insanların çoğu İngilizce bilmediklerinden anlaşmak hiç kolay değil. Taksilerden birine fiyat sorduk 20 Euro istedi. Oysa zaman olsa yürüyüş mesafesinde ulaşabileceğimiz bir yere gidecektik. Gençlerden fayda vardı. Hemen ilerimizde genç bir kıza sorduk. Oradan kalkan şu numaralı otobüse binerseniz sizi götürür istediğiniz yere dedi. Bileti nereden alacağız, ya da otobüste bilet alabiliyor muyuz diye soracak olduk, sorun değil bilet almanıza gerek yok dedi. Acaba doğru yere mi götürecek heyecanı içinde otobüse bindik. Sonradan öğreniyoruz ki, otobüs ve metrolarda genel olarak bilet kontrolü yapılmıyormuş. Fakat denetleme esnasında biletinizin olmadığı ortaya çıkarsa bilet ücretinin 60 katı kadar ceza ödemek zorunda kalınıyormuş. Bu uygulama Avrupa ülkelerinin çoğunda var. Yine navigasyondan takip ediyorum yaklaşık 1.200 metre yürüyüş mesafesindeki hedefimize an be an uzaklaşıyoruz. Normaldir bu otobüs trafikteki yolları kullanacak. Yaklaşık iki üç km yol gittikten sonra iniyoruz. Köprüyü geçin orada tren garını göreceksiniz diyor gençlerden biri. Neyse, sonunda gara varıyoruz. Bilet gişesinin önündeki yaşlı bir amca ile gişe görevlisi teyzemiz kendi dillerinde tartışıp duruyorlar. Trenimiz on dakika sonra kalkacak ve bağlantılı olarak Atina'dan Selanik trenine yetişeceğiz. Sohbetleri uzadıkça uzuyor, eşim sinir küpü. Araya giriyorum, yaşlı amca dur, sıranı bekle anlamında Yunanca bir şey söylüyor sakin bir üslûpla. Ve göz göre göre treni kaçırıyoruz! Ve ben o anda pişman oluyorum, bileti önceden aldığıma. Evet, gidiş dönüş internet üzerinden daha ekonomik ancak en ufak bir aksamaya tahammülü yok. Yaşlı adamın işi bitip gittikten sonra durumu gişedeki teyzeye anlatıyoruz. Sorun değil diyor bir sonraki tren on beş dakika sonra kalkacak onunla gidersiniz. Başka çaremiz mi var? Hem Atina hem de Selanik biletlerini alıp perona çıkyoruz.

Bir gezi yazısında okumuştum. Pire'den kalkan banliyö trenleri önce ara istasyonları ağır ağır geçiyor ve daha sonra hızlanıyorlarmış. Henüz iki istasyon geçmşken, yani daha hızlanma aşamasına gelmeden trenimiz duruyor ve bir anda bütün vagonların boşaldığını fark ediyoruz. Yine gençlerden biri trenin arıza yaptığını başka bir trene aktarma olacağını söylüyor. Hangi trene? Tren ortada yok. Bekle bekle, tamam diyorum artık, Selanik treni kaçtı. Peronda tren gözüktüğünde bir demiryolu görevlisine durumu anlatmaya çalışıyorum. Şansıma adam İngilizce konuşabiliyor. Tamam merak etmeyin ben durumu telefonla karşı tarafa bildiririm diyor. Hiç ümitlenmiyoruz. Bir mucize gerçekleşiyor, aktarma yaptığımız tren Atina garında perona yanaşır yanaşmaz aşağı iniyoruz ve görevli genç bir kız bizi karşılıyor, Selanik trenine yetişecek yolcu siz misiniz diye sorduktan sonra beni takip edin hemen diyor. Peşinden koşturup merdivenleri çıkıyoruz, biletimizde yazılı vagon numarasına bile bakmadan nefes nefese bizi Selanik'e götürecek trene bindiriliyoruz. Bu noktada Yunan demiryollarının sorumluluk anlayışına şapka çıkartıyorum.

Yaklaşık beş saat süren tren yolculuğumuz hayli keyifli geçiyor. Bir saat kadar sonra vagonların arasındaki çifte kapılardan geçip altı yedi vagon ilerliyoruz. Geldiğimiz vagon kafeterya olarak tanzim edilmiş. Tezgahın arkasındaki görevli hanıma birer kahve söyleyip boş masalardan birine oturuyoruz. Neyse ki telefonlarımızı şarj edecek prizler var masanın yanında. Zira telefonlarımızın şarjı neredeyse bitmek üzere. Yol boyunca geçtiğimiz güzergâh yeşille mavinin içiçe geçtiği doğal güzellikleri seyre dalarken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyoruz. 

Selanik tren garına öğleden sonra vardığımızda saat dört civarıydı. Turistik gezilerimizde konaklayacağımız yerin konumuna önem veririm. Eşim için önemli olan ise temizliği. Her ikisini sağlayan bir daire ekonomik bakımdan da daha uygun görünüyordu. Telefondan navigasyonu ayarladım ve 1.100 metre yürüdükten sonra dairemize gelip yerleştik. Temizlik ve konum itibarıyla beklentimizin de üzerindeydi. Hemen şehri gezmeye çıktık, çünkü sonraki günü tamamen Karaferye'ye (Veria) ayırmıştık. Eşim atalarının bir asır önce yaşadığı toprakları özellikle görmek istiyordu. Selanik'e gelip da Atamızın doğduğu evi ziyaret etmeden dönmek olmaz. İnternet'ten baktığımda ziyaret saatinin neredeyse biteceğini fark ediyoruz. Saat beşe bir çeyrek saat kala bir taksi çevirip şansımızı deneyelim dedik. Yol boyunca şöför yarım İngilizcesiyle hayat pahallığından dert yanarken Euro'ya geçilmesiyle birlikte Almanların sömürgesi olduk diyor. İçimden sen bir de Türkiye'yi gör diyorum. Atatürk'ün evine geldiğimizde kapanışa sadece beş dakika vardı. Görevliler yardımcı oldular ve üst kattan başlayıp aşağı doğru katları ziyaret etmemizi biraz da elimizi çabuk tutmamızı istediler. Bu ziyaretin kısa sürmesi aslında iyi de oldu. Atatürk'ün çoğunu bildiğimiz hayatı ve yaptıklarını anlatan yazılar, Zübeyde Hanım'ın ve Atatürk'ün biri gençlik diğeri ileriki yaşlarda olmak üzere iki adet balmumu heykeli ve birkaç bakır tas ve çatal bıçak takımı dışında bir şey yoktu. Fakat yine de o havayı solumak, gördük diyebilmek önemliydi bizim için. 

Atatürk Evi'nden sonra merak ettiğimiz ikinci yer, tabii ki Beyaz Kule'ydi. Ana caddelerinden biri boyunca yürüyerek sahile doğru indik. Beyaz Kule tüm ihtişamıyla karşımızdaydı. Dedikleri gibi şehrin sahil bandı İzmir'i andırıyor. Biraz ileride Selanik'in en önemli meydanı Aristoteles Meydanına vardık. Bu civarda güzel kafeler, restaurantlar ve nezih bir ortam var. Hava kararmaya başlarken yorgunluğumuzu gidermek için kafelerden birine oturup biramızı yudumlarken bir şeyler atıştırdık. Aslında tavernalardan birine gitmek istiyordum fakat karnımız doymuştu. Gezilecek birkaç tarihi yapı olmasına rağmen bizim tercihimiz şehrin havasını koklamak ve yerel mutfağını keşfetmekten yana oldu. Ertesi gün için Veria'ya gidecek otobüs terminaline gitmeye koyulduk. Epey bir mesafe yürüdükten sonra yanlış yere geldiğimizi söylediler. Meğer Selanik'te iki otobüs terminali varmış. Bizim gitmemiz gereken yer Makendonya Otobüs Terminaliymiş. Yürümekten bitap düşünce bir taksi çevirdik, bu sefer doğru yere vardık. Gişeler yeni kapanmıştı, erken saatlerde gelirseniz biletinizi buradan alabilirsiniz dediler. Önceden edindiğim bilgi beni şaşırtmıştı aslında. Selanik-Veria arası otobüsle 2,5-3 saat sürüyor deniliyordu. Gerçekten de otobüs 70 km lik yolu aradaki köylere uğrayınca o kadar uzun vakit alıyormuş ancak ekspres servislerde bir saat civarında sürüyormuş yol. Bu bilgiyi aldıktan sonra yine bir taksiye atlayıp dairemize döndük. O gece güzel bir uyku çektik. 

Sabah ssat 9.30'da ilk otobüs kalkıyordu. Erkenden taksiyle garaja vardık ve biletlerimizi aldık. Otobüsümüz tam saatinde kalktı. Navigasyonum açık bir halde geçtiğimiz yerleşim yerlerini, dereleri takip ediyordum yolculuk sırasında. Etrafı tarlalarla çevrili dümdüz yolda sabit bir hızla ilerledikten sonra ata topraklarını görme heyecanı her ikimizi de sarmıştı. Akşama kadar koca bir gün geçirecektik bu şehirde. Otobüs garaja varır varmaz, şehri tanımaya koyulduk. Turistik bir belde değil burası. Eşim anlatıyor, dedelerinin bir akarsunun kenarında büyük bir evleri varmış. Önce Yahudilerin Sinagogu ve onların yaşadığı mahalleyi geziyoruz. Yunanistan'da en büyük derdimiz Grek alfabesi. Çoğu kez tanıtım levhalarında Latin harfleri bile yok. Sözgelimi Veria'nın "V" harfi onlarda "B" ne alâkaysa. Neyse ki matematik ve fizik formüllerinden hatırladığım bazı sembol harflerle durumu kurtarmaya çalışıyoruz. Şimdi bütün gayretimiz Vera suyunu ve aynı bölgedeki Barbouta bahçelerini bulmak. Geniş bir meydandaki ahşap kanapelere oturmuş üç yaşlı teyze muhabbet ediyorlar. Onlardan birine yanaşıp Barbouta bahçelerini ve akarsuyu soruyorum. Kadın tek kelime İngilizce bilmiyor fakat Yunanca bize durmadan bir şeyler anlatıyor. Adının Dorothea olduğunu öğreniyoruz. 

Dorothea, bizim bu seyahatte aklımızda en kalıcı anlardan biri oldu. Smyrna'dan geliyoruz deyince daha da coştu. Devamlı bizimle Yunanca konuşmaya devam ederken anlamadığımızı bilmesine rağmen hız kesmiyor. Barbouta bahçelerine nereden gidebiliriz diye sorunca yanındaki iki kadına hoşçakal bile demeden önümüze düşerek kılavuzluk etmeye başlıyor. Kadın konuşmaya hasret kalmış demek ki. Eşimle gülmemek için kendimizi zor tutuyoruz. Dorothea Teyze önde biz arkada ilerlerken muhtemelen bize Barbouta bahçelerinin tarihini anlatıyor fakat gram bir şey anlamıyoruz. Bu durumun kadıncağız için hiç önemi yok, el kol işaretleriyle bir şey demek istiyor. Buradan da gidebiliriz ama iyisi mi biz şu merdivenleri kullanalım demek istedi sanırım. Sonunda yanında şırıl şırıl, şirin bir derenin aktığı salaş sayılabilecek bir kafeyi göstererek burada bir şeyler yiyip içebilirsiniz dediğini tahmin ediyorum. Teşekkür ederken buyrun birlikte birer kahve içelim teklifimizi nazikçe geri çeviriyor ve samimi bir şekilde vedalaşıp yanımızdan ayrılıyor. Biz de merdivenlerden çıkıp kafeye giriyoruz. İlginç bir servis yöntemi var kafenin. Aşağıda dere kıyısındaki masalardan birine oturuyorsunuz. Masaların yanındaki telefonda 2 tuşuna basıp siparişinizi veriyorsunuz. İstedikleriniz hazırlandıktan sonra teleferikle masanınızın yanına geliyor. Yunanistan seyahati boyunca yediğimiz en güzel Greek saladı burada yedik. Gürültüden uzak, sadece derenin çağıltısı eşliğinde yarım saat kadar keyifli bir zaman geçirdik. 

Hesabı ödeyip kafeden ayrılır ayrılmaz bir sürpriz bizi bekliyordu. Birkaç yağmur damlası başımıza düştüğünde yaz yağmuru deyip önemsememiştik. Yahudi mahallesinin dar sokaklarından şehir merkezine doğru ilerlerken yağmur tüm şiddetiyle bastırdı ve biz kendimizi ıslanmaktan koruyacak bir sundurma dahi bulamadık. Caddeye çıkıp bir taksi arayışına giriştik, yolların sele dönüştüğü yağışta taksiciler bizi bekliyordu sanki. Nafile bekleyişten sonra eşim otostop yapalım dedi, iyi yapalım da nereye gideceğiz bilmiyoruz, ne diyeceğim ben insanlara dedim. Neyse ki duran hiçbir vasıta olmadı ve sırılsıklam ıslandık. Sonunda bir pastaneye sığınıp yağmurun dinmesini bekledik. Yaklaşık kırkbeş dakika sonra yağmur kesildi ve güneş yüzünü gösterdi. Eşimin en büyük arzusu ata topraklarını görmekti benimse daha çok yerel bir tavernada uzoyla deniz ürünlerinin tadına bakmaktı. Bir yandan yine yağmura yakalanırız korkusuyla adımlarımızı açarak şehrin merkezinde şirin bir tavernaya vardık. Kalamar, karides güveç, Greek salad ve uzodan oluşan menümüz geldiğinde keyfime diyecek yoktu. Ancak eşim kalamar tavayı sevdiğinden ızgarası pek hoşuna gitmedi. Güveç de istediği gibi değildi. Veria'nın bir de meşhur revanicisi varmış fakat oturacak yeri olmadığı için sen burada otur ben gidip alır gelirim dedim. Bulunduğumuz yere yakın küçük bir dükkândı. Bazı şeyler değerinden çok daha fazla ünleniyor nedense. Sıradan bir revani tatlısıydı, çok daha iyilerini ülkemizde yemiştik. Fakat yine de tatlı yani, oturup afiyetle ağzımızı tatlandırdık. 

Otobüsümüzün dönüş saatine daha çok var. Veria'yı hakkını vererek gezdik bu sayede. Yıkık dökük camiler, kiliseye çevrilenler, kiliseler ve tarihi yapıları gördük, şehrin havasını kokladık ve tam zamanında terminale vardıktan sonra Selanik'e dönüş yolculuğumuz başladı. 

Akşam saatlerinde Selanik'i son kez görme imkânımız oldu. Bir taksi tutup doğrudan otobüs terminalinden şehir merkezine vardık. Caddeler bu saatlerde oldukça canlıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse yeterince zaman ayıramamıştık bu şehre. Aslında gezdiğimiz yerler İzmir Alsancak'ın bir kopyası. Yorgun düşünce yine bir kafeye oturup ben biramı eşim de kolasını yudumlarken bir şeyler atıştırıp şehri seyre daldık ve geç saatlerde dairemize döndük. 

Sabah erken saatlerde yürüyerek tren istasyonuna geldik. Selanik'ten Atina'ya oradan da Pire'ye geçtik. Dönüş yolculuğumuz biraz da neyi nerede bulacağımızı bildiğimiz için sorunsuz ve rahat geçti. Pire'ye vardığımızda geminin saatine daha epey zaman vardı. Limanın karşısında bir pastanede oturup kahvaltımızı yapalım dedik. Eşimin öğrendiğine göre börekleri güzelmiş Yunanların. Yediğimiz feta peynirli börek gerçekten de muhteşemdi. Pire şehrinde bir süre çarşı pazar dolaştıktan sonra eşimin ısrarıyla birer bilet alıp belediye otobüsüne bindik. Niyetimiz biraz şehri turlamaktı. Daha önce belirttiğim gibi bilet kontrolü yok, otobüse bindikten sonra okutman gerekiyor sadece. Uyanıklık edip biletlerimizi okutmadık. Aslında otobüsün nereye gittiğini bilmiyoruz, rastgele birine atladık. Otobüs bir durak gittikten sonra ikinci durakta tamamen boşaldı. Meğerse son durakmış! Hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Durduğumuz yer aslında son durak gibi durmuyordu. Güzel sahil yolu boyunca upuzun ilerleyen bir yoldu. Biz ileri gitmek istiyoruz, sor bakalım şunlara dedi eşim, ileride ne var? Soru bana garip geldi, adamlar siz nereye gitmek istiyorsunuz diye sorsa cevabımız hak getire. Neyse ki duraktakilerin ve şöförlerin hiçbiri İngilizce bilmiyorlardı, anlaşamadık. Bir süre sonra gençten bir çocuk geldi. Biz dedik limana dönmek istiyoruz, hangi otobüse binmemiz lâzım. Yolun karşı tarafında bir durak gösterdi. Bir çeyrek saat sonra otobüsün biri geldi durağa ve şansına bindik. Biletimizi yine okutmadık. Bu kez şansımız yaver gitmişti. Belediye otobüsü bizi öyle bir gezdirdi ki değme turlar halt etsin. Önce Paşa Limanı denilen ve yatların barındığı güzel bir koyun etrafından dolaştı, sonra aşağı yukarı şehrin bilinen bütün caddelerinden geçerek yoluna devam etti. Bir gözüm navigasyonda bir gözüm saatte maceralı bir yolculuğun içinde bulduk kendimizi. Zira geminin kalkış saati yaklaşıyordu, ve biz Atina'ya doğru yaklaşırken Pire'den mütemadiyen uzaklaşıyorduk. Ve Atina'ya geldik Akropolün etrafından dolaştık. Hani biraz daha ilerlese inip bir taksi tutup limana yetişmeyi düşündüğüm bir anda son durağa geldik. Aynı otobüse yeniden binip dönüş yolculuğumuz başladı, limana yakın bir durakta indik ve gemiyi kaçırmadan maceralı turumuz sağ salim tamamlanmış oldu.

Sakız'a dönüş yolculuğumuz tam bir felâketti. Gelirken gemi boşken dönüşte tıklım tıklım dolu. Hiçbir yerde ne boş koltuk ne de sandalye var. Sekiz dokuz saatlik yolculuk ayakta nasıl çekilecek. Tecrübeli olanlar, yerlere şilteleri sermişler, uyku tulumları içinde keyif sürüyorlar. Bazıları açık güvertede serin rüzgâra aldırmaddan kıvrılıp uzanmışlar. Neyse ki bir boş sandalye gözümüze ilişti. Eşimi oturttum. Koltuktaki gibi rahat değil ama hiç yoktan iyidir. Bir ara eşim sandalyesini bana emanet ederek boş koltuk avına çıktı ve gülerek geldi yanıma. Sandalyemizin üzerine eşya bırakıp koltuklara geçtik. Ben güverteye çıktım, biraz dolaşıp döndüğümde eşimin yerinde olmadığını gördüm. Koltuğun sahibi gelmiş ve eşim de kalkıp eski sandalyesine dönmüş. Benim için zor bir yolculuk değildi, sık sık açık güvertede vakit geçirdim ama eşim için üzüldüm doğrusu. Bir daha yolcu gemilerinde ekonomi sınıfından bilet almamayı öğrenmiş olduk bu sayede.

Sabahın ilk saatlerinde Sakız Adası'ndayız. Vakit oldukça erken ama börekçiler açık. Yine şu feta peynirli börekten aldım açık börekçilerden birinden ve doğruca ilk gittiğimiz Retro Cafe'ye gittik. Hava tam olarak aydınlanmamış. Telefonlarımızı şarj edecek prizlerin yerini biliyoruz nasıl olsa. Üstelik internet şifremiz de var. Fakat sabah ayazı eşimi rahatsız ettiği için börekleri aldığımız salona dönüp uzunca bir süre vakit geçirdik. Saat on buçuk'ta Sakız Turumuz var. Biletleri önceden almıştık. 

Tur çok güzel geçti. Sakız Adası'nın en meşhur turu Güney turu. Pyrgi ve Mesta köyleri oldukça turistik yerler. Türk rehberimiz ağırlıklı olarak Ertürk Lines yolcularına hizmet eden sempatik bir hanımefendi. Sakız Adası deyince damla sakızının nerede nasıl yetiştirildiğine dair önemli bilgiler veriyor. Sakız en önemli gelir kaynağı adanın. Merkeze 25 km mesafediki Pyrgy köyü kendine özgü mimarisiyle oldukça ilgimizi çekti. Cenevizli korsanlardan korunmak üzere yapılmış labirent şeklindeki dar sokakların arasında kaybolmamak mümkün değil. İki köyün arasında verilen molada yine Akdeniz usulü güzel bir yemek yedikten sonra dönüş yolculuğuna başladık. Başladık başlamasına da bizim feribotun hareket saatiyle otobüsün dönüş saati aynı. Sardımı bizi yine bir heyecan. Hem acenteye hem de rehbere durumumuzu anlatmamıza rağmen son derece rahat davranmaları bizi huzursuz ediyor. Tam şehre geldik ki trafikten ilerleyemiyoruz. Karşıda bizim feribotu görüyorum. Otobüsten adımımızı attığımız anla feribotun kalkışı aynı zamana denk geldi. Rehber bizi sakinleştirmeye çalışıyor. Önceden söz verdiği gibi sorun değil sizi artık Ertürk feribotuna bindireceğiz diyor. Yarım saat sonra kalkacak bir feribot bu, fakat diğerine göre çok daha hızlı. Rehber hanım hemen gereken işelmleri yapıyor ve bize biletlerimizi veriyor. Gümrük ve pasaport kontrolünden geçtikten sonra Çeşme'ye doğru ilerlerken maceralı yolculuğumuzu tamamlıyoruz..

9 Ocak 2019 Çarşamba

MAKEDONYA (II) ÜSKÜP

Ohrid'den yola çıkıp yaklaşık üç saatlik bir yolculuktan sonra Üsküp'e varıyoruz. Bu kez bir değişiklik yapıp otelde kalmak yerine bir daire kiraladık. Whatsapp üzerinden görevli ile yazışıp bizim için ayrılan dairenin anahtarlarının teslim etmesini istiyoruz. Görevli on dakika içinde gelip gerekli bilgileri veriyor. Her şey güzel görünüyor. Modern bir tasarıma sahip dairemizin içinde bir masa ve dört sandalyenin bulunduğu geniş bir mutfak, büyük ekran TV'nin yer aldığı bir oturma salonu ve ayrı bir oda mevcut. Üstelik internetin bulunması ve şehrin merkezine yakın konumda olması cabası.


Eşyalarımızı bıraktıktan sonra ilk şehir turumuz başlıyor. Makedonya'yı, ülkemizle mukayese edersek, gelişme düzeyi ve şehircilik bakımından bizim gerimizde olduğunu söyleyebiliriz. Alışveriş bize oldukça kolay geliyor. Para birimi olan dinarlarından bir sıfır atınca bizim TL eşdeğeri çıkıyor. Yani 100 dinar taksi ücretinin paramızdaki karşılığı 10 TL. Şehir içinde yakın yerlere aşağı yukarı bu fiyata taksi tutmak mümkün. Ancak bunu bilmediğinizi anladıklarında iki kat ücret istiyor uyanık şoförler.

Üsküp şehrinin ortasından geçen Vardar Nehrinin en güzel yerinde başlıyor turumuz. Burada tarihi bir taş köprü mevcut. 1451-1469 yılları arasında inşa edilen köprü Fatih Sultan Mehmet Köprüsü olarak da biliniyor. Köprünün bir yakasında heykellerle süslü geniş Makedonya Meydanı yer alırken karşı yaka Eski Çarşı ya da Türk Çarşısı adıyla anılıyor. Tarihi cami ve medreseleri, bedesten ve ufak esnaf dükkanları adeta Osmanlı çağına götürüyor bizi. Tarihi doku fazlasıyla korunmuş. Uzun zamandır eşimin hasret kaldığı Türk çayı yapan birkaç kafesi bile var. İlk işimiz burada çay içmek oluyor elbette. Hava Ohrid'e kıyasla daha mutedil. Güneşi görmek mümkün değil, ara sıra yağmur yağıyor ama fazla şikayetçi değiliz. Burada meşhur bir börekçi varmış, şimdi onu aramakla meşgulüz. Küçük dükkanların arasında bulmamız kolay olmuyor. Yerel halkın deyişiyle yediğimiz burek'ler de çok tavsiyeye şayan değil kanaatimce. Tamam, fena sayılmaz ama öyle abartıldığı kadar da değil.
Hava kararmaya başlayınca dairemize dönüyoruz. Soğuk kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Merkezi sisteme göre ayarlanmış kaloriferler çalışmıyor. Daire sahibine mesaj çekiyoruz. Gelen cevap hayli ilginç. Dışarıda hava sıcaklığı sıfırın altına düşmedikçe kaloriferlerin çalışması yasakmış (!) Ohrid'te kaldığımız otelin sıcaklığını arıyoruz.
Ertesi sabah otelde dairemizde kahvaltımızı ettikten sonra bir gün öncesinden kızımın randevulaştığı rehber ile ücretsiz şehir turuna katılmak üzere buluşma noktasına gidiyoruz. Bilindiği üzere bu şekilde hizmet veren tur rehberlerinin bir ücret talebi olmuyor. Tura katılanlar gönüllerinden kopan bir meblağı bahşiş olarak veriyorlar kendilerine. Buluşacağımız meydanda sarı şemsiye olacakmış adamın elinde. Aksilik bu ya aynı yerde sarı şemsiyeli iki adam var. Kestane kebap satan bir satıcının yanındakine doğru yaklaşıyoruz. Adam gülümseyince aradığımız sarı şemsiyeli adamın aradığımız kişi olduğunu anlıyoruz. Kendini tanıtıyor. Türkoloji mezunu, çevirmen, yazar ve tur rehberiymiş. Güzel Türkçe konuşan bu kibar beyefendi ile sohbet ederken diğer turistler teker teker dökülüyor.

Önce iki Amerikalı, daha sonra bir Rus ve değişik ülkelerden dört beş kişi daha geliyor. Yunanistan ile aralarındaki Makedonya ismi krizinden ülkenin tarihine, 1963 yılında 70.000 kişinin ölümüne sebep olan ve pek çoğu tarihsel öneme haiz binlerce binayı dümdüz eden Üsküp depreminden Makedonyalıların heykele olan meraklarına kadar birçok konuda detaylı bilgi veriyor. Gezi programı yaklaşık dört saat sürüyormuş. Eşimin bu tempoya dayanması zor görünüyor. Gittiği yere kadar gider daha sonra bahşişimizi verir ayrılırız diyoruz.







Bugün yağış yok. İlk durağımız Gonca Boyacı'nın müzesi. Kim bu Gonca dediğinizi duyar gibiyim. Üsküp doğumlu Arnavut Katolik rahibe. Yani nam-ı diğer Rahibe Teresa. Papalık tarafından azizelik unvanı verilmiş hayırsever bir kadın. Özellikle Hindistan'da çok seviliyor ve o topraklarda uzun süre yaşayıp 87 yaşında ölmüş. Gördüğümüz müze Teresa'nın doğduğu evin anısına yapılan bir bina. Asıl doğduğu ev meşhur depremde yıkılmış. Üsküp Belediyesi yeniden imar edilen şehirde Rahibe Teresa'nın doğduğu evin sınırlarını sarı metal köşebentlerle işaretleyip anısına bir de plaket koymuş.


Depremde büyük bölümü hasar gören Tren İstasyonu da müzeye dönüştürülüp burada depremle ilgili resim ve eşyalar sergileniyor. Turun ilk bölümü sonunda verilen arada gruptan ayrılıyor ve bir kafede dinlenirken karnımızı doyuruyoruz. Biraz dinlendikten sonra enerjimiz geri geliyor ve yeniden Eski Çarşı'ya çekiyor ayaklarımız bizi. Çarşının sonundaki pazar yerinde her çeşit taze meyve ve sebze mevcut. Fiyatlar bizim semt pazarlarıyla hemen hemen aynı. Oradan ayrılıp tarihi camileri, sanat atölyelerini ve bir müzeyi geziyoruz. Müzede mumya heykeller oldukça canlı görünüyor. Göçler esnasında çekilen sıkıntılar konu ediliyor figürlerde.

Ohrid yolunda verilen bir molada yediğimiz pişiye benzer bir hamur işi vardı. İçi peynirli bu atıştırmalığı rulo şekline sokup servis ediyorlar. Karnımızın açlığı ne kadar etkili oldu bilmiyorum ama bayağı hoşumuza gitmişti. Üsküp'te ise ekmek arası börek satılan dükkanları görünce epey şaşırmıştık. Alışkın olmadığımız şeyler onlar için son derece doğal tabii. Eski Çarşıda yediğimiz tatlılar ise öyle abartıldığı kadar değil. Biz fazla bir özellik bulamadık.





Üsküp'te son günümüzü Matka Kanyonuna ayırmıştık. Oldukça seyrek sefer yapan belediye otobüsleri var bu güzergahın. Sabah yine erkenden çıkıyoruz yola. Otobüsün hareket ettiği durakları arıyoruz. Bilet almak için eski bir otobüsten bozma gişeye giriyoruz. Görevli bayan bilet kalmadığını söyleyince şaşırıyoruz. "E, nasıl bineceğiz otobüse?" deyip soruyoruz kendisine. "Şoföre bilet kalmamış der, binersiniz." diye cevap veriyor. Bizi hayrete gark eden ve bir saat sürecek ücretsiz yolculuğumuz böyle başlıyor.
Dar caddeli şehrin varoşları arasından geçip gürül gürül suların aktığı bir nehir kıyısına varıyoruz. Manzara çok etkileyici. Nehir yukarı doğru ilerliyoruz. Yolun üzerinde beton bir barajın içinden geçtikten sonra kafe restoran tarzında bir tesis çıkıyor karşımıza. Burada kanyondaki mağaraları gezdiren ufak tekneler demirlemiş. Sıcak birer salep içip dinleniyoruz. Mevsim itibarıyla fazla gelen giden yok buraya. Yol üzerindeki satıcıdan birer köz mısır alıyoruz. Vakit su gibi akıyor. Hava erkenden kararmaya başlayınca geri dönüyoruz. Otobüsün bizi bıraktığı yerde bir bar var. Bir sonraki otobüs ne zaman gelir diye soruyoruz. Belli olmaz belki de hiç gelmez cevabı karşısında bir kez daha şaşırıyoruz.

Hava iyice karardı artık; bir saat beklediğimiz halde ne gelen ne giden var. Bizimle birlikte gelen ufak turist grupları çoktan ayrılmış. Bu dağ başında ne yaparız şimdi? Arada fırsatçı taksiler gelip fahiş fiyatlar istiyorlar. Nehir kıyısında kendi halinde bekleyen ufak tefek bir genç kız görüyoruz. Bizim aksimize son derece rahat görünüyor. Kızım sonradan Japon olduğunu öğrendiğimiz genç kızla sohbete başlıyor. Ona "Bundan sonra otobüs gelmez, birlikte taksi tutalım bari" diyor. Kız pek gönüllü görünmüyor, belli ki hala otobüsün geleceğinden umutlu. Birbiri arkasına taksiler gelmeye devam ediyor. En sonunda onlardan birisiyle çetin bir pazarlık yapıyoruz. Kızı da yanımıza alalım diyoruz. Şoför kabul etmiyor, kız da 250 dinar verecek diyor. Çaresiz kız kabul ediyor ve dönüş yolculuğumuz başlıyor. Henüz iki kilometre bile gitmeden karşı yönden otobüsün geldiğini görüyoruz. Taksi şoförü isterseniz bırakayım sizi diyor. Bunun nezaket mi uyanıklık mı olduğunu kestiremiyoruz. Yolumuza devam edip şehre varıyoruz.


Son gecemizde balkan müziği eşliğinde güzel bir yemek yiyebileceğimiz yer arıyoruz. Skopsi Merak isimli canlı müzik yapılan yerel bir restaurant tercihimiz. Fiyatlar Makedonya standartlarının en az iki katı ama Türkiye'deki muadillerine göre daha ucuz. Orkestranın yakınında bir masaya oturtulduğumuzda kendimizi şanslı addediyoruz. Şık giyimli hanımefendi ve beyefendilerin bulunduğu geniş bir salonda birkaç müzisyen enstrümanlarını akort etmeye çalışıyor. Program tam başlayacak derken bizim müzisyenler buharlaşıp yerine Ümit Besen kıvamında köşedeki orgun başına geçmiş bir adam peydahlanıyor. Makedonca şarkılar söylemeye başlıyor. Biz buna da razı olmuşken bir de ne görelim. Adam resmen play-back yapıyor. Müzik setinden çalınan parçalara sadece dudaklarını uyduruyor acemice. Bu olayla gecemize son noktayı koyuyoruz.

Son olarak kızımın Ohrid Gölünün ortasından çektiği  ve Ohrid gece manzarasını arkamıza alan fotoğrafı paylaşırken Handan Hanıma verdiğim sözü tutmuş oluyorum.  


8 Ocak 2019 Salı

MAKEDONYA (I) - OHRİD - MANASTIR 

Yunanistan'a gitmek isterken yine olmadı ancak bu sefer epey yaklaştık ve bir Balkan ülkesine gitmek nasip oldu sonunda. Bizim yeşil pasaportumuz olmasına rağmen kızımın henüz buna sahip olmayışı ve dolayısıyla vize problemi olmayan bir ülkeyi ziyaret etmek zorunda kalmamız, Makedonya'yı seçmemizin tek nedeniydi. Hazır gitmişken birkaç ülke daha gezmek isabetli olurdu ama kızımızdan ayrılamayacağımız için Üsküp ve Ohrid'le sınırlı tuttuk programımızı.

Nüfusu 2 milyonu biraz geçen bu minicik ülke bana daha önce gördüğüm Avrupa ülkelerinden oldukça farklı geldi. 2018 yılının 20 Kasım günü kızım Adana'dan biz İzmir'den havayolu ile gelip İstanbul Sabiha Gökçen Hava Limanında buluştuk ve Pegasus Havayolları ile yaklaşık bir buçuk saat süren yolculuğumuz başlamış oldu.

Üsküp Hava Limanına vardığımızda karşılaştığımız atmosfer hiç yabancı gelmedi bize. TAV tarafından Türkiye'nin birçok şehrinde, hatta bazı yabancı ülkelerde yapılıp işletilenlere benzer bir mimari yapı karşılıyor bizi. Programımız gereği önce Ohrid'e gitmemiz gerekiyor. Ne var ki bu kez kızım bize biz kızımıza güvendiğimiz için öyle detaylı bir planımız da yok hani. Bu sebeple hava alanında Ohrid'e nasıl gideriz, araba mı kiralasak, otobüs bulabilir miyiz? sorularına cevap arıyoruz. Makedonya'da raylı taşımacılık olmadığını öğrenmiş bizim kız nasılsa. Hava hafif yağmurlu. Önceden ayarlasak araç kiralama ücretlerinin daha uygun olacağını biliyoruz. Yine de bir kaç araç kiralama servisine fiyat soruyoruz. Havaalanından Ohrid'e otobüs kalktığını öğrenince araç kiralama fikrinden vazgeçiyoruz. Ne de iyi yaptığımızın henüz farkında değiliz elbette. Üç buçuk saatlik bir yolculuk sonunda dağları tepeleri aşarak güzel Ohrid şehrine varıyoruz.

Ohrid gölünün kıyısında konumlanmış bu güzel belde yazın çok turist çekiyor. Bir taksi tutup göl manzaralı butik otelimize gidip yerleşiyoruz. Otelin sahibesi -Sanırım ismi Marika'ydı- çok ilgili ve yardımsever bir insan. Havalar burada çoktan soğumaya başlamış. Marika Hanım klima kafi gelmez diye ilave bir elektrikli ısıtıcı getiriyor odamıza. 

Akşam Ohrid Çarşısını geziyoruz. Şehre has turistik özelliklerden en önemlisi Ohrid incisi. Benekli alabalık pullarından elde ettikleri bir el sanatı bu. Yani bildiğimiz deniz kabuklarından çıkartılan incilerden farklıymış.  Türlü takılar yapılıyor Ohrid incisinden, babadan oğula geçen bir zanaat. Kadınlarına söylemiyorlarmış nasıl yapıldığını, sırlarını paylaşmasınlar diye. Ohrid çarşısında çok sayıda Türkçe konuşan Türk asıllı insan var. İlginç olan diğer bir husus ucuzluk. Hiçbir şekilde bir Avrupa ülkesindeymiş hissi vermiyor insana. Ne alırsanız alın Türkiye'deki fiyatlardan daha pahalı değil. Çarşıda meşhur bir köfteci varmış. Onu buluyor ve bir Üsküp köftesi yiyelim diyoruz. Yemeğin yanında yöresel bir Makedon birası söylüyorum. Dürüst olmak gerekirse Türkiye'de yapılan köfteler daha lezzetli. Aklımıza bizim Taş Ev geliyor hemen. Gerçekten de bizim köftelerimiz çok daha güzeldi.

Ohrid denilen yer şehirden ziyade bir kasaba ya da köy irisi sanki. Ertesi gün gölün kenarında dolaşıyoruz, sokak aralarında tarihi binaları görüyoruz. Sahilden Ohrid kalesine doğru dik yokuşlarla çıkılıyor. Arnavut parke yollar butik oteller arasında labirent gibi dolanıyor. Mevsim itibarıyla geceler canlılığını yitirmiş görünüyor, oldukça sakin. Kaleye kadar çıkmayı gözümüz kesmiyor. Hem çıkıp da ne yapacağız, taş yığını işte. Ama yükseldikçe manzaranın tadına doyum olmuyor. Gölün karşı yakası Arnavutluk sınırı. Göl iki ülke arasında paylaşılıyor.

Kızım, hazır gelmişken Ohrid'e 29 km mesafedeki Sveti Naum Manastırına gidelim dese de gerek ulaşım gerekse mevsim şartlarından dolayı vazgeçiyoruz. Gece yorgun düşen eşim otelde kalmayı tercih ederken ben kızımla birlikte güzel bir akşam yemeği yeriz düşüncesiyle şehre dalıyoruz. Gündüzden keşfettiğimiz birkaç balık lokantası oldukça tenha görünüyor. Hayal kırıklığına uğramayalım diyerek vazgeçiyoruz. Birkaç barda gürültülü bir şekilde gençler eğleniyor sadece. Ohrid Gölü'nün ortasına doğru uzanan dar ve uzun platform üzerinde yürüyoruz kızımın ısrarıyla. Gece vakti bu çılgınlıklar kızımın vazgeçilmezlerinden. E, ben de ayak uydurmaya çalışıyorum. İskelenin ucunda genişleyen platform üzerinden Ohrid şehrinin ışıl ışıl parlayan manzara fotoğraflarını çekiyoruz. Yer yer sökülmüş ahşap iskelenin üzerinden kıyıya varınca derin bir nefes alıyorum.

Ertesi günü Makedonların Bitola dedikleri ama bizim Atatürk'ten dolayı Manastır olarak bildiğimiz şehre gidiyoruz. Sabahın oldukça erken bir saatinde ayarladığımız otobüsle bir saat on beş dakikalık yolculuktan sonra bizler için önemi büyük beldeye varıyoruz. Otobüsten iner inmez yağmur kar yağışına dönüyor. Bir taksiye atlayıp İngilizce bilmeyen şoförle önce Atatürk müzesinin yerini soruyor daha sonra pazarlık ediyoruz. Pazarlık her yer için geçerli olan bir şey olmalı. Kar şiddetini arttırıyor. Henüz kapısını açan bir yer yok kahvaltı edeceğimiz. Müze bu saatte hiç açık olur mu? Hemen yakınında bir kafeye sığınıyoruz. İçeride bir elektrik sobası var ama soğuk havaya çok fayda etmiyor. Bu hava koşulları beklemediğimiz bir durum. "Siz burada bekleyin ben gidip açılış saatini öğreneyim müzenin." diyorum bizimkilere. Yoğun kar yağışı altında yüz metre ilerideki eski Askeri Lise, şimdi müze olarak kullanılan tarihi binanın kapısına varıyorum. Kapıyı itince açılıyor. İçerideki odalardan birinde iki orta yaşlı adam oturmuş bir şeyler atıştırıyor. Selam veriyorum. Türkçe karşılık veriyor birisi. Ne zaman açılıyor müze diye soruyorum. Her zaman açık diye karşılık veriyor. Hemen dönüp eşimle kızımı alıyorum. Giriş ücretini ödüyorum, fiş falan verilmiyor. Biz bu saatte ve bu hava şartlarında müzenin açık olmasına seviniyoruz. Atatürk'ün Manastır Askeri İdadisi öğrencisiyken çıktığı merdivenlerden çıkarken heyecan kaplıyor içimizi. Bizden başka hiç kimse yok bu saatte tabii. Sanki müze sadece bize hizmet ediyor. Eski devlet adamları ve yüksek dereceli askerlerin hediyelerinin sergilendiği bölümün yanında Atatürk fotoğrafları ve bazı eşyalarının sergilendiği küçük bir koleksiyonu geziyoruz ama bir çerçeve içindeki mektup bizi ziyadesiyle etkiliyor. Manastırlı Eleni Karinte tanıyıp aşık olduğu Mustafa Kemal'e ömrünü adıyor. O duygu dolu mektuplardan biri bu burada sergilenen. 
"Çok seneler geçti, her gün senden haber bekliyorum hala. Ne zaman mektubum eline geçerse beni hatırla. Orada gözyaşlarımı görebilirsin. Yıllar geçiyor, olanlardan haber alıyorum, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Bunları okurken, sen başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt at."...
... "Benim seni sevdiğim kadar sen de o kadını seviyorsan, ona hiçbir şey söyleme, onun da senin kadar mutlu olmasını dilerim. Fakat balkondaki o kızı hatırlıyorsan eğer ve başka birini sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum." 

Müzenin diğer bölümlerinde Osmanlı ve Türklerin mezaliminden bahseden resimler ve yazılar, tarihi el sanatları yer alıyor. Buradan ayrılıp karnımızı doyuracak bir yer arıyoruz. Manastır'ın en güzel otellerinden biri. Milenyum Oteli bizim için biçilmiş kaftan. Otelin sahibi yanında bir arkadaşıyla lobide sohbet ediyor. Türkçe konuştuğumuzu görünce nereden geldiğimizi soruyor. Yakın alaka gösteriyor. Bu ülkede Türk çayı bulmak biraz zor. Muhterem, garsonlara talimat veriyor. Çaya benzer sarı bir su geliyor cam bardakta. Kusura bakmayın diyor bize çocuklar bilememiş biraz çayı açık yapmışlar. Teşekkür ediyoruz. Menüde menemen var. İşte bu belki de Makedonya'da yediğimiz en güzel yemek. Gerçekten harika yapmışlar. Zeytin kültürü burada da yok. Söğüş domates ve salatalığın yanına göstermelik birkaç adet koymuşlar sadece. Yine de kahvaltı muhteşem sayılır.

Manastır faslını tamamladıktan sonra erken sayılabilecek bir saatte Ohrid'e dönüş yolculuğuna başlıyoruz. Ne de iyi yapıyoruz. Yol boyunca sulu kar önce tipiye dönüyor. Tırmandıkça beyaz örtü kalınlaşıyor. Yollar artık iyiden iyiye kar tutmuş. Eşim paniklerken bana uyku basmış yanında uyukluyorum. Otobüs bir anda durunca gözlerimi açıyorum. Her halde daha fazla gidemeyecek zincir takmak için durdu diyorum eşime. Yok diyor otobüs kaydı şarampole çıkamıyor diye cevap veriyor. Kızım her zamanki rahatlığı ile bana gülücükler atıyor. Ne güzel bir macera değil mi? diye takılıyor. Arkamızdan bir otomobil solumuzdan rampa yukarı şimşek gibi geçiyor. Her halde durmaya kalkarsa bir daha yerinden oynayamaz diye düşünüyor olmalı diye geçiriyorum aklımdan. Tam o sırada yanlamasına kaymaya başlıyor, uçurumdan aşağı uçtu uçacak. Eşim bu görüntülerden sonra iyice panikliyor. Burada sürücüler hava şartlarına karşı iyice ustalaşmış olmalı. Araç tam yoldan çıkmak üzereyken bir slalom çekerek hızla yoluna devam ediyor. Birkaç dakika geçmeden bu sefer karşı yönden bir başka otomobil üzerimize kayarak yaklaşmaya başlıyor. Bizim otobüse vurdu vuracak. Son anda burnunu düzeltip yanımızdan geçiyor. On dakika bekledikten sonra otobüsümüz zincir bile takmadan ağır ağır yoluna devam ediyor. Dönüş yolumuz bu kez üç saati buluyor tabii. "İyi ki." diyoruz "İyi ki araç falan kiralamamışız."
Ertesi gün sabah Üsküp yolculuğumuz başlıyor. Bunu da diğer yazımıza bırakayım, geç oldu.  

7 Mart 2018 Çarşamba

ROMA III (son)

13/02/2018 Salı


Floransa'dan çıkmadan önce otelimizde keyifli bir kahvaltı yapıyoruz. Bu kadar zengin bir açık büfe beklemiyordum doğrusu. Peynir, reçel çeşitlerinin yanı sıra sıkma portakal suyu bile vardı masada. Bulunmayan tek şey batı ülkelerinin kahvaltıda yer vermedikleri zeytin. Toparlanıp otelden ayrılıyoruz. Hava açacağa benziyor. Otelin arka sokağındaki duraktan bindiğimiz belediye otobüsü bizi tren istasyonunun önüne kadar götürüyor. Amacımız öncelikle Roma'ya ilk kalkacak treni bulmak. Bilet satış yerinde uzun bir kuyruğa giriyorum. Sıra bana geldiğinde Roma'ya gitmek istediğimi söylüyorum görevli memura. Bilgisayarında bir şeyler karıştırmaya başlıyor. 




Uzun bir bekleyişten sonra "Roma'ya ilk tren on beş dakika sonra, iki kişi 80 Euro." diyor. Mecburen parasını ödeyip biletlerimizi alıyorum. Mecburen diyorum, çünkü diğerleri gibi önceden alabilseydim fiyatın yarısını ödeyecektim. Bu yüzden kaliteli "ristorante" lerden yenebilecek en az üç porsiyon "spaghetti di mare" den oluyorum.





Işıklı hareket saatine beş dakika kalmasına rağmen bilgilendirme levhasında trenin yanaşacağı peron numarası hala belli değil. Nihayet beş dakika rötar olduğu bilgisi yansıyor levhaya. Bu bizi biraz rahatlatmış görünse de rötar süresinin önce on  dakikaya, daha sonra yirmi beş dakikaya çıkması canımızı sıkıyor. Birbiri ardına yapılan rötarlardan sonra bineceğimiz trene ait bilgilerin ışıklı levhadan tamamen silinmesi karşısında telaşlanıyoruz. Kısa süre sonra trenimizin yanaşacağı peron yeniden yansıyor levhaya. Kalkışa fazla bir zamanımız olmadığı için elimizdeki bavullarla peronu bulmaya çalışıyoruz.








En sonunda aradığımız peronu buluyoruz. Platform üzerindeki ışıklı panolardan doğru trene bindiğimizi bir kez daha kontrol ettikten sonra vagon kapısından zor bela bavulumuzu içeri alıyorum. Hemen arkamdan yaşlı bir kadın giriyor eşimden önce. Kapının önünde biriyle gevezelik yaparken otomatik kapı aniden kapanıyor. Ben trenin içinde, eşim dışarıda kala kalıyoruz. Bağrışmalar çağrışmalardan sonra "pıssst" diye kapı açılıyor, rahat bir nefes alıyoruz. Böyle bir durum yaşayacağımız aklımızın ucundan geçmediği için birbirimizi nasıl, nerede bulurduk bilemiyorum. Bir süre sonra tren boşaldığını ve herkesin bir tarafa koştuğunu fark ediyorum. Acaba yeni bir anons yapıldı da duymadım mı? Toparlanıp trenden iniyoruz aşağı. Bu arada bizden sonra kalkması gereken tren gözümün önünde hareket ediyor. Işıklı levhaya bakıyorum Bu kez trenimizin yanaşacağı yeni bir peron numarası açıklanıyor levhada. Bir kez daha koşuyoruz belirtilen perona.




Nihayet trenimiz kalkıyor. Bugün yatağımızdan ters kalktık galiba. Hareket ettikten on dakika sonra anons yapılıyor: "Teknik bir çalışma nedeniyle trenimiz durdurulmuştur, bir gelişme olursa size bilgi verilecek." İki saatlik tren yolculuğumuz bu gecikmelerle üç buçuk saate çıkıyor ve artık yabancısı olmadığımız Roma Termini istasyonuna varıyoruz. Şükürler olsun ki Roma'da güneşli bir hava karşılıyor bizi.





Geçen hafta üç gecemizi geçirdiğimiz istasyonunun yanı başındaki otelimize (konuk evi desek belki de daha doğru) varıyoruz. Asansörle üçüncü kattaki daireye çıktıktan sonra elektronik kilitli kapının aklımızda tuttuğumuz şifresini tuşluyorum. Daha önce kaldığımız odamızın kapısına adımızı yazmaları, temizleyip düzenlemiş olmaları çok hoşumuza gidiyor. Hiç kimseyi görmeden, eşyalarımızı bırakıyor otelden ayrılıyoruz.








Cumhuriyet Meydanının ortasında yer alan Su Perileri çeşmesi ile perdeyi açıyoruz. Pantheon'a doğru hareketli cadde ve sokaklarda ilerlerken eşim ilgisini çeken mağaza ve dükkanlara takılıyor. Bir markete giriyoruz, atıştırmalık bir şeyler almak için. Eşimin onca ürün içinde en çok ilgisini çeken yine temizlik malzemeleri reyonu. Evdeki duşakabinin camlarındaki su damlası izlerini hangi tür temizlik malzemesi kullanırsa kullansın bir türlü yok edemeyince, bu durum kafasına fena takılmış durumda. Bu yüzden deterjan arayışına sınır ötesinde hız kesmeden devam ediyor. Yanımızda belirip konuşmalarını kimsenin anlamayacağından emin görünen başı örtülü genç bir kadın, kocasına Türkçe bir şeyler anlatıyor. Eşimle göz göze gelip gülümsüyoruz.








Yolumuz bizi geçen hafta gördüğümüz yerlere getiriyor. Roma'nın en meşhur caddesi olan Via del Corso üzerinden bir kez daha geçip İspanyol Merdivenlerinin bulunduğu Piazza di Spagna ve Aşk Çeşmesi olarak bilinen "Fontana di Trevi" ye geliyoruz. Eşime takılıyorum. "Bak para attık, bir hafta sonra geldik yine. Demek ki çeşmenin önündeki havuza "para atıldığında tekrar gelirsiniz" söylentisi boş değilmiş." Çeşme bugün çok kalabalık, caddeler hareketli. Sokak sanatçıları yerlerini almış. Biri sprey boyalarla Colosseum'u çağrıştıran resimler yaparken diğeri elindeki gitarla neşeli müzikler çalıp söylüyor. Ortalık cıvıl cıvıl. Epeydir yol yürüdüğümüz için yorgunluk alametleri başlıyor. Eşim sürekli soruyor "Gelmedik mi daha?" Aşk Çeşmesine yakın bir kafede oturup "gelato" dedikleri Roma dondurmasının tadını çıkarıyoruz. Bir daha ne zaman nasip olur bilinmez.




Sonunda tüm tanrıların tapınağına yani Pantheon'a varıyoruz. Uzun bir kuyruk var önünde. Binanın içine belli sayıda ziyaretçi girmesine müsaade eden bir görevli var kapıda. Emniyet şeritleriyle çevrilmiş kulvarda kuyruğa giriyoruz. 



On beş dakika sonra binanın içindeyiz. Büyük bir kubbeyle kapatılan çatının ortasında ışığın girmesine yarayan dairesel cam pencere (oculus), koca salonu aydınlatmaya yetiyor. Yapımına MS 118 yılında başlanan Pantheon önceleri bir pagan tapınağı iken 7. yüzyılda "Vebayı yayan şeytanlar bu tapınaktan çıkıyor" söylentisi üzerine kiliseye dönüştürülmüş.




Hava güzel, üşütmüyor. Yönümüzü Piazza Navona'ya çeviriyoruz. Meydana adımımızı atar atmaz gördüklerimiz büyülüyor bizi. Oldukça geniş alana sahip bu meydan, eski bir stadyum üzerine yapılmış. Navona meydanındaki en güzel eserlerden biri de Roma'nın ünlü çeşmelerinden Dört Nehir Çeşmesi, dört kıtanın dört nehrini temsil ediyormuş. Burada yer alan yapılar 16. ve 17. yüzyıla ait. San Luigi dei Francesi Kilisesi onlardan bir tanesi.






Yorulmamıza rağmen gezmeye devam ediyoruz. Yine merak ettiğimiz yerlerden biri Piazza di Campo de Fiori. Her ne kadar meşhur pazarının saati geçmiş olsa bile görülmesi gereken güzel meydanlardan biri olduğunu tahmin ediyorum.























Meydana ayak basar basmaz tahminimde yanılmadığımı anlıyorum. Cıvıl cıvıl, sıcacık bir meydan burası. Köşede rengarenk çiçeklerin sergilendiği tezgahlar, çevredeki şen şakrak seslerin yükseldiği restoranlar ve yöresel yemeklerin sunulduğu aile işletmeleri "trattoria" lar bütün yorgunluğumuzu alıyor. Soğuk bir bira eşliğinde taş fırında pişirilen güzel İtalyan pizzası uzun seyahatimizin tadını damağımızda bırakıyor.






Artık hava iyice karardığından otelimize dönüş yollarını aramaya koyuluyoruz. Bu saatten sonra yürüyerek dönmemiz mümkün değil. Eşimde adım atacak hal kalmamış. Haritaya, navigasyona bakıyor, yakınlarda bir metro istasyonu veya otobüs durağı bulamıyoruz. Sonunda karşımıza çıkan "Tabacchi" dükkanlarından birine en yakın otobüs durağını soruyoruz. Artık otelimize dönüş zamanı.







Yatağıma uzanıyor, İtalya seferimizi değerlendiriyorum. Evet, uzun bir seyahat ama çok güzel vakit geçirdik. Çok güzel yerler gördük. Napoli'de telefonu çaldırmam, birkaç gün yağmurun peşimizi bırakmaması ve bu sabah treninin bize yaptırdığı köşe kapmaca dışında başka bir olumsuzluk yaşamadık.






Elbette yola çıkmadan yaptığım detaylı program, konaklayacağımız yerlerin belirleyip biletlerimizi önceden almanın payı büyük. Eşim de memnun kaldı bu geziden. Her günü bir başka şehirde geçirmek çok hoşuna gitti. "Bundan sonra nereye gitsek?" sorusuna daha şimdiden cevap aramaya başladık. Kim bilir? Belki Yunanistan, belki İspanya belki de Fas.        



6 Mart 2018 Salı

PİSA, FLORANSA

12/02/2018 Pazartesi

Cenova'daki otelimizden biraz erken ayrılıyoruz bugün. Zira hem Pisa hem de Floransa'ya daha fazla zaman ayırmamız lazım. Şimdiye kadar ziyaret ettiğimiz şehirlerin ruhunu yansıtan kültür ve sanat içerikli yerlerin belli merkezlerde toplu olarak bulunması işimizi çok kolaylaştırmıştı. Gel gelelim bugün biraz daha hareketli geçeceğe benziyor. Pisa'da meşhur eğik kulenin dışında görülmesi gereken bir sürü yer olması sebebiyle programımızı esnek tutmuş, Pisa'dan sonra Floransa'ya bilet almamıştım. Geç kalırsak Floransa'yı istediğimiz gibi gezemeden  dönmekten korkuyordum. Bu yüzden Roma-Floransa için bilet alma işini de son güne bırakmıştım. Yani Pisa ve Floransa'ya ayıracağımız zamanı baştan kestirememiştim.

Kısa bir yürüyüşten sonra geldiğimiz Genova Brignole Tren İstasyonundan 07.12'de hareket ediyoruz. Tiren Denizi kıyısını takip ederek İtalya'nın turistik batı sahilleri boyunca güneye iniyoruz. Trenimiz yolumuz üzerinde bulunan meşhur Portofino ve Cinq Terre köylerini geçerken  ara istasyonlarda yolcularını indirip bindiriyor.

Bologna'dan beri bize eşlik eden güneş "Benden bu kadar" dercesine tepemizden çekilerek, yerini yağmurlu bir havaya bırakıyor. Yolculuk sürelerimiz garip bir şekilde kat ettiğimiz yolun kilometresine bağlı değil. Genel olarak şehirler arası seyahatlerimiz iki saat kadar sürüyor. Tren biletlerini ayarlarken dikkatimi çekmeyen bu durum hoş bir tesadüf. Farkında olmadan uzak mesafelere hızlı, daha yakınlara orta hızdaki trenleri seçmişim demek. Pisa Merkez Tren İstasyonuna vardığımızda sağanak bir yağmur karşılıyor bizi. Bugün konaklamayı Floransa'da yapacağımız için çanta ve valizler elimizde kalıyor. Onlarla birlikte yağmur altında hiçbir şey yapamayız.

Eşyalarımızı bırakacak bir emanet bürosu bulmayı ümit ediyoruz. İstasyondaki görevlilerden biri yardımcı oluyor ve aradığımız yerin binanın arka tarafında olduğunu söylüyor. Bavul ve çantaların büyüklüğü ya da ağırlığı önemli değil, parça başına beş Euro fiyatla eşyaları teslim alıyorlar.

Yanımıza şemsiyelerimizi alıp meydana çıktıktan sonra gördüğüm ilk "tabacchi shop" tan günlük toplu taşıma biletlerimizi alıyorum. Sorup soruşturduktan sonra kentin en önemli meydanı olan "Piazza dei Miracoli" yani Mucizeler Meydanından hangi otobüslerin geçtiğini öğreniyorum. Otobüse bindikten sonra navigasyonla ilerlediğimiz güzergahı takip ederken gözüme kestirdiğim birisine inmemiz gereken durağı soruyorum.  Yağmur altında adres  aramak arzu ettiğimiz bir şey olmadığı gibi boşa kaybedecek zamanımız da yok.  İndiğimiz durakta yağmurun şiddetini yitirip ahmak ıslatan moduna geçmesi yine de şükredilecek bir durum bizim için.


Ara sokaklardan birinin çıkışında hedefimizdeki meydana ulaşıyoruz. Dünya gözüyle görmeyi çok arzuladığım ve sadece bu yüzden programa aldığım Pisa Kulesi işte, tam karşımızda. En önde Galile'nin vaftiz edildiği İtalya'nın en büyük vaftizhanesi, onun arkasında Toscana bölgesinin en büyük katedrali ve en arkada muhteşem Pisa Kulesi.

Hava kapalı olduğu halde gökyüzü yüksek. Böyle bir havada olmasını beklediğim kara bulutların yerine gümüş renkli parlaklık etkileyici yapılara gizemli bir fon oluşturuyor.

Mucizeler Meydanındaki ünlü eğik kuleye doğru yaklaşırken bol bol fotoğraf çekiyoruz. Yapımına 1173 yılında başlanan Pisa Kulesini görüp de şaşırmak elde değil. Evet, eğik bir kule olduğunu biliyoruz ama bu kadar mı eğik olur? Her an yan yatacakmış, devrilecekmiş gibi duruyor. Bologna'nın ikiz eğik kuleleri Asinelli ve Garisenda Pisa Kulesini gördükten sonra eğikliğini unutturuyor. Eşime kuleye çıkma teklifim "Ne olur ne olmaz, yıllarca devrilmemiş biz çıkarsak devrilesi tutar." gerekçesiyle havada kalıyor. Bu kadar yan yatmışken hiçbir sütunun çatlamaması, kapıların çalışması nasıl mümkün olur? Her yıl kapı kasalarını elden geçirdiklerini, kule eğildikçe yeniden ayarladıklarını düşünsek dahi o dantel işler gibi şekillendirilen zarif mermer sütunların üzerinde en ufak bir çatlağın olmamasına ne demeli?... Daha dün hizmete girmişçesine bembeyaz binaların uzun yıllar önce yapıldığına inanması güç. 

Buradan ayrılası gelmiyor insanın. Yağmurlu bir gün olmasına rağmen turist grupları meydanı dolduruyor. Pisa Kulesi bu kadar eğik olmasaydı yine aynı ilgiyi uyandırır mıydı? Biraz zor. Bu ilgi hemen yanı başındaki Rönesans döneminin en güzel yapılarından St. John Vaftizhanesi ile yapımına 1063 yılında başlanan muhteşem Pisa Katedralini gölgede bırakıyor desem kimse inanmaz. Piazza dei Miracoli'den ayrılırken yağmur başlıyor yine. İstasyona dönmek için durak ararken şehrin sokaklarında dolaşıyoruz. Yolumuz Arno Nehri kıyısına çıkıyor.  Karşı tarafta 1230 yılında inşa edilen ve önemli gotik mimari örneklerinden biri olan Santa Maria Della Spina Kilisesine ilişiyor gözümüz. Daha gidecek uzun bir yolumuz, görülecek kocaman bir şehrimiz olduğu düşüncesi bizi otobüs duraklarına çekiyor. İstasyondaki emanetten eşyalarımızı teslim alıyor ve ilk Floransa trenine yetişiyoruz. 




Bir saat on beş dakika sürecek tren yolculuğu ilaç gibi gelmiş olmalı ki, koltuğa oturur oturmaz gözlerim kapanıyor. Floransa'nın iki ana istasyonundan biri olan Firenze Campo di Mare'de inmemiz lazım. Son durak değil bu, tren Roma'ya kadar gidiyor. Eşim uyandırmasa gözümü Roma'da açmam işten değil (!) Apar topar eşyalarımızı toplayıp iniyoruz. Otele kadar yarım saatten biraz daha az sürecek yürüyüş mesafesi var önümüzde. Yağan yağmur yerleri ıslatmış, hava iyice serinlemiş. Otelin bulunduğu sokağı bulmamız zor olmuyor ancak otele ait bir işaret, bir tabela olmadığından bir aşağı bir yukarı dolanıyoruz. Roma'dakine benzer kat otellerinden biri bu. Sonunda aradığımız yeri buluyoruz. Zile basınca kapı açılıyor ve ikinci kata çıkıyoruz.










Görevli hanımefendi odamızı gösteriyor, gerekli bilgileri veriyor. Odamız fena değil. Ne var ki eşimi bir üşüme krizidir tutuyor. Klima çalışır görünse de çıkardığı sesten başka bir işe yaramıyor sanki. Resepsiyondaki güzel hanımefendiyi çağırıp durumu anlatıyorum. Merkezi sistemle çalışıyormuş klimalar. Odaların sıcaklıkları bilgisayardan takip ediliyormuş. "Tamam, şimdi 24 dereceye ayarladım." diyor. Değişen bir şey yok. Aslına bakılırsa öyle titreme tutacak kadar soğuk değil oda. "Sen şifayı kaptın korkarım." diyorum eşime. "Yok ben bir yere gitmem bu soğukta." deyip yorgana sarınıyor. Canım sıkılıyor bu duruma. "Tamam da, biz buraya otelde yatmak için mi geldik? Floransa'ya gelip Floransa'yı görmeden giden ilk turist biz olacağız." diyorum. "Sana haksızlık etmeyim, sen git gez istersen." diyor bütün samimiyetiyle.








Bir yanım "Sen olmadan ben neyleyim Floransa'yı?" derken, diğer yanım "Buraya kadar gelip görmeden dönmek aptallık." diyor. Napoli'deki kazadan sonra elimizde tek kalan telefonla birlikte eşimi odada bırakıp mahzun bir şekilde otelden ayrılıyorum." Akşamları "Kelime Oyunu" yarışma programı ile takip ettiği dizileri kaçırmadığını biliyorum eşimin. Odadaki televizyonda Türk kanalları çıkmadığından telefonu onun yardımına koşuyor. Bu sebeple konakladığımız otellerde internet olması hayati önem taşıyor(!) Otelden çıkıp sadece birkaç yüz metre ilerledikten sonra kendimi Duomo Meydanında buluyorum. 










Floransa Katedrali ve Çan Kulesi bütün heybetiyle beliriyor karşımda. Oldukça hareketli saatler. Bilinçsizce sokak aralarında dolaşmaya başlıyorum. Aklım eşimde. O yanımda olmadan tadı çıkmıyor bu gezmelerin. Her sokak başka bir tarihi yapıya çıkıyor. Yanımda ne bir gezi notu, ne de yol gösterecek telefon var. Her gün farklı bir otelde kaldığımız için otelin adını bile unutuyorum. Aklıma otelden aldığım kartvizit geliyor.
















Baktım olmadı, en kötü ihtimalle kartın üzerindeki adresten oteli bulabilirim. Gördüğüm her yer muhteşem ama bir fotoğraf dahi çekme imkanım yok. Sokakların arasında resmen kayboluyorum. Yolumu bulacağım diye yeni yeni yerler keşfediyorum. Tam ümitsizliğe düştüğüm anda otelimizin bulunduğu Duomo'ya açılan sokak çıkıyor karşıma. Ne yapıp yapıp eşime gezdiğim bu yerleri göstermeliyim. Onca yorgunluktan sonra aynı yerleri eşime kılavuzluk ederek göstermek hiç sıkmayacak beni. Yeter ki otelden çıkmaya ikna olsun. 















Otele döner dönmez eşime "Hadi hazırlan, gezdiğim yerler o kadar güzel, o kadar görülmeye değer ki, onları görmeden gitmene gönlüm razı değil. Zaten bir tane bile fotoğraf çekemedim." diyorum. İki üç saat dinlenmiş olmanın verdiği enerji ile ikna oluyor. Dışarı çıktığımızda artık hava kararmıştı. Eşimi rahatlatıyorum. "İnan ki, çok yol yürümeyeceğiz." Eşim biraz kendine gelmiş gibi. Hava serin olmasına rağmen önceki kadar üşümüyor. İki saat daha Floransa sokaklarını birlikte geziyoruz. Bu şehrin akşamları da güzel ve hareketli.















Daha görülecek çok yer olduğunu bildiğim için eşime iki seçenek sunuyorum. Ya yarını yine Floransa'ya ayırıp  akşama doğru Roma'ya dönelim ya da sabahleyin doğrudan Roma'ya dönüp orada gitmeye fırsat bulamadığımız Pantheon, Piazza di Campo de Fiori, Piazza Navona gibi yerleri görelim. Eşim tercihini sabah Roma'ya dönmek yönünde yapıyor.