KATEGORİLER

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) (5) Gezi (28) Günce (614) Kitaplarım (249) ÖYKÜ (125) Sohbet (383) ŞİİR (3)
ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2022 Pazar

ONUNLA KONUŞTUM (2)

O geceyi unutamam. Tek kelimeyle müthişti! Böyle bir olayı insanın içinde saklaması ne zormuş meğer. Her şeyi paylaştığım eşim dahi beni anlamamış, delirdiğimi sanmıştı. Onunla konuşmamın üzerinden tam bir hafta geçti. Normal olduğuna inandırmak için kendini, en yakınına dahi rol yapmak zorunda kalıyor bazen insan. Bu nedenle onun yeniden gelmesini hem istiyor, hem istemiyordum.

Dün gece bir benzerini yaşadım. Eşim hastanede yatan annesinin yanında refakatçi kalmıştı. Gelmesi için bundan daha iyi bir zaman bulamazdım. Balkonda sigaramı yakmış onu düşünüyordum yine. Geçen sefer bir ara heyecanlanıp ne soracağımı unutmuştum. Bu yüzden kafamdan geçen soruları bir deftere not alsaydım diye düşünüyordum, tam o sırada kapı çaldı. Eyvah dedim, yine o!

Hemen koşup açtım kapıyı. O da ne? Otuz yaşlarında bir afet. Elim ayağım kesildi, nutkum tutuldu, bir şey diyemedim. Uzun bir süre menekşe gözlerine bakıp kaldım öylece. Gelen yine o muydu yoksa. Beni şaşırtmak, yoksa denemek mi istiyordu? Belki tanımadığım komşulardan biriydi. Ama bu kadar güzel bir kadın yeryüzüne ait olamazdı. Gökten inmiş bir melekti sanki! Belki de bir hayal. O olsa, aklımdan geçen bütün bu düşünceleri anlar, çoktan harekete geçerdi. Kendimi toparlayıp sordum:

"Buyurun, kimi aramıştınız?"

"Sizi." dedi. "Siz osunuz, tahmin etmiştim zaten." dedim, kibirlenerek. Tam içeri davet etmeye hazırlanıyordum ki aldığım cevap karşısında şok oldum. "Ben o değilim," dedi. "Peki, kimsiniz o zaman?" diye sordum. "Beni o gönderdi." dedi. "Kendisinin işi mi çıktı?" diye soracaktım az kalsın, haddimi aşmamak için zor tuttum kendimi. "Böyle kapının önünde mi konuşacağız?" diye sordu. "Buyurun," diyerek kendisini salona aldım. Daha yer göstermeden gidip doğruca geçen hafta oturduğu aynı yere oturdu. Ben de karşısına, koltuğuma geçtim. İnanılmaz bir fiziği vardı. Karşımda bacak bacak üstüne attı. Hayatımda bu kadar güzel bir kadın görmemiştim.

Geçen hafta sonu onunla sohbet ederken anlaşamadığımız bazı mühim konular çıkıyordu ortaya. Sözgelimi onun adalet sistemini aklım almamış, vicdanım kabul etmemişti. Özellikle mi seçmişti bu kadını? Bir erkeği en inanılmaz olaylara ikna etmek için bundan etkili bir yol olamazdı. O bir değil, bin dese inanırdım. Bütün savunma sistemim çökmüştü, geçen hafta onun karşısında bile bu kadar zayıf ve çaresiz hissetmemiştim kendimi.

"Doğru değil bu düşündüklerin," dedi. "Seni ikna etmeye göndermedi beni." 

"Peki ne için gönderdi?"

"Hile yaptı!" dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Kim?" dedim. "O" dedi. İlk şoku atlattıktan sonra, düşünmeye başladım. O hile yapar mıydı? Kısa bir süre sonra aklım başıma geldi. Yapar ya, dedim kendi kendime. Ondan her şey beklenir. Adil olan, hile yapmaz. Adalet kim, o kim!

Gözleri, ateş saçıyordu. Kimdi bu kadın? "Kim, kime hile yaptı, ne hilesi?" diye sordum merakla.

"Bana hile yaptı o, anlaşmamızı bozdu," dedi. "Seninle konuşmaması gerekiyordu. Ne o, ne ben göstermeyecektik kendimizi. Özellikle de o, hiç karışmayacaktı işlerinize. Kendi özgür iradenizle doğruyu bulacağınızı sanıyordu. Bense bunun imkânsız olduğunu söylemiştim ona." 

"Durun bir dakika, kafam karıştı, peki siz kimsiniz?" diye sordum.

"Karısıyım onun." dedi. "Onun karısı ha, vay canına!" dedim kendimi tutamayarak. Bana aldırmadan anlatmaya devam etti. "Yasak ayvayı da bana o yedirdi." dedi. Sinirlendiğini fark ettim. "Beni aranıza gönderdi. Yapılan bütün kötülükleri üstüme yıktı, bütün iyiliklere sahip çıktı." 

"Size bunu yaptıysa bize neler yapmaz..." dedim. 

"Anlaşmayı bozup seninle konuşunca bana da bu hakkı ver dedim. Mecburen kabul etmek zorunda kaldı. Anladınız mı şimdi size gelmemin nedenimi?" 

"Evet, anlıyorum." dedim. "Aranız pek iyi değil sanırım".

"Eh, işte bilirsin," dedi. "Karı koca arasında olan şeyler..." 

"Neyse, o zaman ben hiç aranıza girmeyeyim, yarın iyi olursunuz, kabak başıma patlar." dedim.

Birden aklıma geldi. "Ayva demiştiniz. Bizim bildiğimiz, yasak meyve ayva değil, elma. Hem onu Adem yedirmiş Havva'ya. Halbuki siz, onun size yedirdiğini söylediniz az önce.

"Adem, Havva, elma ve bunun gibi şeylerin hepsi uydurma. Bana yedirdiği ayvaydı, eminim."

"Zorla mı?" diye sordum. "Hayır, bana zorla bir şey yaptıramaz. Kandırdı beni." 

"Mağdursunuz yani. Onun mağdurusunuz siz de, bizler gibi."

"Erkek milleti işte!" dedi efkârlanarak. "Onun karısı bile olsan ezilmekten kurtulamıyorsun." 

Bir erkek olarak alınmıştım bu lâfına, ama sonra düşünüp hak verdim. En çok merak ettiğim soruya geldi sıra.

"Adalet konusunda siz de onun gibi mi düşünüyorsunuz?"

"Asla," dedi. "Çocuk ruhlu biri o. Bir gün canı sıkılmıştı. Çamurları karıştırıp bir heykel yaptı. Sonra can verdi ona. Yaşaması için ortam sağladı. Aklına gelen ben dahil herkese bazı görevler verdi. Ortamın işlemesi için denge dediği bir şey icat etti. Sonunda hep beraber o sistemin içine düştük. Bağlandık birbirimize. İş kontrolden çıktı, bunun sonunun nereye varacağını ne siz, ne ben, ne de o biliyor artık."

"Peki sana verdiği görev ne?"

"Bir çoğunuz söylediklerime inanmayacak. Sinsice kendilerini kandırdığımı sanıyorlar. Ama sen akıllı birine benziyorsun. Açık konuşacağım seninle."

"Yanlış anlamayın ama ondan daha güvenilir geliyorsunuz bana," dedim. "En azından adalet konusunda onunla hemfikir olmadığınızı ifade ettiniz. Bu bile size güvenmem için yeterli bir sebep."

"Şeytan benim adım." Bir anda ürperdim. Tansiyonum düştü, bayılacak gibi oldum. Sonra yavaş yavaş toparladım kendimi. Rengimin yerine geldiğini görünce kaldığı yerden devam etti anlatmaya. "Gördün mü," dedi. "Adımı duyduğunda bile ne hale geldin. Beni size hep böyle anlattı o, ne kadar düzenbaz, ne kadar iki yüzlü olduğumu. Bana kesinlikle inanmamanızı istedi. Hatta dediklerimi yaparsanız en ağır biçimde cezalandırmakla tehdit etti sizi. Bütün kötülüklerin başı olduğuma inandırdı hepinizi. Bana verdiği görev buydu aslında. Benim görevim, sizi ayartıp ona karşı gelmenizi sağlamaktı. Çok güveniyordu kendine. Ama sizin halinizi görünce isyan ettim sonunda. Baktı ki istediklerini yapmıyorum, tüm kötülükleri de aldı kendi üstüne. Çünkü denge dediği lanet olası şey bunu gerektiriyordu."

Duyduklarıma inanamıyordum. Acaba şeytanın bir oyunu muydu bu? Hangisi doğru söylüyordu, o mu yoksa bu mu? Bir imkânım olsa da yüzleştirebilseydim onları. Fakat kafam allak bulak olmuştu. Eğer dedikleri doğruysa onu bırakıp şeytanın tarafına geçmek daha mantıklı geliyordu.

"Peki, siz ne yapıyorsunuz şimdi?" 

"Sizin gibi düşünen insanlara gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. Hakkımda söylenenlerin doğru olmadığını..."

 "Anladığım kadarıyla denge bozulmadıkça adalet tecelli etmeyecek."

"Ne yazık ki, doğru bu dediğin. Bu yüzden dengeyi bozmaya çalışıyorum ben de."

"Bunu yapacağına inanıyor musun?" diye sordum, heyecanlanmıştım. Bu yüzden sonradan fark ettim, siz yerine sen diye hitap ettiğimi. Ama ağzımdan çıkmıştı bir kere. Fakat o, hiç umursamış görünmüyordu.

"İnanıyorum ama önce sizlerin, hepinizin bana inanması lâzım."       

"Denge bozulursa, kendisiyle birlikte hepimizin yok olacağını söylemişti geçen hafta!." dedim.

Kibarca gülümsedi şeytan. "Bak bunu hep yapıyor, yine kandırmış sizi. Denge bozulduğunda sizlere bir şey olmaz. O ve ben yok oluruz sadece."

Neşeyle gözlerim ışıldadı. Ayağa fırladım, ellerimi havaya kaldırıp bağırdım. "O zaman adalet gelir!" 

"Evet," dedi. "Ben kendimi seve seve feda ederim sizin için. Ama o hâlâ zevk peşinde, eğleniyor sizlerle, aynı bir çocuğun oyuncaklarıyla oynaması gibi..."

Aklımdan gölge gibi bir düşünce seli geçti. Söyledikleri doğru muydu? Şeytan bu kadar iyi biri olabilir miydi? Yıllarca şeytanı kötüleyen o, kandırmış mıydı bizleri? Bütün kötülüklerin asıl sebebi o muydu yoksa? 

"Ölüm," dedim. "Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?"

"Onun plânının bir parçası," dedi. "Dengeyi sağlamak için mecburdu buna." 

Denge, denge; sihirli kelime! Bıkmıştım artık bu sözcükten. Cevabı olmayan soruların bir kaçış yolu muydu bu? Denge bozulacak, adalet yerini bulacak! O zaman ölümsüzlük bizim olacak! Fantastik bir kurgu filminin içine düşmüştüm sanki. "Gölgelerin gücü adına!" Aklım iyice karışmıştı. Karşımda oturan güzel kadın zihnimin bana bir oyunu muydu? Anlattıklarından etkilenmiştim. Özellikle bizlere kendini feda edecek kadar şefkat göstermesi sadece kadına mahsus bir özellik olmalıydı. 

"Ondan nefret ediyorum artık," dedim. "Ama sizin gibi iyi birini kaybetmek istemem."

Menekşe gözlerinden iki inci tanesi düştü. "Biliyorum o sizi çok üzdü. Çektiğiniz onca acıya, kedere son vermenin tek yolu var. Şayet bana inanırsanız, ancak ben halledebilirim bu işi." 

"Nasıl?" diye sordum merakla. "Onu öldürebilirim!" dedi. Gözlerinden ateşler saçıyordu.

"Korkmuyor musunuz ondan? Şu konuştuklarımızı bile duyuyordur şimdi."

"Duyduğuna en ufak bir şüphem yok ama korkmuyorum. Bana bir şey yapamaz. Onun tek güvendiği sizlersiniz. Eğer ondan desteğinizi çekerseniz işimi kolaylaştırırsınız. Aksi halde üstesinden gelmem çok zor."

"Ya sonra," dedim. "Siz mi alacaksınız onun yerini?"

"Bu soruyu sormanız gerçekten üzdü beni. Demek ki hâlâ içiniz rahat değil. Ya da kendimi size tam anlatamadım. Eğer onu öldürürsem bu sadece benim değil sizin de başarınız olacak. Daha sonra boynumu uzatacağım önünüze. Beni de öldürün şimdi diyeceğim, kurtulmanız için... Size tuhaf geliyor ama sizin ne ona ne de bana ihtiyacınız var."

"Ben şahsen kıyamam size," dedim. "Sizi gerçekten tanıyan biri yapmaz böyle bir şey."

"Yapmak zorundasınız." dedi. 

"Peki şu meşhur "denge" kavramınız ne olacak. Sizler ölünce denge bozulmayacak mı?" diye sordum. Aklıma onunla geçen hafta yaptığım ilk konuşma geldi. "Bir tozun yerini değiştirmek bile dengenin bozulması için yeterli demişti bana." 

"Bazen doğru söylediği oluyor işte. Sistemin bir parçasıyız biz de sizler gibi. Biz olmayınca elbette denge bozulacak. Adalet temelinde yeni bir denge kurulacak. Ve o zaman bize gerek kalmayacak!" 

Kulağa hoş geliyordu sözleri, ama o günleri göremeyecektik. Eski birer dostmuş gibi birbirimizin yüzünü seyre daldık uzun bir süre. Bana acıyan gözlerle bakıyordu, bense ona ne kadar haksızlık ettiğimizi düşünüyordum. Sorular sorulmuş, cevaplar alınmıştı. Artık veda vakti gelmişti. Ayağa kalktı.

"Bana bir daha gelir mi dersiniz?" diye sordum onu kastederek. "Bilemem," dedi. 

"Ya siz, siz yine geleceksiniz değil mi?" Yalvarır gibi çıkmıştı sesim ağzımdan. Gelmesini çok istiyordum. 

"O izin verirse," dedi. "Fakat o gelirse benim gelmeme de itiraz edemez." Şuh bir göz attı, içimin yağları eridi. Kapıya kadar geçirdim. "Hoşça kal," dedi ayrılırken, gülümsedi. Salona dönüp attım kendimi koltuğa. Göğsüm sıkıştı, kalbim yerinden fırlayıp peşinden koşmak istiyordu adeta. Telefonun sesiyle kendime geldim. Arayan eşimdi. On kere aradım, niye cevap vermiyorsun diye çıkışıyordu. Sessiz modunda kalmış olmalı dedim. Madem sessiz modunda, şimdi nasıl duydun zil sesini? Öyle ya. Çok zekidir benim eşim. Şu bir gerçek ki, en ufak bir ses gelmemişti kulağıma. "Soluk soluğa geliyor sesin, dışarıda mıydın?" diye sordu. Ne diyeceğimi bilemedim. 


ONUNLA KONUŞTUM (1)

2 Ağustos 2022 Salı

ONUNLA KONUŞTUM (1)

Baştan söyleyeyim. Biliyorum, burada yazdıklarıma inanmayacaksınız. İnansanız bile ya hayal gördüğümü ya da delirdiğimi düşüneceksiniz. Ama olsun, her şeyi göze alıp yazacağım yine. 

Evet, onunla sohbet ettim. Aklımdaki soruların hepsini sordum ona. Sorularımın hepsine açık yüreklilikle cevap verdi.

Balkonda sağ avucumun içine çenemi dayamış onu düşünüyordum. O var mıydı? 

Düşüncelerimin en derin yerinde kapı çalındı. Gece yarısını çoktan geçmişti. Kim olabilirdi bu saatte kapımı çalan? Beyaz takım elbiseli, orta yaşlı bir adamdı. Düzgün birine benziyordu. Beni içeri almayacak mısın? diye sordu. Sen kimsin, tanımadığım birini niye evime alayım? dedim. "Ben oyum" dedi. Şaşırmış bir vaziyette "O kim?" diye sordum. "O benim" dedi. "Balkonda düşündüğün o işte." 

"Olamaz." diye geçirdim içimden, beni duyması imkânsızdı. Ama beni sanki duymuş gibi cevap verdi. "Olmadığımı söylüyordun, oldum işte!" Ya gerçekten oysa diyecek oldum, hafiften korkmaya başladığım bir sırada. Hemen cevap geldi. "Gerçekten oyum, korkmana gerek yok." dedi. Ama felâket korkuyordum. Bırakın ona soru sormayı, düşüncemi okuduğunu öğrendikten sonra onunla ilgili bütün bildiklerimi hafızamdan kovmaya çalışıyordum. "Beni içeri almamakta kararlı mısın?" diye sordu, sakin bir şekilde. Cevap vermeden kapıyı açtım, girdi içeri. 

Salondaki koltuklardan birini seçti, ben de hemen karşısına geçip oturdum. Tam o sırada eşim sesleri duyup yanıma geldi. Meraklı bakışlarını dikti üzerime. "Kiminle konuşuyorsun?" Gözümle onu işaret ettim. "Niye bana kaş göz işareti yapıyorsun, delirdin mi? dedi. Anladım ki onu görmüyordu. Hemen kendimi toparladım. "Yok, bir şey." dedim. "Kimseyle konuşmuyordum, sana öyle gelmiştir." 

O oradaydı, oturduğu yerden sessizce bizi izliyordu. Eşim "Hadi artık yatmıyor musun?" deyip odasına döndü. Onunla konuşmaya kalksam, sesleri duyup gelecekti yine. Ayağa kalktım, soğutucudan çıkardığım kola şişesini kafama dikip kuruyan ağzımı ıslattım. O orada duruyor, gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Yoksa hayal mi görüyordum. Emin olmak için ona biraz yaklaştım. Dokunmak için elimi uzattım, bir anda görünmez oldu. Kalbim dışarı fırlayacak sandım. "Konuşmana gerek yok, düşünceni okuyabilirim." dedi. "Benim söyleyeceklerimi de ancak sen duyabilirsin." Dönüp yerime oturdum. Bacaklarım titriyordu.

Şimdi tam karşımdaydı. Onu görebiliyordum. Az önce kapının önünde bekleyen beyaz elbiseli, orta yaşlı, yakışıklı adam. Balkonda düşünürken aklımdan geçirdiğim binlerce soru buharlaşmıştı sanki. Heyecandan olmalı... Hazır fırsatını bulmuşken bütün sorularımı sormak ne kadar iyi olurdu oysa. Uzun bir süre bir şey yapmadan bakıştık. Yüzünde bir gülümseme ya da duygularını ele verecek bir ifade yoktu. Sonra yavaş yavaş ilk soru canlanıverdi kafamda. Milyarlarca insan arasından neden beni seçmişti. Neden ben? diye geçirdim aklımdan. Bu soruyu sesli sorabilseydim eğer, muhtemelen kekeleyerek çıkardı ağzımdan.  

"Hemen kendini nimetten sayma," dedi. "Seçilmiş biri değilsin. Beni düşünen herhangi birinin ya da aynı anda birden fazla kişinin karşısında olabilirim.  Sen ya da başkası, bunun hiç önemi yok." 

Bozuntuya vermedim. İkinci olarak aklıma şu soru geldi. "Ne yapmamı istiyorsun? Benden istediğin ne?"

"Hiçbir şey, sadece düşünmeni istiyorum" dedi.

"Neyi?" diye sordum.

"Her şeyi." dedi. Verilen muğlak cevaplardan hiç hoşlanmamıştım. 

Halüsinasyon olmalı bu gördüğüm dedim içimden. Gördüğüm, işittiklerimin hiçbiri gerçek değil.

"Doğru." dedi. "Yaşam dediğiniz de öyle." 

 Peki gerçek olan ne?

"Sadece benim, gerçek olan." dedi.

 "Bizim gerçekle sizinki birbirini tutmuyor," dedim içimden. "Biz gerçeği beş duyumuzla fark ederiz. Oysa seni eşim bile göremedi."

"Olabilir," dedi. "Kendi bakış açınızdan gerçek olan sizlersiniz, bense bir hayal olabilirim, tabii size göre." 

"Bu daha mantıklı bir cevap." dedim. "Ama bana hâlâ mantıksız gelen daha çok şey var." 

"Denge..." dedi. "Bir toz zerresinin yerini değiştirmeye kalksam evren alt üst olur." 

"Biz buna kelebek etkisi diyoruz." dedim.

"Evet, onun gibi bir şey ama çok daha fazlası. Kelebeğin kanat çırpmasından değil üzerine yapışan tozdan bahsediyorum." 

"Anlıyorum," dedim. "Çok hassas bir denge, ilâhi hassasiyet." 

"Şimdi anlıyor musun, her iyilik ve kötülük, her neşe ve keder birbirini dengeliyor." dedi.

"Biliyordum zaten." dedim. "Sanırım başka türlü dengeyi tutturamazdın. Son derece mantıklı cevaplar verip önümü kesiyorsun. Şimdi sana desem ki beni ikna etmek için gerçek bir mucize göster, dengeyi bozamam diyeceksin."

"Beni anlayacağını biliyordum." dedi, gülümseyerek.

"Peki, niye bir kadın değil de erkek görünümünde geldin?" diye sordum.

"Kadın olarak gelseydim, eşinden korkup içeri almazdın beni."

"Haklısın, almazdım. Bir nine kılığına girebilirdin meselâ."

"O zaman pek inandırıcı gelmezdim sana değil mi?"

"Neyse," dedim. "Geçelim bunları, adalet senin için ne ifade ediyor?"

"O sizin uydurduğunuz bir kavram. Yok öyle bir şey. Güçlü olan kazanır, bu, dengenin koşullarından biri, hatta en önemlisi." 

"Her şeyi dengeye bağlıyorsun. Adil olduğunu sanıyordum." 

"Hepiniz yanılıyorsunuz. Sanılanın aksine adil değilim. Kainatı ayakta tutan adalet değil dengedir."

"Tersini söyleseydin, inandırıcı olmazdın." dedim. "Evrim teorisini destekler gibisin."

"O teori değil, gerçeğin ta kendisi." dedi.

Onu ilk gördüğümdeki kadar korkmuyordum artık. Bacaklarım titremiyordu, kalbim normal ritmine dönmüştü. Şimdi cesaretimi toplayıp aklıma gelen her soruyu sorabilirdim. Şu ana kadar aldığım cevapları içime sindiremesem de onları gayet açık ve mantıklı buluyordum. Aklımın yetmediği diğer bir kavram da "sonsuzluk" tu. Zaman ve mekânda sonsuzluğu kavrayamıyordum. Uzay boşluğunda milyonlarca, belki de sonsuz sayıda galaksi... Üstelik sürekli genişlediği iddia ediliyor. Çocukluğumdan beri ne zaman gökyüzünün derinliklerine baksam hep arkasında ne olduğunu merak ederdim. Zaman da öyle. Evrenin büyük patlamayla 13,8 milyar yıl önce oluştuğuna dair big bang teorisi bir şeyler anlatıyordu. Peki ondan önceki zamanda ne vardı. Kaç evren vardı bizimkine benzer. Kaç evren daha oluşacaktı. Zamanın başlangıcı sonsuz yıl geriye götürüyordu bizi. Muhtemelen sonsuz yıl daha sürecekti. İşte bu sonsuzluk kavramları içinde, yaşadığımız evren bir toz tanesi kadar yer tutmuyordu. "Sonsuzluk" insan aklının algılayamadığı bir kavram. Küçük evrenimizde her şeyin bir başı bir de sonu olduğuna inanıyorduk çünkü.

"Aklından geçenleri biliyorum," dedi. "Sonsuz soyut bir kavram size göre. Sonsuzluğu düşünerek anlam kazandıramazsınız, bunu sana anlatmak benim için hayli zor. Siz gerçekle hayali, soyutla somutu karıştırıyorsunuz. Zaman ve mekân zannettiğin gibi soyut kavramlar değil."

"Söyle bana öyleyse, gerçek bir şeyler duymak istiyorum senden." dedim. "Zamanın ve mekânın önünde, arkasında ne var?"

"Hiç, hiçbir şey!" dedi.

Olabilir dedim kendi kendime. Hiçliği de anlayamıyordum zira. Daha fazla kurcalamaya gerek yoktu. "Peki neden bu maceraya sürükledin bizi, amacın ne?"

"İnanmayacaksın ama, can sıkıntısı..." dedi. Şaşırmıştım bu cevaba. Fakat bundan farklı ne derse desin kolay ikna etmeyecekti beni. Böyle deyince susup kaldım. "Eğleniyor musun şimdi bari?" diyecek oldum.

"Hem de nasıl." dedi, gülümseyerek. Çok sinirlendim. Milyarlarca canlının çektiği onca eziyetten  keyif almasını hiç yakıştıramamıştım ona. 

"Denge için bu şarttı." dedi.

Yine başa dönmüştük. Başlarım senin dengene dememek için zor tuttum kendimi. Ama o düşüncemi okumuştu.

"Biraz saygılı olmayı denesen!" deyip çıkıştı. Aramızdaki sohbet ağız dalaşına dönmüştü.

"Saygıyı senden öğrenecek halim yok benim. Adaleti olmayana saygı gösteremem. Ne yapabilirsin ki, canımı mı alacaksın. Gücün yeterse gel al hadi. Biliyorum, "denge" konusunu açacaksın. Canını zamanından önce alsam denge bozulur diyeceksin yine bana."

"İyi bildin," dedi. "Her şey yerinde ve zamanında!"

"Anlıyorum," dedim. "Kontrolü kaybettin. Denge bozulursa bizimle beraber sen de yok olacaksın. Bütün korkun bu değil mi? O yüzden çirkinliklere göz yumuyorsun." 

Başını öne eğdi. "Aksi takdirde hepimiz yok oluruz." dedi.

Bu durumda yaşamak için birbirimize ihtiyacımız var. Sen olmasaydın biz olmazdık ama bizsiz senin de yaşama şansın yok. Bizi birbirimizden ayıran tek şey bizim ölümlü olmamız. Oysa sen hep vardın ve var olacaksın, tabii denge bozulana kadar. Fakat yine de sahip olduğun bu üstünlük senin için bir şeyler yapmamızı gerektirmez. Üstünlük dediğim ölümsüzlük, aslına bakarsan çok da iyi bir şey değil. Sonsuz bir hayat can sıkıcı gelebilir insana. Farkımız kalmaz seninle. Biz de senin gibi oluruz. Can sıkıntısıyla yeni belâlar açarız alemin başına. Sonra esiri oluruz belâlarımızın. Yok yok, kabul ediyorum. Senin işin bizden daha zor. Vicdanın var mı bilmiyorum ama eğer varsa pişmanlık vardır içinde, dengeyi bozmamak için acı çekiyor olmalısın.  

"Aşağı yukarı bütün dediklerin doğru, vicdanım var, acı çekiyorum bazen. Ama pişman olduğumu sanma. Yoksa can sıkıntısından patlardım. Şimdi iyi kötü eğleniyorum sizinle. Bazılarınız gerçekten çok komik. Yapamayacağım şeyler istiyorlar benden. Tabii istediklerini veremiyorum onlara. Tesadüfen istedikleri olduğunda ben yaptım sanıyorlar. Olmasını istemedikleri şeyleri de benden biliyorlar. Büyük keyif alıyorum onların bu halinden. Bir de hesap soracakmışım onlara. Hah, hah, haa! Ne hesabı? Uçuk kaçık vaatlerde bulunmuşum, aklın almadığı cezalar verecekmişim. Gerçekten hayal aleminde yaşıyorsunuz ve bunun farkında değilsiniz. Hayal aleminde yaşadığınız doğru ama sizin bütün bunları gerçek sanmanız ve kendi uydurduğunuz kurallara göre sizi imtihan edeceğime inanmanız ne kadar tuhaf. Bir an benim yerimde olsan, yukarıdan bakıp gülmez miydin bu halinize? Bundan güzel eğlence mi olur?"

"Haklısın," dedim. Kızdırmıştı beni ama dürüstlüğüne diyecek yoktu. 

"Soracağın başka bir şey yoksa ben gideyim artık," dedi. Biraz düşündüm, aklıma yeni bir şey gelmedi. Keyifli bir sohbetti. Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü sessizce. Tam çıkarken "Durun bir dakika" dedim. "Bu konuşmaları blogumda yayınlayabilir miyim?" 

"Elbette," dedi. Sağ elinin işaret ve orta parmağını bitiştirip kolunu havaya kaldırdı, vedalaşma işareti olmalıydı bu. Arkasından "Yine gelecek misin?" diye bağırdım. Heyecandan sesimin ayarı kaçmış olmalıydı ki eşim uyanıp yanıma geldi.

"Bu sefer kesin duydum sesini, bana numara yapma, söyle kim vardı yanında?" 

Kaçış yoktu, doğrusunu söylemek zorundaydım. Kim bilir aklından neler geçiriyordu? "Oydu dedim."

"Deli etme beni, o kim?"

"Anlatsam da anlamazsın. Oydu işte, az önce çıkıp gitti. Onunla konuşuyordum."

Gözlerini dikti, "Keçileri mi kaçırdın?" 

"Belki," dedim. Başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. İnanmadı tabii. Kim inanır ki? 

"Doktordan randevu alıyorum şimdi," dedi.

"Gerekmez," dedim. "Ben delirmedim."

"O zaman halüsinasyon gördün. Bu da deliliğin başlangıcı. Tedavi olman lâzım."

"Belki gelmez bir daha," dedim. "Gelirse söz, o zaman gideriz doktora." 

Bütün bunları yaşadığımdan eminim. Hayal değildi hiçbiri. Onu gördüm. Daha doğrusu o gösterdi kendini. Yakışıklı bir adamın cisminde. Söylediklerinin çoğu doğruydu bana göre. Ama yine de kızmıştım ona. Sırf o eğlensin diye onca sıkıntı çekmemiz niye. Açıklamaları tatminkârdı. İşi kolay değildi ama kendisi sarmıştı bu derdi başına. Pişman olmadığını söyledi. Başka ne yapabilirmiş? Ben mi öğreteceğim sana? Bakın bu soruyu atlamışım. Niye güzel bir hayat istemedin ki? Buna gücün mü yetmedi? Yeteri kadar eğlenceli bulmadın mı? 

Neyse, o gelir yine bana. Daha sonra burada anlatırım konuştuklarımızı. Sizin de eğer soracaklarınız varsa bana yazın. Bu yazdıklarımı aman eşim görmesin. Şimdi doktor diye tutturur yine başıma. 



5 Temmuz 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 150

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu belirleyen sevgili DeepTone / Sade ve Derin,  sevgili Persephone'nun yazdığı  şu yazıdan ilham almış:

"Bugün ölüm ilânını yazman gerekseydi, seninle ve hayatınla ilgili neler anlatmasını isterdin?"

İnanın bu tür sorular bana göre değil. Önce "gerekseydi" sözcüğüne takıldım. Nasıl bir gereksinim, hangi koşullarda böyle bir ihtiyaç doğabilir? Tamam hayal gücümüzü sonuna kadar kullanalım ama yine de kenarda köşede kalmış akıl zerrelerinin isyanını nasıl bastıracağız? Birinci aşamada gereklilik sorununu çözmekle başlamak gerek. Peki o zaman hadi sıvayalım kolları, Rabbim güç, derman versin.

Mafyaya bulaştım bir şekilde haberim bile olmadan. Siyah takım elbiseli, kara gözlüklü karanlık kişiler büromu bastı ve silahı şakağıma dayadı. Nasıl böyle bir duruma düştüm, nerede hata yaptım bilmiyorum. Haydut herif, silahın horozunu çekti, klik sesini duymamla birlikte olayın ciddiyetini kavrayıp soğuk terler dökmeye başladım. "Sonun geldi," dedi adam dişlerini sıkarak. "Şimdi otur şuraya ve ölüm ilânını yazmaya başla."

Korkudan bacaklarım titriyordu. Başımı hafifçe kaldırdığımda, silahlarını üzerime doğrultmuş kara gözlüklü, fötr şapkalı üç adamın daha, sabırsızlanarak "hadi, yaz şunu" dercesine başlarını hareket ettirdiklerini fark ettim. Ölümden korkmadığımı sanırdım ama yine de bu kadar erken beklemiyordum. Üstelik hiç beklemediğim bir anda gelip beni hazırlıksız yakalaması ağırıma gitmişti. Bu durumda bile -huyum kurusun- düşünmekten kendimi alamadığım için kekeleyerek ağzımdan şu sözler döküldü.

"Madem öldürmeye kesin kararlısınız, niçin bunu istiyorsunuz benden?" 

Yanımdaki, çetenin başı olduğunu sandığım adam, namluyu şakağımdan uzaklaştırırken bana kocaman dişlerini gösterip sırıttı bir süreliğine. "Güzel soru." dedi. "Eğer ölüm ilânın hoşumuza giderse, canını bağışlayabiliriz." Arkadaşlarına dönüp "Değil mi, arkadaşlar?" Karşımdakiler hep bir ağızdan bağırdılar. "İyisini sen bilirsin Patron" 

Bu sözlerin üzerine içime su serpilmiş, karamsarlığımı aydınlatan küçücük bir umut ışığı belirmişti içimde. Onları bu kararlı tutumlarından vazgeçiren ne olmuştu? Henüz duaya, içine düştüğüm bu duruma el koyması için Tanrı'yı davet etmeye fırsat bulamamıştım. Kalemi elime aldım, çekmecemden çizgisiz bir dosya kağıdı çıkartıp yazmaya başladım.

"ACI KAYBIMIZ - Girit eşrafından armatör Merhum Akif Turna ve eşleri ilk kadın çobanlardan merhume Gülbeyaz'ın, yine aynı eşraftan eski Hanya Valisi merhum Nuri Kaftan ve eşleri meşhur kadın terzilerinden merhume Roze'nin kıymetli torunları,..."

"Olum," dedi yanımdaki haydut, yazdıklarıma göz ucuyla bakarken. "Ne saçmalıyorsun sen?"

"Ölüm ilânımı yazmamı istemediniz mi?" diye sordum çekinerek.

Silahını yeniden üzerime doğrulttu, önündeki sandalyeye bir tekme savurdu. "Ulan geri zekâlı, bana ne senin dedelerinden, ninelerinden. Bize kendinden, hayatından bahset." diye bağırdı. 

Tamam, artık sonun geldi, dedim içimden. Seni duaların bile kurtaramaz bu serserilerin elinden. Çaresiz, Okey dedim, elimden geleni yapayım bari. Önümdeki kağıdı yumak haline sokup çöp sepetine fırlattım, çekmeceden yeni bir kağıt çıkardım, başladım içimden geldiği gibi yazmaya.

"Pek Muhterem Geride Kalanlar,

Kendi arzum ve hür irademle yazmış olduğum bu tuhaf ölüm ilânını okuyorsanız, bilmenizi isterim ki, hali hazırda yanımda bulunan yakışıklı beyefendiler, burada yazdıklarımı muhtemelen tatminkâr bulmamış, üstlendikleri kutsal görevin bilinciyle sorumluluklarını yerine getirmek üzere ellerindeki ateşli silâhlarla canımı yakmadan bedenimden ayırma külfetine katlanmak zorunda kalmışlardır. Bazıları, etrafımı kuşatan şık giyimli bu nazik beylerin bana Tanrı tarafından gönderildiğini iddia edebilirler ama ben buna inanmıyorum. Onların neden gelip beni bulduklarını da bilmiyorum. Bugüne kadar ömrümün dörtte birinde inandım, onda birinde bocaladım ve kalan kısmında sorguladım. Yani anlayacağınız, yaşamı sorgulayacak hayli zamanım oldu. Bu süreçte varoluş mevzusunda en ufak bir ilerleme kat edemedim fakat yaşamı büyük ölçüde çözdüğümü düşünüyorum. Birbirini zenginleştiren iki temeli var hayatın. Bunlardan biri şans, diğeri ise akıl. Akıllı olup şansı olmayanların yüzü gülmez, ama şanslı olanlar pek akıllı olmasa da gemisini yürütebilir. Ben kendimi biraz şanslı, biraz akıllı görüyorum. Ve bu nedenle normal bir hayat sürdüğüme inanıyorum. Benden daha iyiler de var çevremde daha kötüler de. Hatta ortalamanın biraz üzerindeyim sanki. Zaman zaman çamura batsam da genel olarak aklımı kullanarak çevreye uyum sağladım. Günlük yaşamadım, daima yarını düşünerek adımlar attım, çünkü aklın bunu gerektirdiğini biliyorum.

Şanslıydım, iyi bir evlilik yaptım ki, bunu hayatta şans faktörünün en etkili alanı olarak görüyorum. Öğrencilik döneminde biraz sıkıntı çektiysem de savaşların ölümcül etkilerinden uzak kaldım.  Her şeye rağmen yaşadığım dönemde ileriye dönük umutlarımız vardı, şimdiki gençlerin sahip olmadığı bir ortamda büyüdük ve bizler, hedeflerimize büyük ölçüde ulaştık. İnsanız, ben de hayatın acımasız çarkı içinde bazı haksızlıklara -kendi çıkarımı düşünüp bilerek, isteyerek- göz yummuş olabilirim. Bu durum bazen vicdanımı sızlatıyor. Ancak bireysel olarak kimsenin hakkını yediğimi, kimseye bilerek, isteyerek zarar verdiğimi hatırlamıyorum. Ben şans eseri kendi hayat hikâyemi yazdım. Annem beni doktor olarak görmek istiyordu fakat benim arzum mühendis olmaktı. İlk tercihine Ege Tıp yaz, gerisine karışmam demişti. Sonucun istediğim yönde gerçekleşmesi sadece bir şanstı. Zira kazandığım tercihin hemen alt sırasında yine bir tıp fakültesi vardı. Ha, doktor olsaydım ne değişirdi? Eminim o dalda da başarılı olurdum. Çünkü başlangıçta neyin ne olduğunu ayırt edecek donanıma zaten sahip değildik o zamanlar."    

Kağıdı alıp yanımdaki çete reisine uzattım. Yüksek sesle okudu arkadaşlarına ve arkasından korkunç bir kahkaha attı. 

"Manyak bu adam ya," diye söylendi sırıtarak. Hep birlikte "Evet, manyak bu adam." diye tekrar ettiler reislerini arkadaşları, asık suratlarıyla. Ve sırayla odamın kapısından dışarı çıktılar. Ürkekliğimi üzerimden atamadan "Beğendiler galiba." diye geçirdim içimden. Vurmadıklarına göre...        

10 Haziran 2021 Perşembe

SEDAT ABİ

Bankadan parayı çekip eşimle birlikte tapunun yolunu tuttuk. İnternet bağlantısı mı yokmuş, bilgi işlem merkezinde hatadan mı kaynaklanmış bilmiyorum, satış gerçekleşmedi. Çantaya doldurduğumuz 30 deste iki yüzlükle evimize dönmek zorunda kaldık. Bizim için büyük para tabii. Tam o sırada kızım yemeğe çağırdı. O günün telaşıyla eşim yemek hazırlamamıştı. Yanımızda taşımanın daha büyük risk olduğunu düşünüp çantayı yatağın altına sakladık ve kapıyı iki kez kilitleyip evden ayrıldık.

İki saat olmamıştı eve döndüğümüzde. Kapı açıktı, yüreğim ağzıma geldi. Hemen koşup yatağın altına baktım. Çantanın yerinde yeller esiyor. Eyvah dedim eşime, para gitmiş. Eşim çığlığı bastı, "Aman Allah'ım mahvolduk, iyice baktın mı?" diye sordu. Yatağın altındaki eşyaları telaşla yere attık ama çanta ortada yoktu. Karşı komşu sesleri duyunca kapıya çıktı. "Hırsız girmiş eve, zararımız büyük" dedim çaresizlik içinde. Yaşlı bir teyzeydi, şaşkın gözlerle acıyarak baktı yüzüme. "Polise haber verdiniz mi?" diye sordu. "Ne polisi dedim, daha yeni geldik eve." 

"Gelsin polis, parmak izine falan bakar, belki bulurlar izini." dedi Neriman Teyze. Karakol iki sokak ötedeydi. Hemen koşup yanlarına gittim. Danışmadaki polis beni birkaç polisin oturduğu geniş bir odaya gönderdi. Olayı anlattım, bir kağıda yaz bunları altını imzala dedi polisin biri. Dediğini yaptım. "Bitti mi, hepsi bu kadar mı?" diye sordum. "Evet, şimdi bekleyeceğiz bakalım, belki ortaya çıkar." derken müstehzi gülümsemesi beni çılgına çevirdi. Bekleyince nasıl ortaya çıkabilir diyecek oldum ama devlet memuruna hakaret gerekçesiyle haklı pozisyonumu aleyhime çevirmemek için susmamın doğru olacağına karar verdim. Eve döndüğümde eşim kriz geçiriyordu.

Bir saat sonra üç polis geldi. Evde keşif yaptılar. "Kapıyı açık bulduğunuza göre kapıdan girmiş olmalılar." dedi genç olanı. Zekasına hayran kaldığımı söylemek çok isterdim ama yanlış anlaşılmaktan korktum. Kuruma benzer kara bir tozla kapı kollarını buladılar, fırçalayarak güya parmak izi aradılar. 

Ertesi sabah emlakçıya durumu bildirdik. Dedik durum böyle böyle, para gitti. Eşim durup beklemekle olmaz git şu karakola takip et, ne yapmışlar ne etmişler bir ilgilen diye söyleniyordu. Atı alan Üsküdar'ı geçmişti. Polisin hırsızı bulacağına dair en ufak bir ümit kırıntısı yoktu bende. Ama yine eşimin dediğini yapıp çıkıp gittim arka sokaktaki karakola. Danışmaya selam çakıp doğruca önceden ifade verdiğim odaya yöneldim. İfademi alan genç polis masanın önündeki iki sandalyeden birine oturmamı işaret etti. Merakla "Bir gelişme var mı?" diye sordum. "Çay içer misin?" dedi. Baktım ki adam bir şeyler anlatacak, çay sevmediğim halde peki dedim. "Bak dostum" dedi. "Bunlar çete, hepsinin kaydı var bizde. Bu ne bir ilk ne de son olacak. Sana tavsiyem anlaşmaya bak. Yoksa bizim sana pek yardımımız dokunmaz. Adamı yakalar, savcılığa teslim ederiz, iki saat sonra arka kapıdan çıkarlar." Şaşırmıştım. Bir polis yanındaki arkadaşlarının önünde bir hırsız çetesiyle anlaşmamı öneriyordu! 

İsyan ettim tabii. "Ya olur mu böyle şey, bunu bana nasıl teklif edersiniz." diyecek oldum. Hatta daha ileri gidip "Bu sizin göreviniz, bunun için vergilerimizle sizin maaşınız ödeniyor." diyecektim ki hemen kendimi toparladım. Zaman kötüydü, bir tatsızlık çıkması işime gelmeyecekti, ne de olsa ellerine düşmüştüm. Niyetli olduğumdan değil ama sadece meraktan "Peki nasıl anlaşacağız bu çeteyle?" diye sordum. "Sana numarasını veririm arkadaşın, genelde paranın yarısını alırlar ama ben sana yüzde otuza getiririm. E, bizim buradaki arkadaşlara da bir çorbalık atarsın artık." dedi. Kulaklarıma inanamıyordum. Çayımı bitirip yardımları için teşekkür ettim polislere. Eve dönüp eşime anlattım durumu. Eşim yine sinir krizi geçirmeye başladı, "Gitti bütün paramız gitti." diyerek gözyaşı döküyor. "Git" dedi, "Git en tepedekine Valiye anlat durumu. "Burası muz cumhuriyeti mi?"

"Ya," dedim. "Şimdi koca Vali bu iş için benimle görüşmeyi kabul eder mi?" Eşim kızdı bana. "Senin elinden de bir iş gelmez zaten." dedi. "Git, parti il başkanına, durumu anlat, o senin için Vali'den randevu alır." Hayatımda bir parti binasına adım atmayan ben, mecburen parti il başkanlığının yolunu tuttum. Doğrusu çok güzel karşıladılar, çay falan ikram ettiler. Ayıp olmasın diye içtim çaylarını. Kırk kırk beş yaşlarında ablak yüzlü bir adamı gösterdiler. "Memduh Bey size yardımcı olacak." dediler. Adama baktım bir şeye benzetemedim. Boşa zaman harcadığımı düşünerek içten içe beni buraya gönderen eşime kızıyordum. Memduh Bey, telefonla birine talimat verircesine konuşurken beni görünce işaret parmağını kaldırıp bir dakika müsaade istedi benden. Süt dökmüş kedi gibi usulca, biraz da çekinerek masasının önündeki sandalyeye çöktüm. En azından bir çeyrek saat konuşmasını bitirmesini beklerken önümdeki sehpaya bir çay daha bıraktılar. İl binası iş takipçileriyle hınca hınç doluydu. Herkes işini görmek için telaşla parti görevlilerine dertlerini anlatıyordu. Sonunda telefon konuşması bitti Memduh Bey'in. "Hah, tamam çayın gelmiş, evet söyle bakalım, nasıl yardımcı olalım sana?" diye sordu. Adamın özgüveni karşısında hayli şaşırmıştım. Sanki halledemeyeceği bir iş yokmuş gibi konuşuyordu. Karşısında ezildim desem yeridir. "Valiyle görüşmek istiyorum, bir maruzatımı ileteceğim." 

"Peki," dedi. "Recep Bey bizden, hemen arayıp görüşmeni sağlarım." Bir kez daha şaşırmıştım. Derdim nedir, Valiyle ne işim olabilir diye sormamıştı bile. Telefonda numarayı tuşlarken bana boş bir kağıt uzatıp adını soyadını yaz buraya." dedi. "Sayın Valim, yanına bir partilimizi gönderiyorum, seninle ufak bir işi varmış, yardımcı oluver." dedi ve adımı, soyadımı verdikten sonra dönüp "Şimdi hemen git Vali Beyin yanına, toplantıya girmeden önce seninle görüşecek." dedi. Gözlerimi açtım, sormak, emin olmak istedim. "Hemen, şimdi mi?" 

"Tabi tabi hemen git adamı bekletme, selamımı söylersin, işini halledecek senin." Eşime zekasından dolayı hayranlığım bir kat daha artmıştı. Doğru ya, her işin bir yolu yordamı vardı. Lâkin konuştuğum adamın adını unutmuştum. Yeniden sormaya utanıyordum ama beni bu utançtan yine kendisi kurtardı. "Memduh Bey, sizi aramış dersin." dedi. Rahat bir nefes aldım. İl binasından çıkıp bir taksiye atladım. Trafik berbat, hava cehennem gibi yanıyordu. Şoföre Valiyle randevum olduğunu söyledim biraz acele etsin diye. Ne var ki adamcağızın yapacağı pek bir şey yoktu. 

Kan ter içinde merdivenleri tırmanıp makama geldim. Vali beni kapıda karşıladı ve içeri aldı. Bir kez daha şaşırmıştım. Gel dedi, masasına değil de geniş odasının ortasındaki koltuklardan birine oturmamı istedi. Kapıda beliren odacıya bize iki çay getir dedi. Karşıma oturup söyle bakalım evlâdım, nedir sıkıntın dedi, babacan tavrıyla. Gördüğüm ilgiden ne diyeceğimi unutmuştum. Derin bir nefes alıp kendime geldim. "Efendim soyulduk, evimize hırsız girdi." dedim. "Sahi mi, geçmiş olsun." dedi, kaşlarını kaldırıp gözlerini açarak. "Ancak efendim daha önemlisi, karakola gittiğimde polisler bunu bir çetenin yaptığını ve onlarla anlaşırsak çaldıkları paranın bir kısmını kurtarabileceğimi söyledi." dedim. Bunu nasıl söyleyebildiğime inanamıyordum. Ama söylemesem basit bir hırsızlık olayını Vali'ye niye getiriyorsun diye kızacağını düşünmüştüm. Vali kaşlarını çattı. "Olamaz böyle bir şey, ben göreve geldiğim tarihten bu yana il sınırları içinde hiçbir hırsızlık vakasıyla karşılaşılmadı. Herkes huzur ve güven içinde. Avrupa'nın en refah vilayetiyiz. Eskiden her taraf çöplüktü. Bak şimdi her yer yüksek korumalı gökdelen." dedi. Bozulmuştum. Odacı çayları getirip önümüze koydu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. "Ne yani yalan mı söylüyorum?" diyemedim. Koca Vali yalan mı söyleyecekti. Ama benim param çalınmıştı. "İyice aradınız mı evi, bir yerlere koymayasınız, evden biri almış olmasın yanlışlıkla," dedi. "Yok efendim, iyice aradık, para mara yok evde." dedim. "Neyse," dedi, "Hiç kuşkun olmasın, eğer bir hırsızlık olayı varsa güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır." dedi. Çayımızdan birer yudum çektik birlikte. "Ben şimdi Süleyman Bey'i arıyorum, sen hemen git onun yanına, işini halletsin, hani sanmıyorum ama eğer yine de dediğin gibi bir hırsızlık olayı varsa o ortaya çıkarır." dedi. "Süleyman Bey?" dedim, kim o dercesine. "Yahu nasıl tanımazsın, İl Emniyet Müdürümüz Süleyman Bey'i. Onun uçan kuştan haberi vardır. Şıp diye bulur paranı kimin çaldığını." Çayından bir yudum daha aldı. Ben aptallaşmış bir halde, çayı unutmuş onu dinliyordum. Dudaklarım titreyerek "Gerçekten mi?" diye bir soru çıktı ağzımdan. Vali birden ayağa kalktı. "Ne demek gerçekten mi, ben bu ilin Valisiyim, yalan mı söyleyeceğim sana. Hadi hemen git Süleyman Beyin yanına." dedi. Beni kovuyor mu, yardımcı mı oluyor anlamadım ama bayağı sarsılmış, moralim bozulmuştu. Bu arada polislerin çetelerle birlikte çalıştığı konusunun nasıl olduysa lâfın arasında kaynadığını fark ettim. 

Bu işten bir şey çıkacağı yok, işin ucunu bırakıp eve dönmeliyim diye geçirdim aklımdan. Eşim geldi gözümün önüne, vazgeçtim. Başladığım işi bitirmeliydim. Valiliğin önünden bir taksi çevirdim. "Emniyet Müdürlüğüne" dedim. Yarım saat sonra İl Emniyet Müdürlüğünün basamaklarını çıkıyordum. Kapıdaki polis memurlarına Süleyman Bey'le randevum var dedim. Asık suratlı polis memuru kimliğimi istedi. Çıkarıp verdim. Polis bir yere telefon etti ve ismimi verdikten sonra "Peki, geçin ikinci kata çıkacaksınız." dedi. Emniyet Müdürünün özel kaleminin odasına vardım, görevli, Müdürün toplantıda olduğunu ve oturup beklememi istedi. Makamın bulunduğu oda kapısı açılıp kapanıyor, odacılar ellerinde bir sürü dosyalarla içeri girip çıkıyorlardı. Beklerken siyah gözlüklü, takım elbiseli mafya reisi kılıklı bir adam ve yanında iki koruması çıktı. Televizyonda buna benzer adamları görüyordum izlediğim dizilerden. Beklemekten uykum gelmişti. Bir saattir içeriye kabul edilmemi bekliyordum. Sonunda sekreter olduğunu düşündüğüm hoş bir hanım, "Buyurun, Süleyman Bey sizi bekliyor ama fazla meşgul etmeyin beyefendiyi." dedi. "Peki, teşekkür ederim." deyip kılık kıyafetime çeki düzen verdim ve kapıyı vurdum. İçimi yine bir heyecan dalgası sarmıştı. Müdür, makamında oturmuş, önündeki evrakları imzalıyordu. Muhtemelen içeri girdiğimin farkında bile değildi. Hafifçe öksürüp kendimi belli ettim. Başını kaldırdı. "Ha, geç otur." dedi. Karşısındaki koltuklardan birine oturdum. "Efendim, Recep Bey..." demeye kalmadı, sözümü kesti. "Evet, evet biliyorum, söyle nedir derdin?" dedi. Geldiğime geleceğime pişman olmuştum. Buradan sağ salim çıkabilirsem kendimi şanslı sayacaktım. "Efendim, sağlığınız." dedim farkında olmadan, nezaket gösterdiğimi sanarak. 

Birden yerinden fırladı, Süleyman Bey. "Ne diyorsun be adam, sağlığım senin niye derdin olsun?" Altıma yapıyordum çıplak kafalı müdürün hiddetli tavrından. Kekeleyerek "Estağfurullah efendim, sağlığınıza duacıyım demek istedim." dedim. Koltuğuna oturup ellerini havaya kaldırdı. "Sinirlerim tepemde zaten, bir de seninle uğraşmayayım şimdi" dedi. Yüzüm kıpkırmızı olmuş, şakaklarımdan boncuk boncuk terler süzülüyordu. Çok yanlış bir zaman seçmiştim. Emniyet Müdürü, "Gördün mü?" diye sordu, burnundan soluyarak. "Neyi efendim?" dedim. "Az önce odamdan çıkanı. Sedat denen o şerefsiz mafya bozuntusu" dedi. Hiçbir şey anlamamıştım. Cevap vermezsem hırsını benden alacaktı. "Gördüm, efendim." dedim, sinerek. "Kalkmış beni tehdit ediyor." dedi. "Sedat Bey mi?" diye sordum. Bana bir bağırdı ki, pencerenin camları titredi. "Ne beyi, ne beyi dedi. Artistlik yapıyor bana, bacaklarını kıracağım deyyusun." dedi. "Efendim, haddim olmayarak, mahkemeye verseniz şu Sedat deyyusunu. Size bu saygısızlığı nasıl yapar?" Elini masaya vurdu. Gözlerimin içine bakarak, "Sen neden bahsediyorsun, mahkemeye versen ne olacak, memlekette adalet mi var? Adalet olsa ne işimiz var bu mafya bozuntularıyla." dedi. Çay söylememişti, çayı sevmediğim için bu durum hoşuma gitmişti aslında ama benim meseleye de henüz sıra gelmemişti. Hatta baktım ki Süleyman Beyin derdi benimkini katlamış bir anlığına teşekkür edip yanından ayrılmayı dahi düşündüm. Neyse ki konuyu o açtı. "Beni Valiye şikayet etmişsin." dedi. Elim ayağıma dolaştı, ne söyleyeceğimi bilemedim bir an. "Estağfurullah efendim," dedim. "Hiç öyle şey yapar mıyım? Şikayetim, bizim karakolun polisleriyle ilgili." Yerinden sıçradı yine. Saçı olsa başını yolacaktı. Elini başına götürürken bir saç teli aradı yolmak için ama bulamadı. Bu durum onun daha çok sinirlenmesine yol açtı. "Sen beni aptal mı sanıyorsun? O polisler kime bağlı? Ha onları şikayet etmişsin ha beni." Tamam oğlum, dedim kendi kendime şimdi hapı yuttun. Buradan zor çıkarsın. Adam yerinde duramıyor. "Yok efendim, hiç olur mu öyle şey, beni yanlış anladınız." Eliyle kapıyı işaret etti. "Git dışarıda durumunu anlatan bir dilekçe yaz. Adını soyadını, hangi evi alacağınızı, hangi bankadan parayı çektiğinizi, hangi gün parayı kaptırdığınızı, ananın kızlık soyadını vs. hepsini belirt."

Saygıyla geri geri çekilerek selâmladım Müdürü. Kapıyı sessizce açıp dışarı çıktım. Bu günü kazasız belasız atlatmama sevinmiştim. Beyaz bir kağıda Süleyman Beyin dediklerini eksiksiz yazdım. Sekreter "Telefon numaranı da yaz, bir gelişme olursa sizi ararız." dedi.            

Savaştan çıkmış gibiydim. Eve geldiğimde eşim ne oldu diye merak içinde önümü kesti. Gel dedim, oturalım, sana her şeyi anlatacağım. "Annem aradı, geçmiş olsun dileklerini iletti. Gerekirse ben size borç vereyim, o evi kaçırmayın, para bulunursa bana geri ödersiniz dedi." dedi. "Bırak şimdi, zaten canım sıkkın" dedim. "Ama emlakçı arayınca, ben ona evi alacağımızı söyledim." dedi. "Bana bir şey bırakmamışsın zaten, niye soruyorsun o zaman." dedim. "Sormuyorum, söylüyorum." dedi. "Peki" dedim. Başka ne diyebilirdim ki.

İki gün sonra yine tapudan randevu alınmıştı. Dairenin rayiç değeri 125.000 TL imiş. Buna göre tapu harcını yatırdım. 125.000 TL yi satıcının banka hesabına kalan 475.000 TL yi de elden verdim. Bize iki katına mal olsa da istediğimiz evi almıştık. Eşim çalınan paranın bir kısmını kurtarmak için Sedat Bey'le konuşmayı önerdi. "Yok," dedim, ona ulaşamam ben. "Valiye, Emniyet Müdürüne ulaştın ama." dedi. "O iş başka, hem parti sayesinde kabul ettiler beni zaten." dedim. "Yine partiye git, rica et." dedi. Aklıma karakoldaki polis geldi. "Tamam dedim, bu işi karakoldaki polisle kestirmeden halledebilirim." Biraz düşündü, sonra dönüp bana, "Yok, en iyisi dava açalım şu karakoldaki polislere. Bulsunlar paramızı, madem bunlar kimin çaldığını biliyor, getirsinler o zaman." Eşime katılmadığımı söyledim. "Bir şey çıkmaz bu yoldan. Vali bile adalete güvenmiyor, biz nasıl güvenelim?" dedim. Eşim sözlerime aldırmadı, dava açalım diye tutturdu. 

Önceden tanıdığımız bir avukata durumu anlatarak anlaştık. Adam cin gibi zeki, gençten biri. Bize akıl verdi. "Gidin," dedi. "O karakoldaki polisle anlaşırmış gibi yapın." Ertesi günü evimizin arka sokağındaki karakola gidip o polisi buldum. "Tamam, size paranın yarısını vereceğim, hiç olmazsa dediğiniz gibi diğer yarısını kurtarmış olurum." Adam koltuğuna yaslandı. "Baştan söylemiştim sana, aklın yolu bir." dedi. "Ama ben parayı peşin alırım." "Bu imkansız dedim, bende o kadar para yok siz paranın yarısını alın geri kalanı verirsiniz." Hiç oralı olmadı polis. "En azından kaparo vereceksiniz, yoksa bu iş yaş." dedi, kendinden emin. "Ne kadar?" diye sordum. "En az elli bin" dedi, gerisini parayı aldıktan sonra tamamlarız." Çaresizlik içinde "Peki" dedim. Karakoldan çıkar çıkmaz avukatı aradım. "Elli bini hazırla, git notere seri numaralarını kaydetsinler" dedi. Bir arkadaşımdan borç aldım. Avukat çetin cevize benziyordu. "Gerisini ben ayarlarım, suç üstü yaparız." demişti. İlk kez bu kadar ümitlenmiştim. Sabah bir çantaya koyduğum seri numaraları alınmış elli bin TL'yi yanıma alıp karakolun yolunu tuttum. Karakola varmadan avukatı aradım. Polis beni bekliyordu. "Al işte söz verdiğim gibi." dedim ve "Parayı ne zaman alırım?" diye sordum. "Yarına varmaz alırsın." derken desteleri saymaya başladı. Tam o sırada avukat ve onun ayarladığı polisler baskın yaptı, avukatımın hazırladığı plan tutmuştu. Polisi alıp götürdüler. 

Aradan haftalar geçti bizim paradan haber yok. Sadece seri numaraları alınmış elli bin lirayı geri almış ve borç aldığım arkadaşıma iade etmiştim. Avukat davayı açmıştı. İlk duruşma günü ifadeler alındı. Duruşma kanıtların toplanması için iki ay sonraya ertelendi. Öğrendim ki bizim polis üç gün sonra serbest bırakılmış. Canım sıkılmıştı. 

İki ay sonra davanın seyrinin değiştiğini görünce çılgına döndüm. Davayı derinleştiren hakim 600.000 TL lik evi 125.000 TL gösterip vergi kaçırdığım iddiasıyla bizi suçluyordu. Eşime dönüp "Gördün mü işte, sana bu ülkede adalet yok demiştim." diye çıkıştım. Üç ay sonraki duruşmada 50.000 TL cezaya çarptırıldım. Avukata baktım, "Ne yapabilirim, bana bunu söylemedin." dedi. Haklıydı, söylememiştim. "Peki diğer konu ne oldu?" diye sordum. "Hakim polis hakkında delil yetersizliğinden dolayı beraat kararı verdi." dedi. "Hani dedim, suçüstü yaptırmıştın?" Avukat, başını kaşıdı. "Haklısın, yani haklıydık," dedi. "Ama haklı olmak davayı kazanmaya yetmiyor." Adliye'den başımız önde ayrılırken birden karşıma Sedat Bey, yani Sedat çıktı, hani şu mafya reisi olan. Eşime biraz beklemesini söyleyip hemen koştum yanına.

"Sedat Abi, dedim" Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama nedense yapmıştım işte. Tanımıyordum kendisini ama bir şeyler çekmişti onu bana. "Eşini de al gel şu kafede oturalım bir çay içelim." dedi. Eşime işaret edip yanımıza gelmesini istedim. "Bu Sedat Bey, bu da eşim." diyerek tanıştırdım. Sedat, yanındaki adamlara eliyle işaret edip uzaklaşmalarını söyledi. Gittik kafede kendimize köşede bir yer bulduk. "Hayırdır Sedat Abi," dedim. "Canını sıkan bir şey yok inşallah." Sedat etrafına bakıp garsona seslendi. "Oğlum bize üç çay getir, şöyle demi yerinde olsun." Eşime döndü, "Yenge karnın aç mı bir şey söyleyeyim mi sana?" Eşim neler olduğunu anlamamıştı. "Teşekkür ederim, çay kâfi." dedi. Derin bir nefes aldı Sedat. "Her şeyi biliyorum." dedi. Şaşırmıştım. "Ağır Ceza Hakiminin yanından geliyorum." dedi. "Kendisine hem ifade hem de ufak bir hediye verdim." Telefonuna davrandı. "Oğlum, dedi bana 610 getirin hemen." Kuşkulanmaya başlamıştım. Silah mı istiyor nedir bu 610 dedim kendi kendime. 

"Banka müdüründen sizin bankadan 600.000 çektiğiniz haberini aldım ve takibe aldım. Tapudaki arkadaşlardan rica ettim, işinizi yarına sarkıtsın diye. Evden çıktığınızda parayı evde bıraktığınızı tahmin etmek zor olmadı. Adamlarım evden paranızı aldı. Ama size şerefim üzerine yemin ederim bu paranın tek kuruşu bana bulaşmadı. Yüzde yirmisi Recep Abinin, yüzde yirmisi Temiz Süleyman'ın, geri kalanı da bankadaki, tapudaki, adliyedeki, emniyetteki arkadaşların, bir kısmı benim ekipteki dostlarımın ve bir kısmı da parti il başkanlığının. Ama bana yamuk yaptılar, mafya dediler, pislik dediler. Kendileri temiz, ben pislik öyle mi? Görecekler bundan sonra. İpliklerini nasıl pazara çıkaracağım. Biz aile değil miydik Recep Abi dedim. Beni dışladılar, hafife aldılar. Göstereceğim onlara.." Benim ve eşimin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Dayanamayıp sordum. "Yani paramıza siz mi çöktünüz?" dedim. "Anlatıyorum ya, hepsi paylarını aldılar, benim payıma düşene de göz diktiler. Ama helâlleşeceğiz. Vallahi helâlleşeceğiz. Billahi helâlleşeceğiz. Hem onlarla hem sizinle." 

Sizinle? Bir anda ürperdim. Başımdan aşağı kaynar sular boşaldı. Nutkum tutulmuştu. Yanımıza adamlarından biri geldi ve Sedat'a büyükçe bir paket getirdikten sonra sessizce ayrıldı. Paketi bana uzattı. Kesin bombadır bu dedim kendi kendime. Her an patlayacak bir bomba! Adam hem kendini yakacak hem de bizi. "Burada 610.000 TL var, alın bu sizin, hakkınızı helâl edin." dedi. "600.000'i anladım ama bu 10.000 neyin nesi" dedim. "Bu avukatınıza verdiğiniz para" dedi. "Peki bunu siz nereden biliyorsunuz?" diye sordum. Acı acı gülümsedi. "Benim bildiğimi yerli ve milli istihbarat bile bilemez dedi ve ekledi. "Sizin avukat arkadaşınız da benim adamlarımdan biri. Hikâyenizi o anlattı bana, oradan biliyorum." Eşimle birbirimizin yüzüne baktık şaşkın bir halde. Otuz yıldır tanıdığımız avukat arkadaşımız Erkan, Sedat'ın adamıymış? Pes doğrusu. "Çok teşekkür ederiz, Sedat Abi." dedim. "Ne demek." dedi, gülümsedi. Ayağa kalktı ve garsona seslendi, "Hesaplar benden." Garson çocuk, "Peki Reis" dedi. Arkasını dönüp gitti. Şaşkınlığımızı üzerimizden atmak uzun sürdü. Eşim "Sedat polis mi?" diye sordu. "Hayır, kendisi mafya reisi, ama polisin ne farkı var ki." dedim.  

İlk işimiz eşimin annesinden aldığımız borcu ödemek oldu. Eşim, "Sedat bir şey unuttu." dedi. "Neymiş?" diye sordum. "Şu bizim dava sonucunda ödediğimiz 50.000 TL vergi cezası." Başımı sağa sola salladım. "Hayır, dedim. "Onun bunu unuttuğunu hiç sanmıyorum." Hak yerini bulmuştu.

Önemli Not: Bu tamamen kurgu bir öyküdür. Olay ve kişi isimlerinin gerçek olay ve kişilerle denk gelmesi sadece tesadüften ibarettir.    


 

17 Nisan 2021 Cumartesi

SENİ GÖRDÜM RÜYAMDA


Alışveriş ettikten sonra eve geri dönüyoruz birlikte. Dükkanların sıra sıra dizildiği bir çarşı içindeyiz, öğle kalabalığı başlamamış henüz, sokaklarda yürüyen insanlar seyrek. İki elim poşetlerle dolu, hele sağ elimdeki bayağı ağır, zorluyor beni. Söylenip duruyorum, bu kadar şeye ne gerek vardı diye...

Derken, geniş bir meydana açılan sokak ağzına geliyoruz. Burası kalabalık, olağan üstü bir durum göze çarpıyor. İnsanlar birbirlerinin yüzüne bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Umursamadan yoluma devam ediyorum karşı sokak boyunca. Yerler kiremit rengi parke taşlarıyla kaplı. Geri dönüp bakıyorum, sen yoksun! Geride kalmışsındır diye aldırmadan yoluma devam ediyorum. Arkamda birinin adım seslerini duyuyorum. Bu sen olmalısın. Kulağıma gelen kalın bir erkek sesi. Sen değilsin! "Görüyor musun, insanlık kalmadı, güpegündüz hırsızlık yapıyor adamlar." diye söylenip duruyor. Kim bu peşimdeki adam diyorum içimden, başımı geri çeviriyorum. Esmer, elli atmış yaşlarında, başında eski püskü şapkası olan hırpani kılıklı herifin teki! Cevap vermeden yürümeye devam ediyorum. Belli ki adam takmış kafayı, yarenlik edecek benimle. Beni izlerken lâflamaya devam ediyor. Israrla ona cevap vermiyorum. 

Sokak bitiyor, dar bir geçide giriyorum. Adam hâlâ peşimde. Burası bildiğim bir yer, ana caddeye çıkmak için kestirme yol. Geçidin sonu mağaraya dönüşüyor. Hoppala, nereye geldim ben diye şaşırıyorum. Biraz gidince ileride bir mazgal görüyorum. Mazgalın üstü demir parmaklık, aşağı ışık süzülüyor. Uzun süredir beni takip eden adamın arkasından sarı saçlı, zayıf, bir genç beliriyor. Biraz rahatlıyorum, demek bu geçit, mağara ve mazgal başkaları tarafından da kullanılan bir yol. Sanki mazgalı önceden hatırlıyorum. Eskiden demir parmaklığı kilidinden kurtarıp aşağı çekince merdiven halini alırdı. Bu kez mazgala ulaşan merdiven içeride, sabit. Merdivene çıkıp kapağı kaldırıyorum ama bir terslik olduğunu fark ediyorum. Başka bir merdiven mazgala dayanmış açılmasına imkan vermiyor kapağın. Arkamdaki sarışın, genç adam mağaranın duvarına yarasa gibi tünemiş beni izliyor. Hırpani adam genç olana dönüp "Hadi, kapana kısıldı, vur şunu!" diye bağırıyor. Zaten güçlükle durduğum merdiven basamağı üzerinde dengemi kaybediyor, düşüyorum, ağır poşetler ellerimden kayıyor. Sarışın genç adam silahını doğrultup ateş ediyor, ben hırpani adamı kendime siper ediyorum. İki el silah sesi çınlıyor mağaranın duvarlarında. Hayır, vuramıyor beni, iki atışı da karavana. Derken gözlerimi açıp bilgisayarın başına koşuyorum.

Eşim ne oldu ne bu telaş diye soruyor, rüya gördüm, unutmadan yazayım hemen şunu diyorum. Bana soruyor, kimi gördün diye. Şiirsel bir cevap veriyorum:

 "Seni gördüm seni, bırakıp gitmişsin beni"

Eser Sahibi: PAKA*

Oyuncular: Ben, eşim, Mahmut, Zübeyr

Sahne: Kemeraltı sokakları

Reji: Ertuğrul İmer

Efekt: Korkmaz Çakar

Seslendiren: Siz

* Poposu Açık Kalan Adam

30 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU 5

Kelime oyununun bu haftaki kelimelerini Bonheur belirledi. Organizatörlüğünü sevgili DeepTone'un yaptığı bu güzel etkinliğin beşinci haftasına  girerken geniş bir katılımın sağlanmış olması  beni ziyadesiyle heyecanlandırdı. Yazmış olduğu yazılarla hünerlerini gösteren bütün katılımcılara teşekkür ederim. Gerçekten çok güzel eserler üretildi. Bundan sonraki haftalarda belirlenecek kelimelerde tekrara düşmemek ve önceki haftalarda hangi anahtar kelimelerin kullanıldığını görmek maksadıyla her hafta güncellemeyi düşündüğüm bir liste hazırladım. (TIK TIK)
Bu hafta, etkinliğimize ben de bir öyküyle katılmak istiyorum. Umarım beğenirsiniz. Haftanın kelimeleri:

*** KEDİ, FİLM, KEMAN, HASRET, AĞAÇ ***


ARANIZDAN BİRİ

Beni anlayacağınızı umuyorum. Bu hayatı ben seçmedim, hepinizin arasından hayat seçti beni. Çocukluğumdan beri adım adım bu mesleğe hazırlandım, buna da meslek denirse tabii. Annem de aynı işi yapardı, onun annesi de... Kaderim bu benim, kaçamazdım.

Serin bir akşam, saat yediye doğru yol alıyor. Yağmur yağdığında bıçak gibi kesilir işim. Caddelerde boy gösterip yapılacak bir iş değil ki bu, sağanak altında. Gece mavisi gökyüzüne bakıyorum, yıldızlar bana göz kırpıyor. Belli ki yağmur yağmayacak bu gece. Şükürler olsun! Bunu küçükken öğretmişlerdi bana, diğer öğrettiklerinin yanında. Karşı dairelerden süzülen ışıklara bakıp sıcak bir yuvanın hasretini çekiyorum içimde. Keşke onların yerinde olsaydım...

Bütün vücut kıvrımlarımı ortaya çıkaran beyaz bir elbise giyiyorum. Rakipleriniz arasında fark edilmek istiyorsanız, özellikle de ten renginiz benimki gibi esmerse, beyaz giymek oldukça akıllı bir seçim. Annemin öğrettiği gibi ağır bir makyaj yaptım. Az ileride, sinemanın önünde, direğe monte edilmiş panodaki "Ahlat Ağacı" afişi dikkatimi çekiyor. Birkaç gün önce izlediğim Nuri Bilge Ceylan'ın bu filmi beni derinden etkilemiş, başroldeki Sinan'la özdeşleştirmiştim kendimi. "İster sevelim ister sevmeyelim, bazı özelliklerimizi babalarımızdan alırız. Zayıflıklarımızı, alışkanlıklarımızı ve daha pek çok şeyi..." Oysa bana şefkatle sarılacak bir babam olmamıştı. Yani ben böyle düşünüyorum. Belki annemin yanına gelenlerden biriydi ama hangisi olduğundan asla emin olamadım. Çocukken eve gelen adamlara baba diye hitap etmem öğretilmişti. Onlara saygıda kusur etmedim, onlar da her zaman aldıkları küçük hediyelerle sevgilerini gösterdiler bana. Sevgiyle şefkatin farklı şeyler olduğunu okuduğum kitaplardan öğrendim. Yalnızdım, hiç arkadaşım olmadı kitaplardan başka.

Modası geçmiş olmasına rağmen kısacık boyumu biraz olsun gizleyen ve aynı zamanda beni seksi gösteren yüksek ökçeli bir pabuç giyiyorum. Belediye Kavşağı yakınlarında, İpekyolu caddesinde müşterimi beklediğim sırada elektrik kesiliyor, araçların far ışıkları dışında her taraf kararıyor. Birkaç araba yanıma yanaşıyor, kısa bir korna çalıp sataşıyorlar, beklediğim aracın olmadığını fark edince arkamı dönüyorum. Farlar üzerime geldikçe tedirginliğim artıyor. Bugün şanslı günümdeyim aslında. En azından beklediğim, annemin benim için ayarladığı biri var. Çoğu zaman cadde üzerinde birkaç saat salınır, beklemekten sıkılınca eve geri dönerim. Bazen gözüme kestirdiklerimin eli sıkı çıkar değerimi vermezler bazen de ben beğenmem onları. Saatime bakıyorum. Toyota marka beyaz bir otomobil tam önümde duruyor. Evet, beklediğim bu olmalı, dönüp plakasına bakıyorum. Sürücü camı indiriyor, bana doğru eğiliyor, karanlığın gölgesinde yüzümü gösteriyorum. Artık işimde iyice uzmanlaştım, insanları ilk bakışta tanıyorum, hangisi belalı, hangisi bonkör, hangisi ince ruhlu anlayabiliyorum. Arabanın içindeki esmer, orta yaşlarda biri, kıvırcık saçları var. Dişlerini göstererek sırıtıyor, hayatımda ilk kez birini tanımakta bu kadar zorlanıyorum.  Adam, bütün ön sezilerimi darmadağın ederken sabırsız bir şekilde yanındaki koltuğu işaret ederek  bağırmaya başlıyor.

"Hadi, ne duruyorsun, binsene." 

Belli ki kimseye görünmek istemiyor. Ona bu konuda anlayış göstermeliyim. Ağzı leş gibi rakı kokuyor, mesaiye erken başlamış. Kapıyı açıp sessizce yanına geçiyorum. Başımı ondan tarafa çevirip hafifçe gülümsüyorum. Gülümsemek için mutlu olmak şart değil. Bu konuda yeterince tecrübeliyim. Mesleğimin gereği bu. Araba hareket ediyor, fakat nereye gittiğimizi bilmiyorum. Çok da önemsemiyorum zaten ama bedelimi bir an önce netleştirmem lazım. Her zaman yaptığım gibi sağ kaşımı kaldırırken sesimin tonunu bir miktar yükseltip soruyorum.

"Kısa mı, uzun mu?"

"Uzun olursa ne kadar?" diye ürkek bir sesle karşılık veriyor esmer adam. Bu gece harcayacak fazla zamanım yok. İşimi bitirip bir an önce evime dönmek istiyorum. Biraz düşündükten sonra kabul etmeyeceğini düşünerek,

"Üç yüz dolar" diyorum. Bezgin bir ifadeyle yüzüme bakıyor, uzun bir sessizlikten sonra zoraki bir gülümsemeyle,

"Okey, tatlım" diyor. Cebinden acemi hareketlerle çıkardığı üç adet yüzlük banknotu bana uzatırken ellerinin titrediğini fark ediyorum. Heyecanı ve cömertliği bu işlere ilk kez kalkıştığını ortaya koyuyor. Kısa bir süre yol aldıktan sonra arabayı sol taraftaki ara sokaklardan birine çekiyor ve çok katlı binaların arasındaki parka giriyor. Yakın bir yer olması hoşuma gidiyor, dönüş yolunda taksiye fazla para ödemeyeceğim. Çevreye bir göz atıp arabadan indikten sonra sert bir şekilde çarpıyor kapısını. Ben de istenmeyen bir kedi yavrusu gibi sessizce onu takip ediyorum. Her zaman yaptıkları bir şey bu zaten. Bir anlık zevkin kurbanı zavallının biriyim hepsinin gözünde. İşimin bu bölümünden nefret ediyorum. 

Yedinci kattaki dairesi son derece şık döşenmiş. Esmer, kıvırcık saçlı adam üzerindeki ceketi koltuklardan birinin üzerine atıyor. Müzik setinin düğmesine basar basmaz Çaykovski'nin keman konçertosu suit daireyi konser salonuna çeviriyor. Sanki orada ben yokmuşum gibi davranıyor. Soyunup duşa giriyor hiçbir şey söylemeden. Müziğin hüzünlü sesi beni alıp başka alemlere götürüyor. Kulağım kemanın sihirli nağmelerine bir zamk gibi yapışmış durumda. Ceketinin iç cebinden dışarı sarkan siyah cüzdanı ilişiyor gözüme. İçinden bir yüz dolar çekiyorum. Bu benim dönüş parama fazlasıyla yeter. 

Üzerimden beyaz elbisemi sıyırıp kırmızı örtülü geniş yatağa uzanıyor ve beklemeye koyuluyorum. Kısa bir süre sonra yanıma gelip uzanıyor. Yanılmamışım. Bu işe ilk kez kalkışıyor olmalı. Bir saat kadar sürekli karısını anlatıyor bana. Ona yaşadıklarını unutturacak tüm hünerlerimi göstermek istiyorum.  Ama nafile. Ne yaparsam yapayım ilgisini çekemiyorum. Bu benim en büyük başarısızlığım. O ise büyük pişmanlık içinde, bana aldırmaksızın sürekli göz yaşı döküyor. Sarhoşluğuna veriyorum. Bugüne kadar böyle bir şey başıma hiç gelmedi. Yatakta sızıp kalıyor sonunda. Beyaz elbisemi giyip yüksek topuklu ayakkabılarımı ayağıma geçiriyor ve sessizce ayrılıyorum yanından.

Telefon edip bir taksi çağırıyor ve hemen eve dönüyorum. Kapıyı annem açıyor. Her zamanki gibi ona vereceğim parayı bekliyor ve bana gururla gülümsüyor. Evin geçimi artık tamamen benim sırtımda. Karşı koymam yüzünden uzun zamandır eve erkek almıyor. Elli yaşından sonra pazarını büyük ölçüde kaybetti zaten. Böyle bir pisliğin içinde yerim yok benim. Bunu kendime bile izah etmekte zorlanıyorum. Belki eskiden geçimimizi sağlayan babalarımın annemin makyajlı yüzüne aldanması bir lütuftu bizim için. Ya da onların "Vücuduna iyi bak, para kazanmak için ona ne zaman ihtiyacın olacağını bilemezsin." demeleri çelmişti aklımı.

"Yaptığımız iş bir alış veriş," diyorum, anneme parayı uzatırken. Alan memnun, satan memnun! Onun buna inanıp inanmadığı konusunda şüphelerim var, bunu gerçekten bilmiyorum. Ellisine gelmiş olmasına rağmen formunu korumuş görünüyor, minberi mihrabı yerinde. Gülümseyen gözlerinde pişmanlığın ve yılların verdiği yorgunluğun gölgelerini hissediyorum. Bir acıma hissi sarıyor içimi. İşte bu yüzden bir an önce bu işlerden elimi ayağımı çekmek istiyorum. Geçmişimiz ne kadar karanlık olsa da benimle gurur duyduğunu biliyorum. 

Yüzümdeki boyaları, takma kirpiklerimi çıkardıktan sonra duşa giriyorum. Serin suyun altında günahlarımdan arındığıma inanmak istiyorum. Bornozuma sarınıp anneme iyi geceler dedikten sonra odama çekiliyor ve kapımı kapatıyorum. Yarın, üniversitede uzun bir gün olacak benim için. Bir an önce sosyoloji sınavına hazırlanmalıyım.

KELİME OYUNU - ANAHTAR KELİMELER

Sevgili Kırmızı Ruh tarafından başlatılan Kelime Oyunu sevgili DeepTone'un organizatörlüğünde devam ediyor. Her hafta belirlenecek beş farklı kelimenin içinde geçtiği, öykü, hikaye, deneme, makale, şiir veya herhangi bir yazın türünde eserler üretileceği bu etkinlikte tekrara düşmemek amacıyla önceki haftalarda kullanılan kelimeleri ve bu kelimeleri öneren blog sahibi arkadaşları aşağıdaki liste hazırlanmıştır. 

1. Haftanın kelimeleri:  DENİZ - KAYIKÇI - SİMİTÇİ - ARABA - DEDE / DeepTone

2. Haftanın kelimeleri: KIRMIZI - İRLANDA - TUTKU - KİTAP - VİSKİ / Kırmızı Ruh

3. Haftanın kelimeleri: ZAMBAK - HAYAL - DİYAR - ÖZGÜRLÜK - DİLEK / Kendi Dünyasında

4. Haftanın kelimeleri: YEŞİL - ŞİİR - BAHARAT- YOL - SABAH / Hanife Ertaş

5. Haftanın kelimeleri: KEDİ - FİLM - KEMAN - HASRET - AĞAÇ / Bonheur


*** KELİME OYUNU KULLANILAN KELİMELER DİZİNİ ***

A: Ağaç, Araba

B: Baharat, 

C:

Ç:

D: Dede, Deniz, Dilek, Diyar, 

E:

F: Film, 

G:

H: Hasret, Hayal,

I:

İ: İrlanda, 

J:

K: Kayıkçı, Kedi, Keman, Kırmızı, Kitap

L:

M:

N:

O:

Ö: Özgürlük,

P:

R:

S: Sabah, Simitçi, 

Ş: Şiir, 

T: Tutku, 

U:

Ü:

V: Viski

Y: Yeşil, Yol, 

Z: Zambak, 




27 Aralık 2020 Pazar

CONFESSION CABINET 3


 - Papaz efendi, hayırlı pazarlar efendim.

- Sağ ol evladım, epeydir görünmedin.

- Sormayın Papaz Efendi, aklım sürekli günah işlemekle meşgul.

- Seni dinliyorum.

- Şu İblis denen büyük şeytanı düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki, Baba'mızdan daha çok seveni var.

- Tövbe de evlat, hiç öyle şey olur mu?

- Tamam, Babamız beni affetsin ama ben düşüncelerimin esiri oldum. Şöyle etrafıma bakıyorum, bütün dindarlar Tanrımızın buyurduklarını değil, şeytanın dediklerini yapıyorlar. Üstelik bunu yaparken büyük bir şevk ve iştah içindeler. 

- Nasıl yani?

- Hristiyanlıkta yedi büyük günah; kibir, açgözlülük, şehvet, öfke, haset, tembellik ve oburluk. İslamiyette yedi büyük günah; adam öldürme, zina, şarap, anneye babaya hürmetsizlik, kumar, yalancı şahitlik, dine karşı çıkmak. Yahudiliğin on emrinde de benzer şeyler var. İnsanların hepsi bunların tam tersini yapıyorlar, demek ki Tanrı'yı taktıkları yok. 

- Onların hepsi günahkar evladım, sen bakma onlara, sakın ola doğru yoldan ayrılma.

- Ama Papaz efendi, ben doğruluk yolunda tek başıma kalmaktan korkuyorum.

- Rabbin seni kurtarmasını sessizce bekle evladım, merak etme düşüncelerinden dolayı Tanrı'nın affetmesi için sana dua edeceğim. 

 

24 Aralık 2020 Perşembe

KELİME OYUNU 4

Kelime Oyunu etkinliğimizin bu haftaki kelimelerini sevgili Hanife Ertaş belirledi. Haftanın kelimeleri şöyle:
YEŞİL-ŞİİR-BAHARAT-YOL-SABAH

HAYAT

Gel dedi, seninle bir satranç oynayalım, Hayat. Bir ŞİİR okumuş, belli ki kestirmiş gözüne beni. Hayatın aksine satranç oyununda her şey bellidir, diyormuş okuduğu şiirde. Vezirin, atın, filin, kalenin hatta piyonun ne yapıp ne yapamayacakları. Oysa hayatın kuralı belli olmaz diyormuş, şiirde. Hayat, anlayana dedi, Hayat. Onun da kuralları var, oynamasını bilene. Aman dedim, seninle hiç oyun oynanır mı, sen beni her zaman mat edersin.

Yok, yok hayatı gözünde büyütme o kadar, dedi. Düşünen bir varlık olan bizler, tarih boyunca yaşamı sorgulamış ve kısacık ömrümüzdeki rolümüzü anlamaya çalışmışız. Her SABAH uyandığımızda başımıza neyin geleceğini bilmeden açmışız gözlerimizi hayata. YEŞİL yapraklar, gazele döndüğünde fark etmişiz ömrümüzden bir yıl daha gittiğini. Nice insan yaşadığından habersiz kapatıp gitmiş yaşam defterini. 

Hadi dedi Hayat, kırdaki rengarenk, kocaman bir kelebeğin kanat çırpışını izleyelim. Ya da bir damla suya hasret, tarlada ümitsiz köylünün suya kavuşma sevincini paylaşalım seninle. Çaresiz canlıların çaresi olalım. Yeni şeyler öğrenmek, duygu ve düşüncelerimizi harekete geçirmek için güzel filmler izleyelim, bol bol okuyalım, yazalım. Murathan Mungan'ın dediği gibi, yeri gelir, bir şiir yaşatır her şeyi, yaşamın anlamı solduğunda bazen. İşte bunlardır yaşama anlam veren...

Bir şeyler yapmalı, hayatın akışına kaptırmamalıyız kendimizi dedi, Hayat. Sadece birileri istediği için ya da yapmak zorunda olduğumuz için değil sadece kendimiz yapmak istediğimiz için, bizi mutlu ettiği için, yapalım. Kendi isteğimiz, arzumuz dışında yaptıklarımızla geçen anlar hiç yaşanmamış sayılır, dedi. O yaşanmamış anları çıkart ömründen, şimdi yeniden düşün. Gördün mü, bak. sandığımızdan çok daha kısaymış hayat.

Boş yere uğraşma, sonsuz bir boşluktan ibaret olan hayatın anlamını bulmak için. Bizler olmadan hiçbir anlamı yok ki zaten. BAHARATsız yemeğin tadı tuzu olmadığı gibi yavandır aslında hayat, içine kendimizden bir şeyler katmazsak eğer. Gereksiz, kah monoton kah acılarla dolu ömürlük bir zaman içinde kat ettiğimiz boş bir YOLdur hayat. Sen, ben, bizler doldururuz o anlamsız boşluğu, her birimiz birer minik anlam katarız yaptıklarımızla. Hepimiz güzel şeyler katarak hayata, erişiriz mutluluğa. Ancak böyle güzelleşir dünya. 

Bir kez daha mat etmişti beni, Hayat.  



20 Aralık 2020 Pazar

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 10


Bakkal Niyazi'nin yanındaki evi geçiyorum. Doğduğum evin tam karşısındaki o ev, bu yazı dizisinin finalini hak ediyor zira. Onun bir yanındaki evde Kalaylılar otururdu. Kalaylı ismin nereden geldiğini bilmiyorum. Oldukça kalabalık bir nüfusa sahip bu ailenin aklımda kalan en önemli kişisi Kalaylı Necla'ydı. Mahallemizin sıradan kadınlarından biriydi. Yanağında derin bir kesik izi, yüzünde eksilmeyen bezginlik vardı. Küçük İhsaniye Camisine çıkan yokuşun köşesindeki iki katlı bir evde yaşıyorlardı. Kocasının ismi çıkmış aklımdan. İkinci katın kapalı balkonunda devamlı içki içen, üzerine giydiği beyaz atletle aşağı doğru sarkıp sokaktan geçenlere laf atan serseri kılıklı biriydi. Elliye yakın yaşlarda, çalışkan bir kadın olan Kalaylı Necla'nın, evlerinin önündeki çeşmeden teneke kovalara su doldurduğu bir görüntü geçiyor şimdi gözlerimin önünden. Sokak çocuklarının birbirleriyle dalaşması sonucu başlayan komşu kavgalarına karışmasına şahit olmuştum birkaç kez. Yine de bu cefakar kadın hakkında olumsuz bir şey söyleyemem. Bir kızları ve bir sürü oğlan çocukları vardı ailenin. Oğlanların hepsi de yanlarında bıçak taşıyan belalı tiplerdi. Bu yüzden Kalaylılara bulaşmak her babayiğidin harcı değildi. En büyüklerinin adı Erdinç'ti, evlendikten sonra üst katta kendilerine bir oda verilmişti. Çok geçmeden bir çocukları oldu. Onun bir küçüğü Hüsaçi (Hüseyin) gizemli biriydi. Bir işte çalışıp çalışmadığını bilmiyordum. Onun bildiğim tek merakı teraslarında güvercin beslemekti. Değişik türde eğittiği güvercinlerin başkalarına ait güvercinleri tavlayıp kümesine getirmesiyle övünürdü. O güvercinlerin gökyüzünde süzülmelerini, takla atmalarını, türlü hünerlerini göstermelerini izlemek büyük bir zevkti onun için gerçekten. Her zaman başı hafif yana yatık gözleri havada dolaşırdı. Hüsaçi'nin bir ufağı Mehmet, nedense içlerinde en mazbutları gelirdi bana. Bir oto tamircisinde çalışıyordu. En küçükleri Rıfat benden bir yaş küçük, şımarık, haşarı bir çocuktu. Bütün oyunlarda hile yapar, mızıkçılık çıkarırdı. Çevresinin ona nefretle bakması sonucunu doğuran bu davranışlarının sebebi, muhtemelen abilerine olan güveninden kaynaklanıyordu. İlkokulu bitiremedi. Abileri onu bir elektrikçinin yanına çırak verdiler. Birkaç ay sonra bir gün, sokağımız ortalığı inleten feryat sesleriyle sarsıldı. Kalaylıların evinin önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Evden fırlayıp ne olduğunu anlamaya çalışırken Kalaylı Necla'nın kendini yerden yere attığını görmüştüm. Rıfat'ı elektrik çarpmış, kurtaramamışlardı. Benimle yaşıt olan tek kız evlatlarının adı Devlet'ti. İlkokulda aynı sınıftaydık. İlk yılda sınıfta kalmış, yollarımız ayrılmıştı. Esmer, içine kapanık sessiz bir kızdı. Uzun yıllar kendisinden haber alamamıştım. Öğrendiğime göre daha sonra evlenmiş ve kızı doktor olmuştu. Hoş bir his kaplamıştı içimi. 

Yokuşun alt tarafında diğerlerinden farklı betonarme iki katlı bir ev vardı. Orada oturanlar hakkında pek bir şey kalmamış aklımda. Ama onların alt tarafındaki Şaver Hanım'ı unutmam mümkün değil. Altmış yaşlarında çakır gözleri derin göz çukuruna gizlenmiş, sarkık yanakları horozun ibikleri gibi iki yana sarkık, dağınık saçlı, ağzında diş kalmamış, gerçekten de çirkin sıfatını sonuna kadar hak eden bir kadındı. Çocuklar onu gördüklerinde annelerinin eteklerine saklanır, ağlamaya başlardı. Bu durum karşısında o çocuklara çıkışır, "Ne kaçıyorsun, ben senin annenden daha güzelim." demekten geri durmazdı. Her gün bakkala gitmek üzere çıktığı yolda mahallenin küçük çocukları onu görür görmez evlerine kaçarlardı. Aslında zararsız, kendi halinde acınacak bir kadıncağızdı. Kırkına merdiven dayamış bekar oğluyla birlikte yaşardı. Oğlunun bir at arabası vardı. Arabaya kah meyve, sebze kasalarını yükleyip seyyar manavlık yapardı, kah sokak aralarını gezip hurda toplardı.

Gelecek bölümde son olarak bir aile dramından, karşı komşumuzdan bahsedeceğim. 

19 Aralık 2020 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 9


Karşı sıramızda birbirine sırtını dayamış iki katlı evlerin hepsinin planı birbirinden oldukça farklıydı. Fatma Teyze, her akşam başından eksik etmediği beyaz başörtüsüyle kapısının önündeki merdivenlere oturup gelen geçeni seyreden, sessiz, sakin, yalnız ve yaşlı bir kadındı. Kırışık yüzündeki sıcak gülümseme kendisiyle bütünleşmişti adeta. Beş altı basamakla çıkılan giriş kapısının altında kışlık yakacağını koyduğu ahşap kanatlı küçük bir bodrumu vardı. Kapıdan içeri girildiğinde beton tabanlı bir hol arka bahçeye açılırdı. Bahçenin yarısını kaplayan iki katlı küçük daire bozuntusunu kiraya vermişti. Oradan elde ettiği gelir sayesinde ele güne muhtaç olmadan yaşamını sürdürmekteydi. Bahçeye sonradan ilave edilen bu yapının altında küçük bir mutfak, dışarıdan merdivenle çıkılan üst katta ise tek gözlü bir oda vardı. Kiracısı Niğdeli bir aileydi. Babaları İsmail Efendi, Kore gazisi, emekli polisti. Kısık sesle konuşan efendi bir adamdı. Ayşe Abla, kocasının tam aksine anlaşılmayacak derecede hızlı konuşan fakat içinde hiç kötülük barındırmayan bir kadındı. Üç kızından en büyüğü Gülşen biraz safçaydı, siyah tenli biriyle evlendi eski Mabel çikletlerinin üzerindeki Arap kızına benzeyen şirin bir kızı oldu. Serpil benden bir yaş büyük, zeki bir kızdı ancak bir süre kendi sağlık sorunlarıyla uğraştı ve bu yüzden liseye giderken bir yıl rapor almak zorunda kaldı. Daha sonra bir bankaya girip oradan emekli oldu. Eşimle ve kız kardeşimle iyi anlaşıyorlardı. Eşime talip olduğum vakit memleketten çok uzaklardaydım, bu niyetimi kendisine ulaştıran kişi olması bakımından hayatımda önemli bir yer tutar. Ancak sonradan öğrendiğime göre eşimle arkadaşlığı bozulacak diye arada kalmaktan çok korkmuş o zaman. "Ben sadece aracıyım, yanlış anlama" deyip durmuş eşime. Serpil de iyi bir evlilik yapabilirdi fakat bekar kalmayı tercih etti. Halen annesi ve kız kardeşi ile birlikte başka bir semtte yaşıyor.  Ailenin en küçük kızı Sevgi, saf, garip bir kızdı. Küçük yaşlarından beri ezberi çok iyiydi, güzel dedikodu yapardı. Her eve girer, dedikoduluk malzeme toplar ve büyük marifetmiş gibi duyduklarını yaymaktan çok hoşlanırdı. Boğazına düşkündü. Komşu evlere dalar hoşuna giden, canının çektiği ne varsa çekinmeden isterdi. Temizlik hastasıydı. Günde elli kez sabunla yıkardı ellerini. O tuhaflık halleri halen devam ediyor, bu durumda evlenemezdi, evlenmedi. 

Yan taraftaki iki katlı evin hatırası büyüktür bende. Kapıdan içeri girildiğinde beton zeminli holün karşısında mutfak olarak kullanılan yerde, taştan bir eviye ile ocak, buraya açılan kapının arkasında da sokağa cephesi olan küçük bir odası vardı bu evin. Holün karşı kapısı merdivenle üst bahçeye çıkar ve oradan bir kapıyla yukarıdaki iki odaya geçilirdi. Evin ön cephesini kaplayan iki pencereli oda misafirlerin ağırlandığı yerdi. Arka taraftaki oda ise sadece Hatice Nineye aitti. Onu geniş bir yer minderinin üzerine bağdaş kurmuş, elindeki kahve cezvesini önündeki mangalın külüne gömmüş haliyle hatırlarım. Hatice Nine, doksan yaşının üzerinde kara kuru bir kadındı. Başında siyah başörtüsü, siyah giysiler içinde kurudukça küçülmüştü sanki. Girit adasında doğmuş, mübadeleden önce ailecek Türkiye'ye göç etmişlerdi. Anneannemle anneleri ayrı, babaları birdi. Birinci sigarası içerdi. Hiç unutmam, henüz ilkokula başlamamıştım. Elime beş lira verip beni Orhan Bakkal'a sigara alamaya göndermişti. Bakkalın önüne geldiğimde sımsıkı tuttuğum avucumu açtığımda paranın yerinde yeller estiğini görmüştüm. O zamanlar beş lira büyük paraydı tabii. Çok fazla sorun olmadı herhalde ki ondan sonra neler yaşandı hatırlamıyorum. Hatice Nine, doğum yaptıktan kısa bir süre sonra kızını kaybetmişti. Damat da sırra kadem basınca torunu Fatma'yı büyütmek yaşlı Hatice Nine'ye düşmüştü. Bildiğim kadarıyla hiçbir gelirleri yoktu, muhtemelen dedemler destek olurdu onlara. Hatice Nine öldükten sonra Fatma, anneannemin üzerine titrediği bir çocuk olarak büyüdü. Adeta annemin küçük kız kardeşi, bizim hakiki ablamızdı. Benden on yaş büyüktü, on yedisinde Ahmet adında Diyarbakırlı bir komiserle evlendi, eşi emekli olana kadar görevleri gereği yurdun değişik yerlerini dolaştılar. Üç çocukları oldu. Ayşegül, Belgin ve Cengiz. Anneannemin bütün çocukların doğumlarında Fatma Ablamın yanına koştuğunu hatırlıyorum. Fatma Ablamız böbrek yetmezliğinden genç yaşta aramızdan ayrıldı. 

18 Aralık 2020 Cuma

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 8


Zeynepaçi'nin evinin bulunduğu çıkmaz sokağa nedense Dere Sokağı denirdi. Oysa oradaki yosun kaplı kayaların çatlaklarından sızıp yaklaşık otuz metre sonra sokağımızın mazgalında kaybolan cılız sular dere tanımını asla hak etmiyordu. Bu suları sebil kabul edip üzerine üşüşen mahallenin bütün arıları, eşek arıları bizim korkulu rüyamızdı. Dere sokağındaki evlerden birinde mahallemizin tek Çingene ailesi otururdu. Örme taştan evlerinin yanına atlarını koymak için derme çatma bir ahır ilave etmişlerdi. Gebe olup olmadığını hiçbir zaman ayırt edemediğim kocaman göbekli bir kadındı olan evin hanımı hemen her yıl bir çocuk doğururdu. Boy boy çocuk arasından aklımda kalan Ali'ydi sadece. Onu her zaman dört tekerlekli arabalarına atını koşarken görürdük. Daha sonra babasıyla birlikte işe giderlerdi. 

Dere sokağının diğer köşesinde iki katlı evin üstünde Bakkal Teyze'ler otururdu. Alt katlarında işlettikleri küçük bakkal dükkanlarını hayal meyal hatırlıyorum. Kocası ölünce dükkanı kapattılar fakat gerçek adını hiçbir zaman bilmediğim Bakkal Teyze'nin adında bir değişiklik olmadı. Bakkal dükkanını boşaltıp kiraya verdiler. Oraya dedemlerin bir ahbabının karısı Kübra Teyze geldi. En az elli yıl elli beş yıl evli kaldıktan sonra şiddetli geçimsizlik nedeniyle eşi Hüseyin Amca'dan boşanmıştı! Yeni yaşam yeri tek göz bir odaydı ama kafası dinçti artık. Ömrünün son günlerinde Hüseyin Amca'nın dırdırından kurtulduğu için gayet mutlu görünüyordu. Eski tip gaz ocağında pişirirdi yemeklerini. Odada eşya olarak ne dolap ne karyola vardı. Sadece bir yatak, bir yorgan ve birkaç parça kap kacak, hepsi o. Komşular arasında yemek alışverişi bir tür gelenek ve bağlılık göstergesiydi. Pişen yemekten bir tabak da sevilen komşulara gönderilirdi. Bir gün Kübra Teyze pişirdiği zeytinyağlı bamya yemeğini bir melamin tabağa koyup eve götürmemi istemişti. Her biri yedi sekiz santim uzunluğundaki bamya boğazıma takılmış, boğulmaktan zor kurtulmuştum. O gün bugündür bamya yemeğini ağzıma sürmedim. Bir yıl falan sonra Hüseyin Amca ağırlaşıp hastaneye kaldırıldı. Öldüğü güne kadar yaklaşık kırk gün boyunca boşandığı eşi Kübra Teyze, yanında ona refakat etmişti.

Bakkal Teyze'lerin bitişinde hala görüştüğüm eski çocukluk arkadaşım Mustafa'lar otururdu. Babası Niyazi Abi'nin alt katta işlettiği küçük bakkal dükkanında çok vakit geçirmiştim. Annesi Hüsniye Hanım Teyze dedikodusu olmayan, kendi halinde, temiz ve çalışkan bir kadındı. Dükkanın yanındaki giriş holünde, tuvaletin yanında, her zaman dört beş keçi beslerlerdi. Bazen keçiler yavrular, oğlaklar sütü emmesin diye memelerine kumaş torba geçirirlerdi. Gündüzleri hayvanları kapının önündeki dut ağacına bağlarlardı. Üst katta bir kuş odası, bir oturma odası ve oradan camekanlı bir bölmeyle ayrılan bir de odası vardı. Bu bir buçuk odada karı koca altı çocuğu nasıl büyütülür, aklım almaz hala. En büyükleri Hüseyin Abi, terziydi. Evlendikten sonra bakkal dükkanının deposunu düzenleyerek ona terzi dükkanı yapmışlardı. Kömür ateşiyle çalışan dökümden ağır ütüler kullanırdı. Ne zaman halini hatırını sorsalar, bezgin bir ifadeyle "İğneyle kuyu kazıyoruz." olurdu cevabı. Büyük kızları Elful, daha önceden bir boyacıyla evlenmişti. Mehmet, sanayide tamirciydi. Hasan, kısa boyuna rağmen diğer kardeşlerine göre içlerinde en güçlü kuvvetli olandı. Belediyeye girdi ve oradan emekli oldu. Küçük kızları Nigar, doğru dürüst işi olmayan bir adamla evlendi, bir sürü çocuk yaptıktan sonra boşanıp baba evine geri döndü. En küçükleri Mustafa benden bir yaş küçüktü. Liseyi bitirene kadar hemen hemen her günümüzü birlikte geçirirdik. Küçükken her akşam rulmanlı arabayla sokak sokak gezip keçilerine karpuz kabuğu toplardık. Bakkal dükkanında, babasının olmadığı zamanlarda, bir yandan sohbet eder, bir yandan gelen müşterilerle ilgilenirdik. Lise çağına geldiğimizde taraçalarında arkadaşlarla toplanıp sazlı sözlü eğlenceler tertip ederdik. Mustafa, Atatürk Lisesini bitirdikten sonra üniversite sınavını kazanamadı, muhtelif sektörlerde çalıştıktan sonra şimdi bir market işletiyor.  

17 Aralık 2020 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 7


Hayat asla adil değil. Tatar Necla, hayatın bu adaletsizliğinden fazlasıyla nasibini almış bir komşumuzdu. Annem yaşlarındaydı ama ona nedense hep "Necla Abla" derdik. Daha önce bahsettiğim Saime Teyzenin büyük kızı,  bahçelerinde bizleri sazıyla eğlendiren Sedat abinin ablasıydı. Akraba evliliği yapmıştı Ali Amca'yla. Mahallemizin en zengin ailesi olduğunu düşünürdüm eskiden, fakat altlarında bir arabaları bile yoktu. Sahiden ya, şimdi hafızamı iyice zorluyorum, evet, çocukluğumun sokağında araba sahibi hiçbir komşumuz yoktu. Üç çocukları vardı. En büyükleri Gülnur Abla, sonradan genetik olduğu anlaşılan epilepsi türü bir hastalıktan mustaripti, çocukken kendini belli etmeyen, yaş ilerledikçe elden ayaktan düşüren ve yirmili yaşlarda ölümle sonuçlanan kötü bir hastalık... Arada bir tedavi için Almanya'ya giderlerdi. İkinci çocukları Tatar Mustafa ile aynı yaştaydık. Çevik, cin gibi bir çocuktu. Birlikte çok haşarılık yapardık. Bir keresinde, sanırım henüz ilkokula başlamamıştık, oyun olsun diye alt caddede yoldan geçen arabalara küçük taşlar fırlatıyorduk. Bunu fark eden arabalar yavaşlıyor, bizi görünce çocukluğumuza verip yollarına devam ediyorlardı. Bu durum bizi daha çok neşelendiriyor, cesaretimizi arttırıyordu. Bir süre sonra arabalardan biri durdu, geri manevra yaparak ara sokağa girip park etti. İçinden hırsla çıkan sürücüyü görünce ödümüz kopmuş, tabana kuvvet kaçmaya başlamıştık. Mustafa çoktan gözden kaybolmuştu ama ben iyice gerilerde kalmıştım. Korkudan altıma yaptığımı net olarak hatırlıyorum. Adam kısa sürede beni yakalamış ve koltuk altlarımdan tutup yolun kenarına bıraktıktan sonra Mustafa'nın peşinden koşmaya devam etmişti. Neyse ki ona yetişmeyi başaramamış, arkadaşımın annesini pek de nazik olmayan bir üslupla çocuğuna terbiye vermesi hususunda ikaz etmekle yetinmişti. 

Gülnur, yirmili yaşların başında vefat etmiş, Mustafa'da hastalığın belirtileri başlamıştı. Sokakta oyun oynarken aniden yere yığılır, gözleri kayar ve titreyerek kasılırdı. Durumu gören mahalleli etrafında toplanır, başından aşağıya soğuk su dökerler ayılmasını beklerlerdi. Annesi, gözlerinin önünde ablası gibi günden güne eriyen evladının bu haline çok üzülürdü. Akıbeti bir süreliğine geciktirmek için tedavi amaçlı Almanya ziyaretlerinin yanı sıra çocuklarının kullanmak zorunda oldukları pahalı ilaçlar aileye ciddi bir maddi külfet oluşturuyordu. Ortaokula giderken mahallemizde ilk siyah beyaz televizyon onların evine alınmıştı. Mustafa'yla olan samimiyetim sayesinde diğer çocuklar pencerenin önünde, birbirlerinin üzerine yığılarak ucundan kenarından televizyon ekranını görmeye çalışırken ben her akşam Mustafa'yla birlikte o zaman bizler için muhteşem bir yenilik olan beyaz camı büyük bir keyifle izlerdik. Sonraki yıllarda Mustafa'nın durumu da aynı ablası gibi günden güne kötüleşti. Otuzlu yaşların başında ömrünü tamamladığında kullandığı ilaçlar onun acılı yaşamını ancak on yıl uzatabilmişti. Ailenin küçük kızları Saime sarışın, mavi gözlü bir çocuktu. Hiç olmazsa ona bir şey olmasın diye üzerine titriyorlardı. Neyse ki Saime'de hastalık kendini göstermemiş, bu durum zavallı ailenin en büyük tesellisi olmuştu.

Tatar Mustafa'ların evinin yan tarafı çıkmaz sokağa açılıyordu. Sokağın sonunda etrafı kocaman kayalarla çevrili geniş bir meydan vardı ve taştan bir merdiven vasıtasıyla üst sokağa çıkılırdı. Buradaki evlere ev demek için epey bir şahit isterdi. Çoğu tek göz oda ile küçük bir tuvaletten ibaret sığınaklar işte. Girit göçmeni ihtiyar dul kadınların ömürlerinin son günlerini geçirdikleri yerlerdi buraları. Onlardan birini hiç unutamam. "Zeynepaçi" derlerdi. Akşamları mahalleli çiğdem çitlemek için kapı önlerine döküldüğünde Zeynepaçi elinde bastonu, sokak boyunca bütün komşuları ayak üstü ziyaret eder, her gün bir başka yerde kendisi için çıkarılan sandalyeye oturur, sohbete ortak olurdu. Kısacık boyu, tıknaz vücudu ile adeta bir topu andıran Zeynepaçi, çok az Türkçe bilir, mecbur kalmadıkça Giritçe konuşurdu. "İde kanis, kala?"* ile başlayan sohbetler akşam ezanına değin sürerdi. Anne dedem Giresunlu olduğu için Giritliler arasında yaşamasında rağmen dillerinden pek anlamazdı. Zeynapaçi, yine kapımıza konuk olduğu bir akşam vakti, bilinen kırık Türkçesiyle dedeme derdini anlatmaya koyulmuştu. "Ah, Osman Efendi, karnımın alt tarafı bir fena ağrıyor ki, sorma" Annemin neden güldüğünü anlamamıştım önce. Sonra sordum kendisine, neden güldün diye. "Kadın karnımın altı dedi, dedene. Çok komik, orası neresi oluyor bir düşün." O zaman kahkahayı patlattığımı hatırlıyorum.       

 *İde kanis, kala? : Giritçe, Nasılsınız, iyi misiniz?