Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 97. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi.
"Hayatta en çok neye veya nelere önem verirsiniz?"
Sorunun öncelikle kişisel düşüncelerimizi öğrenmek amacıyla sorulduğunu sanıyorum. Aksi takdirde yazılacak çok şey var bu konuda. Hayatta en çok önem verdiğim şeyi soracak olursanız benim aklıma ilk gelen sözcük "dürüstlük". Bu sözcüğe farklı anlamlar yüklenip kullanımı geniş bir alana yayılmış. Dürüstlük ahlâki ya da etik bir değerdir demekten kaçınıyorum bu yüzden. Benim esas anlatmaya çalıştığım dürüstlük, dar anlamıyla "iki yüzlü olmamak" şeklinde karşılığını buluyor. Zira doğruluk, iyilik, ahlâki ilke ve toplumsal değerlere bağlılık, erdem gibi tanımlar kişinin fikrine ve özellikle kişinin içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartlara bağlı olarak değişiklik göstermekte. Dolayısıyla "içi dışı bir olmak" deyimi dürüstlüğü hangi manada algıladığım hususuna açıklık getirecektir. Diğer taraftan dürüstlüğün bile yeri geldiğinde işe yaramayacağını, gerçekleri yüzüne vurduğumuz için karşımızdaki insanı kırabileceğini biliyorum. Riyâkarlık, iki yüzlülük, yüzüne gülüp arkasından iş çevirmek, yalan söylemek, kendini olduğundan farklı göstermek en sevmediğim davranışlar. Bunların hepsini kapsayan siyaset kurumundan nefret etmemin bir nedeni de bu olabilir.
İkinci olarak düşünme, akıl yürütme, sorgulama vazgeçemeyeceğim olgular. Pozisyonu ne olursa olsun, sorgusuz sualsiz birinin peşinden yürümeyi, onun fikirlerini savunmayı, yalakalık yapmayı kendime yediremem. Farklı fikirlerden yararlanmayı ve aldığım bilgileri akıl süzgecimden geçirip karar vermeyi önemserim. Okumayı, sanatsal faaliyetleri, bilgi ve görgümü arttıracak her şeyi ve doğruya ulaşmak için tartışma ortamlarını severim.
Sevmenin ve sevilmenin birer sonuç olduğunu düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğim konularda bana yakın düşünceye sahip olanları severim, onlarda beni sever zaten. Bu kategorideki insanlara saygı duyarım. Toplumda herkesin saygıyı hak etmediğini düşünüyorum. Örneğin yalancı, hırsız, düzenbaz birine saygı göstermem. Diğer taraftan aşkı ve sevgiyi önemsiyorum demekle bir yere varılamayacağına inanıyorum. İnsanların sevgisini kazanabilmek için kişiliğimden taviz vermek suretiyle onlara kendimi şirin göstermem, yalakalık yapmam.
Adalet ve fırsat eşitliğine, başkasına zarar vermemek koşuluyla sınırsız özgürlüğe büyük önem veriyorum ama bunlara sahip olmak sadece benim elimde değil. Bu konularda ülkemizin durumu beni kahretmekte.
Sağlık, belki de en önemlisi ama elimizde olmayan bir şey. Sağlığa önem vermemiz, karşılaşabileceğimiz rahatsızlıkların cüzi bir kısmına faydası olabilir. Ne olur, her yıl check-up yaptırırsın, erken teşhis falan. Dişlerini fırçalarsan daha az çürür. Hepsi bu işte. Bir pandemi geldi, sağlığına önem verenlerle vermeyenler arasında fark kalmadı. Hatta sağlığına önem veren kişiler daha fazla zarar gördü. Sağlık konusu bence piyango, kime ne zaman vuracağı belli değil.
Huzur? Önemli tabii. Ama bu hayatta huzura da huzursuzluğa da kapılar açık. Huzursuz olduğumuzda sabretmek, huzurluysak tadına varmak tek çare.
İşe başladığından bu yana Kemal Bey’le bu kadar uzun
konuşmadıklarını düşündü Selmin. Aylar süren sakin hayatı bir anda hareketlenmişti. Sessizce kalktı masadan.
- Ben yemeği hazırlayayım.
Kemal başını hafifçe sallayıp gülümsedi. Sabahtan beri ağzına
bir lokma girmemişti. Selmin'in özenle hazırladığı bir masada Esther’le karşılıklı oturup keyifle
yemek yemeyi ne kadar çok özlemişti. Eski günlerin hayalini kurarken kendine gelmesi uzun sürmedi. Bu şimdi mümkün değil tabii dedi, içinden. Esther'in tepkisini nasıl kestirebilirdi? Bir bakmışsın masada ne kadar
tabak çanak varsa üzerine fırlatır kaçar gidebilirdi yanından. Martin'e güvenip böyle bir
şeyi denemeye değer bulsa da tek başına boyundan büyük işlere
kalkışması delilik olurdu. Mutfağa doğru seslendi,
Bir saattir ne yapıyorlardı içeride? Sessizce yaklaşıp yatak
odasına açılan kapının aralığından gözetlemeye başladı. Pencerenin yanındaki yuvarlak masada Esther'le Martin karşılıklı oturmuş hararetle bir şeyler konuşuyorlardı. Daha doğrusu her zaman olduğu gibi konuşan Martin’di yine. O kadar konuşacak şeyi nereden buluyordu bu adam! Kim bilir belki o ana kadar Esther anlatmış, şimdi de sıra diğerine gelmişti. O kadar
dalmışlardı ki Kemal'i fark etmediler bile. Martin’i büyülenmişçesine dinleyen Esther arada bir gülümsüyordu. Onu böylesine mutlu görmek biraz olsun
içine su serpmişti Kemal’in. Bu tabloyu sabaha kadar seyredebilirdi. Arkasından yaklaşan Selmin’in
ayak seslerini fark etmedi.
Hemen toparlandı. Hizmetçinin gözünde kapı dinleyen ya
da röntgencilik yapan bir insan durumuna düşmesi canını sıkmıştı. Sesi duyup konuşmasına ara veren Martin, elinde yemek tepsisi ile odaya giren Selmin'in arkasına gizlenen Kemal'i gördü.
- Ooo Patron, gel gel, ben de senden bahsediyordum Prenses Nora'ya.
Selmin, yemek tepsisini sessizce masaya bıraktı,
hafifçe diz çöküp selamladı.
- Matmazel Nora… dedi. Yemeğinizi getirdim diyemedi. Boğazı düğümlenmişti, kaldı
öylece, bir şeyler söylese de anlamayacaktı nasıl olsa. Belki kısa kesmesi daha iyiydi.
Şaşırmıştı Kemal. Gözlerini Esther'den alamıyordu. Martin'e çevirdi başını.
- Senden bahsediyorduk derken…
Martin ve Esther’in aynı anda kıkırdamasına alınmıştı.
Yine de hesap sorar gibi bir sertlik yoktu ses tonunda. Sadece kendisi hakkında ne konuştuklarını merak etmişti.
- Arabanı nasıl çizdiğimi anlatıyordum, Prensese dedi, bir yandan kıkırdamaya devam ediyordu.
- Bırak dalga geçmeyi, gerçekten ne konuştuğunuzu merak ediyorum.
Elindeki boş tepsiyle kapıda bekleyen Selmin, Martin’in cevabından önce araya girdi.
- Kemal Bey sizin yemeğinizi de mutfağa hazırladım.
Kemal tamam gibisine elinisalladı.
- Eee? diyerek Martin’in cevabını beklemeye koyuldu.
- Yemin ederim seni anlatıyordum. Çok matrak adam şu bizim
patron dedim, son model arabasını çizdim, adamın gıkı bile çıkmadı. Bunu duyar duymaz Prenses Nora gülmeye başladı.
O gülünce beni de bir gülme krizi tuttu ki deme gitsin.
Esther, göz ucuyla Kemal’e bakarken utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Kemal ne yapacağını bilemedi, o da başladı gülmeye.
- Peki dedi, o sana neler anlattı?
- Hayatını dedi Martin. Bana hayatını anlattı. Tuna
Nehrinin kıyısında, Szentendre kasabası yakınlarında, büyük bir şatoda
yaşıyorlarmış. Bir sürü hizmetçi, aşçı, bahçıvan ve savaşçı varmış etrafında. Doğum
günü için büyük bir ziyafet veriliyormuş. Envai çeşit yemek ve meyvelerle
donatılmış büyük bir masanın etrafında saygın misafirleri ağırlıyorlarmış. Büyük
salonun kapısı açılmış birden. İçeri bir sürü savaşçı girmiş, anne ve babasını
öldürmüşler. Askerlerden biri onu atının terkisine alıp kaçırmış. O askerin
yüzünü bir türlü aklımdan çıkaramıyorum dedi. Bu olaydan sonra gözünü odada açtığını söyledi.
Esther masanın üzerindeki çorba kâsesini önüne
çekti. Eline aldığı kaşığı dikkatle incelemeye koyuldu. Martin dönüp ona bir
şeyler söyledikten sonra yeniden Kemal’e dönüp gülmeye başladı.
- İşin tuhafı ne biliyor musun patron?
- Neymiş?
- Prenses Nora’yı kaçıran asker vardı ya... Gülmekten konuşamıyordu Martin.
- Eee ne olmuş ona?
- İşte o askerin sen olduğunu söylüyor.
- Hoppala dedi, Kemal. Anlaşıldı, bana olan düşmanca tavrı bu yüzden demek.
- Ama merak etme, onu kaçıran askerin sen olmadığını söyledim kendisine, hani
fena adam sayılmaz bile dedim senin için. Gülmekten yerlere yatıyordu Martin. Bak, patron bu iyiliğimi sakın unutma dedi, son olarak.
Kemal, Martin’i tanımış, onun her şeyi yapabileceğine
inanmıştı artık. Bütün bu anlattıklarını Esther’e rahatlıkla söylemiş
olabileceğini düşündü. İçin için Martin’e kızıyordu kızmasına ama bir yandan da ona muhtaç olduğunu biliyordu. Belki bu iş için biçilmiş kaftandı ve başkası ile olamazdı bu iş. Kısa zamanda karısının
güvenini kazanmış ve en azından sakinleştirmesini bilmişti.
- Hadi gel bir şeyler atıştıralım dedi, Kemal.
- Yok, ben kaçayım, Patron, yoksa evde dayak var dedi, gülerek. Bak bir şeye ihtiyacın olursa ara beni tamam mı, yirmi dört saat açık
telefonum.
Kapıyı kapattıktan sonra geldi aklına. "Anlaştık" demişti
demesine ama yaptığı hizmetin bedelini konuşmamışlardı daha. Paragöz biri olsa
şimdiye kadar kaç kez konuyu önüne getirir, pazarlığa girişirdi. Hoş,
kendisinin de aklına gelmemişti ne istediğini sormak, onca sıkıntının arasında.
Sadece o değil, Cevdet Bey’in de kaç para isteyeceğini bilmiyordu. Karşılığın almadan bütün günlerini Esther’e ayırmak zorunda değildi bu insanlar.
Mutfaktan Selmin’in sesini duydu, yemeğin hazır olduğunu
hatırlatıyordu.
Selmin’i de gönderdikten sonra evde Esther’den başka kimse
kalmamıştı. Yatak odasına gidip boşalan tabakları tepsiye yerleştirdi. Önüne koyulan ne varsa hepsini
yediğini görünce sevindi. Hele karısının kendisine bakıp gülümsemesiyle dünyalar
onun oldu. Dolabından pijamalarını aldıktan sonra dışarı çıkıp odanın kapısını çekti
sessizce.
Mutfaktaki soğutucudan bir bira alıp bilgisayarın başına
geçti. Reenkarnasyon olayının sadece bir inanç olduğunu, bilimsel açıdan henüz
kanıtlanmadığını söylemişti Doktor Cevdet Bey. Bununla birlikte Esther’in hiç
bilmediği bir dil konuşması kafasını meşgul etmeye devam ediyordu. Öyle biri
yaşamış olabilir miydi gerçekten? Google arama motoruna "Prenses Nora" yazdıktan sonra karşısına çıkan sayfalara bakmaya başladı. Evet, 1989 yılında
yaşamını yitirmiş Liechtenstein’lı bir prenses aynı adı taşıyordu ama
aradığı kişi bu olamazdı. Bir de Suudi Arabistan Krallığında, dünyanın en büyük
kadın üniversitesinin adıymış "Prenses Nora". Bu ikisinin dışında başka bir şey bulamadı. Ortaçağ Avrupa’sının feodal sisteminde, derebeylerin idaresi
altında birçok küçük devletçik kurulduğunu hatırladı. Kendilerine ait toprağı
olan ve karın tokluğuna köylüleri köle gibi çalıştıran soylular sınıfı,
şövalyelerle korunan ve etrafı kalın taş duvarlarla çevrili görkemli şatolarda yaşıyordu.
Kim bilir belki de Esther, önceki yaşamında, tarihin sayfalarında iz bırakmamış yüzlerce şatodan
birinin prensesiydi. Hemen toparlandı. Jale'nin düşüncesi olabilirdi bunlar ancak. Yok,
daha neler, hiç böyle bir şey mümkün mü? Hayalini kurmaya başladığı şatonun
koridorlarında salınarak yürüyen prenses kılığında Esther figürünü utanılacak bir şeymiş gibi hemen silip atmaya çalıştı kafasından.
Üzeri boncuk boncuk terlemiş bira şişesine şöyle bir
baktıktan sonra dikti kafasına. Gözleri yan taraftaki dolabın
rafından dışarı sarkan ve buradayım dercesine kendini gösteren klasöre kaydı. Feridun
Bey’in pek bir önem verdiği toplantıya gitmemiş, bir telefon edip gelemeyeceğini dahi bildirmemişti. Bu yetmezmiş gibi telefonunu sessize alarak şirketi zor
durumda bırakmıştı. Kendisinden asla beklenmeyen, aynısını bir başkası yapsa
küplere bineceği bir davranıştı bu.
Cebinden telefonunu çıkardı, yığınla cevapsız aramalar...
Yarın sabah erkenden şirkete uğramak farz olmuştu. Ümit’ten toplantının
sonucunu öğrenmeyi geçirdi aklından ama vazgeçti. Reynolds’un
temsilciliğini başkalarına kaptırdılarsa Feridun Bey’in gözüne görünmemesi gerektiğini az çok tahmin ediyordu. Evet, toplantıya katılmamasının geçerli bir nedeni vardı ama bunu
önceden gelemeyeceğini bildirmemesine, telefonlarını açmamasına ne kılıf
uyduracaktı. Esther’i bu durumda yalnız bırakamayacağı için yıllık
iznini kullanmak zorundaydı. Arada gidip işleri yoluna sokmak onun tarzı değildi. Şirket kapısından girdiği anda bambaşka bir varlığa dönüşeceğini, işin dışındaki aleme bütün kepenklerini kapatacağını gayet iyi
biliyordu. Kontrolü dışında yaşadığı bu durum karısında süregelen
rahatsızlığın bir başka versiyonuymuş gibiydi sanki. Evet, her ikisi de
birlikte yaşayacakları dünyaya sırtlarını dönmüş, başka dünyalarda arıyorlardı mutluluğu. Sonuçta her ikisi de yıkıcı bir hastalığın pençesine düşmüşlerdi,
farkında olmadan.
Şişenin dibinde kalan son yudumu devirdi kafasına. Hâlâ işi
düşündüğü için kızdı kendine. "Tamam, yarın şirkete uğrayıp hemen döneceğim, o
kadar. Başka bir şey düşünmeyeceğim, ne Feridun Beyi, ne de Reynolds’u" diye söz verdi kendine. Sabah erkenden bir taksiye atlayıp hastanenin kapalı otoparkında
bıraktığı arabasını almalıydı önce.
Pierre de Marivaux (1688-1763) oyunları en çok sahnelenen Fransız bir yazar. 1725 yılında yazılan Köleler Adası isimli oyun Paris'te bir İtalyan tiyatrosunun oyuncuları için yazılmış ve ilk kez onlar tarafından sahnelenmiştir. Oldukça kısa 11 sahnelik oyun hayali bir Köleler Adasında geçmektedir. Bu adanın özelliği kölelerin efendi, efendilerin köle olması. Bir deniz kazası sonucu kölesiyle birlikte bu adaya çıkan efendi Iphicrate ile kölesi Arlequin adanın yasaları gereği rolleri değişir. Komedi tarzındaki oyun, efendi-köle ilişkilerini mizahi bir dille hicvetmekte. Birkaç saatte okunacak bir kitap. Kitabı Fransızca aslından dilimize çeviren Berna Güven'i başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Oyuncu sayısı az ve okunması kolay.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 96. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Bu haftanın güncel konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi.
"Aşı olacak mısınız? Yoksa aşı karşıtı mısınız? Aşı sonrası aşıdan dolayı hastalık veya ölümlerin olduğunu düşünüyor musunuz? Genel olarak aşı hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Covid-19 hastalığına karşı iki doz Sinovac/Çin aşısı oldum. Aşı olmamın gerçek nedeni, aşıya olan güvenimden ziyade doktor olan kızımı kırmamak ve mahalle baskısından kurtulmaktı. Mahalle baskısı olarak dillendirdiğim, aşı taraftarlarının kendileri gibi düşünmeyen insanları bencillikle suçlamalarıdır. Özgür düşünceme göre karar verebilseydim aşı olmazdım. Başta ülkemizi yönetenler (gelmiş geçmiş bütün iktidarları içine alacak şekilde) olmak üzere kapitalist dünyaya olan güvensizliğim aşı konusuna tereddütle yaklaşmanın temel nedeni. Soner Yalçın'ın Kara Kitap'ını okuduktan sonra ilaç ve aşı konusunda yapılan pek çok deney sonucunun manipüle edildiğini, anlı şanlı ilaç şirketlerinin yeterli deney ve araştırma yapmadıkları gerekçesiyle milyonlarca dolar tazminat ödediklerini biliyorum. Biliyorum dememin sebebi Yalçın'ın, bu tür çıkarımları belgeleriyle ortaya koymuş olmasıdır. Ayrıca geçmiş yıllarda yaşanan Çernobil Nükleer kazası sonucunda radyasyonlu Karadeniz çayının güvenli olduğunu sözde kanıtlamak amacıyla ekran karşısında şov yapan Sanayi ve Ticaret Bakanı Hüseyin Cahit Aral'ı unutmadım.
Herhangi bir virüse karşı aşı geliştirmek uzun yıllar süren titiz bir çalışma gerektirir ve kısa/uzun dönem yan etkileri konusunun araştırılması esastır. Bugüne kadar kendini ispatlamış, çiçek, çocuk felci, kuduz vs. aşıların büyük faydası olduğu yadsınamaz. Ne var ki bir tür grip virüsü olan Covid-19 için yeterli çalışma yapılamadığı gibi hızla mutasyona uğrayan bu virüs karşısında aşı konusu iyice çetrefilli bir hal almaktadır. Daha geçen ay bir Cumhuriyet Savcısının Covid-19 aşısının yan etkileri ve ölümcül olabilecek sonuçlarının araştırılmasına yönelik bireysel soruşturma başlatması sonucunda görevinden alınması kuşkularımı daha da arttırmıştır. Dünyada muhtelif ülkelerde yaşayan, konusunda uzman pek çok bilim adamı, geliştirilmekte olan Covid-19 aşılarının olumsuz etkileri konusunda birçok savlar ileri sürerlerken devletler bu insanların topluma ulaşma imkanlarını engellemiş ve işlerine son verdirmişlerdir.
Komplo teorilerine pek sıcak bakmıyorum. Yok efendim çip takacaklarmış, genlerimizi değiştireceklermiş gibi iddiaları saçma buluyorum. Ancak dünyayı kökünden etkileyen Corona pandemisinin doğal yollardan değil de Wuhan'daki araştırma laboratuvarından bir kaza sonucu dışarı sızdırıldığına dair görüşleri makul buluyorum. Bir de işin ticari, ekonomik yanı var elbette ama buna hiç girmeyeyim.
Geçen hafta elli yaşında çakı gibi bir mühendis arkadaşımın Covid-19 nedeniyle hayatını kaybettiğini öğrendim. Yakınlarından biri facebook hesabında yazılan taziye mesajlarının altına, onu Covid-19 değil uygulanan yanlış tedavi ve verilen ilaçların öldürdüğünü yazmıştı ki, dünyada aylar önce yasaklanan ilaçları, düne kadar halka dağıtmaya devam etti bizim Sağlık Bakanlığımız.
Özetle bireysel olarak aşıya karşıyım ancak aşı aleyhtarı değilim. Allah akıl vermiş, fikir vermiş insanların araştırıp kendi kararlarını vermelerini doğru bulmaktayım. Anneme bile aşı olma demedim. Çünkü annem ya da başkasının vebalini taşımak istemem. Ancak şunu da düşünmeden edemiyorum: Birkaç sene sonra aşının ciddi rahatsızlıklara yol açtığının ortaya çıkması beni hiç şaşırtmayacaktır. Senelerce yumurta kolesterol yapar, aman yumurta yemeyin diyen doktorlar, bilim adamları ve bu vesileyle dünyanın ilacını satıp ihya olanlar bugün kolesterolü ağızlarına almıyorlar. Son olarak aşı olmayanların toplu taşım araçlarına, AVM'lere vs. mahallere girmemelerini isteyen ya da devlet hizmetlerinden yararlandırılmamaları konusunda çağ dışı yasaklar uygulamasını öneren insanları yadırgadığımı belirtmek isterim.
Amerikalı yazar Jeffrey Eugenides anne tarafından İrlandalı, baba tarafından ise Bursalı bir Rum aileden geliyor. 2003 yılında Pulitzer Edebiyat Ödülüne layık görülen Middlesex, yazarın ikinci romanı. Gerek konusu gerekse sürükleyiciliği bakımından elimden düşüremediğim eserde, Bursa Uludağ'ın bir yamaç köyünde yaşayan kendi halindeki Rum bir ailenin hayli ilginç yaşam öyküsünü üç kuşak boyunca etkileyici bir şekilde anlatılıyor. Kurtuluş Savaşımızın sona erdiği 1922 yılında başlayan yolculuk, İzmir'den Amerika'nın Detroit şehrine, oradan Berlin'e kadar uzanıyor. Romanın ilk cümleleri konu hakkında çarpıcı bir ipucu verirken kitabın sayfalarında tarih, genetik, sosyoloji, psikoloji, dinsel ve kuşaklar arası farklıların ele alındığı türlü öğeler mevcut.
"Ben iki kez doğdum:
İlkinde 1960 yılının Ocak ayında, Detroit için inanılmaz derecede dumansız bir günde kız olarak ve daha sonra tekrar 1974 yılının Ağustos ayında Petoskey'de bir acil kliniğinde, ama bu defa ergenlik çağında bir delikanlı olarak."
Yazar, "hermafrodit" (çifte cinsiyet olarak bilinen ve oldukça az rastlanan genetik ve hormonsal bir rahatsızlık) özelliğe sahip romanın baş kahramanı Calliope'un hayatını üç kuşak öncesinden ele alırken ensest ilişki gibi toplumun tabu saydığı konuları cesur ve akıcı bir dille işlerken, dogmatik fikirlere alaycı bir dille karşı çıkıyor.
Solmaz Kâmuran'ın yaptığı çeviriyi ilginç ve güzel bulduğumu söyleyebilirim. Özellikle romanın ilk bölümünde kullandığı üslûbu "Amelie" filmindeki anlatıma benzettim. Aynı paragraf içindeki cümlelerde farklı zamanların kullanılması şaşırtıcıydı fakat yine de hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Bunun dışında çeviriyi neredeyse hatasız ve başarılı buldum.
Bursa'da ipek üretimiyle geçimini sağlayan Rum kökenli Stephanides ailesinin Kurtuluş Savaşı sonunda Yunanın Anadolu topraklarından çıkarılmasıyla birlikte Amerika'ya göç etmek üzere İzmir'e yaptığı yolculuk, İzmir yangını, Amerika'daki göçmen yaşamının zorlukları, 1929 ekonomik buhranının toplum üzerindeki etkileri, otomotiv sektöründe öncü Detroit vilayetinde ailenin sürdürdüğü zorlu yaşam koşulları, tarikatlar, ırkçılık faaliyetleri gibi pek çok konuda gerçeğe yakın pek çok olayın anlatıldığı Middlesex, okuduğum en güzel romanlardan biri olarak hafızamda yer etmiş bulunuyor. Şiddetle okunmasını tavsiye edebileceğim bir kitap.
Koridorda ayaküstü konuşmanın konusu Esther’in hastaneden
çıkış planıydı. Doktor Cevdet Bey, el kol hareketleriyle nasıl bir durumla karşılaşabileceklerini Kemal'e anlatıyordu.
- Şimdi şöyle düşünelim: Esther Hanım’ı şaşırtacak neler
olabilir? Asansör, ilk göreceği şey; ama onu kısa süreliğine bekleme odası gibi
algılayabilir. Gerekirse bir iki sandalye bırakırız asansör kabinine. Bu işin en kolay tarafı. Sen arabayı bodrum katındaki garaja, asansörün önüne getirirsin. Ancak trafikte onca arabayı birden görünce çok şaşıracak. Nasıl tepki verir, kestiremiyorum. Nasıl yapsak acaba, gözünü kapatsak yanlış anlayabilir. Kadın ilk kez arabaya binecek ve etrafında bir sürü motorlu araç görecek...
- Aklıma bir şey geliyor ama işe yarar mı bilmiyorum dedi, Kemal. Şirketin havaalanından misafirleri getirdiğimiz bir minibüsü var, şoför mahalli ile arka koltuklar arasında bölme olduğundan ön tarafı göremez. Diğer bütün camlardaki kumaş perdeleri de çekersek aracın içi kapalı bir kutu haline gelir.
- Harika! Tamam öyleyse, sanırım o işimizi görecektir. Siz hemen isteyin
aracı göndersinler. Martin'in yanımızda olması en büyük şansımız. Dışarıdan gelen seslerden falan huylanırsa o bir şeyler uydurur.
Kemal şoförü aradıktan yarım saat sonra minibüs, garaj katına indirilmiş, özel konuğuna hazırlanıyordu.
Necdet, Vito marka siyah minibüsün sürgülü kapısını çekerken bütün perdelerin kapatılmak istenmesine anlam verememişti. Aracın yolcu mahallinde açılır kapanır masanın solundaki rahat koltuklardan sol tarafa Martin,
onun yanına da Esther oturdu. Pencerenin perdesini aralayıp dışarı bakmasını önlemek için Martin'in onu sürekli lafa tutması plânın bir parçasıydı. Onların tam karşısındaki koltuklara oturan
Cevdet Bey ve Kemal çaktırmadan Esther’i gözlerken ikisinin de gerginlikleri yüzlerinden okunuyordu.
Vito minibüs yolcularını alıp hareket eder etmez Esther irkilerek koltuğun kolçaklarını kavradı. Gözlerinde korkunun izleri belirdi. Martin ara vermeksizin
konuşmaya ona bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Yol boyunca ikisi arasında
kesintisiz devam eden sohbet, içinde bulundukları araç kırmızı ışıkta durunca
kesiliyor, Esther’in şaşkın bakışları Martin’e dönüyor, Martin bir şeyler
söyledikten sonra yine kaldığı yerden devam ediyordu. Kemal’in konuşmaları anlayabilmek için ağızlarından çıkacak tanıdık bir kelime
arayışları hep sonuçsuz kalıyordu. Yine bir olay çıkmasın diye merakını
bastırmaya, sessiz kalmaya çalışıyor, bir an önce kazasız belasız eve ulaşmanın hayalini kuruyordu.
Eve iyice yaklaşmış olmalıydılar. Esther, yanındaki genç
adamı merakla dinlemeye devam ederken sonunda dayanamadı Kemal.
- Martin, nelerden bahsediyorsun sorabilir miyim?
Esther dik dik baktı, Kemal’e. Nereden çıktı bu
görgüsüz adam dermişçesine bir türlü kabullenemediği adamın yaptığı kabalığı yüzüne vuran kibirli bir
ifade seziliyordu yüz hatlarında.
Martin başını Kemal’e doğru çevirirken ağız dolusu bir
kahkaha attı.
- Neden mi bahsediyorum? diye tekrarladı Kemal’in sorusunu. Beluga havyarlı buharda levreğin tarifini veriyordum Nora’ya.
Doktor gülmemek için kendini zor tutarken, Kemal onun
gerçekten balık tarifi mi verdiğini yoksa kendisiyle dalga mı geçtiğini çözmekle meşgul olurken şoför mahallini ayıran ara bölmenin aralığından garaj kapısının kumandasını uzattı ön
tarafa doğru.
- Necdet al bunu, doğrudan garaja sok arabayı.
Kimseyi beklemediği bir saatte çalan zilin sesini duyar
duymaz merakla kapıya koştu Selmin. Göz deliğinden bakmaya çalışırken ışıkların
sönmesiyle kimin geldiğini anlayamadı. Kim o demeye hazırlanırken bir
kez daha uzun uzun zile basılınca ister istemez araladı kapıyı. Kemal Bey ve Esther Hanım
dışında yanlarındaki iki adamı ilk kez görüyordu. Hemen toparlanıp açtı
kapıyı sonuna kadar, neşeyle.
- Aa hanımım, hoş geldiniz, geçmiş olsun, sizi öyle merak
ettim ki, şükürler olsun döndünüz.
Kemal, işaret parmağını dudaklarına götürdü.
- Sakin olun Selmin Hanım, hele bir içeri girelim.
Selmin mahcup bir şekilde öne eğdi başını. Koridorun salona açılan kapısından ürkek adımlarla içeri giren Esther, meraklı gözlerle etrafına bakınmaya başladı. Martin, işlemeli
beyaz önlüğü ve firketeyle tutturduğu beyaz bir fiyonkla saçlarını süsleyen Selmin'i kapının
yanına sinmiş halde görünce, yanına yaklaşıp yanağından bir makas aldı ve neşeyle ellerini havaya kaldırdı.
- Sıkma canını, bugün büyük bir gün, eveeet, Prenses Nora’nın
dönüşü! diyerek bağırdı. Bütün komşulara rezil edecek bu adam bizi diye geçirdi aklından Selmin. Martin'in yaptığı harekete fena halde bozulmuştu ama sesini çıkarmadı, arkasını dönüp sertçe kapattı kapıyı.
- Neyse, dedi Doktor, salonda Kemal’in gösterdiği koltuğa
otururken. Şansımız varmış yine kolay atlattık sayılır bugünü. Selmin, Martin’in yardımıyla
yatak odasını ve ebeveyn banyosundaki muslukların sıcak, soğuk ayarlarını,
havlu ve çamaşırların yerlerini gösterdi Esther’e.
Salonda ne yapacağını bilmez halde dolanan Kemal’e bir şeyler
söyleme ihtiyacını hisseden Cevdet Bey,
- Biraz sabırlı olmamız gerekecek Kemal
Bey dedi. Bundan sonra yapılacak tek şey beklemek, sabırla beklemek… Bir
süre duraksadıktan sonra devam etti. Bu arada, dediğim gibi onu yalnız
bırakmamak... İsteklerini mümkün mertebe yerine getirebilirseniz adaptasyon süreci hızlanacaktır.
- Bundan hiç kuşkunuz olmasın Doktor Bey, elimizden geleni
yapacağız dedi, Kemal. Üzerine aldığı görev her ne kadar basit gibi görünse de karısının kendisine karşı tavırları hâlâ gözünü korkutmaya devam ediyordu.
Saatine bakıp birden hareketlendi Doktor.
- O zaman ben
müsaadenizi istiyorum. Herhangi bir bir şey olursa ararsınız.
Doktoru yolcu etmeye hazırlanan Kemal, lâf olsun diye Selmin size
bir kahve yapsaydı bari derken Esther'le bu geceyi nasıl geçireceğini kara kara düşünüyordu.
- Yok, çok sağ olun, şuradan hemen bir taksi çevirip kliniğe dönmem lâzım dedi Doktor, kararlılıkla kapıya doğru ilerledi.
Cesaretini toplayıp giremediği kendi yatak odasında Martin’in
serbestçe dolaşması içini acıtıyordu Kemal’in. Diğer taraftan Selmin’e Esther’in durumunu nasıl izah edeceğine bir türlü karar veremiyordu. Karısının başına gelen bu olayı gizli tutmaya çalışırken Selmin'den bunu saklamanın mümkün olmadığının bilincindeydi. Şimdiye kadar açıkça onunla konuşmadığına pişman olmuştu.
Gözleri masaya fırlattığı klasörü aradı. Selmin'in salonu toplarken bir yerlere koymuş olabileceğini düşündü. Etrafına baktı, evet, büfenin altındaki konsolun üst rafındaydı. Bugünkü toplantıya katılmamıştı. Feridun Bey bu tür önemli toplantıları kaçırmazdı. Kemal'in gelmediğini öğrenince çıldırmış olmalıydı. Kendine hiç yakıştıramadığı bir şey yapmış, gelemeyeceğini bile haber vermemişti. En azından sekreteri arayıp toplantıya katılamayacağını söyleseydi
keşke. Kim bilir kaç kez aramışlardı? Telefonu sessize aldığı için kimin kaç kez aradığını bilmiyordu. Cebinden telefonu çıkarıp arayanlara bakmak üzereydi ki, Esther
ve Martin’i yatak odasında yalnız bırakan Selmin dışarı çıkıp yanına geldi.
- Kemal Bey, neyi var Esther hanımın, bana daha önce hiç
görmemiş gibi bakıyor. Dediklerimi de anlamıyor, sadece o tuhaf adamla
konuşuyor.
Neler olduğuna anlam veremiyor, meraktan çatlıyordu Selmin. Başını öne eğip tereddütle kekeledi.
- Beni affedin Kemal Bey ama Esther Hanım'dan şey, yani kor..korkmaya başladım. Şu halime bakın dedi, titreyen ellerini gösterdi.
- Tamam, tamam, dedi Kemal. Gel otur şuraya. Çalışma
masasının önündeki sandalyelerden birini gösterdi. Sana anlatmam gereken bazı şeyler var fakat bunlar aramızda kalacak, anlaştık mı? Esther Hanım, ciddi bir rahatsızlık geçiriyor, geçmişini hatırlamakta
zorluk çekiyor, tabii bu geçici bir durum. Duraksadı bir süre. Problemin
anlattığı gibi olmadığını düşündü. Belki de geçmişinden başka bir şey
hatırlamıyor demesi daha doğruydu. Hangi geçmişi? Jale'ye göre önceki hayatına ait geçmişini gayet iyi hatırlıyordu. Ağzından çıkacak sözcükler zihninde birbirinin içine girmişti. Düzelterek daha fazla kafasını
karıştırmak istemedi kadının. Kaldığı yerden devam etmesi daha iyi olacaktı. Bir
süreliğine ona Esther Hanım diye hitap etmemeye çalış, dedi. Kendisine Matmazel Nora ya da
Prenses Nora denilmesini istiyor. Sıra en zor yere gelmişti. Yutkundu, bunu nasıl anlatacaktı şimdi, öksürdü, tıksırdı, zaman kazanmaya çalıştı fazla
zamanı olmadığını bildiği halde. Evet, maalesef dedi, durum bu. Esasen kendini orta çağda yaşayan bir prenses zannediyor!
Selmin şaşırarak gözlerini açtı.
- Ne diyorsunuz siz Kemal
Bey? Hiç böyle bir şey mümkün olabilir mi?
- Bilmiyorum, işte dedi, içini çekerek. Az önce ayrılan yaşlı adam Esther
Hanım’ın doktoru Profesör Cevdet Bey bile bu işin içinden çıkamıyor. Söylediği, sadece sabır etmemiz ve hanımının dediklerini mümkün olduğu kadar yerine
getirmemiz.
- İyileşecek değil mi Kemal Bey, hep böyle kalmayacak Esther Hanım değil
mi? diye sordu heyecanla.
Kemal’in yüzüne yansıyan sıkıntılı halinden durumun vahameti okunuyordu. Ne var ki ümitsizliğe kapılmak işleri daha da zora
sokacaktı. Moral, Esther’e kavuşmanın tek yoluydu ve bunda en büyük rolü Martin üstlenmişti.
- Elbette iyileşecek dedi, Kemal, ciddi görünmeye çalışarak. Sadece seni değil, beni bile tanımıyor,
tanımamasından geçtim, ilk gördüğünde onu kaçırdığımı sanıp üzerime bile yürümüştü.
Ama şimdi o tepkileri vermiyor. Artık bu duruma bile seviniyorum.
- Peki, yabancı bir dille konuşuyor benim anlamadığım, nasıl anlaşacağız, siz yine Almanca biliyorsunuz ama
ben… derken sözünü kesti Kemal.
- O da ayrı bir sorun. Ben de anlamıyorum söylediklerini. Çünkü konuştuğu dil Almanca değil. Esther’in
yanındaki adamın adı Martin, kendisi Macar. Esther onun dilini konuşuyor sadece. Ha, bir de Doktor Cevdet Beyin Almanca konuşmasını da biraz anlıyormuş her nasıl oluyorsa. Onu da bugün gelmeden önce
söyledi doktor. Şimdiden söyleyeyim, Martin, Esther iyileşene kadar bir süreliğine bize yardımcı olacak. Durdu, başını kaşıdı suratını asarak. Bir an aklı başka taraflara kaydı. Dediğim gibi antika bir
adam Martin, dedi. Arabasına attığı çiziği düşündü, canı yanmıyordu artık, hatta
komik buluyordu, gülümsedi. Ayrıca, dedi. Çok komik. Bu yüzden özellikle
söylüyorum sana, ciddiye alınacak biri değil bu adam. Gülüp geçeceksin
lâflarına, yaptıklarına. Selmin gibi ciddi bir kadının, Martin’in en ufak
kabalığını affetmeyeceğini, çekip gideceğini iyi biliyordu Kemal ve asla onu kaybetmek istemiyordu.
- Burada mı kalacak o bahsettiğiniz kişi? diye sordu Selmin. Esther’in
korkusundan sonra Martin’in korkusu sarmıştı şimdi de.
- Hayır, seninle aynı saatte gelip aynı saatte gidecek.
Aslında büyük bir otelin şefi kendisi, evli ve bir de çocuğu var.
Selmin, Martin’in Esther’le geceyi geçirmeyecek olmasına
sevinirken evli olduğunu duyunca daha da rahatlamış oldu. Kemal ise tam aksine Esther'in bu haliyle yalnız başına kalacağı geceleri düşündükçe geriliyordu.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 95. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu da sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Bu hafta sevgili Deep bizi ülke ülke dolaştıracağa benzer. Konumuz şöyle:
"Hangi ülkeleri kendinize yakın hissediyorsunuz veya seviyorsunuz? Hangi ülkelerin filmlerini, müziklerini, dizilerini, kitaplarını kendinize yakın hissediyorsunuz veya seviyorsunuz?"
İnsanın köklerinin olduğu yerle duygusal bir bağ oluşuyor sanırım. En azından benim açımdan durum böyle. Politik sorunlar, ülkeler arasındaki husumet, dini bakımdan farklılıklar bir tarafa kendimi en yakın hissettiğim ve sevgi beslediğim ülke Yunanistan. Tek nedeni atalarımın orada yaşamış olmaları değil elbette. Her ülke insanı arasında iyisi kötüsü vardır mutlaka. Ama genel olarak Akdeniz insanını kendime yakın hissederim. Müziği, tarihi, misafirperverliği, dilinin kulağımda oluşturduğu hoş tınıyı severim. Ne var ki, her sene niyet edip göremedim bu sevdiğim ülkenin topraklarını, orada yaşayan insanları, tavernalarını, uzosunu, müziğinin coşturan ezgilerini. Ölmeden önce görmek istediğim ülkelerin başında geliyor Yunanistan.
Yönetim bakımından elbette insani gelişme endeksi ve gelirde adalet bakımından ilk sıralarda yer alan İskandinav ülkelerini, İzlanda ve Benelüks ülkelerini severim. Başta Avusturya olmak üzere Orta Avrupa ve Balkan ülkeleri, özellikle tarihi zenginlikleri olmak üzere hoşlandıklarım arasında. Bana hitap etmeyen ülkeler genel olarak Asya ve Afrika kıtasında. ABD de bana cazip gelmiyor, Kanada da. Gerek kültür gerekse tarih bakımından ilginç bulsam da kendime yakın bulmam. Amerika kıtasında sadece Küba'yı severim. Orta Doğu ve Arap ülkelerindeki yaşam biçimi hiç hoşuma gitmez. Belki kültürel açıdan İran'ı ayrı tutabilirim.
Dizi ve Film konusunda çok fazla birikime sahip değilim. Kaliteli film hangi ülkeden olursa olsun izleyebilirim. Sıradan Hint ve İran filmlerinden hoşlanmam, Uzak Doğu filmleri de ilgi alanıma girmez. Müzik konusunda yine Yunan müziğini de içine alan Balkan müziklerini severim. Klasik batı müziğinin ana vatanı Avrupa ülkelerini kendime yakın hissederim. Ülkelerini sevmesem de Arap müziğini severim. Bir de tangonun ana vatanı Arjantin, Latin Amerika ve İtalyan müziklerinin kalbimde yeri ayrıdır. Elbette dilinden ötürü Fransa, müzik bakımından yine gönül telimi titretenler arasında. Amerika'nın folk ve blues müziğini de severim.
Kitap konusunda Rus klasikleri, İngiliz ve Fransız edebiyatı hoşlandıklarım arasında başı çeker. Amerikalı yazarların kitaplarını da severek okurum. Aslında kitap konusunda şu ülke yazarını tercih ederim diye bir şey söylemem zor. Yazarın ülkesi okuyacağım kitap konusunda tercih nedenim olmaz pek.
Bilgisayarına dokunur dokunmaz ekranın aydınlanmasına
şaşırdı. Hiç açık bırakmazdı bilgisayarını. Karşısında kendisine ait olmayan
bir sayfa açılmıştı. Selmin evdeki özel eşyalara hayatta dokunmazdı. O zaman Esther’in
işi olmalıydı bu. Ekrandaki Youtube videosunun altında Indila -
Derniére Danse yazıyordu. Kulaklığını takıp play düğmesine bastı. Muhteşem bir
müziğin eşliğinde dinlediği şarkının Fransızca sözlerini anlamasa da büyülenmesine yetmişti. Esther’in evden çıkmadan önce dinlemiş olduğu son şarkıydı. Birkaç kez birbiri ardına dinledi Esther’i düşünürken. Fransızca sözlükten şarkının
adının ne anlama geldiğine baktı. Derniére Danse, evet Son Dans’tı bu güzel
şarkının adı. Sözlerini merak etti.
“Oh ma douce souffrance”
diye başlayan şarkının ilk sözlerine kendince en yakın Türkçe karşılık aradı. “Ah
benim uysal kederim”
Pourquoi s'acharner tu
r'commence – “Neden
yine benimle uğraşıyorsun?”
Je ne suis qu'un être
sans importance – “Onsuz,
ben bir hiçim”
Şarkının bütün sözlerinin anlamını öğrendikten sonra sesi
sonuna kadar açıp dinledi bir kez daha.
Pour oublier ma peine immense – “Büyük acımı unutmak için,”
Je veux m'enfuir, que
tout recommence –
“Kaçmak istiyorum, her şey yeniden başlasın diye”
Defalarca dinledi ve şarkının her satırına her sözüne bir
anlam yükledi. Dinledikçe Esther’i düşündü. Belki de özellikle açık bırakmıştı Esther,
görmeyen gözleri görsün, duymayan kulakları işitsin diye. Ama yine anlamazdı
eğer Martin çizmeseydi arabasını, çıkartmasaydı at gözlüklerini gözünden.
Sans toi ma vie n'est
qu'un décor qui brille, vide de sens – “Sensiz hayat benim için anlamsız, parıltılı bir dekordan
başka bir şey değil”
“Gece gündüz gökyüzünde dolaşıyor, rüzgâr ve yağmurla dans
ediyorum”
“İstediğim tek şey biraz aşk, tatlı bir dokunuş”
“Ve son bir dans …”
Gözlerinden yağmur gibi yaşlar boşalıyordu. Onca zaman geçmişti dans etmeyeli. Ne kitap
okuyacak zaman, ne tiyatro, ne konser, ne sergi… Hem kendine yazık etmişti hem
de Esther’i bu duruma getirmişti. Kalktı bilgisayarın başından. Ne maillerine
bakacak hal kalmıştı, ne de içinden gelen en ufak bir istek. Salonun ortasına doğru yürüdü, ellerini kaldırdı havaya, kaderine isyan edercesine, gözlerini yumdu, avazı
çıktığı kadar haykırarak tekrarladı şarkının dizelerini:
“Oh ma douce souffrance”
“Ah benim uysal kederim” Benim sessiz acılarım. Esther geldi gözlerinin
önüne, acılar gecenin sessizliğini yırtıyordu, çığlık çığlığa bağırıyor, çektiği ıstırabı
hırçın bir volkan gibi gökyüzüne kusuyordu. “Ah benim kör gözlerim” diye
bağırdı komşuların duymasına hiç aldırmadan.
***
Ayhan eve adımını atar atmaz Jale’nin çenesi düşmüştü. Sabah
Selma’ya uğradığından başlayarak Kemal’in onları alıp hep birlikte önce doktora, oradan Esther’in yattığı hastaneye gittiklerinden, Esther Ablasının el ve
ayaklarındaki bantların çıkarıldığından bahsetmiş, Martin’in komikliklerini
ballandıra ballandıra anlatmıştı. Yemekleri bitene dek bütün olan biteni en ince ayrıntısına varıncaya kadar heyecan içinde paylaşmıştı kocasıyla.
Salonda televizyonun karşısına geçip çaylarını yudumlamaya
başladıkları esnada Jale'nin gergin hali gözünden kaçmamıştı Ayhan'ın.
- Eline sağlık hayatım, yemekler nefisti.
- Afiyet olsun. Benimle dalga mı geçiyorsun, yemek yapacak zamanım mı vardı sanki? Kemal Bey, sen gelmeden bir saat önce bıraktı eve beni. Yemeklerin hepsini dışarıdan söyledim dedi Jale, umursamaz bir tavır içinde. Kafasında henüz anlatamadığı bir şeyler dolaşıyordu sanki.
- Canını sıkan bir şey mi oldu? diye sordu Ayhan.
- Esther Abla’nın durumunu düşünüyorum dedi, Jale. Çayını tazelemek için Ayhan’ın boş bardağını aldı elinden.
- Eee, bak yarın taburcu oluyormuş, bu sevindirici değil mi?
Mutfaktan çıkıp çay bardağını koltukta oturan Kemal'in eline verdi.
- Esther Abla için sevindim tabii ama Doktor Cevdet Bey’in söyledikleri canımı sıktı. Güya reenkarnasyon
diye bir şey söz konusu değilmiş, efendim o sadece bir inanç meselesiymiş, bilimsel
açıklaması yokmuş. Peki, bilimi ikna etmek için daha ne yapmak lâzım? Kadın
çatır çatır Macarca konuşuyor, dün Prenses Nora olduğunu söyledi Sophia’ya.
Aynı şeyi bugün Martin’e tekrarladı. Üstelik ne ana dili olan Almanca konuşuyor ne de Türkçe olarak tek kelime çıkıyor ağzından. Tam Doktor Cevdet Beye rüyamdan bahsedip önceki hayatımda Vatikan’da rahibe olduğum ve senin de buna şahitlik ettiğin önceki hayatımı anlatacaktım, sert bir dirsek darbesiyle susturdu
beni Selma.
Üstünü sıyırıp karnını gösterdi Ayhan’a.
- Bak hala acısı
geçmedi.
Ayhan yerinden kalkıp karısının yanına geldi. Yüzünde
beliren muzip bir gülümsemeyle,
- Aç, aç biraz daha, öpeyim de geçsin bir tanem.
Jale kocasının kafasına eliyle vurdu hafifçe.
- Ya git, sen de dalga geçiyorsun benimle.
- Hiç yapar mıyım hayatım. Bence de Esther Hanım reenkarnasyon
denilen olayın gerçek kanıtı. Fakat önemli olan onun bir an önce şimdiki hayatına dönmesi.
- Biliyor musun Ayhan? Jale, kocasına önemli bir
sır verecekmiş gibi sesini alçalttı. Esther Abla’nın zaten psikolojik sorunları
varmış daha önceden. Başına gelen bu durumu ona bağlıyor doktorlar.
- Nasıl yani? Halbuki dışarıdan gayet mutlu bir çift gibi
görünüyorlardı. Parasal yönden ya da başka bir şeyden yana sıkıntıları olduğunu
sanmıyorum.
- Belki de vardır, kim bilir?
Jale, gözlerini indirip
bir şeylerden şüphelendiğini hissettirdi.
- Ne olabilir ki? Sen bir şeyler biliyorsun galiba dedi
Ayhan, merakla.
- Geçenlerde evlerindeki yemeği hatırla, hani Kemal’e yüklenmişti Hasan o
akşam. Gerçi kafası iyi olmasa cüret edemezdi buna ama. İçkiyle beraber şakaya
vurup ağabeyinin işkolikliğinden dem vurmuştu.
- Evet, hatırladım şimdi. Hatta lâfın arasında “Ağabeyim
gibi olma, eşine zaman ayır” deyip bana da nasihat vermeye kalkmıştı. Ellerini açıp Jale’ye baktı, Ayhan. Eee, ne var şimdi bunda?
Jale kocasının tepkisine şaşırmıştı.
- İşte olay bu, sen hâlâ bir şey anlamadıysan Hasan’ın söylediği gibi Kemal’in yolundasın demek dedi, suratını asarak.
Anlam veremedi karısının bu tepkisine Ayhan. Bütün kadınlar
böyleydi işte. Bir şeye kafayı takarlar, sonra adama bulmaca çözdürürler.
- Ya ne oluyor, niye suratını astın şimdi, ben bir şey anlamadım.
Ayhan’ın anlama kabiliyetinden yoksun olmasına kızmıştı, Jale. Sesini yükseltti,
- Ayhan ne var bunda anlaşılmayacak. Esther Abla yalnız, yalnııız! Kemal Bey işinden başka bir şey düşünmüyor, tamam bok gibi paraları var, her şeye güçleri yeter ama birlikte paylaştıkları hiçbir şey kalmamış aralarında.
Kadını sonunda ruh hastası etti şimdi ne yapacağım diye çırpınıyor. Ah şu erkek
milleti, hepiniz aynısınız.
- Tamam, tamam, şimdi anladım. Ama ben o dediğin
erkeklerden değilim değil mi? Karısının boynuna dolanıp gönlünü almaya çalıştı.
Jale kocası tarafından şımartılmasından hoşlanmıştı. Kocasının kedi gibi sırnaşması onu memnun ediyordu.
- Evet, değilsin. Sonra birden itti kocasını üzerinden. Şimdilik değilsin ama şunu bil ki ben Esther Abla gibi sakin biri değilim ona
göre ayağını denk al.
Tatsızlık olmasın diye sesini çıkarmadı Ayhan. Ancak karısının şimdiye
kadar devamlı kendi yaptıklarından, düşüncelerinden bahsederken bir kere olsun
kendisine “Peki, ya senin nasıl geçti günün?” diye sormayı akıl etmediğini de düşünmeden
edemedi.
***
Martin’le odaya girdiklerinde gördüğü manzara şaşırtmıştı
Kemal’i. Cevdet Bey, Esther’in yanına gideceğinden hiç bahsetmemişti kendisine. Karşılıklı
oturmuş derin bir sohbete dalmışlardı. Karşısında Kemal'i görünce toparlandı birden
Doktor.
- Doktor Bey, sizin Macarca konuştuğunuzu bilmiyordum
doğrusu.
Doktor gülümseyerek,
- Haklısınız yanılmakta dedi. Macarca konuştuğumuzu
sandınız tabii. Oysa ben Almanca bir şeyler anlatmaya çalışıyordum. Esther'in yüzündeki
ifadeden sanki söylediklerimi biraz anlıyormuş gibi geldi. Sanırım Macar
diliydi, evet Macarca birkaç cevap da verdi ama tabii ki ben anlamadım
hiçbirini.
Martin hemen Esther’in yanına gidip meşhur reveransını
yaptıktan sonra nazikçe elinden öptü.
- Matmazel... Saygıyla bir kez daha eğildi önünde.
Kendisine gösterilen bu saygıdan son derece memnun görünen Esther,
başını kaldırdığında Kemal’le göz göze geldi ve o anda yüzündeki gülümseme bıçak gibi
kesildi ama sesini çıkarmadı. Martin’le tanıştırılmayı bekleyen Doktor daha
fazla dayanamadı. Uzattı elini Martin’e,
- Doktor Cevdet Saran, Esther Hanım’ın doktoruyum, dedi.
Martin doktorun elini sıkıca kavradıktan sonra,
- Sizi tanıdığıma memnun oldum Doktor, ben de Şef Martin
Sándors, Prenses Nora’nın dadısıyım dedi. Esther dahil hepsi güldüler
Martin’in cevabına.
- Şimdi, dedi Doktor. Martin hastayı biraz hazırlasın. Yani biliyorsunuz
yeni göreceği şeyler onda şok yaratmamalı. Dışarı çıkınca nasıl bir tepki vereceğini bilemeyiz. Sanırım bu işin üstesinden gelir kendisi. Martin’e döndü.
- Ne dersin Martin?
- Ayıp ettin doktor, ben şimdi Prensesle konuşur, onu en
uygun şekilde dış dünyaya hazırlarım. Değil eve, Marsa götürseniz bile gıkını çıkarmaz. Ama onunla konuşmam için için bana bir saat kadar zaman vermeniz lâzım.
- Hadi biz de çıkıp neyi nasıl yapacağımıza karar verelim
Kemal Bey dedi, Doktor.
Martin’i içeride Esther’le birlikte yalnız bıraktılar.
Bankadan parayı çekip eşimle birlikte tapunun yolunu tuttuk. İnternet bağlantısı mı yokmuş, bilgi işlem merkezinde hatadan mı kaynaklanmış bilmiyorum, satış gerçekleşmedi. Çantaya doldurduğumuz 30 deste iki yüzlükle evimize dönmek zorunda kaldık. Bizim için büyük para tabii. Tam o sırada kızım yemeğe çağırdı. O günün telaşıyla eşim yemek hazırlamamıştı. Yanımızda taşımanın daha büyük risk olduğunu düşünüp çantayı yatağın altına sakladık ve kapıyı iki kez kilitleyip evden ayrıldık.
İki saat olmamıştı eve döndüğümüzde. Kapı açıktı, yüreğim ağzıma geldi. Hemen koşup yatağın altına baktım. Çantanın yerinde yeller esiyor. Eyvah dedim eşime, para gitmiş. Eşim çığlığı bastı, "Aman Allah'ım mahvolduk, iyice baktın mı?" diye sordu. Yatağın altındaki eşyaları telaşla yere attık ama çanta ortada yoktu. Karşı komşu sesleri duyunca kapıya çıktı. "Hırsız girmiş eve, zararımız büyük" dedim çaresizlik içinde. Yaşlı bir teyzeydi, şaşkın gözlerle acıyarak baktı yüzüme. "Polise haber verdiniz mi?" diye sordu. "Ne polisi dedim, daha yeni geldik eve."
"Gelsin polis, parmak izine falan bakar, belki bulurlar izini." dedi Neriman Teyze. Karakol iki sokak ötedeydi. Hemen koşup yanlarına gittim. Danışmadaki polis beni birkaç polisin oturduğu geniş bir odaya gönderdi. Olayı anlattım, bir kağıda yaz bunları altını imzala dedi polisin biri. Dediğini yaptım. "Bitti mi, hepsi bu kadar mı?" diye sordum. "Evet, şimdi bekleyeceğiz bakalım, belki ortaya çıkar." derken müstehzi gülümsemesi beni çılgına çevirdi. Bekleyince nasıl ortaya çıkabilir diyecek oldum ama devlet memuruna hakaret gerekçesiyle haklı pozisyonumu aleyhime çevirmemek için susmamın doğru olacağına karar verdim. Eve döndüğümde eşim kriz geçiriyordu.
Bir saat sonra üç polis geldi. Evde keşif yaptılar. "Kapıyı açık bulduğunuza göre kapıdan girmiş olmalılar." dedi genç olanı. Zekasına hayran kaldığımı söylemek çok isterdim ama yanlış anlaşılmaktan korktum. Kuruma benzer kara bir tozla kapı kollarını buladılar, fırçalayarak güya parmak izi aradılar.
Ertesi sabah emlakçıya durumu bildirdik. Dedik durum böyle böyle, para gitti. Eşim durup beklemekle olmaz git şu karakola takip et, ne yapmışlar ne etmişler bir ilgilen diye söyleniyordu. Atı alan Üsküdar'ı geçmişti. Polisin hırsızı bulacağına dair en ufak bir ümit kırıntısı yoktu bende. Ama yine eşimin dediğini yapıp çıkıp gittim arka sokaktaki karakola. Danışmaya selam çakıp doğruca önceden ifade verdiğim odaya yöneldim. İfademi alan genç polis masanın önündeki iki sandalyeden birine oturmamı işaret etti. Merakla "Bir gelişme var mı?" diye sordum. "Çay içer misin?" dedi. Baktım ki adam bir şeyler anlatacak, çay sevmediğim halde peki dedim. "Bak dostum" dedi. "Bunlar çete, hepsinin kaydı var bizde. Bu ne bir ilk ne de son olacak. Sana tavsiyem anlaşmaya bak. Yoksa bizim sana pek yardımımız dokunmaz. Adamı yakalar, savcılığa teslim ederiz, iki saat sonra arka kapıdan çıkarlar." Şaşırmıştım. Bir polis yanındaki arkadaşlarının önünde bir hırsız çetesiyle anlaşmamı öneriyordu!
İsyan ettim tabii. "Ya olur mu böyle şey, bunu bana nasıl teklif edersiniz." diyecek oldum. Hatta daha ileri gidip "Bu sizin göreviniz, bunun için vergilerimizle sizin maaşınız ödeniyor." diyecektim ki hemen kendimi toparladım. Zaman kötüydü, bir tatsızlık çıkması işime gelmeyecekti, ne de olsa ellerine düşmüştüm. Niyetli olduğumdan değil ama sadece meraktan "Peki nasıl anlaşacağız bu çeteyle?" diye sordum. "Sana numarasını veririm arkadaşın, genelde paranın yarısını alırlar ama ben sana yüzde otuza getiririm. E, bizim buradaki arkadaşlara da bir çorbalık atarsın artık." dedi. Kulaklarıma inanamıyordum. Çayımı bitirip yardımları için teşekkür ettim polislere. Eve dönüp eşime anlattım durumu. Eşim yine sinir krizi geçirmeye başladı, "Gitti bütün paramız gitti." diyerek gözyaşı döküyor. "Git" dedi, "Git en tepedekine Valiye anlat durumu. "Burası muz cumhuriyeti mi?"
"Ya," dedim. "Şimdi koca Vali bu iş için benimle görüşmeyi kabul eder mi?" Eşim kızdı bana. "Senin elinden de bir iş gelmez zaten." dedi. "Git, parti il başkanına, durumu anlat, o senin için Vali'den randevu alır." Hayatımda bir parti binasına adım atmayan ben, mecburen parti il başkanlığının yolunu tuttum. Doğrusu çok güzel karşıladılar, çay falan ikram ettiler. Ayıp olmasın diye içtim çaylarını. Kırk kırk beş yaşlarında ablak yüzlü bir adamı gösterdiler. "Memduh Bey size yardımcı olacak." dediler. Adama baktım bir şeye benzetemedim. Boşa zaman harcadığımı düşünerek içten içe beni buraya gönderen eşime kızıyordum. Memduh Bey, telefonla birine talimat verircesine konuşurken beni görünce işaret parmağını kaldırıp bir dakika müsaade istedi benden. Süt dökmüş kedi gibi usulca, biraz da çekinerek masasının önündeki sandalyeye çöktüm. En azından bir çeyrek saat konuşmasını bitirmesini beklerken önümdeki sehpaya bir çay daha bıraktılar. İl binası iş takipçileriyle hınca hınç doluydu. Herkes işini görmek için telaşla parti görevlilerine dertlerini anlatıyordu. Sonunda telefon konuşması bitti Memduh Bey'in. "Hah, tamam çayın gelmiş, evet söyle bakalım, nasıl yardımcı olalım sana?" diye sordu. Adamın özgüveni karşısında hayli şaşırmıştım. Sanki halledemeyeceği bir iş yokmuş gibi konuşuyordu. Karşısında ezildim desem yeridir. "Valiyle görüşmek istiyorum, bir maruzatımı ileteceğim."
"Peki," dedi. "Recep Bey bizden, hemen arayıp görüşmeni sağlarım." Bir kez daha şaşırmıştım. Derdim nedir, Valiyle ne işim olabilir diye sormamıştı bile. Telefonda numarayı tuşlarken bana boş bir kağıt uzatıp adını soyadını yaz buraya." dedi. "Sayın Valim, yanına bir partilimizi gönderiyorum, seninle ufak bir işi varmış, yardımcı oluver." dedi ve adımı, soyadımı verdikten sonra dönüp "Şimdi hemen git Vali Beyin yanına, toplantıya girmeden önce seninle görüşecek." dedi. Gözlerimi açtım, sormak, emin olmak istedim. "Hemen, şimdi mi?"
"Tabi tabi hemen git adamı bekletme, selamımı söylersin, işini halledecek senin." Eşime zekasından dolayı hayranlığım bir kat daha artmıştı. Doğru ya, her işin bir yolu yordamı vardı. Lâkin konuştuğum adamın adını unutmuştum. Yeniden sormaya utanıyordum ama beni bu utançtan yine kendisi kurtardı. "Memduh Bey, sizi aramış dersin." dedi. Rahat bir nefes aldım. İl binasından çıkıp bir taksiye atladım. Trafik berbat, hava cehennem gibi yanıyordu. Şoföre Valiyle randevum olduğunu söyledim biraz acele etsin diye. Ne var ki adamcağızın yapacağı pek bir şey yoktu.
Kan ter içinde merdivenleri tırmanıp makama geldim. Vali beni kapıda karşıladı ve içeri aldı. Bir kez daha şaşırmıştım. Gel dedi, masasına değil de geniş odasının ortasındaki koltuklardan birine oturmamı istedi. Kapıda beliren odacıya bize iki çay getir dedi. Karşıma oturup söyle bakalım evlâdım, nedir sıkıntın dedi, babacan tavrıyla. Gördüğüm ilgiden ne diyeceğimi unutmuştum. Derin bir nefes alıp kendime geldim. "Efendim soyulduk, evimize hırsız girdi." dedim. "Sahi mi, geçmiş olsun." dedi, kaşlarını kaldırıp gözlerini açarak. "Ancak efendim daha önemlisi, karakola gittiğimde polisler bunu bir çetenin yaptığını ve onlarla anlaşırsak çaldıkları paranın bir kısmını kurtarabileceğimi söyledi." dedim. Bunu nasıl söyleyebildiğime inanamıyordum. Ama söylemesem basit bir hırsızlık olayını Vali'ye niye getiriyorsun diye kızacağını düşünmüştüm. Vali kaşlarını çattı. "Olamaz böyle bir şey, ben göreve geldiğim tarihten bu yana il sınırları içinde hiçbir hırsızlık vakasıyla karşılaşılmadı. Herkes huzur ve güven içinde. Avrupa'nın en refah vilayetiyiz. Eskiden her taraf çöplüktü. Bak şimdi her yer yüksek korumalı gökdelen." dedi. Bozulmuştum. Odacı çayları getirip önümüze koydu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. "Ne yani yalan mı söylüyorum?" diyemedim. Koca Vali yalan mı söyleyecekti. Ama benim param çalınmıştı. "İyice aradınız mı evi, bir yerlere koymayasınız, evden biri almış olmasın yanlışlıkla," dedi. "Yok efendim, iyice aradık, para mara yok evde." dedim. "Neyse," dedi, "Hiç kuşkun olmasın, eğer bir hırsızlık olayı varsa güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaktır." dedi. Çayımızdan birer yudum çektik birlikte. "Ben şimdi Süleyman Bey'i arıyorum, sen hemen git onun yanına, işini halletsin, hani sanmıyorum ama eğer yine de dediğin gibi bir hırsızlık olayı varsa o ortaya çıkarır." dedi. "Süleyman Bey?" dedim, kim o dercesine. "Yahu nasıl tanımazsın, İl Emniyet Müdürümüz Süleyman Bey'i. Onun uçan kuştan haberi vardır. Şıp diye bulur paranı kimin çaldığını." Çayından bir yudum daha aldı. Ben aptallaşmış bir halde, çayı unutmuş onu dinliyordum. Dudaklarım titreyerek "Gerçekten mi?" diye bir soru çıktı ağzımdan. Vali birden ayağa kalktı. "Ne demek gerçekten mi, ben bu ilin Valisiyim, yalan mı söyleyeceğim sana. Hadi hemen git Süleyman Beyin yanına." dedi. Beni kovuyor mu, yardımcı mı oluyor anlamadım ama bayağı sarsılmış, moralim bozulmuştu. Bu arada polislerin çetelerle birlikte çalıştığı konusunun nasıl olduysa lâfın arasında kaynadığını fark ettim.
Bu işten bir şey çıkacağı yok, işin ucunu bırakıp eve dönmeliyim diye geçirdim aklımdan. Eşim geldi gözümün önüne, vazgeçtim. Başladığım işi bitirmeliydim. Valiliğin önünden bir taksi çevirdim. "Emniyet Müdürlüğüne" dedim. Yarım saat sonra İl Emniyet Müdürlüğünün basamaklarını çıkıyordum. Kapıdaki polis memurlarına Süleyman Bey'le randevum var dedim. Asık suratlı polis memuru kimliğimi istedi. Çıkarıp verdim. Polis bir yere telefon etti ve ismimi verdikten sonra "Peki, geçin ikinci kata çıkacaksınız." dedi. Emniyet Müdürünün özel kaleminin odasına vardım, görevli, Müdürün toplantıda olduğunu ve oturup beklememi istedi. Makamın bulunduğu oda kapısı açılıp kapanıyor, odacılar ellerinde bir sürü dosyalarla içeri girip çıkıyorlardı. Beklerken siyah gözlüklü, takım elbiseli mafya reisi kılıklı bir adam ve yanında iki koruması çıktı. Televizyonda buna benzer adamları görüyordum izlediğim dizilerden. Beklemekten uykum gelmişti. Bir saattir içeriye kabul edilmemi bekliyordum. Sonunda sekreter olduğunu düşündüğüm hoş bir hanım, "Buyurun, Süleyman Bey sizi bekliyor ama fazla meşgul etmeyin beyefendiyi." dedi. "Peki, teşekkür ederim." deyip kılık kıyafetime çeki düzen verdim ve kapıyı vurdum. İçimi yine bir heyecan dalgası sarmıştı. Müdür, makamında oturmuş, önündeki evrakları imzalıyordu. Muhtemelen içeri girdiğimin farkında bile değildi. Hafifçe öksürüp kendimi belli ettim. Başını kaldırdı. "Ha, geç otur." dedi. Karşısındaki koltuklardan birine oturdum. "Efendim, Recep Bey..." demeye kalmadı, sözümü kesti. "Evet, evet biliyorum, söyle nedir derdin?" dedi. Geldiğime geleceğime pişman olmuştum. Buradan sağ salim çıkabilirsem kendimi şanslı sayacaktım. "Efendim, sağlığınız." dedim farkında olmadan, nezaket gösterdiğimi sanarak.
Birden yerinden fırladı, Süleyman Bey. "Ne diyorsun be adam, sağlığım senin niye derdin olsun?" Altıma yapıyordum çıplak kafalı müdürün hiddetli tavrından. Kekeleyerek "Estağfurullah efendim, sağlığınıza duacıyım demek istedim." dedim. Koltuğuna oturup ellerini havaya kaldırdı. "Sinirlerim tepemde zaten, bir de seninle uğraşmayayım şimdi" dedi. Yüzüm kıpkırmızı olmuş, şakaklarımdan boncuk boncuk terler süzülüyordu. Çok yanlış bir zaman seçmiştim. Emniyet Müdürü, "Gördün mü?" diye sordu, burnundan soluyarak. "Neyi efendim?" dedim. "Az önce odamdan çıkanı. Sedat denen o şerefsiz mafya bozuntusu" dedi. Hiçbir şey anlamamıştım. Cevap vermezsem hırsını benden alacaktı. "Gördüm, efendim." dedim, sinerek. "Kalkmış beni tehdit ediyor." dedi. "Sedat Bey mi?" diye sordum. Bana bir bağırdı ki, pencerenin camları titredi. "Ne beyi, ne beyi dedi. Artistlik yapıyor bana, bacaklarını kıracağım deyyusun." dedi. "Efendim, haddim olmayarak, mahkemeye verseniz şu Sedat deyyusunu. Size bu saygısızlığı nasıl yapar?" Elini masaya vurdu. Gözlerimin içine bakarak, "Sen neden bahsediyorsun, mahkemeye versen ne olacak, memlekette adalet mi var? Adalet olsa ne işimiz var bu mafya bozuntularıyla." dedi. Çay söylememişti, çayı sevmediğim için bu durum hoşuma gitmişti aslında ama benim meseleye de henüz sıra gelmemişti. Hatta baktım ki Süleyman Beyin derdi benimkini katlamış bir anlığına teşekkür edip yanından ayrılmayı dahi düşündüm. Neyse ki konuyu o açtı. "Beni Valiye şikayet etmişsin." dedi. Elim ayağıma dolaştı, ne söyleyeceğimi bilemedim bir an. "Estağfurullah efendim," dedim. "Hiç öyle şey yapar mıyım? Şikayetim, bizim karakolun polisleriyle ilgili." Yerinden sıçradı yine. Saçı olsa başını yolacaktı. Elini başına götürürken bir saç teli aradı yolmak için ama bulamadı. Bu durum onun daha çok sinirlenmesine yol açtı. "Sen beni aptal mı sanıyorsun? O polisler kime bağlı? Ha onları şikayet etmişsin ha beni." Tamam oğlum, dedim kendi kendime şimdi hapı yuttun. Buradan zor çıkarsın. Adam yerinde duramıyor. "Yok efendim, hiç olur mu öyle şey, beni yanlış anladınız." Eliyle kapıyı işaret etti. "Git dışarıda durumunu anlatan bir dilekçe yaz. Adını soyadını, hangi evi alacağınızı, hangi bankadan parayı çektiğinizi, hangi gün parayı kaptırdığınızı, ananın kızlık soyadını vs. hepsini belirt."
Saygıyla geri geri çekilerek selâmladım Müdürü. Kapıyı sessizce açıp dışarı çıktım. Bu günü kazasız belasız atlatmama sevinmiştim. Beyaz bir kağıda Süleyman Beyin dediklerini eksiksiz yazdım. Sekreter "Telefon numaranı da yaz, bir gelişme olursa sizi ararız." dedi.
Savaştan çıkmış gibiydim. Eve geldiğimde eşim ne oldu diye merak içinde önümü kesti. Gel dedim, oturalım, sana her şeyi anlatacağım. "Annem aradı, geçmiş olsun dileklerini iletti. Gerekirse ben size borç vereyim, o evi kaçırmayın, para bulunursa bana geri ödersiniz dedi." dedi. "Bırak şimdi, zaten canım sıkkın" dedim. "Ama emlakçı arayınca, ben ona evi alacağımızı söyledim." dedi. "Bana bir şey bırakmamışsın zaten, niye soruyorsun o zaman." dedim. "Sormuyorum, söylüyorum." dedi. "Peki" dedim. Başka ne diyebilirdim ki.
İki gün sonra yine tapudan randevu alınmıştı. Dairenin rayiç değeri 125.000 TL imiş. Buna göre tapu harcını yatırdım. 125.000 TL yi satıcının banka hesabına kalan 475.000 TL yi de elden verdim. Bize iki katına mal olsa da istediğimiz evi almıştık. Eşim çalınan paranın bir kısmını kurtarmak için Sedat Bey'le konuşmayı önerdi. "Yok," dedim, ona ulaşamam ben. "Valiye, Emniyet Müdürüne ulaştın ama." dedi. "O iş başka, hem parti sayesinde kabul ettiler beni zaten." dedim. "Yine partiye git, rica et." dedi. Aklıma karakoldaki polis geldi. "Tamam dedim, bu işi karakoldaki polisle kestirmeden halledebilirim." Biraz düşündü, sonra dönüp bana, "Yok, en iyisi dava açalım şu karakoldaki polislere. Bulsunlar paramızı, madem bunlar kimin çaldığını biliyor, getirsinler o zaman." Eşime katılmadığımı söyledim. "Bir şey çıkmaz bu yoldan. Vali bile adalete güvenmiyor, biz nasıl güvenelim?" dedim. Eşim sözlerime aldırmadı, dava açalım diye tutturdu.
Önceden tanıdığımız bir avukata durumu anlatarak anlaştık. Adam cin gibi zeki, gençten biri. Bize akıl verdi. "Gidin," dedi. "O karakoldaki polisle anlaşırmış gibi yapın." Ertesi günü evimizin arka sokağındaki karakola gidip o polisi buldum. "Tamam, size paranın yarısını vereceğim, hiç olmazsa dediğiniz gibi diğer yarısını kurtarmış olurum." Adam koltuğuna yaslandı. "Baştan söylemiştim sana, aklın yolu bir." dedi. "Ama ben parayı peşin alırım." "Bu imkansız dedim, bende o kadar para yok siz paranın yarısını alın geri kalanı verirsiniz." Hiç oralı olmadı polis. "En azından kaparo vereceksiniz, yoksa bu iş yaş." dedi, kendinden emin. "Ne kadar?" diye sordum. "En az elli bin" dedi, gerisini parayı aldıktan sonra tamamlarız." Çaresizlik içinde "Peki" dedim. Karakoldan çıkar çıkmaz avukatı aradım. "Elli bini hazırla, git notere seri numaralarını kaydetsinler" dedi. Bir arkadaşımdan borç aldım. Avukat çetin cevize benziyordu. "Gerisini ben ayarlarım, suç üstü yaparız." demişti. İlk kez bu kadar ümitlenmiştim. Sabah bir çantaya koyduğum seri numaraları alınmış elli bin TL'yi yanıma alıp karakolun yolunu tuttum. Karakola varmadan avukatı aradım. Polis beni bekliyordu. "Al işte söz verdiğim gibi." dedim ve "Parayı ne zaman alırım?" diye sordum. "Yarına varmaz alırsın." derken desteleri saymaya başladı. Tam o sırada avukat ve onun ayarladığı polisler baskın yaptı, avukatımın hazırladığı plan tutmuştu. Polisi alıp götürdüler.
Aradan haftalar geçti bizim paradan haber yok. Sadece seri numaraları alınmış elli bin lirayı geri almış ve borç aldığım arkadaşıma iade etmiştim. Avukat davayı açmıştı. İlk duruşma günü ifadeler alındı. Duruşma kanıtların toplanması için iki ay sonraya ertelendi. Öğrendim ki bizim polis üç gün sonra serbest bırakılmış. Canım sıkılmıştı.
İki ay sonra davanın seyrinin değiştiğini görünce çılgına döndüm. Davayı derinleştiren hakim 600.000 TL lik evi 125.000 TL gösterip vergi kaçırdığım iddiasıyla bizi suçluyordu. Eşime dönüp "Gördün mü işte, sana bu ülkede adalet yok demiştim." diye çıkıştım. Üç ay sonraki duruşmada 50.000 TL cezaya çarptırıldım. Avukata baktım, "Ne yapabilirim, bana bunu söylemedin." dedi. Haklıydı, söylememiştim. "Peki diğer konu ne oldu?" diye sordum. "Hakim polis hakkında delil yetersizliğinden dolayı beraat kararı verdi." dedi. "Hani dedim, suçüstü yaptırmıştın?" Avukat, başını kaşıdı. "Haklısın, yani haklıydık," dedi. "Ama haklı olmak davayı kazanmaya yetmiyor." Adliye'den başımız önde ayrılırken birden karşıma Sedat Bey, yani Sedat çıktı, hani şu mafya reisi olan. Eşime biraz beklemesini söyleyip hemen koştum yanına.
"Sedat Abi, dedim" Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama nedense yapmıştım işte. Tanımıyordum kendisini ama bir şeyler çekmişti onu bana. "Eşini de al gel şu kafede oturalım bir çay içelim." dedi. Eşime işaret edip yanımıza gelmesini istedim. "Bu Sedat Bey, bu da eşim." diyerek tanıştırdım. Sedat, yanındaki adamlara eliyle işaret edip uzaklaşmalarını söyledi. Gittik kafede kendimize köşede bir yer bulduk. "Hayırdır Sedat Abi," dedim. "Canını sıkan bir şey yok inşallah." Sedat etrafına bakıp garsona seslendi. "Oğlum bize üç çay getir, şöyle demi yerinde olsun." Eşime döndü, "Yenge karnın aç mı bir şey söyleyeyim mi sana?" Eşim neler olduğunu anlamamıştı. "Teşekkür ederim, çay kâfi." dedi. Derin bir nefes aldı Sedat. "Her şeyi biliyorum." dedi. Şaşırmıştım. "Ağır Ceza Hakiminin yanından geliyorum." dedi. "Kendisine hem ifade hem de ufak bir hediye verdim." Telefonuna davrandı. "Oğlum, dedi bana 610 getirin hemen." Kuşkulanmaya başlamıştım. Silah mı istiyor nedir bu 610 dedim kendi kendime.
"Banka müdüründen sizin bankadan 600.000 çektiğiniz haberini aldım ve takibe aldım. Tapudaki arkadaşlardan rica ettim, işinizi yarına sarkıtsın diye. Evden çıktığınızda parayı evde bıraktığınızı tahmin etmek zor olmadı. Adamlarım evden paranızı aldı. Ama size şerefim üzerine yemin ederim bu paranın tek kuruşu bana bulaşmadı. Yüzde yirmisi Recep Abinin, yüzde yirmisi Temiz Süleyman'ın, geri kalanı da bankadaki, tapudaki, adliyedeki, emniyetteki arkadaşların, bir kısmı benim ekipteki dostlarımın ve bir kısmı da parti il başkanlığının. Ama bana yamuk yaptılar, mafya dediler, pislik dediler. Kendileri temiz, ben pislik öyle mi? Görecekler bundan sonra. İpliklerini nasıl pazara çıkaracağım. Biz aile değil miydik Recep Abi dedim. Beni dışladılar, hafife aldılar. Göstereceğim onlara.." Benim ve eşimin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Dayanamayıp sordum. "Yani paramıza siz mi çöktünüz?" dedim. "Anlatıyorum ya, hepsi paylarını aldılar, benim payıma düşene de göz diktiler. Ama helâlleşeceğiz. Vallahi helâlleşeceğiz. Billahi helâlleşeceğiz. Hem onlarla hem sizinle."
Sizinle? Bir anda ürperdim. Başımdan aşağı kaynar sular boşaldı. Nutkum tutulmuştu. Yanımıza adamlarından biri geldi ve Sedat'a büyükçe bir paket getirdikten sonra sessizce ayrıldı. Paketi bana uzattı. Kesin bombadır bu dedim kendi kendime. Her an patlayacak bir bomba! Adam hem kendini yakacak hem de bizi. "Burada 610.000 TL var, alın bu sizin, hakkınızı helâl edin." dedi. "600.000'i anladım ama bu 10.000 neyin nesi" dedim. "Bu avukatınıza verdiğiniz para" dedi. "Peki bunu siz nereden biliyorsunuz?" diye sordum. Acı acı gülümsedi. "Benim bildiğimi yerli ve milli istihbarat bile bilemez dedi ve ekledi. "Sizin avukat arkadaşınız da benim adamlarımdan biri. Hikâyenizi o anlattı bana, oradan biliyorum." Eşimle birbirimizin yüzüne baktık şaşkın bir halde. Otuz yıldır tanıdığımız avukat arkadaşımız Erkan, Sedat'ın adamıymış? Pes doğrusu. "Çok teşekkür ederiz, Sedat Abi." dedim. "Ne demek." dedi, gülümsedi. Ayağa kalktı ve garsona seslendi, "Hesaplar benden." Garson çocuk, "Peki Reis" dedi. Arkasını dönüp gitti. Şaşkınlığımızı üzerimizden atmak uzun sürdü. Eşim "Sedat polis mi?" diye sordu. "Hayır, kendisi mafya reisi, ama polisin ne farkı var ki." dedim.
İlk işimiz eşimin annesinden aldığımız borcu ödemek oldu. Eşim, "Sedat bir şey unuttu." dedi. "Neymiş?" diye sordum. "Şu bizim dava sonucunda ödediğimiz 50.000 TL vergi cezası." Başımı sağa sola salladım. "Hayır, dedim. "Onun bunu unuttuğunu hiç sanmıyorum." Hak yerini bulmuştu.
Önemli Not: Bu tamamen kurgu bir öyküdür. Olay ve kişi isimlerinin gerçek olay ve kişilerle denk gelmesi sadece tesadüften ibarettir.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 94. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı belirledi. Konumuz belki de çağımızın en büyük problemi stresle ilgili. Tartışma konumuz şöyle:
"Kişisel olarak bir değerlendirme yaptığınızda çevrenizde ya da kendinizde gördüğünüz stres kaynaklı rahatsızlıklar nelerdi, bunların nasıl üstesinden geldiniz?"
Evet, stres toplumun en büyük sorunlarından biri. Türlü nedenlerle kişileri intihara kadar sürükleyen bir problem. Gün geçtikçe ağırlaşan geçim sıkıntısı, güven duygusunun azalması ve geleceğe yönelik karamsar bakış başlıca stres kaynakları. Sevgili Makbule Abalı'nın yazısında belirttiği gibi zorlu ya da rahatsız edici bir durum karşısında kişinin hissettiği duygusal ve fiziksel gerilim hali olarak tanımlanıyor stres. Ve bu durumun yol açtığı şiddet, fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklar söz konusu.
İnsanların eskiye oranla birbirlerine daha az güvenmesi ya da hiç güvenememesi, sevgi ve saygıda azalma yine yaşanılan stres kaynaklı sonuçlar. İş hayatı ve sağlık sorunları diğer önemli stres kaynakları. Emekli olduktan sonra stres kaynaklı rahatsızlık çekmeyen şanslı insanlardan biriyim. Elbette stres durumunun kişisel özelliğe bağlı yansımaları olabilir. Hayattan çok fazla beklentisi olmayan, ununu eleyip eleğini askıya asan, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan, en önemlisi karşılaşılan zorlu ya da rahatsızlık verici durumların zaman içinde düzeleceğine inanan biri olarak stresle mücadele etme konusunda şanslı olduğumu düşünüyorum. Ancak toplumun geniş kesimi büyük stres altında olduğu için bu durumun beni etkilemediğini söylemek zor. Dün yaşadığım bir olayı anlatayım:
Yeni taşındığımız evin komple doğramalarını değiştiriyoruz. Adamlar merdivenlerden çıkarılması mümkün olmayan büyük çerçeveleri iple bulunduğumuz beşinci kata çekecekler. Alt komşu hayır buna müsaade etmiyorum diye itiraz etti. Sebebi yok, kendisine herhangi bir zarar verilmesi de söz konusu değil. Yaparım, yapmam ağız dalaşına döndü iş. İşçilere, aldırmayın, siz işinize bakın dedim. Beş dakika sürmedi iş bitti. Kadın hâlâ söyleniyor ve haddini aşmaya başlıyor. Git dedim, yanlış bir şey yapmıyorum, polis çağır. Nerede o eski komşuluk ilişkileri. İnsanlar işte bu hale geldi stresten. Kim bilir ne sorunu var kadının? Neyse, on dakika sonra iki polis geldi. Durumu anlattık. Gelin dedi polislerden biri, iş mahkemeye intikal etmesin, sizi uzlaştıralım. Uzlaşacak ne var ki, bu tıynette bir kadınla uzlaşmak ne mümkün, gitsin dedim, dava açsın.
Bu olay bende stres yaratır mı? Yaratmaz, otursun kendi düşünsün. Yani bu tür insanlarla yolda, durakta, markette karşılaşabilirsiniz. Acıyın onlara. İçinizde kalmasın haklıysanız cevabını verin, içinizde kalmasın, önleminizi alın, bildiğiniz gibi yapın. Ülkenin geldiği durum bu!
Memleketin durumu canımı sıkmıyor değil, olan bitenlere üzülüyorum, kahroluyorum. Niçin yaşadığımız bu topraklarda huzur, adalet, özgürlük yok diye içim içimi yiyor. Neden toplumun hakkı yenen en alt kesimi sanki hallerinden çok memnunlarmış gibi cellatlarını hâlâ destekliyorlar, onların saçma sapan ırkçı, dini söylemlerine kanıyorlar? Bende fiziki ya da ruhsal bir rahatsızlığa sebep olmadı memleketin bu hali (şimdilik) ama içimdeki ufacık ümit kırpıntısı da tükenince işin sonu nereye varır kestiremiyorum.