Eserleri kırk dile çevrilen kitabın yazarı Javier Marias (1951-2021) Madrid'de doğdu. İspanyol bir filozof olan babası Julian Marias'ın Cumhuriyetçi olmasından dolayı Franco rejiminde hapse atıldı. Serbest bırakıldıktan sonra İspanyol üniversitelerinde ders vermesi yasaklandığı için ailecek ABD'ye göç etmek zorunda kaldılar. Javier Marias, bu yüzden, çocukluğunun bir kısmını bu ülkede geçirdi. Annesi yazar Dolores Franco Manera'ydı. İspanya'ya döndükten sonra her zaman kitaplarla dolu evleri, özel ders alan üniversite öğrencileriyle adeta akademik bir merkez haline gelmişti. Dillere karşı özel bir ilgisi olan yazar, yayımlanan pek çok makalesinin yanı sıra, çeviri işleri ve editörlük yaparak, öyküleri ve romanlarıyla adından söz ettirdi. Aralarında Orhan Pamuk'un da yer aldığı pek çok yazar, Javier Marias'ı Avrupa'nın yaşayan en iyi yazarı olarak gördüklerini ifade etmişlerdi. Ne yazık ki, 11 Eylül 2022'de Covid nedeniyle hayatını kaybetti. En ünlü eseri olan "Yarınki Yüzün" adlı romanını 1500'ü aşkın sayfa uzunluğunda üç kitapta toplamış. Olağanüstü bir dili olan yazar, eserlerinde okura edebi bir ziyafet sunuyor.
Yazarın adını ilk kez bir blog yazısında görmüştüm. Yazıyı okur okumaz tam da aradığım yazar deyip yorumuma ilk fırsatta "Karasevdalılar" romanını okuyacağımı yazmıştım. Aklımda Elisabeth Vogler kalmış fakat blogunda o yazıyı bulamadım. Keşke hafızama güvenmeyip not alsaydım. Zira romanı okuduktan sonra beni böylesine hayran bırakan bir yazarı tanımama vesile olduğu için bana Javier Marias'ı tanıtan blog yazarına uzun uzun teşekkür etmek isterdim.
Javier en sevdiğim yazarlardan biri oldu. Bunun nedeni eserlerinde kullandığı sıra dışı üslûbu ve güçlü ifade tarzı. Yazar, eserlerinde, oluşturduğu kurgusal evrene yorumlarıyla kendisini dahil ederek kurgu ile gerçek arasındaki ayrımı belirsizleştirmek suretiyle çok katmanlı bir dünyanın hayalini kuruyor. Shakespeare ve Marcel Proust'tan etkilenen yazarın eserlerinde uzun uzadıya cümleler ve paragraflar var. Genellikle Proust'u anlamakta zorlananlar için Javier Marias kitaplarının daha kolay okunur bulunduğu söyleniyor. Şimdiye kadar Marcel Proust okumadım. Uzun yıllar önce Milan Kundera'nın "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" romanı başlayıp bitiremediğim tek kitap olmuştu. Karasevdalılar romanını okuyanların bir kısmı kitabı sevmediklerini, tamamlayamadıklarını ve bir şey anlamadıklarını söylüyorlar. Bense bayıldım, sanırım beklediğim zaman geldi, önce Javier Marias'ın bütün kitaplarını okuyup sonra Proust okumaya başlama ve Kundera'ya bir şans daha verme zamanımın geldiğini düşünüyorum.
Karasevdalılar, deneme, felsefe kitabı değil, bir aşk romanı, bir cinayet, detektiflik romanı da değil fakat hepsinden birer parça bulmak mümkün içinde. En çok satan kitaplar arasında yer alan Karasevdalılar, (orijinal adı: Los Enamoramientos) etik ve ahlâki ikilemlerin ortasında yer almakta. Detektiflik kurgusuyla eleştirel beğeni toplarken bu kitabı için yazar, İspanya Kültür Bakanlığı tarafından kendisine verilen "Narrativa" ödülünü reddetmiş. İspanya basınında, sağ görüşlü muhafazakâr Halk Partisinin iktidara gelmesinden dolayı yazarın ödülü kabul etmediği ön plâna çıkarken, Javier Marias, babası Julian Marias gibi hayran olduğu diğer birçok yazarın kamu kurumlarından asla ödül almadıklarını belirterek kendisinin de bu prensibe uyduğunu dile getirmiş. Javier'in bir başka yönü ise yazdığı romanlarda baş kahramanların genellikle çevirmen ve edebiyatla ilgili olması.
"Miguel Desverne ya da Deverne'i son görüşüm aynı zamanda karısı Luisa'nın da onu en son görüşüydü, düşününce bu hâlâ tuhaf ve belki de adaletsiz geliyor bana, haliyle o karısıydı, bense karşılıklı tek kelime olsun etmediği yabancı bir kadın." cümlesiyle başlayan romanda anlatıcı ve romanın başkahramanı Maria Dolz adında orta yaşlarda bir kadın. Yazar, erkek olmasına rağmen cesaret gösterip bir kadının ağzından anlatıyor öyküyü. Bu durum romanın başlarında adapte olmamı biraz zorlamış olsa da ilerleyen sayfalarda olayların akışına kendimi kaptırıp buna alışıyorum. Kitabın ana teması aşk ve ölüm üzerine fakat yazar her ikisini de bilinenin dışında farklı duygu ve düşüncelerle aktarıyor okuruna. Yeri geldiğinde monologlarla, bazen kahramanlardan birinin düşüncelerini detaylı bir şekilde yorumlayarak anlatıma farklı bir boyut kazanıyor. Bu yüzden romanın kurgusunda olaylardan ziyade düşünceler ön plânda.
Bir yayınevinde editör olarak görev yapan Maria, her sabah oturup kahvaltı ettiği işyerine yakın bir kafede, dışarıdan son derece mutlu görünen bir çifti, yani Miguel ve Luisa'yı izliyor. Öyle ki, eğer sabah onları göremezse işlerinin ters gideceğini düşünüyor. Bir zaman sonra çift kafeye uğramaz oluyor ve Maria, bunun nedenini bir gazete haberinden öğreniyor. Film yapımcısı Miguel Deverne, değnekçilik yapan evsiz bir adam tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. Bir süre sonra Luisa kafeye yalnız başına geldiğinde Maria, yanına giderek kendini tanıtır ve taziyelerini bildirir. Kısa zamanda kaynaşıp dost olan ikili, Luisa'nın evinde merhum Miguel'in en yakın arkadaşı Javier Diaz-Varela ile tanışır. Maria, ilk görüşte Javier'den hoşlanmıştır. Maria, eşini kaybetmenin üzüntüsünü yaşarken Maria ile Javier birlikte olmaya başlar. Ancak Javier'in, arkadaşının eşi Luisa'nın zor günlerinde vermiş olduğu desteğin gölgesinde aşırı bir yakınlık olduğunu fark eden Maria, kaderine razı bir şekilde ilişkisine devam eder. Üzüntüsü geçince Javier'in Luisa ile evleneceğini düşünen Maria, kendini bu sona göre hazırlar. Hatta bu süre içinde kendine yedek bir sevgili bulur.
Javier'in evinde kaldığı bir gün gelen telefon ve ardından kapıda telefon eden kişinin belirmesi olaya farklı bir boyut kazandırır. Maria'nın yatağında uyuduğunu zanneden Javier, Miguel'in ölümünde bir sır perdesi olduğunu fark eder ve bunda Javier'in de parmağı olduğunu düşünür. Bundan sonraki süreçte Javier, Luisa'ya baştan beri tutkun olduğunu ve arkadaşı Miguel'in hastalığı sebebiyle iki aylık ömrünün kaldığını, bu cinayeti bizzat arkadaşının istediğini, ölümün bazen bir kurtuluş olduğunu ve ölen kişinin sadece beden olarak değil ruhen de hayatı terk etmesi gerektiğini anlatır. Maria bir dedektif hassasiyetiyle olayın peşine düşer ve olayı tüm detayıyla öğrenir. Onun için iki yol vardır şimdi. Birincisi durumu hemen polise bildirmek ya da gidip Luisa'ya anlatmak. İkincisi ise sonuç getirmeyecek bu olayı içinde saklayıp yoluna devam etmek. Zira, eğer olanları arkadaşı Luisa öğrenirse bu yeni bir yıkıma yol açacaktır.
Javier Marias, Honore de Balzac'ın bir öyküsünde geçen Albay Chabert'i anlatıya dahil ederek metin aralarında ondan bahseder. Napolyon zamanında bir savaş sırasında kayıtlara öldü diye geçen Albay Chabert, yıllar sonra evine döndüğünde karısının yeniden evlendiğini ve bütün mallarının ve mülkünün ele geçirildiğini görür. Karısı, eski kocasının dönüşünü reddetmekte, ölü birinin yeniden canlanamayacağını iddia ederken yeni sorumlulukları olduğundan bahsetmektedir. İkinci bir örnek alıntıda yazar, Alexandre Dumas'nın Üç Silahşor romanına atıfta bulunarak, Athos'un d'Artagnan'a verdiği "Evet, bir cinayet, hepi topu bir cinayet." yanıtını kullanıyor.
Çeviriyi beğendim. Saliha Demir hakkında internette detaylı bilgi bulamadım fakat hanımefendinin vermiş olduğu bir röportajdan öğrendiğim kadarıyla, önce şiirle başlamış edebiyata, sonra çocuk kitapları ve erişkinler için bazı kitaplar yazmış. İngilizce ve İspanyolcadan çeviri kitapları var. Kendisini yürekten kutluyorum. Zor bir çeviri olarak gördüğüm Karasevdalılar romanı gerçekten de bana sanki kendi dilimizde yazılmış gibi geldi. Tavsiye eder miyim? Bu konuda bir şey söylemek zor, kişiye göre değişir. Fakat bana soracak olursanız, son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan biriydi.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"İnsan ne zaman ortaya çıktı?"
Zor soru gerçekten... Evrim Teorisi'ni tartışacak değilim. Bu soru bilimle inanç arasında ciddi çatışmalar yaratacak sorulardan biri. Tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarına göre insan, M.Ö 4026 yılında dünyaya teşrif etmiştir. O meşum sonbahar gününde, Havva anamızın cazibesini kullanarak Adem babamıza yasak meyveyi yedirdiğinden, ve bunun sonucunda hurilerin kol gezdiği, nehirlerinden bal akan, yeşil ağaçların gölgelediği canım cennetten kovulup biz yavrularının başına hayat denilen çorabı ördüğünden bahsedilir. Havva dünyaya gelir gelmez kolları sıvamıştır, Adem'in de insanüstü gayretiyle, toplam yirmi batında 40 çocuk dünyaya getirmiştir getirmesine ama daha sonraki aşamalarda üremenin nasıl bir seyir izlediği, gençlik yıllarımdan beri kafamı hayli meşgul eden bir konu olagelmiştir.
İnanç, sorgulamayı kabul etmez. İnanırsınız sadece, o kadar. Bulunulan coğrafyaya göre tanrılar, peygamberler ve kutsal kitaplar, inançlar farklıdır. İnançlı bir kişiye bilimsel bir sonuç göstermeye kalkarsanız, hemen kutsal kitapta bir karşılığını bulur. Hani ola ki bulamaz, ya da aksini gösteren bir durumla karşılaşırsa, o zaman orada yazılanı eğer, büker bilim yoluyla kanıtlanmış olana yaklaştırmaya çalışır ve der ki size, "bak gördünüz mü, yıllar önce yüce tanrımız bunu biz kullarına söylemiş!" Bazen öyle konularla karşılaşırsınız ki, artık mızrak çuvala sığmaz. Bu gibi durumlarda birileri çıkar, o dönemin cahil halkına başka türlü anlatmanın bir yolu olmadığını, ya da metaforlarla ve alimlerin zorlama tefsirleriyle aslında tanrının şunu şöyle, ya da bunu böyle demek istediğini, daha da olmazsa sanki kutsal kitapların muhatabı insan değilmiş gibi, tevazu göstererek, yüce tanrının meramını, kelâmını kulların anlamakta acze düştüğünü iddia eder.
Son peygamberin ölümünden tam bin yıl sonra Galileo diye bir bilim adamı çıkagelir, "Dünya dönüyor!" diye "saçma sapan!" bir fikir ortaya atar. Oysa o güne kadar bütün din alimleri, dünyayı merkez kabul edip güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanmışlardır! Kutsal kitapların tamamına aykırı bir durumdur çünkü dünyanın güneş etrafında dönmesi... Neyse ki, o zamanlar, bugün ülkemizde hiç olmayan bir yargı sistemi, iyi kötü bir adalet vardı. Engizisyon adı verilen bu yargı makamı, İtalyan Galileo hakkında kararını verir: "aşırı düzeyde sapkınlık" nedeniyle suçlu bulunduğundan ömür boyu ev hapsine karar verilmiştir... Bu da yetmemiş, iddiasını geri alması için ölüm cezasıyla tehdit edilmiş muhterem!
Avrupa'da Rönesans, kilisenin egemenliğine son vererek bilimin önünü açtı. İslamiyet, çok daha önce, kadere karşı çıkan ve aklı inancın önünde tutan felsefeyi savunan parlak bir dönem yaşadı. Abbasiler zamanında Mutezile denilen bu hareket ne yazık ki çok kısa ömürlü oldu. O devirde, M.S 776 yılında, Basra vilayetinde El-Cahiz adlı bir İslâm alimi dünyaya gelmiş ve Darwin'den yaklaşık bin yıl kadar önce yazdığı "Kitab el-Hayavan - Hayvanlar Kitabı" adlı eserinde Evrim Teorisinin ilk tohumlarını atmış. Kitabında şöyle demiş kıymetli zat: Çevre faktörleri canlıların hayatta kalabilmesi için yeni özellikler geliştirmesinde, dolayısıyla onların yeni türlere dönüşmesinde rol oynar. Hayatta kalmayı ve üremeyi başaran hayvanlar başarılı özelliklerini yavrularına geçirir." Daha ne desin? Mutezile döneminden önce ya da sonraki bir zaman diliminde, hatta bugün bile dünyanın bazı bölgelerinde yaşamış olsaydı, acaba başına neler gelirdi bu neşriyatından dolayı! El-Cahiz beyefendinin, ölümü nasıl olurdu? El-Cahiz'in, camide dua ederken değil, dini konuların özgürce tartışıldığı Mutezile döneminde kişisel kütüphanesinin raflarından yıkılan ciltlerin altında kalarak hayatını kaybettiği rivayet edilir.
Mutezile dönemi dışında İslâmiyet Rönesansa benzer bir aydınlanma dönemi yaşamadı. Dini konularda tartışmalar kutsal değerlere hakaret sayıldı ve nice değerli filozof, bilim adamı heba edildi. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, yapmış olduğu devrimlerle ülkemizde yeni bir ümit ışığı oldu, bilime önem verdi. Fakat Türk halkı Avrupa'da olduğu gibi aydınlanmanın bedelini ödememişti ve bu yüzden kadrini bilemedi. Evrim Teorisi ders kitaplarından çıkarıldı ve Orta Çağın Avrupa'sına benzer bir döneme yelken açıldı.
Evet, ister inanın ister inanmayın ama çamurdan ya da Adem ve Havva'dan değil, okyanuslardaki balıktan türedik milyonlarca, hatta milyarlarca yıl önce. Balıktan sonra sürüngen ve daha sonra maymun olduk. Ağır mı geliyor atalarımızın maymun olması? Neyi değiştirir ki! Yani bilimin ortaya koyduğu bir gerçek bu. Kitaplardan çıkartsak da gerçeği değiştiremez ki insan. Homo Sapiens Sapiens, yani insanın son ortak atası bundan 200.000 yıl önce yaşamış. Ben söylemiyorum, bilim söylüyor kanıtlarıyla. Yani şu an, olası görünen bir gerçek. Yarın değişebilir, o zaman biz de değiştiririz fikrimizi, sırtımızda yumurta sepeti mi var? Eğer bilim çıkar da, ilk insanın M.Ö 4026 yılında dünyaya ışınlanan Adem ve Havva'dan türediğini kanıtlarsa ona inanırız. Bu konuda sabit fikirli olmadığımı içtenlikle belirtmek isterim.
Zor soru diye başladım. Bilimsel konular ve siyasi düşünceler nasıl tartışmaya açıksa din konusunda tabularımızı yıkıp inanışların da inceleme ve eleştiriye açık olması gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde sevgili DeepTone'nun sorusu üzerinde tartışma imkânımız kalmazdı zaten. Sözgelimi insanın ortaya çıkışı konusunda farklı bir görüş ileri sürmek, ne kadar bilimsel açıdan kanıtlanmış olursa olsun, bazı İslâm ülkelerinde dine küfür kabul edilip ölümle cezalandırmanın yolunu açabiliyor hâlâ. Öyle bir inanç sistemi düşünün ki, gönderdiği kitapları, koyduğu kuralları koruyamayan Tanrının kulları kalkmış, Tanrının yapamadığı, aciz kaldığı bu işleri çıkardıkları yasalarla ayakta tutmaya çalışıyor.
Ve şimdi ben hiç de inanmadığım halde, ilk insanın Adem olduğu ve Havva'nın da onun kaburga kemiğinden yaratıldığı gibi akla sığmayan bir efsaneyi anlatmak zorunda kalacağım. Ama bu bir mitolojik olay, efsane dediğimde, beni konuşturmayacaksınız, "inancıma, kutsal değerlerime saygısızlık ediyorsun" diye feveran edeceksiniz. Ama siz, benim düşüncelerime, inandığım ya da inanmadığım değerlere saygı göstermediğiniz bir tarafa, sizin gibi düşünmediğim konularda fikrimi beyan ettiğim takdirde cezalandıracaksınız beni. Yok öyle yağma...
Medeni ülkeler, Avrupa Konseyi ve BM gibi çok taraflı küresel kurumlar "dine dayanarak kişilere karşı küfür, dini hakaret ve nefret söylemi" karşıtı yasaların dayatılmasını reddediyor ve bütün bunları ifade özgürlüğü kapsamında değerlendiriyor. Bilim ve teknolojinin gelişmiş olduğu ülkelerde dini değerlere karşı hakaret, saygısızlık, hatta küfür ve nefret söylemlerini cezalandıran herhangi bir yasa mevcut değil. Kimse başkasının inancına küfredemez fakat inanç sahipleri küfür kapsamını o denli genişletmiş durumdalar ki, evrim teorisini savunmak dahi dine karşı küfür kabul ediliyor. Profesör Celal Şengör, "İbrahim Peygamber'in yaşadığına dair elimizde herhangi bir kanıt yok, Nuh tufanı kökü Sümerlere dayanan bir pagan efsanesi" dediğinde hop, dini değerlere hakaret ettiği için dava açılabiliyor. Başta İslâm ülkeleri olmak üzere dine dayalı yönetimin hüküm sürdüğü topraklarda hiçbir bilimsel ve teknolojik ilerleme gözlenmediği bir gerçek. Yani atası maymun olan atası Adem olandan daha ilerde...Bilim yapmak isteyen sadece özgür ülkelerde çalışma imkânı bulabiliyor.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"Evren ile ilgili en harika, en mucizevi gerçek nedir?"
Konuya girmeden önce anlatacaklarımla ilgili olarak geçen gün izlediğim bir filmin(*) kurgusunda birkaç değişiklik yaparak size aktarayım:
Hayatta yaşamak zorunda kalacağımız şeyler vardır ama bunu önceden bilemeyiz. İster tesadüf, ister kendi seçimimiz olsun onları değiştirmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Günlerden bir gün, Paris'te, modacı Gabrielle, alışverişe çıkmak üzereydi. Merdivenlerden inerken mantosunu unuttuğunu fark etti ve onu almak için geri döndü. Dolabı açıp mantosunu alırken aniden telefon çaldı. Cevaplamak için durdu ve birkaç dakika kadar konuştu.
Gabriel, telefonda konuşurken Bolşoy'a davet edilen ilk Amerikalı balet olan 29 yaşındaki Hallberg, Paris Opera Binasından prova yapıyordu.
Hallberg provadayken, Gabrielle telefonu kapatıp taksi çevirmek üzere dışarı çıktı. Çevireceği taksici önceki müşterisini bırakmış ve çay içmek için mola vermişti.
Bunlar olurken Hallberg provasına devam ediyordu.
Müşterisini bıraktıktan sonra çay molası veren taksi şoförü, alışveriş için kapısının önüne çıkıp beklerken bir önceki taksiyi kaçıran Gabrielle'i arabasına aldı. Sabah, saat sekizi yirmi geçiyordu ve şoför, karşıdan karşıya geçen bir adamı son anda fark edip arabayı durdurmayı başardı. Adamın acelesi vardı, alarmı kurmayı unuttuğundan evden her zamankinden beş dakika geç çıkmıştı.
Adam işe geç kalmamak için aceleyle caddenin karşısına geçmeye çalışırken Gabrielle'in arabasını durdurmak zorunda kaldığı sırada Hallberg, provasını bitirmiş duşunu alıyordu.
Hallberg duştayken, araba bir pastanenin önünde durdu. Taksici, müşterisi Gabrielle'in, önceden sipariş ettiği bir paketi almasını bekliyordu. Paket hazır değildi, çünkü paketi hazırlayacak kız, önceki gece sevgilisinden ayrıldığı için unutmuştu! Paket hazır olduğunda Gabrielle'in bindiği taksi tam harekete geçecekti ki, bir kamyon yolunu kesti.
O sırada duştan çıkan Hallberg, giyinmeye başlamıştı. Kamyon taksinin önünden çekilince taksi yoluna devam edebildi. Hallberg giyindikten sonra soyunma odasından çıkan son kişiydi. Merdivenlerden inerken ayakkabılarının bağı çözülen bir arkadaşı basamaklara oturmuş ayakkabısıyla uğraşıyordu. Kısa bir süre onu bekledi. Derken ayakkabının bağı koptu.
Taksi, kırmızı trafik ışığında durmuş beklerken Hallberg ve arkadaşı, Opera Binasının arka kapısından dışarı çıktılar.
Yukarıdakilerden tek bir şey bile farklı olsaydı,
- o ayakkabı bağı çözülmeseydi,
- taksinin önünü kapatan kamyon birkaç saniye önce yoldan çekilebilseydi,
- pastanede çalışan kız sevgilisinden ayrılmamış olsaydı da, Gabrielle'in paketini önceden hazırlayabilseydi,
- taksinin önüne çıkan o adam alarmını kurmayı unutmasaydı ve beş dakika erken kalkmış olsaydı,
- taksi şoförü çay molası için durmasaydı,
- Gabrielle mantosunu unutup geri dönmeseydi ve önceki taksiye binebilseydi,
Hallberg ve arkadaşı karşıdan karşıya geçecek ve taksi de ona çarpmayıp kendi yoluna gidecekti. Bütün bu şeyler birleştiğinde taksi Hallberg'e çarptı ve onun ağır yaralanmasına neden oldu. Hallberg kazadan sonra baleye veda etti.
Evrende en harika ve en mucizevi gerçeğin zaman-mekân ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Ne geçmişi değiştirebilir, ne de mutlak bir şekilde geleceğe hükmedebiliriz. Her birimiz, canlı ya da cansız her varlık belli bir zamanda, belli bir yer işgal ettik, ediyoruz, edeceğiz... Şimdi var olmayanlar, belki başka bir forma dönüşen varlıklar, var oldukları dönemde yine belli bir zamanda belli yerlerde oldular. Bu iki olgu, yani zaman ve mekân beni çok heyecanlandırıyor, bir bakıma varoluşu tanımladığına inanıyorum. Bir üçüncüye ihtiyacın olmaması ne kadar muazzam bir şey...
Harikalığına bir şey diyemem fakat bana göre, evrende daha da mucizevi bir gerçek, insanların zihinlerinde tasavvur ettikleri bir takım olağan üstü güçlere olan bağlılıklarının hâlâ devam etmesi. Bugün dünyada 4.300 farklı din ve mezhebin farklı ritüelleri, farklı inançları var. Yani 4,300 farklı Tanrı! Her cemaat en iyi, en güçlü Tanrı'nın kendi Tanrı'sı olduğuna inanıyor. Dünyada yaşayan insanların onda sekizi hâlâ belli bir din ya da inancın mensubu! Elbette insanların pek çoğu inançlarını sadece şeklen yerine getiriyorlar fakat yine de, bu devirde, bu kadar büyük bir kitlenin bilime karşı inançlarını önde tutması bence evrenin en mucizevi gerçeği. Sözgelimi "kader plânı" denildiğinde, yeraltı maden ocaklarında, gaz ölçümlerinin gereken sıklıkta yapılması, denetlemeler, iş güvenliği tedbirleri önemini yitiriyor. İnanılır gibi değil...
Goriot Baba'dan sonra okuduğum ikinci Balzac kitabı. Yazarın en tanınmış eseri, Vadideki Zambak. Nereden başlayacağımı bilemiyorum ama okurken zorlandığımı hemen söylemek isterim. Uzun betimlemeler, derin hayal gücü, ağdalı cümleler, edebi eseri zenginleştiren öğeler, ancak her şeyin bir sınırı olmalı değil mi?
"... Vicdanı çevresindeki herkese yayılıyor, dünyevi bir karşılığı olmayan fedakârlığı ısrarlı tutumuyla kendini dayatıyordu; diğer erdemlerini birbirine bağlayan bu derin ve gizli şefkati etrafına tinsel bir buhur gibi dağılıyordu..."
Bu cümle nispeten anlaşılabilir, peki, bir de şuna bakın;
"...Kimi zaman, çiçeklenmiş, kendisini ıslatan gümüş çiy elmaslarıyla kaplanmış, içinde güneş ışıklarının oynaştığı, kendisine çevrilmiş tek bir bakış için süslenmiş bir fundalığın enginliğiyle; kimi zaman, yıkıntı halinde kayalıklarla çevrelenmiş, yer yer kumlarla kaplanmış, yosundan elbiseler giymiş, ardıç ağaçlarıyla donanmış ve sizi, betimleyemediğim bir vahşilik, tezatlık, ürkütücülükle kavradığı sırada ak kuyruklu kartalın çığlığının yükseldiği bir orman köşesiyle; kimi zaman, ufukları bir çölünkini andıran ve ulvi ve yalnız bir çiçeğe, menekşe rengi ipeksi çanak yapraklarıyla altın rengi üreme organlarını sergileyen bir rüzgâr çiçeğine rastladığımda, bana vadisinde tek yaşayan beyaz idolümün dokunaklı görüntüsünü hatırlatan, güneşin kavurduğu, bitki örtüsünün olmadığı taşlık bir araziyle; kimi zaman, doğanın üzerlerine hemen hayvanla bitki arasında yer alan yeşil benekler fırlattığı, yaşamın, içinde çalkalanan bitkileriyle ve böcekleriyle, tıpkı atmosferi kaplayan akışkanda olduğu gibi, birkaç günde canlandığı geniş su birikintileriyle; kimi zaman, lahanalarla, asmalarla kaplı, kazıklarla çevrili bahçesiyle bir yokuşun üzerinde asılı duran, onca mütevazı varlığın simgesi olarak birkaç verimsiz çavdar tarlasıyla çevrelenmiş bir kulübeyle; kimi zaman ağaçların sütun, dalların ise tavandaki kemerlere benzediği, bazı katedrallerin nefini andıran uzun bir orman yoluyla, bu yolun sonunda, aydınlıkları gölgelere karışan ya da batan güneşin renklerine boyanan, yaprakların arasından beliren ve ötüşen kuşlarla dolu bir koro balkonunun renkli vitrayları gibi görünen bir alanla karşılaşırsınız."
Yeter diye bağırası geliyor insanın. Kabul ediyorum, çevirisi de çok zor olmalı. Fakat bu kadar uzun ve çetrefilli cümleler yoruyor insanı, anlamını yitiriyor. Kusura bakmasın Balzac Usta, açık söyleyeyim, onca lâf kalabalığı arasında, akılda fazla bir şey kalmıyor. Okur ya okuyup geçiyor ya da cümlenin başını sonuna bağlayabilmek için benim gibi çırpınıp duruyor. Belki çeviriden belki de değil, ama bazı betimlemeleri manasız, ilgisiz buldum. Belki de kusur bende, bazen anlayamadan geçip gittim, bazen bir cümleye takılıp anlamak için epey zaman harcadım, uzun, ağdalı cümlelerin arasında ilişki kuramadığım yerler de oldu. Bu bakımdan, yazarın diğer romanı Goriot Baba, çok daha fazla karakter barındırmasına karşın okumasının daha kolay olduğunu düşünüyorum.
Bölüm arası vermeden sayfalarca uzayıp giden paragraflar okuma zevkini yok eden bir başka husus. Evet, olumsuz eleştirilerimin hepsi bu kadar.
Honore de Balzac (1799-1850), hayatı roman olabilecek bir yazar. Zaten yazdığı çok sayıda eserde kendisinden bir parça buluyor okur. Vadideki Zambak romanının ana kahramanı Felix'te yazar bir bakıma kendi otobiyografisini yazmış. Ailesi yoksul olmamasına rağmen doğduğu andan itibaren dışlanan yazar, anne şefkatinden mahrum, ailesinden uzak bir çocukluk geçirmiş. Muhtemelen bu yüzden, gençlik yıllarından başlayarak hayatı boyunca sevgi ve güven ortamı eksikliğini hissetmiş olmalı. Onun sevip ilişki kurduğu bütün kadınların hali vakti yerinde, annesi yaşında olmaları da tesadüf değil.
Vadideki Zambak romanında Felix, yazarın yaşadığına benzer bir çocukluk geçirdikten sonra, yirmili yaşlarının başındayken, katıldığı bir baloda, sıkılıp avluya çıktığında yanına gelen kırklı yaşlarda güzel fakat evli bir kadını, dekolte elbisesinin açık bıraktığı sırtından öper. Bu olay tutkulu bir aşkın başlangıcı olur fakat roman olayların sonundan başlamaktadır aslında.
Felix'in son sevgilisi Nathalie de Manerville'e yazdığı bir mektupla gireriz olaya. Nathalie, Felix'in geçmişini öğrenmek istemektedir. Felix, çaresiz bu talebi kabul etmek zorunda kalır.
"Evet, alnınıza tek bir kırışıklığın yerleştiğini görmemek, en küçük bir geri çevrilişin hüzünlendirdiği dudaklarınızda somurtkan ifadeyi silmek için,... geleceğimizden vazgeçeriz; şimdi de geçmişimi istiyorsun, al senin olsun." der mektubunda Felix. Çocukluğundan itibaren geçmişini anlatmaya koyulur. Roman, Nathalie'nin Felix'e verdiği cevabı içeren mektupla sürpriz bir şekilde son bulur.
Felix'in Vadideki Zambak olarak tanımladığı Madam Mortsauf, yine Felix gibi ailesi tarafından dışlanmış ve istemediği bir evlilik sonucunda iki çocuk sahibi olmuş aristokrat aileye mensup bir kadın. Gelenek göreneklere bağlı, inanç sahibi güzel bir kadın olan Madam Mortsauf ile Felix arasında platonik aşk söz konusu. Madam Mortsauf, sevginin manevi boyutuna önem verdiğini ve Felix'in kendisine Henriette diye hitap etmesini istiyor. Çünkü Madam Mortsauf çok sevdiği teyzesinin kendisini Henriette diyerek çağırdığını, Felix'in de onu bir aşık gibi değil de teyzesi ya da annesi gibi sevmesini istiyor. Kırsal bölgede, bir şatoda ikamet eden Mösyö Mortsauf, kendi halinde, beceriksiz, işlerin idaresini tamamen karısına bırakmış, zaman zaman karısına karşı sözlü şiddet uygulayan kaba saba bir adam. Fakat Felix ile karısı Madam Mortsauf (Henriette) arasındaki aşırı yakınlaşmadan herhangi bir rahatsızlık duymuyor. Henriette kendisine duyulan bu güveni hiçbir zaman istismar etmiyor zaten, Felix'e adeta çocuğu gibi davranıyor, ona kol kanat geriyor. Felix, karısına iyi davranması için Mösyö Mortsauf'u oyalıyor, bazen tavla oynayıp özellikle ona yeniliyor.
Bu arada romanın alt satırlarında dönemin tarihsel olaylarıyla ilişki kuruluyor. Napolyon'un düşmesiyle birlikte, Bourbon hanedanının iktidarı bir kez daha ele geçirmesi üzerine destekçilerinin konumlarındaki değişimi görüyoruz. Bu aşamada güçlenen Mortsauf ailesi, Henriette'in önerisiyle Felix'in Paris'e gitmesini ister ve kendisine üst düzey bazı kişilerle tanışmasında aracılık eder. Yolculuk öncesi Henriette, Felix'in eline bir mektup tutuşturur ki bu romanın en etkileyici bölümlerinden biridir. Henriette, sevgilisine yeni karşılaşacağı çevrede nasıl davranması gerektiği, kimlere güvenip güvenmeyeceği gibi birçok konuda hayat dersleri verir. Son derece etkileyici ve derin bir gözleme dayanan bu satırlar romanda özel bir yere sahiptir. Felix, kısa zamanda kendini kabul ettirir, genç kızların ilgisini çeker fakat aklında Henriette olduğu için kendini gönül ilişkilerine kapatmıştır. Böyle olunca kaçan kovalanır misali daha çok ilgi odağı olur. Ve sonunda İngiliz asıllı, iki çocuklu güzel bir kadın olan Lady Dudley (Amédée) genç adamın cinsel açlığından faydalanır ve onu yanına çeker. Felix, aşkın iki türü olan maneviyat temelli ruhsal aşk ile maddiyat temelli bedensel aşk arasında kalarak büyük bir bunalıma düşer. Sonunda kararını verir ve Henriette'in yanına döner ancak kadın Felix'in kendisini aldattığını öğrenmiştir. Henriette kendi içinde bir hesaplaşmaya girişir. Bir yanda her türlü erdem ve ahlâk kuralını bir tarafa bırakıp Felix'i elde eden Lady Dudley, diğer tarafta ahlak, sorumluluk ve erdemli olmaya çalışırken sevdiğini kaybeden kendisi. Yemeden içmeden kesilir, kırk iki gün boyunca ağzına bir şey koymaz. Felix geldiğinde bir an önce iyileşip her şeyi bir tarafa atmak, Lady Dudley gibi aşkı öncelemek istediğini söyler ve artık kendini aşkın kollarına atmaya karar vermiştir. Ne yazık ki çok geçtir artık. Henriette, ölür ve arkasında bıraktığı biri oğlan, diğeri kız iki çocuğu ve kocası Mösyö Mortsauf'u Felix'e emanet eder. Uçarı Lady Dudley ölümü göze aldığı Felix'in tercihini fazla kafasına takmaz. O yine bir başkasını bulacaktır. Çocuklar ise her şeyi bilmektedir. Henriette'in ölümünden sorumlu gördükleri Felix'e suratlarını asarlar. Özellikle gelinlik çağına gelmiş ve yedi yıl boyunca Felix ile son derece iyi geçinen Madeleine (Henriete'nin hasta kızı) ona arkasını dönmüştür. Oysa Henriette, ölmeden önce kızı Madeleine ile evlenmesini bile önermiştir Felix'e.
Bütün bu olaylardan sonra roman, Nathalie'nin Felix'e yazdığı cevap mektubu ile tamamlanıyor. Bu son mektup önemli. Nathalie, Felix gibi bir insanı kabul edecek mi etmeyecek mi? Bu cevap gerçek bir spoiler niteliğinde olduğundan burada cevabı vermeyeceğim. Romanın ilginç bulduğum diğer bir bölümü de İngiliz ve Fransızların karakter yapısının tartışıldığı bölüm. Yazar bu bölümde Felix'in ağzından Henriette özelinde Fransız kadınlarını yüceltirken Lady Dudley özelinde İngiliz kadınlarını aşağılıyor.
Yukarıda olumsuz eleştirilerim mahfuz kalmak kaydıyla Vadideki Zambak, ağırlığı olan bir roman. Severek okudum diyemeyeceğim, çünkü zorlanarak okudum. Fakat bazı zevklere zor erişilir. Vadideki Zambak romanı onlardan biri olarak kalacak aklımda. Keşke kendi dilinde okuma becerim olsaydı demekten alamıyorum kendimi yine de.
Yazar yaşamı boyunca bir işte dikiş tutturamamış. Yazarlıkta başarıya ulaşamamış, yayınevi sahibi olayım para o işte var demiş, batırmış. Matbaa sahibi olmak yazarın yaşadığı dönemde hayli prestijli bir işmiş. Annesi köşeyi dönerim düşüncesiyle oğlunun yanına, Paris'e taşınmış, elinde avucunda ne varsa oğlu Balzac'ın önüne koymuş. Oysa çocukluğunda, ta ki meşhur bir yazar olana dek yüzüne bakmadığını biliyoruz annesinin. O sıralarda bir de komşusu varmış, bir kadın. Kadının iki kızı var, biri bekar biri de evli. Balzac hangisine ilgi duymuş olabilir? Bekâr olana değil tabii, evli olana da değil. Annesinin şüpheleri hep boşa çıkmış Balzac'ın. Oysa onun sevdiği kızların anasıymış!
Çok roman yazmış yazar, çok kısa sürelerde yazmış, bazılarını yazmadan yayınevlerine satmış. Vadideki Zambak'a özel önem vermiş, yirmi yılda yazdığı bu romana en iyi eserim diyormuş. Yaşamı boyunca ne yaptıysa batırmış, yayınevi, matbaacılık yapmış hep nafile. Tanınmaya başladığında kadınlardan bir sürü mektup almaya başlamış. Bir tanesi ile altı yıl boyunca mektuplaşmış 1850 yılında kadının kocası ölmüş. Kadın büyük servet sahibi ve görkemli şatolarda oturan biriymiş. Gitmiş onunla evlenmiş sonunda Balzac. Fakat, mutluluğu ancak altı ay sürebilmiş, altı ay sonra vefat etmiş yazar.
Vıcık vıcık aşk sözlerini yansıtan uzun betimlemeler pek sarmadı beni. Ancak aforizma niteliğinde pek çok cümle saklı romanda. Okumak sancılı ancak okuduktan sonra doğum yapmış bir kadının ferahlığını hissediyorsunuz. Nasıl oluyorsa, yani sanırım öyledir! İşte size bazı alıntılar.
"Seven bir kadın, erkeğini başka biriyle mutlu görmektense acı çektiğini görmeye razıdır."
"Tanrı insanlara mutluluk duygusunu ve isteğini verdiğine göre, bu dünyada keder ve acı dışında hiçbir şey görmemiş masum ruhları kurtarması gerekmez mi? Bu bir gerçek: ya tanrı yoktur, ya da hayatımız acı bir şakadan başka bir şey değildir."
"Sonradan görme insanlar maymunlar gibidirler. Hayran olunacak bir çeviklikte yukarılara tırmanırlar ama zirveye ulaştıkları zaman artık yalnız ayıp yerleri görünmeye başlar."
"Aşırı güven saygıyı azaltır, bayağılık küçümsenmenize yol açar, fazla çaba da sömürülmenize neden olur. Her şeyden önce şunu unutmayın sevgili çocuk: iki üç kişiden fazla dostunuz olmayacak, onlar için biricik zenginlik, sizin tan güveniniz olacaktır. Bu güveni birçok kişiye dağıtırsanız, onları aldatmış olmaz mısınız? Birkaç insanla başkalarıyla olduğundan daha samimi olursanız, her şeyinizi ortaya dökmeyin, ağzınızı sıkı tutun. Günün birinde onları karşınızda bir rakip, bir düşman olarak bulacakmışsınız gibi tedbirli davranın her zaman. Yaşamın rastlantıları sizi bu yola itecektir. O halde ne soğuk ne de ateşli bir görünüşünüz olsun. Üzerinde kendini güç duruma düşürmeden kalabileceği bir orta yol bulmasını bilin."
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"Kaçış yemeğiniz nedir?"
Sevgili Deep'in yazısını okumadan bu soruya cevap veremezdim. Kutsal bilgi kaynağımız Google Amca'ya müracaat ettim, genellikle birilerinin bir şeyden kaçarken sığındıkları yerde yedikleri yemeğe "kaçış yemeği" derlermiş. Bazen aniden bastıran yağmurdan ıslanmamak için kendisini salaş bir lokantaya zor atan kişilerin önlerine gelmiş, bazen de yurt dışına kaçışın bir nevi kutlaması olmuş, "kaçış yemeği".
Yine Google'dan bilimsel bir doktora tezine rastladım; "kaçış yemeği", comfort food terimi için önerilen Türkçe karşılıklardan biriymiş. Mmm, fena değil, olabilir, derken, anladım ki Deep kaçış yemeği demekle bunların hiçbirini kastetmiyormuş! Neymiş peki? Aynı acil durum elbisesi gibi! Yani? Her ortama uygun işte. Ekşi sözlükte siyah elbiseye vermişler bu payeyi. "Her kadının dolabında acil durum elbisesi olarak mutlaka bulunmalıymış!"
Sonunda çıkarıyor ağzından baklayı Deep. Anlayın artık, diyor. Pratik ve hızlı çözüm olarak, acil yemek yapmak durumunda olduğunuzda, kendiniz için, tek başına iken, aileniz ile veya eve misafir gelecekse... Ve yeni bir terim öğreniyorum: Acil Durum Misafiri!
Öğrenmenin yaşı yok elbette. Fakat arkadaşımızın esas anlatmamızı istediği şey, evde pratik yemek olarak aklımıza ilk önce nelerin geldiği...
Önce şunu ifade edeyim: Ani bir misafir gelmez bizim eve. Rezervasyonsuz misafir kabul etmiyoruz. Rezervasyon yaptıran misafirlerimizi ise çok güzel ağırlarız. Öyle kaçış yemeği, pratik şeyler, dışarıdan alınan hazır gıdalar falan olmaz menüde. Duruma göre çorbasından mezesine, ara sıcağından ana yemeğine, çeşit çeşit tatlısından tuzlusuna toplamda yirmi ilâ kırk çeşittir soframız... Neyse, konumuz bu değil.
Bazen evde, muhtelif nedenlerle, yemeğin olmadığı da olur tabiatıyla. Pazara çıkılmamıştır, evde tadilat vardır, ya da bunun benzeri durumlarda, eşimin ilk aklına gelen şey bana dönüp, "menemen yapsana" olur ve hemen sıvarım kolları. Çoluk çocuk herkes kabul eder menemeni en güzel benim yaptığımı. Diğer yemekleri de güzel yaparım ama ev halkının söyleyeceği bir şeyler bulunur mutlaka. Fakat söz konusu menemen olduğunda, bütün ağızlar kapanır ve herkes söz birliği edercesine benim bu konuda ne kadar usta olduğumu kabul edip takdirlerini esirgemezler. İşin püf noktasını da şöyle vereyim. Biberler, soğanlar ve en son doğranmış domatesler piştikten sonra (domateslerin pişme derecesi çok önemli, ne çiğ kalacak ne fazla pişmiş olacak) üzerine yumurtaları çırpmadan kırıp beyazları pişene dek kesinlikle karıştırmamak. Sadece çatalın ucuyla pişmeyen ya da kabaran yerleri söndürebilirsiniz. Ne zaman ki yumurta beyazları pişti (ya da pişmek üzere), sadece bir kez altını üstüne getirecek şekilde karıştırın. (çorba karıştırır gibi değil) Birkaç dakika sonra ocağın altını kapatabilirsiniz. Tuzu pek sevmem, isteyen domateslerle birlikte tuzunu ekleyebilir. Benim için önemli olan karabiberdir ve piştikten sonra yemeğin üzerine ekilir, bir de kırpılmış maydanoz varsa üzerine ekilecek, daha ne olsun.
Evliliğimizin ilk yıllarında kanape yapardım. Küçük ekmek dilimleri üzerine tereyağı sürer, üzerini sucuk, kaşar peyniri, domates ve biberle süsleyip fırın ızgarasında pişirirdim. Şimdi alt katımız balıkçı, pişirme de yapıyor. Büyük balık olunca, ızgara yaptırıp eve getirtiyoruz bazen. Küçük balıkları evde kendimiz tavada pişiriyoruz. Dışarıda kim bilir hangi yağ, kaç sefer kullanılmıştır hikâyesini bilirsiniz. Bunun dışında hemen yan tarafta sokağın içinde nefis Adana dürüm yapan bir yer var, bize çok yakın. Yukarıdan elimizi sallasak görebilir yani. Ya da güzel lahmacuncu, pideciler var çevremizde. Eve temizlikçi kadın gelince kıymalı yumurtalı pide yaptırırız, bazen. Dün kızımla damadım İnciraltı'nda bir Adana kebapçıya gitmişler. Ben çok önce gitmiştim oraya, sanırım Baba Kebap'tı adı. Birer porsiyon Adana Dürüm, yanında birer de ayran içmişler, hesap 395 TL. Artık dışarıda yemek yemek istersen kişi başı alkolsüz 200 TL, kişi başı alkollü en az 400 TL'yi gözden çıkarmak lâzım.
Evde pratik bir şeyler yapmayı severim. Bu basit bir tost ya da sandviç olabilir. Ama yumurtasını asla ihmal etmem. Dışarıdan yemek yememin zorunlu olduğu günler benim için özeldir. Gider yarım ekmek arası kokorecimi ya da bildiğim bir yere yakınsam midye dolmamı yerim. Ne yazık ki bunları eşim ağzına koymaz.
Dün gece erken yattım. Tabii pek çoğunuza göre erken sayılmaz, saat 01.00'i geçiyordu biraz. Öyle olunca sabah kargalar kahvaltılarına başlamadan gözlerimi açtım. Aslında gözümü açmamın nedeni de gördüğüm bir rüya! Öyle sık rüya gören biri değilim. Bu yüzden hayli sıra dışı bir olay benim için. Uyanır uyanmaz eşime anlattım ki, hafızamdan silinmesin. Gördüğüm rüyayı zihnimde birkaç kez tekrarlamaz, ya da birine hemen anlatmazsam yine kaybolup gidecek. Yetmedi, sıcağı sıcağına gelip burada yazayım dedim. Gördüğüm rüya şöyle:
İki arabayız. Bir yerden ayrılıyoruz, ne için geldik, bizi uğurlayanların kimler olduğuna dair bilgi yok. Fakat birileri dönüş yolumuzun tehlikeli olduğunu söylüyor sürekli. Ben önden gideyim diyorum diğer arabaya, siz beni takip edersiniz. Yalnız mıyım, emin değilim. Sanki biri var yanımda fakat kim olduğunu çıkaramıyorum. Neyse, yola çıkıyoruz, ben önde yol alırken, diğer arabanın dikiz aynamdan beni takip ettiğini görebiliyorum. Toprak, yer yer çakıllı ve bol virajlı bir yol. Yahu, amma abarttılar diyorum kendi kendime, neyi varmış yolun, fıstık gibi yol işte. Süratleniyorum bu yüzden, arkamdaki araba çok gerilerde kaldı. Öyle bir yere geliyorum ki, çevrem atölyelerle, iş makineleriyle dolu. Bir şantiye olmalı, fakat herhangi bir insan görünmüyor ortalıkta. Derken, şantiyenin ortasından geçiyorum ve yol bitiyor. Üstte bir yol var fakat oraya çıkmak çok zor, bir çare arıyorum. Tam karşımda büyük bir kaya kamyonu, hani tekerlek yükseklikleri insan boyunu geçen dev kamyonlardan, yüzü bana bakacak şekilde dik bir rampanın üzerinde duruyor, içinde sürücü görünmüyor. Hayli dik ve dar olsa da, bu rampanın hemen yanındaki yoldan geçip üst yola çıkabilirim diyorum, dediğimi yapıyorum. Fakat tam yokuşun tepesine geldiğimde kamyon kımıldamaya, aşağı doğru ağır ağır hareketlenmeye başlıyor. Eyvah diyorum, şimdi önüne ne gelirse silip süpürecek! Allah vere karşısına insan falan çıkmasa... Dev kamyon gittikçe hız kazanıyor, şantiyenin ortasına geldiğinde nasıl olduysa yol kenarındaki dozerlerden biri durumun farkına varıyor ve kamyonun önüne geçmeye çalışıyor. Kamyon hızla dozere çarpıyor ve dozerin yönü değişiyor çarpmanın etkisiyle. Helâl olsun dozer operatörüne, kamyonu nasıl fark etti ama. Gözünü kırpmadan kamyonun önüne geçip olası büyük bir faciayı önledi diye düşünürken dozer, bulunduğu yerde yavaş yavaş batmaya başlıyor. Bir bataklığın içine düşmüş gibi sanki. Önce yarıya kadar, sonra kabini çamur haline gelmiş toprağa gömülüyor. Bütün bu olayı film izler gibi takip ediyorum. Eyvah, eyvah diyorum, operatörün kurtuluşu yok artık, zemin yutacak zavallı çocuğu... Nitekim çok geçmeden görünmez oluyor operatör kabini. Zavallı çocuk diyorum kendi kendime, kamyonu durdurmak isterken canından oldu. Artık kimsenin ona yardımı dokunamaz. Bir görüntü geliyor o an gözüme. Toprağın altında operatörün yüz ifadesini açık seçik görüyorum. Sanki biri kabinin içine kamera koymuş bana gösteriyor. Operatör, sarışın, zayıfça, yeşil gözlü...Çaresizlik içinde gözleri dolmuş, sağ elinin tersini sol elinin avucuna vurarak kaderine lânet okuyor içinden. Ve görüntü kayboluyor o an gözümden, uyanıyorum.
Hayır mı şer mi bilmiyorum, hayırdır diyelim ve rüyaların tersi çıkar inancına dört elle sarılalım. Rüya yorumcusu değilim ama gördüğüm rüyayı ben şöyle yorumladım:
Dev kaya kamyonu devleti temsil ediyor, içinde sürücüsünün olmaması, ülkemizin sahipsiz kaldığını gösteriyor. Sürücüsüz kamyon, yokuş aşağı, kontrolsüz bir şekilde yol alıyor, aynı ülkemizin içinde bulunduğu durum gibi! Sonra bir yiğit çıkıyor, gidişattaki vahameti fark ediyor ve kendini riske sokmak pahasına dozeriyle kamyonun önüne geçip çevreye zarar vermesini önlemeye kalkışıyor. Operatörün genç olması, kurtuluşun gençler sayesinde olacağını simgeliyor. Bir şekilde büyük felâketin önüne set çekiliyor fakat gençlik bu uğurda canından oluyor. Kamyon az sıyrıklarla durumu kurtarıyor, şantiyede atölyelere, tesislere pek bir şey olmuyor. Şantiyede insan kalmamış, herkes bir köşeye gizlenmiş, ya da yaşayan kimse yok artık, terk etmişler vatanı. Kamyonu hareket ettirip aşağı doğru iten dıj güçler! Kamyon yara bere alsa da hâlâ ayakta, gençliğin hayatı kararmış... İçime ağrılar giriyor, reis seçimi kazanacak galiba, hem de cumhuriyetin yüzüncü yılında... Ülkede insanlar kaçmış, terk etmişler vatan toprağını... Gençlik kaybetmiş... İnşallah tersi çıkar rüyamın, Allah rızası için Tanrım, ne olur tersi çıksın...
İçinden bir parça koptuğunu hissetti. Ne yaparsa yapsın Niki'nin kararını değiştirmeyeceğinden ve arkasını dönüp gideceğinden emindi, lâkin ateşler içinde yanan yüreğine söz geçiremiyordu. Ailesinin gururunu kurtarmaya yemin etmiş genç kızın duygularına gem vuran inatçı ve umursamaz bakışlarının biraz olsun yumuşadığını gördüğünde sevgisine karşılık bulduğu hissine kapılıp umutlanmıştı oysa. Şimdi geri dönmemek üzere bir kuş gibi havalanmıştı gökyüzüne, ellerinin arasından. Gözyaşları damla damla yanaklarından süzülürken hayatın ne kadar acımasız, ne kadar anlamsız olduğunu düşündü. Koşup peşinden gitmek, ayaklarına kapanmak, yalvarmak istiyordu. Fakat bütün bunların nafile çabalar olacağını, genç kızı yolundan çevirmenin asla mümkün olamayacağını adı gibi biliyordu Norman. Nemli gözlerinde belli belirsiz bir ümit ışığı belirdi. Acaba olabilir miydi böyle bir mucize. Ya karşılamaya gelen olmazsa Niki'yi? Onu o halde bırakıp gidecek miydi? Uzaktan genç kızı takip etmeye karar verdi. Yüreğine taş basıp genç kızın evleneceği adamı görene kadar işin peşini bırakmayacaktı. Cebinden çıkardığı mendille gözünün nemini aldı ve çıkışa doğru yürümeye başladı.
Rıhtımı dolduran yüzlerce genç kız, kendilerini karşılamaya gelen damat adaylarına neşeyle ellerini sallayıp karşılık verirken bağrışmalar, anonslar, çığlıklar karışmıştı birbirine, kulakları sağır eden bir gürültü sarmıştı her yanı. Ön tarafı tel örgüyle kapatılmış platformda toplanan erkekler, ellerinde çiçekler ve en şık kıyafetleriyle, kalabalığın arasında müstakbel eşlerini seçmeye çalışıyorlardı.
Terzi Prothromos, erkek kardeşleriyle beraber gelmişti Niki'yi karşılamaya. Elli yaşını aşkın olmasına rağmen olduğundan daha genç gösteriyordu. Saçlarını siyaha boyatmış, bıyıklarına özenle şekil vermişti. Açık renk şık takım elbisesi giymişti, kahverengi kravatıyla aynı parlak kumaştan bir cep mendili kıyafetini tamamlıyordu.
"Keşke bir resmi olsaydı elimizde be birader!" dedi, kardeşlerden genç olanı. Yüzlerce genç kadını bir anda karşısında görünce yüzünü asmış, karamsarlığa kapılmıştı. Diğer kardeş elindeki gonca güllerden oluşan buketi uzattı ağabeyine. "Ağabey, tut şu çiçekleri, damadın kim olduğunu anlayabilsin!" Üç kardeş birbirine bakıp gülümserken küçük olan lâfının devamını getirdi. "Hepimiz de bıyıklıyız, bir karışıklığa meydan vermeyelim... Bu kadar insan arasında seni tanıması onun için epey zor olacak." Büyük kardeş, küçüğüne hak verdi. "Hatırlarsanız, kız kardeşi geldiğinde, onunla buluşana kadar ne sıkıntılar çekmiştik..."
Uzun yıllar mesleğini başarıyla icra ettiği Şikago'da şan şöhret sahibi olup varlıklı bir yaşam süren Prothromos, annesi Sofia'yı kırmamak için zoraki kabul etmişti bu evliliği. Niki de ailesinin şerefini kurtarmak, Eleni'nin ayıbını örtmek için, öz teyzesi ve aynı zamanda vaftiz annesi olan Sofia'nın talebini geri çevirmezdi. Birbirlerini ilk kez göreceklerdi. Buluşmalarını sağlayabilecek tek şey Niki'nin yanından ayırmadığı Prothromos'un portre fotoğrafıydı.
Son derece gergindi Prothromos, Eleni'den sonra ya Niki de olmazsa? O da yapamayıp memleketine dönmek isterse? Amerika'ya ilk geldiğinde o da büyük sıkıntılar çekmiş, aç kalmış, yatacak yer dahi bulamamıştı kendine. Yıllarca çalışmış, para biriktirmiş ve sonunda istediği her şeyi satın alabilecek, en güzel konutlarda oturabilecek konuma gelmişti. Artık tek isteği kendi milletinden, kendi kültüründen biriyle huzur içinde bir yuva kurmaktı. Eleni'ye elinden geldiği kadar yardım etmiş, onu hoşnut edebilmek için büyük çaba göstermişti fakat genç kız ailesinin, memleketinin özlemiyle yanıp tutuşurken yeni hayatına bir türlü uyum sağlayamamıştı. Prothromos, sil baştan bir kez daha tecrübe edecekti aynı şeyi şimdi.
Çiçeği kardeşinden alırken elleri titriyordu Prothromos'un. İçini çekti. "Tanrı aşkına... peki, ikinci defa nasıl olacak bu iş?... hem de kız kardeşiyle... " Küçük birader araya girdi. "Sıkma canını be ağabey... içini ferah tut... göreceksin bak, her şey güzel olacak... "
Gemiden çıkarken Olga'yı arıyordu Niki'nin gözleri. Siyah bir baş örtüsü geçirmişti başına fakat ön taraftan alnına dökülen beyazlaşmış saçları görünüyordu. Niki onu uzaktan gördüğünde, küçük kız, panik halinde sanki bir yere yetişmeye çalışıyor gibiydi. Kendisine seslenildiğini duyan Olga, ürkekçe başını çevirdi. Niki'yi görünce rahatladı ve yanına gelmesini bekledi. Yüzü bir suç işlemiş gibi kızarmıştı. Niki, çantasından çıkardığı bohçayı uzattı küçük kıza. "Al bunu," dedi. "İçinde Haro'nun gelinliği var, bu artık senin." Sesi titriyordu genç kızın.
Olga, utanarak öne indirdiği bakışlarını yavaşça yukarı kaldırırken masumca gülümsedi ve bohçayı Niki'nin elinden aldı. "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim." dedi. İki genç kız birbirlerine sımsıkı sarıldı.
Olga'yla vedalaşan Niki'nin gözleri dolmuştu. Eşyalarını koyduğu heybeyi sırtlayıp kalabalığın arasına karıştı. Norman'ın kendisini takip ettiğinden emindi. Yüksek platformun korkuluğundan sarkarak ellerindeki rengarenk çiçekleri, beyaz fötr şapkalarını sallayan yüzlerce adamın arasından Prothromos'u bulmak hiç de kolay olmayacaktı. Sadece adını bilen Prothromos'un Niki'yi görüp tanıması zaten mümkün değildi. Eğer bu buluşma gerçekleşmeyecek olursa ne yapacaktı Niki? Prothromos'a nasıl ulaşacağına dair hiçbir fikri yoktu genç kızın. Yukarıdan aşağıdaki kalabalığa doğru bağırarak sabırsızca sipariş gelinlerin adlarını çağırıyordu bazıları. "Bayan Thoraaaa... Thora Koutsoukos!" diye seslendi, elinde sarı çiçeklerden oluşan bir buket taşıyan genç adam. Kolunda sepetiyle genç kızlardan biri kalabalığın arasından sıyrılarak sesin geldiği yere koştu. Ortalık ana baba gününe dönmüştü. "Angela Pouixeos!" diye bağırdı başka biri. Yine, genç kızlardan biri, heyecanla başını çevirdi, korkuluktan uzatılan kollara doğru koştu. Kaderleri yüzlerine gülen genç kızlar birer ikişer sevdiklerine kavuşup yeni hayatlarına doğru yelken açıyorlardı. Umutsuzluğa düşen bazı gençler yanlarında getirdikleri, bekledikleri gelin adaylarının ad ve soyadları yazılı pankartları ellerinde sallayıp duruyorlardı ama kızlardan çoğu okuma yazma bilmediğinden pek işe yaramıyordu bu çabaları. "Sakız Adasından küçük Katinakiii" sesine doğru kollarını havaya kaldırıp koşmaya başladı, yanakları al al olmuş, başı yeşil tülbentle bağlı, şalvarlı küçük bir kız. Bayram yeriydi sanki, Amerikan bayraklarının yanı sıra değişik ülkelerin bayrakları sallanıyordu ellerde. Geldikleri ülkenin bayrağını gören gelin adayları o yöne doğru yaklaşıyordu. "Paraskevoula Petimertzis!" diye seslendi kalabalığın arasında dolaşan kadın bir görevli. Eşlerini bulan damat adaylarının sevinçleri görülmeye değerdi. Bazıları genç kızları kucaklayıp neşeyle dans ediyor, kimisi dualarını kabul ettiği için ellerini açıp Tanrı'ya dua ediyor bazıları ise sevinç göz yaşı döküyordu.
Dışarıda curcuna devam ederken gemiyi rıhtıma bağlayan halatlardan birine sarılan genç bir denizci, usta hareketlerle kendini gemiden dışarı sarkıtmayı başarmıştı. Arkasında sırt çantası başında Norman'ın hediye ettiği fötr şapkasıyla Nikolas'tan başkası değildi bu delikanlı. Önceden anlaştıkları üzere aşağıda bekliyordu Olga kendisini. Genç adam elinden sıkıca kavradığı genç kızla birlikte bir kaç adım attıktan sonra dönüp arkasına baktı. Yakayı ele vermeden kaçmayı başarmıştı. El ele verip neşeyle hayallerinin peşine koşarken izlerini kaybettirdiler.
Bulutsuz gökyüzünde güneş, tepe noktasından batıya doğru hızla ilerliyordu. Saatler geçmesine rağmen rıhtımdaki hareketlilik hız kesmemişti. Eşlerine kavuşan müstakbel damatlar, sipariş ettikleri genç kızları önce karantina ofislerine götürüp, orada doktor muayenesinden geçirdikten sonra sağlık raporlarını ve geçici kimliklerini almak üzere göçmen kabul bürolarına yönlendirildiler. Aralarında Niki'nin de bulunduğu bir grup genç kız, platform boyunca bir aşağı bir yukarı gidip geliyor, ellerindeki fotoğraflara dikkatlice baktıktan sonra platformda bekleyen adamların yüzlerini inceleyerek kendilerini karşılamayı umdukları adamları bulmaya çalışıyorlardı.
Niki, yürümekten yorulmuştu artık. Tam pes etmek üzereyken hemen karşısında kalabalığa boş gözlerle bakan üç adamın önünde durduğunda onu uzaktan izleyen Norman'ın kalbi sıkışmaya başladı. Niki, dikkatle elindeki Prothromos'un fotoğrafı inceledi emin olmak için. Sonra başını kaldırıp elinde çiçek tutan adama baktı. Yüzü, gözleri, burnu, bıyığı fotoğraftakinin aynıydı. Şüphesiz bu Prothromos olmalıydı. Fotoğraftaki adam biraz gülümsüyordu sanki. Fakat karşısındaki adamın suratı asıktı.
Prothromos ve kardeşleri Niki'nin onları izlediğinin farkında bile değildi. Arkalarındaki bir adam terzinin kulağına bir şeyler fısıldadı. Niki'nin uzun bir süre onu incelediğini söylemiş olmalıydı. Prothromos, karşısındaki genç kıza baktı. Şimdi ikisi de birbirlerine bakıyordu. Niki, karşısındaki, babası yaşındaki adamdan bir türlü emin olamıyor, gözleri fotoğrafla Prothromos arasında mekik dokuyordu. Sonunda kararını verdi. Başındaki siyah örtüyü sırtına doğru kaydırdı. Güneşin ışınları bembeyaz saçları aydınlatıyordu. Gözlerini yere indirip öne doğru birkaç adım ilerledikten sonra durdu. Başını kaldırdı, Prothromos'la uzunca bir süre bakıştılar. Norman'ın umutlarının tükendiği andı bu. Daha fazla dayanamazdı artık. Genç adam, başını çevirdi, sessizce limanın çıkış kapısına doğru yürümeye başladı.
"Ben, Niki Douka'yım." dedi, sakin görünmeye çalışarak. İçinde kopan fırtınayı gizlemek ne derece mümkün olabilirdi. Prothromos için de şaşırtıcıydı bu tablo. Eleni'den sadece beş yaş büyüktü Niki. Beklediği genç kız olamazdı bu gördüğü, kendisini Niki olarak tanıtan kişi ak saçlı bir kadın olarak çıkmıştı karşısına. Ne var ki, kabullenmek zorundaydı. Ailenin şerefi söz konusuydu. Annesi Sofia, Niki'yi görmüş, beğenmiş ve oğluna lâyık görmüştü. Acılı gözlerle baktı Niki'ye. Yapacak bir şey yoktu.
Bir hafta sonra, Prothromos'un malikânesi, seçkin davetlilerin katıldığı bir düğüne ev sahipliği yapıyordu. Niki, üzerindeki süsleri ve taşları sökülmüş sade gelinliğini giymişti. Şen şakrak memleket müziklerinin ezgileri eşliğinde dans eden neşeli gençler arasında yüzü gülmeyen tek kişiydi Niki. Bedeni salonda Prothromos'la dans ederken, ruhu başka yerlerdeydi. Prothromos, elinden gelen her şeyi yapmış, bir türlü hoşnut edememişti genç kızı. Uzun gemi yolculuğu, tedavisi mümkün olmayan derin yaralar açmıştı yüreğinde. Karabulat'ın tuzağına düşürdüğü zavallı kızlar, Haro'nun yürek parçalayan hikâyesi, Norman, Norman, Norman... Genç kızın tek tesellisi, küçük Olga'nın kurtulmasıydı. Bir de Haro'ya karşı son görevini yerine getirmeliydi.
Haro'nun küçük bez bohçasını çantasına koyup sabah erkenden postanenin yolunu tuttu. İçerisi fazla kalabalık değildi. Ortadaki uzun masalardan birine oturdu. çantasından çıkardığı kenarları dantelli bez bohçayı açtı önüne. Genç kızın Norman tarafından çekilen gelinlik fotoğrafına baktı uzun bir süre. Fotoğrafın altında bir başka fotoğrafı aldı eline. Antonis'in fotoğrafıydı bu. Ve en altta bir deste mektup. Hepsini Antonis göndermişti Haro'ya. Her satırı özlem ve aşk kokuyordu. Teker teker okumasını istemişti ondan. Birlikte üzülmüşler, birbirlerini teselli etmişlerdi. Genç kıza gençsin, unutursun, yeni bir hayata başlayabilirsin demişti. Haro da ona bırakma sevdiğini, benim için çok geç ama senin şansın var hâlâ demişti. Haro, sözünü dinlememişti onun. O da kulak asmamıştı Haro'ya. İki ölü ruh, bir ruhunu kaybetmiş beden kalmıştı geriye. İki damla göz yaşı düştü mektupların üzerine. Büyükçe bir zarfın içine koydu resimleri, mektupları. Zarfın üzerini yazdı. "Asker Antonis Memas, Samothraki Adası, Yunanistan" Küçücük bir adaydı Semadirek, elbette eline geçerdi Antonis'in. Haro'ya ne olduğunu, eli varmadı yazmaya. Kapattı zarfın ağzını.
Günler, aylar birbirini kovalıyordu. Niki her şeyi unutmak için kendini çalışmaya vermişti. Gece gündüz dikişi bırakmıyordu elinden. Prothromos iyi davranıyordu ona. Pek karışmıyordu, kendi haline bırakmıştı bir süre. Alışmasını beklemişti yeni hayatına.
"Geç oldu, Niki... Hadi toparlan artık..." Genç kız hiç oralı olmadı. Prothromos, gazeteyi elinden bırakıp ayağa kalktı. "Çorba yaptım, soğuyacak!"
"Siz evlenmek için dırdır etmeyen bir kadın aramıyor muydunuz?... İşte, tam istediğiniz gibi birini buldunuz... Ayrıca çok çalışmaktan şikayetçi değilim." dedi Niki. Prothromos buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi.
"İzmir'de dırdırcı tipleri iyileştiren Meryem Ana diye bir yer var... Müslümanlar ve Hıristiyanlar... kilisenin dışındaki bir ağacın dallarına... çaput bağlayarak çare arar."
"Bunu duymuştum daha önce..." dedi Niki. Duygularından arınmış adeta bir robota dönmüştü yüzü. Prothromos, başını sallayıp sessizce yanından ayrılarak yatmaya gitti. Bir süre sonra dikiş makinesinin başından kalkan Niki, çalışma odasına geçti. Işığı açıp komodinin üst çekmecesinde, Norman'ın kendisine verdiği kutuyu çıkardı, masanın üstüne koydu. Kapağı kaldırdı, mukavva kutunun içinde Norman'ın çektiği sipariş gelinlerin fotoğrafları vardı. Teker teker elinden geçirirken hüzün kapladı içini. Fotoğrafların altındaki beyaz bir zarfın üzerinde büyük harflerle adı, soyadı yazılıydı. "NIKI DOUKA" Heyecanla ağzı kapalı zarfı aldı eline, dikkatli bir şekilde içindeki mektubu çıkardı. Norman'ın kendi el yazısıydı.
"Sevgili Niki,
Bundan böyle hiç aşk mektubu almadım dememen için yazıyorum bunları sana...
Ben senin dikiş iğneleriyle delik deşik olmuş ellerine aşık oldum...
Sonra kestane rengi gözlerine... Matia kastana...(*) Her şeyine...
Sen ve ben, farklı dünyalardanız, Niki... Esi ki ego...(**)
Şans eseri yollarımız kesişti... Artık asla bir araya gelemeyeceğiz... Çünkü bahtsız dünyaların insanıyız biz...
Şunu bil ki Niki, sonsuza kadar özleyeceğim seni...
Norman Harris"
Niki, parmağını mektubun üzerindeki Norman'ın adı üzerinde gezdirirken yaşlar akıyordu gözünden. Norman, diye fısıldadı, mektubu göğsüne bastırırken, sevgilim...
Savaş, arkasında telâfisi olmayan acılar bırakıp sona ermişti. Niki, kendisinden beklenen dırdırcı olmayan eş rolünü sürdürürken ruhu dışında kendisinden istenen her şeyi vermişti Prothromos ve ailesine. Kederini unutmak için deliler gibi çalışıyordu. Kısa sürede semeresini vermişti bu çalışmalar, erkek terzisi Prothromos kadın kıyafetleri üzerinde de söz sahibi olmuştu Niki sayesinde. Şikago'nun cemiyet hayatına girmişti Niki, modayı yakından takip eden, toplum tarafından sevilip saygı gören bir kişi olmuştu. Yardımsever, iyi yürekli, alçak gönüllüydü. Kendisine soru sorulmadan konuşmamasına, yüzünün gülmemesine de alışılmıştı herkes. Her ay, ailesine yüklüce para gönderiyor, üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getiriyordu. Prothromos, Niki'nin kalbine girebilmek için her yolu denemiş, defalarca sıkıntısının sebebini sormuş, onu hediyelere boğmuş, her istediğini yapmıştı ama yüzünü güldürmeyi başaramamıştı genç kızın. Hiçbir zaman Norman'dan bahsetmedi Prothromos'a. Memleket özlemine vurup sonunda kabullenmişlerdi genç kızın durumunu.
Yaklaşık bir yıl sonra bir ziyaretçisi olduğu söylendi Niki'ye. Kimmiş, diye sordu hizmetçiye. Aldığı cevap küllenmeye yüz tutan ateşi yeniden harlatmıştı yüreğinde. "Antonis Memas adında kılıksız bir adam!" dedi kadın. Hemen üstünü değiştirip kapıya koştu. Saçı başı dağılmış, üzerinde hırpani kıyafetleri olan avurtları çökmüş genç bir adam, elinde bir zarfla birlikte merdivenlerin başında bekliyordu.
"Antonis!" dedi, heyecanla. Adamın boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. "Gel içeri, "dedi kolundan çekerek. Hizmetçi, gözlerinin fal taşı gibi açmış, Niki'yi izliyordu.
Salona geçip antika koltuklardan birine oturdular yan yana. "Haro'nun arkadaşıyım, geçen yıl gemide tanışmıştık onunla," dedi.
"Hareklia," dedi cılız bir sesle Antonis. "Nerede şimdi, niye mektuplarımı geri gönderdi?"
"Çok sevmişti seni," dedi Niki, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. "Ayrılığın acısına dayanamadı...." Dili varmıyordu her şeyi açık açık söylemeye.
Anlamıştı Antonis, gözleri karardı. Oturduğu koltuğa bir çuval gibi yığıldı.
Niki'nin mektubunu aldığında yeni çıkmıştı hastaneden Antonis. Koltuk değnekleriyle zar zor yürüyebiliyordu. Ayağa kalkar kalmaz ilk işi Haro'nun peşine düşmek olmuştu. Gümülcine'nin Karlıdere köyüne varıp sevdiği kızı alacaktı yanına. Babası çıkmıştı karşısına. Unut Haro'yu artık, demişti. Amerika'da zengin biriyle evlenmek üzere İstanbul'da bir gemiye bindirdiğini söylemişti genç kızı. O günden beri merak içindeydi, aylarca bir haber alamamıştı kendisinden. Karalar bağlamıştı Antonis. Adaya dönmüştü. Nasıl izini bulacaktı sevdiğinin? Tam o sırada Semadirek muhtarı yanına çağırmış, eline bir zarf vermişti. Şikago'dan geliyordu. Zarfın içinde kendi mektuplarını görünce şok olmuştu. Haro, nasıl vazgeçerdi ondan? Ne bir not ne de bir çift söz çıkmıştı zarftan. Sadece gelinlik içinde Haro'nun bir fotoğrafı ve ona yazmış olduğu tüm mektuplar... Bu işin içinde bir iş olmalıydı. O an kararını vermişti. Zarfın üzerinde gönderenin adı ve adresi yazılıydı. İlk fırsatta bir gemi bulup Şikago'ya mektubu gönderen kişiye ulaşacaktı. Kolay değildi bu iş tabii. Yolculuğa yetecek para biriktirmesi, bunun için yıllarca çalışması gerekiyordu. O kadar bekleyemezdi. Semadirek adasından ayrıldı. Pire limanında Amerika'ya gidecek gemilerde çalışmak üzere iş kollamaya başladı. Hamallık yaparak yarı aç yarı tok günlerini geçiriyordu. Aradan bir yıl geçtikten sonra beklediği fırsatı yakalayabilmişti ancak.
Niki, Haro'yu, gemi yolculuğunu, genç kızın udunu alıp yanık sesiyle ayrılık şarkıları söylediğini, uzun uzun dertleştiklerini, sevdiği insana ihanet etmemek için çaresizce nasıl çırpındığını, bunalıma girdiğini, geceler boyunca Antonis'in ismini sayıkladığını ve sonunda canına kıydığını anlattı. Genç adamın gözündeki yaşlar kurumuştu. Boş gözlerle bakıyordu Niki'ye.
"Uzun yoldan geldin, şimdi bir duş alıp bir şeyler atıştır ve dinlen biraz. Prothromos'la konuşurum, sana burada bir iş ayarlar." dedi Niki. Hizmetçiyi çağırıp onunla ilgilenmesini, Prothromos'un kıyafetlerinden birkaçını genç adama vermesini söyledi. Kadın ne yapacağını bilmez halde Niki'ye baktı bir süre. Yaklaşık bir yıldan beri ilk kez kendisinden bir şey istiyordu. Kekeleyerek, "Pe, peki efendim." dedi.
Gazeteci Norman geçmişin anılarıyla tutunmaya çalışıyordu hayata. Niki'yi unutamamıştı. Memleketi Detroit'te, yerel gazetelerin birinde kendine bir iş bulmuş, ayakta durmaya çalışıyordu. İş çıkışı semt pazarına uğrayıp yiyecek bir şeyler almak istedi bir gün. Gazeteci çırağı, kasketli, ufak bir çocuk "Son baskı!" diye bağırarak elindeki gazeteleri satmaya çalışıyordu. Biraz ötede manavın biri "Yeşil elmalar, kırmızı elmalar, sulu elmalar..." diye inletiyordu ortalığı. Gazete bayisinde çalışan bir genç elindeki dergiyi Norman'a uzattı. "Cemiyet hayatında olup bitenlere bir göz atmak istemez misiniz, beyim?" diyerek önünü kesti. Norman, magazin dergisinin kapağına bakınca az daha küçük dilini yutacaktı. Bayinin tezgâhını süsleyen meşhur Society dergisi, kapağında kendisinin çektiği Niki'nin portre fotoğrafına yer vermişti. Saçları simsiyah, gözleri kestaneydi. Bakışları, vakur ve kararlıydı. Kapak yüzünün sağ alt köşesinde büyük harflerle "sipariş gelinler" yazıyordu. Dergiyi eline aldı, uzun uzun baktı resme. Niki'nin hatıra olsun diye kendisine verdiği, kravatının üzerine iğneyle tutturduğu yeşil küpeyi okşadı. Satın adlığı derginin sayfaları arasında Niki'yle yapılmış bir röportaj vardı. İstese Şikago'ya gidip kendisine ulaşabilirdi. Fakat huzurunu kaçıramazdı genç kızın. Yüreğine taş basıp kabuk bağlayan yaraları deşmeyecekti yeniden. Nietzsche'nin dediği gibi iki insanın birbirini sahiplenme duygusundan çok daha öte bir şeydi aşk...
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sessiz ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"Günümüzün genç insanları önceki genç kuşaklardan daha çok güç, bilgi ve etki sahibi. Bunun nedeni ne olabilir? Bu durum gençlerle büyüklerin iletişimini, ilişkisini etkiler mi?"
Günümüz genç insanları önceki genç kuşaklardan daha güç, bilgi ve etki sahibi, öyle mi gerçekten? Gezi eylemleri sırasında ortaya koydukları performans biraz ümitlendirmişti beni ancak devamı gelmedi. Eski kuşaklar yenilerini korkuyla dize getirdi. Oysa ellerinde eskilerin sahip olduğu imkanlardan çok daha fazlasına sahiplerdi! Güç kimde? Eski gençler güçlerini göstermek için en azından seslerini duyurmaya çalışırlar, eylem yaparlar ve bazı kazanımlar elde ederlerdi. Söyler misiniz, bugünün genç kuşaklarının elinde hangi güç var, seslerini ne ölçüde duyurabiliyorlar, kazanımlarından bir örnek olsun geliyor mu aklınıza? Bilgi desen, durum daha kötü. Okullarda verilen bilgilerin çoğu çağdışı, eksik ve ezbere dayanıyor. Eskiden üniversitelerimizden birkaçı dünya ölçeğinde kendilerine yer bulabiliyorlardı. Bugün bırakın üniversite mezunlarını, profesörler bile aldıkları yetersiz eğitimden dolayı saygıyı hak etmiyor. Günümüz ve gelecek nesil gençleri arasından sayıca daha fazla mezun, daha fazla profesör çıkabilir fakat, her türlü teknolojik imkâna sahip olmalarına karşın onlar nitelik bakımından eski kuşakların bilgi seviyesine erişemeyecek gibi görünüyor.
Sorular, bir hüküm cümlesi üzerine bina edilmiş! Bu düşünce, kendisinden önceki genç kuşakları yeterince tanımayan genç kuşakların, sahip oldukları takdire şayan özgüvenlerinin ötesinde, hayali bir üstünlük hissine kapıldıklarını da gösteriyor bir bakıma. Kuşaklar arası çatışma tarih boyunca toplumların değer yargılarının değişmesi sonucunda ortaya çıkan bir olgu. Sözgelimi dönemin modasına uygun olarak kulak memelerinin üç santim altına kadar uzayan favori bırakırdık gençlik yıllarımızda. Erkeklerde uzun saç modaydı. İspanyol paça pantolon giyerdik. O zaman büyüklerimiz bize müdahale eder, favorilerin kulak memesi hizasını geçmesin, kes şu saçlarını karılara benzedin, ne o pantolonunun paçaları deyip kızarlardı. Bugün gençler saçlarını yeşile, pembeye boyatıyor, oğlanlar küpe takıyor, dövme, piercing yaptırıyor. Günümüz ebeveynlerinin gençlerin tercihlerine daha fazla tolerans gösteriyor olması, onların kendi gençlik dönemlerinde daha az etkili olduklarını göstermez. Zira gençliğimizde daha fazla direnişle karşılaşmamıza rağmen, erkekler saçlarını, favorilerini uzatır, hatta daha o zamanlarda bile kolye takarlardı boyunlarına. Gençlerin modayı takip etmiş olmaları ya da yaşam tarzlarında meydana gelen değişimler daha güçlü, etkili ve bilgili olduklarını göstermez.
Kesin olan şudur ki, yeni nesil, eskisine göre çok daha fazla imkâna sahip. Genel anlamda, günümüz genç kuşaklarının, önlerinde hazır bulduğu teknolojik yenilikleri, bilgiye ulaşım ve iletişim konusundaki avantajlı durumları yeterince değerlendiremediklerini, tüketime dönük bir takım faaliyetlerin etkisine kapılıp enerjilerini boşa harcadıklarını düşünüyorum.
Burada anlattıklarım bir kuşak çatışması değil, sadece bir tespit. Eski zaman gençleri büyüklerine daha saygılıydı, aza kanaat eder, olanla yetinirlerdi gibi saçma sapan fikirlerle geçmiş dönemi överek kendi kuşağımıza üstünlük taslamak niyetinde değilim. Fakat, bugünün gençlerinin internet başta olmak üzere iletişim ve diğer teknolojik yeniliklerden faydalanma avantajına rağmen önceki genç kuşaklardan daha çok güç, bilgi ve etki sahibi olduklarına inanmıyorum. Şimdi internet var, her türlü bilgiye süratle ulaşıyor gençler. İletişim çok önemli, kısa zamanda bilgi paylaşılabiliyor, işler daha verimli bir şekilde yürütülebiliyor. Ülkemizde internet ve sosyal medya kullanımı, günde 7 saat 57 dakika ile dünya ortalamasının üzerinde. Oysa Unesco verilerine göre Türkiye, kitap okuma oranında 86'ıncı sırada, yani yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride. TUİK'e göre, ülkemizde kitap, ihtiyaç listesinin 235. sırasında yer alıyor. Dünya ortalamasının üzerinde internet kullanımımız var fakat bunu bilgiye ulaşmak için pek kullanmamışız. Ne yapmışız, bebek doğar doğmaz akıllı telefonumuzu eline verip çocuğumuzu hipnotize olmuş bir şekilde oyalanmasını sağlarken, biz işimize bakmışız. Sosyal medyada birbirimize bol bol gösteriş yapmışız. İnternet üzerinden alışveriş konusunda da oldukça iyiyiz. Çeşit çeşit oyunlar oynamışız. Bir de ticari kullanımımız var. Etkin tüketim kanallarını sonuna kadar açmışız. Kim yapıyor bütün bunları? Ağırlıklı olarak internet kuşağı! Var mı itirazı olan? Peki, bütün bu faaliyetler hangi gencimizi güçlü kılmış? Gençlerimiz eski gençlere göre daha fazla bilgi sahibi olabilir, kabul ediyorum fakat bu bilgiyi kullanarak insanlık ve toplum adına eski kuşak gençlerinin yapamadığı hangi yenilikleri yapmışlar? Hangi konularda sesini duyurabilmiş, etkili olmuşlar? Hangi otokrat yönetimi devirip sosyal adaleti getirmiş, en azından bir diktatörü devirebilmişler? İnternet icat edilmeden çok önce 68 Kuşağı, bütün dünyada fırtına gibi esiyordu. Che'ler, Denizler, bütün imkansızlıklara rağmen vatana hizmet aşkıyla ülkenin makus talihini değiştirmek için didinen Köy Enstitülerinden mezun gençler çok daha güçlü, bilgili ve etkiliydi. Bugünün Z kuşağı, analitik ve hızlı düşünen, ancak takım çalışmalarına yatkın olmayan, özgüveni yüksek bir nesil. Özgürlük, bağımsızlık önemli, mümkün olmayan herhangi bir şey yoktur onlar için. Peki, internet çağında yetişen genç filozof, bilim insanı, sanatçı sayısı, geçmiş dönemlerde yaşayan gençlerden daha mı fazla?
Başta internet ve iletişim olmak üzere teknolojik gelişmeler yeni nesil gençlerin enerjisini almış, tembelliğe ve rahata alıştırmıştır. Bilgiye ulaşımı kolaylaştırırken bilgiden faydalanmak adına gençler üzerinde pek etkisi olmamıştır. Ülkemize ilk TV geldiği zamanlar bazıları ona "aptal kutusu" adını takmıştı. Bugün aynı tanımı ve daha fazlasını, teknolojinin sağladığı zaman tasarrufunu muhtelif şekillerde yine teknolojiye harcayarak zayi edenler için kullanabilirim.
Nesilden nesile insan ırkı evrimleşerek bugünkü zeka düzeyine gelmiş ve bu gelişme süreci durmaksızın devam etmekte. Bununla birlikte geleceğin gençlik kuşaklarına daha güçlü, daha bilgili, daha etkili diyebilmek için en az birkaç on bin yıllık zaman dilimi gerekli. Bu yüzden interneti ileri sürüp üstünlük taslamak doğru değil. Özünde yok farkımız birbirimizden gençler, fazla havaya girmeyin.
Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar. Sevgili "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünün eylül ayı ev sahibi olarak önerdiğim Franz Kafka'nın Şato romanı üzerinde değerlendirmelerde bulunmak üzere ilk oturumu açıyorum. Ekim ayının BKK ev sahibi, sevgili "Okuma Günlüğüm", arkadaşımızın seçtiği kitap ise, Ruth Ware'nin "Bayan Westaway'in Ölümü". Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere iyi okumalar dilerim.
Franz Kafka (1883-1924), nev'ine münhasır üslubu ve kurgusuyla dünya edebiyatında özel konuma sahip bir yazar. Baskıcı bir ailede geçirdiği çocukluk dönemi, ileriki yıllarda karşılaştığı adaletsiz iş ortamı ile toplumdaki ahlaki çöküşün bir sonucu olarak ezik, çaresiz ve yalnızlığa itilmiş karakter yapısını bütün eserlerinde görmek mümkün. Şato romanının protagonisti (ana kahramanı) K.'da bir ölçüde yazarla bütünleşiyor. Kafka'nın eserlerinde kullandığı tasvirler, anlatım tarzı, hayatın genel akışında yarattığı tehditkâr, korkutucu karakterler, mizahı da içine alan öğelerle okurda gerçeküstü bir algı yaratıyor zaman zaman.
İtiraf etmem gerekir ki, seçtiğin roman pek çok okur için zorlayıcı ve sıkıcı gelebilir. Bu bakımdan BKK'nın ilk kitabı olarak zorlu bir başlangıç yaptığımı kabul ediyorum. Belki ilk ay için doğru bir seçim değildi. Bu bakımdan kitaptan sıkılıp yarım bırakanlar olabilir. Genellikle okurun merak duygusunu gölgeleyeceğinden ötürü spoiler vermekten kaçınır insanlar. Bense tam aksine spoiler metinlerden yararlanmayı okumaya bir ön hazırlık olarak değerlendirirken kitabı daha iyi anlamak hususunda katkı sağladığını düşünürüm. Fakat Şato romanını okumadan önce kitap hakkında yapılan yorumlara ve eleştirilere bakmadım. Okumam bittikten sonra yazılanları okudum ve bir kısım görüşlere katılırken yapılan yorumların bazılarından farklı düşündüğümü gördüm. Yazarın daha önce okuduğum Dönüşüm, Milena'ya Mektuplar ve Dava romanlarında kendini gösteren Kafkaesk anlatım tarzını sevmeme rağmen okumakta en zorlandığım Kafka eseri oldu Şato. Anlaması oldukça zor böyle bir romanı Almanca aslından çeviren Regaip Minareci gerçekten büyük iş başarmış. Yazarın kullandığı uzun cümlelerin daha sonuna gelmeden başını unutuyor insan ve tek bir cümleyi tekrar tekrar okumak zorunda kalıyor. Bu durum benim gibi sıradan bir okur için zaman alıcı, bazen sıkıcı bir süreç oldu. Normalde bir haftada bitirebileceğim kitabın okumasını iki haftada tamamlayabildim bu yüzden. Ancak cümlelerin hepsi sağlam, sözcükler yerli yerinde. İşte bunu yakaladığında ve yazarın vermek istediğini anladığında mutlu oluyor insan. Romanı basit bir masal gibi okumak mümkün ancak o zaman eseri hak ettiği değerden yoksun kılmış oluruz. Yazarın kullandığı metaforlarla hayatın gerçeklerini bir alt metin olarak satır aralarına gizlediğini fark eden okur, çok katmanlı anlatım özelliklerine sahip bu romandan büyük haz alacaktır. İşin bu yönü zevkli olduğu kadar yorucudur da. Fakat her okumada yeni şeyler keşfettiğini ve her cümlesinden yeni anlamlar çıkardığını gören okuru içine çeken tatlı bir yorgunluktur bu.
Şato'nun konusu ilk bakışta son derece basit görünmesine rağmen sayfalar dolusu anlatacak detay bulmuş yazar. Öte yandan bugüne kadar roman üzerinde muhtelif tartışmalar, değerlendirmeler yapılmış ve daha uzun yıllar yapılmaya devam edilecek. Kitabın konusu ve verdiği mesajlara ilişkin ne kadar detaylı yazarsam yazayım farklı görüşlerin yanı sıra geride anlatılmayan pek çok husus kalacağından eminim.
Şizofren hastası olan Kafka, yazmış olduğu pek çok kitabı yarım bırakmış ya da yaktırmış. Ölümünden iki yıl sonra ilk kez 1926 yılında yayınlanan Şato, yazarın sıkılıp yarım bıraktığı onlarca kitabından sadece bir tanesi.
"K. köye ulaştığında akşamın geç saatleriydi." cümlesiyle başlıyor roman. Öncelikle böylesine etkileyici bir başlangıç cümlesi romanın başında okuru çekiyor içine. K. kimdir? Ona gelmeden önce kitaba adını veren "Şato" dan bahsetmek istiyorum biraz. Ben bahsetmek istiyorum istemesine fakat enteresan bir şekilde şatonun ne içinden, ne de dışından bahsedilmiş romanda! Şato'nun sahibi Kont Westwest'in adı sadece bir kez geçiyor kitapta. Her şey esrarengiz bir sır perdesinin arkasına gizlenmiş! Romanın satır aralarında Şato hakkında bildiklerimiz sadece şunlar: Yukarılarda bir yer, herkesin korktuğu, cezalandırıcı, saygı uyandıran, kapısından içeri sadece ayrıcalıklı kişilerin girebildiği söylenen (sadece söylenen! bu yüzden, bundan bile emin olamadığımız), büyük saygı ve korku uyandıran memurları ve ulaklarıyla sade vatandaşların yaşadığı köye haberler ileten, sözde düzeni sağlayan, eleştirilemez, sorgulanamaz bir yer bu Şato. Kont Westwest'le birlikte Şato, onca saygınlığına ve terör estirmesine rağmen köydeki hayatın akışına pek de müdahale etmeyen, adaletin işlemediği, sınırsız güce sahip olduğuna inanılan fakat hangi dolapların çevrildiğine dair kimsenin fikir sahibi olmadığı kapalı bir kutu. En büyük otorite! Şato böyle bir yer ve böyle bir otoritenin sahibi Kont hakkında ise zerre kadar bir bilgi yok!
Kitap hakkında yapılan yorum ve değerlendirmeler, romanda, genel olarak, yabancılaşma, bürokrasinin vurdumduymazlığı, şeffaflıktan yoksun, keyfi uygulamalarla işlerin yokuşa sürülmesi ve otoriter bir devletle birey arasındaki iletişimsizlik temalarını işlendiği yönünde. Bütün bunları kabul etmekle birlikte şimdiye kadar hiç rastlamadığım, radikal bir yorumda bulunacağım burada. Bilindiği üzere Yahudi bir aileye mensup yazar, bir süre sonra ateist olmuştur. Buradan yola çıkarak Şato'nun gökyüzünde bir Tanrı katı, Kont Westwest'in Tanrı, Şato'ya girip çıkan beylerin Tanrı'nın emirlerini insanlara aktaran peygamberler, Şato'da görevli memurların ise günah ve sevapları kaydeden melekleri, havarileri, ermişleri çağrıştırdığını düşündüm. Gerçekten de romanın tamamında bu yönde yakıştırmalar hiç de anlamsız değil bence. Bütün insanlar ne olduğunu bilmedikleri, ayrıca kendisinden asla fayda görmedikleri bir güce kayıtsız şartsız teslim olmuşlar. Duaları çağrıştıran dilekçelerin cevapsız kalmasından, kaybolmasından bahsedilirken hak, adalet, hiçbir zaman yerini bulmuyor. İşler öylesine birbirinin içine giriyor ki, günlerden bir gün, Barnabas adlı bir ulak, Şato'nun yüksek dereceli bir memuru ya da beyi olan Klamn'dan K.ya bir mektup getiriyor. Kadastrocu olarak atandığı köyde muhatap bulamadığı için henüz işe başlamadığı ve yardımcılarının ise haylazlık dışında bir iş yapmadığı halde mektupta şunlar yazıyor:
"Brückenhof Hanı'ndaki Sayın Kadastrocu'ya! Şimdiye kadar gerçekleştirmiş olduğunuz kadastro işlerini takdirle karşılıyorum. Yardımcıların çalışmaları da övgüyü hak ediyor. Onları çalıştırmayı çok iyi biliyorsunuz. Bu gayreti elden bırakmayın! İşleri iyi bir şekilde sonuçlandırın. Olası bir yarıda bırakman beni çok kızdırır. Ayrıca tasalanmayın, ücret konusu en kısa zamanda karara bağlanacak. Gözüm üzerinizde."
Bildiğiniz üzere Kadastrocu Bey, henüz işe başlamamış! Yardımcıları deseniz, haylazlıktan başka bir şey yaptıkları yok. Fakat yukarıdaki makam tarafından takdir, övgü alıyorlar. Tam bir ilahi adalet!
Gelelim K.'ya. Kendisine köylülerin Kadastrocu Bey, diye hitap ettikleri bir adamcağız bu K. Muhtemelen yüzünde şeytan tüyü olan yakışıklı bir beyefendi. Bunu hem romanın önemli karakterlerinden biri olan Klamn'ın metresi Freida hem de ulak Barnabas'ın kız kardeşi Olga'nın K.'yı görür görmez aşık olmalarından anlıyoruz. Roman hakkında yukarıda belirttiğim üzere birbirinin benzeri binlerce yorum bulabilirsiniz. Ben burada Şato metaforunda yapmış olduğum alternatif bir bakış açısıyla ilerlemeye devam edeceğim. K.'nın yani Kadastrocu Bey'in köye gelmesini doğum, köyü dünya olarak düşündüm. Adamcağız ne iş yapacağını bilmediği gibi, köyün muhtarından kadastro işine de gerek olmadığını öğreniyor. Varoluş sancılarına bir atıf yapılıyor sanki. Neden geldik dünyaya, bize gerçekten ihtiyaç var mıydı? Romanda Şato'ya kayıtsız şartsız biat edenlerin aksine hareket eden iki farklı karakterden biri K. ise, diğeri de Barnabas ve Olga'nın küçük kız kardeşi Amalia'yı görüyoruz. Amalia'dan daha sonra bahsedeceğim. K. köye gelen bir yabancıdır. Köylüler tarafından kendisine şüpheyle yaklaşılır. Kimse ona yol göstermez, yapılacak ve yapılmaması gereken her işe Şato karar verir çünkü. Şato'ya ulaşmak ise imkânsızdır. Şato'nun sahibi ile köylü arasında irtibatı sağlayan Klamn'ı görebilen nadir kişiler dahi onu hep farklı şekilde anlatırlar. K. köyde kendisine görev verilmesini istediğinde aracılar adres olarak Şato'yu gösterirler fakat beylere dahi ulaşamaz bir türlü. Kaderine razı olan ve çabuk vazgeçen biri değildir K. Israrla Şato'ya ulaşmanın ve oradan işinin ne olduğunu öğrenmenin peşindedir. Köylülerin ve Şato ile bağlantısı olan sekreterlerin aksine meraklı bir kişiliğe sahip K., aklına yatmayan her konuyu cesaretle ve ısrarla sormaya, sorgulamaya devam eder. Şato'ya çıkmak için her yolu denemiş, bu konuda kendisine yardımcı olabilecek her kapıyı çalmıştır. Şato'nun tepkisini alıp toplumun dışına itilen bir ailenin evine gitmeye cüret edebilen bir yapıya sahiptir. Roman yarım bırakıldığı için sonunda hedefine ulaşıp ulaşamayacağı meçhul olmakla birlikte yakın dostu ve aynı zamanda biyografisini yazan Max Brod, yazardan aldığı bilgiye dayanarak, eğer roman tamamlanabilseydi; K.'nın ölümüne kadar köyde kalmaya devam edeceğini, ayrıca Şato'nun ölüm döşeğindeki K.'ya, köyde yaşamak hususunda yasal iddiasının geçerli olmadığını, ancak bazı faktörleri dikkate alarak orada yaşamasına ve çalışmasına izin verildiği hususunu ileteceğini iddia etmiş.
Diğer bir karakter Frieda, Beyler Han'ında garson olarak çalışmakta aynı zamanda Şato'nun üst düzey beylerinden biri olan Klamn'ın metresi olduğunu söylemektedir. Klamn'a ulaşmaya çalışan K. ile karşılaşır karşılaşmaz ona aşık olur ve birlikte Beyler Han'ını terk ederler. Frieda, kaçalım bu köyden başka yere gidelim dese de, Klamn'a ulaşmayı kafasına koyan K.yı ikna edemez. K. esas hedefinin peşine düşüp Barnabas'ın evine vardığında Olga ve Amalia ile konuşur. Bunu öğrenen Frieda Olga'yı kıskandığı gerekçesiyle K.yı terk ederek Beyler Han'ına geri döner. Beyler Hanı'na Şato görevlileri dışında kimse alınmamaktadır. Bunun dışındakiler kurallar gereği ancak bar kısmına kabul edilir. Frieda bence burada şeytan rolünü üstlenmektedir. Esas niyeti K.yı ayartmak ve onu Klamn'a ulaşmak arayışından vazgeçirmek. Amacına ulaşamayınca Olga'yı bahane ederek K. yı terk ediyor ve Beyler Hanı'na geri dönüyor.
Klamn'ın adı geçse de kendisinden fazla bahsetmedim. Aslında Kont Westwest gibi o da ulaşılmaz, esrarengiz bir karakter. Şato'nun otoritesini temsil eden anlaşılması güç bir Şato görevlisi. Diğer görevliler gibi onun da gerçek bir uzmanlık alanından bahsedilmiyor romanda. Bir süre sonra K.'yı sorgulayacak olan Erlanger ve Momus adında iki sekreteri var. Çekçe "klam" sözcüğü illüzyon manasına geliyor. Burada Klamn, Kont Westwest'in temsilcisi ve onun emirlerini köy halkına ileten yüksek düzey bir memur. Benim yorumuma göre, alt metinde, kendisi gibi ulaşılamaz, saygın, kutsallık atfedilmiş peygamberi temsil eden bir karakter. Frieda olan ilişkisi söylenti olabilir. Ya da gerçekten ilişkiye girmiştir. Bu durumda peygamber şeytana uymuş denebilir, ki neden olmasın? Fakat anlaşılıyor ki, Frieda'nın K.'ya gitmesi Klamn'ın hiç umurunda değil, bunu kıskançlık vesilesi yapmıyor. Oysa Frieda ile birlikte olması K.'nın Şato tarafından sorgulanmasına sebep oluşturuyor.
Amalia'dan bahsetmeden önce iki şirin karakterimiz daha var. Bunlar Şato tarafından K.'ya gönderilen Arthur ve Jeremiah adındaki yardımcılar. Kuklaya benzeyen fantastik gerçeküstü karakterler. K. nın gözünün önünde nişanlısı Frieda'ya sarkıntılık edecek kadar cüretkârlar. Bence yazar bu ikiliyi İsa'ya karşı şeytanın yanında savaşan ve Yeni Ahitte adı geçen Gog ile Magog'a (Kur'anda Ye'cüc ile Me'cüc) benzetmiş olabilir. Gerçekten de son derece komik bir ikili bunlar. K.'nın nişanlısı Frida'yı gözetliyorlar durmaksızın, K. bunları kapı dışarı ediyor, kapıyı yumrukluyorlar, K. dövüyor, kovuyor. Fakat Frieda tuhaf bir şekilde büyük şefkatle kucaklıyor onları. Klamn'ın görevlendirdiği sekreter Erlanger tarafından K.'nın sorgulanmak istenmesinin arkasında hangi sebep yatıyor? Yardımcılarına kötü muamele edip işten atması mı, Klamn'a rağmen Frieda'yı ayartıp, Beyler Hanı'ndan alıp götürmesi mi, yoksa K.'nın Frieda'nın oyununa mı gelmesi?
Ve benim en çok takdir ettiğim karakter Amalia. Barnabas'ın ve Olga'nın küçük kız kardeşi. Babaları hali vakti yerinde bir ayakkabıcı ve aynı zamanda itfaiyede üst düzey görev üstlenen köyün önemli şahsiyetlerden biri. İtfaiyeciler için düzenlenen bir şenlikte Şato'ya çalışan Sortini adındaki bir bey güzel Amalia'ya aşık olur ve hemen bir ulak vasıtasıyla mesaj gönderip genç kızı Beyler Hanı'nda beklediğini iletir. Mesaj son derece kaba ve saygısızdır. Bunun üzerine Amalia, mesajı yırtıp ulağın yüzüne fırlatır. Bu olay Beyler Han'ında garson olarak çalışmakta olan Freida tarafından öğrenilir öğrenilmez hızla bütün köyde yayılır. Şato'ya karşı yapılan büyük bir hakarettir Amalia'nın bu tavrı. Bütün köy aileyle olan ilişkisini keser ve onları yalnızlığa iterler. Baba itfaiyedeki görevini ve ayakkabıcılık işini kaybetmiştir. Barnabas'ın babası, Şato yolunda günlerce Sortini'nin yolunu gözler af dilemek için. Nafile bir çabadır bu. Aile cüzzamlı gibi toplumdan dışlanır, köyün dışında başka bir yere taşınır. K. bu hikayeyi Amalia'dan değil, Olga'nın ağzından uzun uzadıya dinler. Amalia Şato'ya, orada görevli bir beyin isteğini geri çevirmek suretiyle büyük bir günâh işlemiştir ve bunun cezasını çekecektir. Aslında ortada resmi bir suçlama yok! Cezayı kesen Şato'ya taparcasına bağlı olan köy halkından başkası değil. Günümüz inanç dünyasına ne kadar benziyor değil mi? Tanrı katından resmi bir bildirim olmamasına rağmen yöneticiler ve peşinde sürükledikleri halk kafalarına uymayan vatandaşları Tanrı adına cezalandırabiliyor.
Evet, kıymetli Blogger Kitap Kulübü üyelerimiz ve saygıdeğer blog dostları. Eğer siz de Franz Kafka'nın Şato adlı romanını okuduysanız, yorumlarınızda görüşlerinizi belirtebilirsiniz. Bu benim katıldığım ilk kitap kulübü. Eksik ya da hatalı bir şeyler yaptıysam affedin lütfen. Bildiğiniz üzere her türlü eleştiriye açığım. Güzel ve verimli bir tartışma olmasını dilerim. Saygılarımla,