Geriye iki alternatif kalıyordu. Birincisi; İstanbuldan otobüsle Dedeağaç'a oradan sonra birer gün konaklayarak Gümülcine, Kavala ve Selanik'e geçmek daha sonra mübadele sırasında eşimin dedelerinin geldiği, Selanik'e 70 km mesafedeki Karaferye'yi (şimdiki adı Veria) görmek. Bu alternatif hem çok yorucu olacak hem de zamanımız yetmeyecekti. İkinci alternatif deniz yoluyla Sakız Adası, oradan Pire ve Atina, daha sonra trenle Selanik ve Karaferye'yi görüp aynı rotadan geri dönmekti. İkincisinde karar kılarak internet üzerinden feribot, tren biletlerini alıp Selanik'te konaklayacağımız yeri ayarladık.
Çeşme-Sakız Adası arasını Sunrise Lines'ın San Nicolas feribotuyla Sakız Adası-Pire arasını Bluestar Ferries'in Nissos Samos adlı yolcu gemisiyle yapacaktık. Verilen bilgi notunda iki saat önceden limanda olmamız gerektiği yazıyordu. Biz de İzmir'den erken yola çıkıp aracımızı bir akrabamızın evinin önünde park edip limana yürüdük. Aslında o kadar erken gitmemize gerek yokmuş, bir saat kadar kala limanın önüdeki acenta kapısını açtı ve check-in yaptırıp biletlerimizi aldık. Bu bekleme süresini hemen acentenin ve limanın karşısındaki bir kafede geçirirken ilk şoku orada yedik. İçinde incecik bir kaşar diliminin olduğu bizim gevrek dediğimiz simitin eetiket fiyatı tam 120 TL'ydi. Biraz düşününce hak verdik, dışarıdaki fiyatlariçin bizleri alıştırmaya çalışıyorlar herhalde dedik!.
Pasaport konrolünden geçtikten sonra feribota bindik. Külüstür bir şeydi. Eşimin akrabaları duymasın sahipleri oldukları Ertürk Feribotlarından almamıştım bileti. Oysa onlar Sakız Adasına olan mesafeyi 20 dakikada alırken bizim külüstür Yunen feribotu San Nicolas'la yolculuk 35 dakika sürecekti. Neyse deniz havasını alarak gideriz, sorun değil dedik. Sakız Adasına vardığımızda gümrükten geçerek burnumuzun dibindeki Yunan topraklarına adım atmış olduk. Akşama kadar vaktimiz vardı. Sakız Adasının köylerine özellikle adanın güney kısmına günlük turlar var. Fakat ne yazık ki bütün yerler doluymuş. Belki gelmeyen olur diye saat 11.30'a kadar bekleyin dediler. Ama gelmeyen olmadı. Dönüşümüz hafta sonu olduğu için daha kalabalık olur şimdiden yerinizi ayırtın dedi görevli Nikolas. Hoş ve ilgili bir adamcağız, eşyalarınızı yazıhanede bırakabilirsiniz dedi, ilgilendi. Eğer vazgeçerseniz paranızı iade ederiz sorun değil dedi. Peki dedik 20'şer Euro ödeyerek iki kişilik yer ayırttık dönüşte tura katılmak için.
İlk günümüz Sakız'da geçti böylece. Küçük bir yer, çarşıları, kafeleri alışveriş yerleri var. Adanın en meşhur ürünü adından da belli olduğu üzere sakız. Eşim kurabiye ve tatlılarda kullandığı için bir miktar aldık. Kilosu 250 Euro diye söyleniyordu. Sanırım bizimki 180 Euro civarına geldi. Limana yakın, ana caddenin bir sokak gerisinde Retro adında güzel bahçesi olan bir kafeye oturup kahvaltımızı yaptık. Belli ki Türkler çok ziyaret ediyor burayı. Türkçe olarak "kahvaltı 6 Euro" yazıyordu. Kocaman kızarmış bir yumurtalı tost ekmeği, domates, salatalık, zeytin tabağı bize gayet uygun geldi. Uygun geldi derken insan bir süre sonra alışıyor bu ülkenin parasına, ne kadar ucuz dediğimiz şeyleri TL'ye çevirdiğimizde olayın vehameti yani paramızın ne kadar değersiz bir hale geldiği çıkıyor. Deniz boyunca kafelerin, birahanelerin, restaurant ve börekçilerin dizildiği uzun bir cadde ve arkasında alışveriş mekanlarının olduğu bir bölgenin dışında fazla görülecek bir yer yoktu. Öğlen saatlerinde zaten esnaf siesta yapıyor, her yer kapalı. Meşhur bir dondurmacı varmış, ev yapımı! Gittik tabii. Son derece sıradan, İzmir'de her yerde yediğimiz dondurmadan farkı yok. Euro ödedik tabii, fazla değildi. Ne zaman ki TL ye çevirdim, vay be dedim, bu dondurmaya bu fiyat! Eşime söylemedim, onun da belki ilk kez sormamasına sevindim. Zaman geçmek bilmiyor, gez gez yorulduk. Sahildeki birahanelerden birine oturduk sonunda. Ben biramı söyledim, yanında bir de çerez tabağı getirdiler. Epey oturduktan sonra limana doğru yürüdük.
Yunan topraklarında olduğumuz için artık pasaport kontrolü yok. Nissos Samos limanda bizi bekliyor. Yolcu gemisi Çeşme'den Sakız Adasına geldiğimiz feribottan çok daha büyük. Bir yandan araçlar gemiye alınırken bilet kontrolünden geçip en az yedi katlı geminin yürüyen merdivenlerinden yukarı çıkıyoruz. Biletimizin üzerinde koltuk numarası yazmıyor, ekonomi sınıfı olduğu için olmalı. Demek ki isteyen istediği koltuğa oturabilir diye düşünüyorum. Yolcu sayısı fazla olmasına rağmen gemi çok büyük olduğu için fazla kalabalık görünmüyor. İki kat çıktıktan sonra geminin ön ve arkasında yer alan iki kafeteryadan yemek, sandviç, içecek ve atıştırmalık satışı yapılıyor. Ortada masalar ve kafeterya tipi basit koltuklar var. Yemeğini, içeceğini alan buralarda oturuyor. Gemideki görevlilerden birine bileti gösterip nerede oturacağımızı soruyorum. Bize kafeterya sandalyelerini gösteriyor ve gemide epey boş yer olduğunu daha sonra gidip rahat, pullman koltuklara geçebileceğimizi söylüyor. Gidip boş koltuklardan ikisine geçiyoruz eşimle. Koltukların kolçaklarında numaraların olması biraz işkillendirse de sorun etmiyorum ama dönüş yolunda bunun ne anlama geldiğini acı bir şekilde öğreneceğiz. Yaklaşık beş koltuk ara ile tavandan sarkan birer tv, sesleri kapalı olarak farklı Yunan kanallarını gösteriyor. Dokuz saat sürecek gece yolculuğumuz rahat bir şekilde ilerlerken kâh kitap okuyoruz, kâh koltuklarımızı yatırıp uyuyoruz. Arada bir kalkıp gemiyi tanımaya çalışıyorum, üst katları kolaçan ediyorum, geminin ön bölümünde ortadan bir kapıyla girilen kamaralar yer alıyor. Bazen güverteye çıkıyor ve denizin serin kokusunu içime çekiyorum. Ön tarafta denizi yara yara ilerleyen geminin oluşturduğu beyaz köpüklü dalgaları seyrederken hayaller kuruyorum. Gemi uzaktan ışıkları yansıyan Ege adalarının arasında hızla yol alıyor. Adını bilmediğim iki ya da üç adaya yanaşıp yolcu indiriyor, yeni yolcular alıyor. Uzun bir yolculuk, haliyle karnımız acıkıyor. Kalkıp kafeteryadan soğuk zero kolamızı alıp eşimin marifetli elleriyle hazırladığı kekleri, börekleri atıştırıyoruz.Yolcuların hemen hepsi Yunan vatandaşı, diğer ülkelerden bazı yolcular da var ama Türk'e hiç rastlamadık. Sağlı sollu yüzlerce koltuğun yer aldığı salon ve kafeteryaların çevresinde yadırgadığım görüntüler çarpıyor gözüme. Koltukların büyük kısmı boş olmasına rağmen insanların bir kısmı, özellikle genç olanlar, uyku tulumlarına girip sere serpe boş yerlere uzanmışlar. Bazıları yere battaniye, çarşaf sermiş etrafına aldırmaksızın evlerindeki yataklarındaki gibi rahat bir şekilde yatmış, uyuyorlar. Orta ve ileri yaştakiler kafeterya kanapelerine serilmişler, bazıları ayaklarını boş buldukları koltuklara uzatmışlar. Kırda piknik yaparcasına salonun dört bir köşesi yerde uyuklayan insanlarla dolu. Bende yanlışlıkla göçmenleri taşıyan bir gemiye mi bindik hissi uyandıran bir görüntüydü bu. Telekom'dan aldığım haftalık internet paketi işime çok yaradı. Google haritalardan geminin Ege denizindeki konumunu an be an takip ediyordum. Geminin yanaştığı adaların adlarını buradan görmek mümkün ancak Yunan alfabesini bilmeden bunu anlamak imkânsız. Pire limanına yaklaşırken yine güverteye çıktım. Dokuz buçuk saat süren uzun yolculuğumuzun sonuna gelmiştik.
Plâna göre gemiden iner inmez tren garına gidip önce sekiz buçuk km mesafedeki Atina'ya, oradan da yine trenle Selanik şehrine geçecektik. Biletleri internet üzerinden almıştım, zamanımız sınırlıydı. Liman çıkışında lokomotif işareti olan bir tabelayı takip edip liman dışına çıktık. İstasyonu sormak istiyoruz, insanların çoğu İngilizce bilmediklerinden anlaşmak hiç kolay değil. Taksilerden birine fiyat sorduk 20 Euro istedi. Oysa zaman olsa yürüyüş mesafesinde ulaşabileceğimiz bir yere gidecektik. Gençlerden fayda vardı. Hemen ilerimizde genç bir kıza sorduk. Oradan kalkan şu numaralı otobüse binerseniz sizi götürür istediğiniz yere dedi. Bileti nereden alacağız, ya da otobüste bilet alabiliyor muyuz diye soracak olduk, sorun değil bilet almanıza gerek yok dedi. Acaba doğru yere mi götürecek heyecanı içinde otobüse bindik. Sonradan öğreniyoruz ki, otobüs ve metrolarda genel olarak bilet kontrolü yapılmıyormuş. Fakat denetleme esnasında biletinizin olmadığı ortaya çıkarsa bilet ücretinin 60 katı kadar ceza ödemek zorunda kalınıyormuş. Bu uygulama Avrupa ülkelerinin çoğunda var. Yine navigasyondan takip ediyorum yaklaşık 1.200 metre yürüyüş mesafesindeki hedefimize an be an uzaklaşıyoruz. Normaldir bu otobüs trafikteki yolları kullanacak. Yaklaşık iki üç km yol gittikten sonra iniyoruz. Köprüyü geçin orada tren garını göreceksiniz diyor gençlerden biri. Neyse, sonunda gara varıyoruz. Bilet gişesinin önündeki yaşlı bir amca ile gişe görevlisi teyzemiz kendi dillerinde tartışıp duruyorlar. Trenimiz on dakika sonra kalkacak ve bağlantılı olarak Atina'dan Selanik trenine yetişeceğiz. Sohbetleri uzadıkça uzuyor, eşim sinir küpü. Araya giriyorum, yaşlı amca dur, sıranı bekle anlamında Yunanca bir şey söylüyor sakin bir üslûpla. Ve göz göre göre treni kaçırıyoruz! Ve ben o anda pişman oluyorum, bileti önceden aldığıma. Evet, gidiş dönüş internet üzerinden daha ekonomik ancak en ufak bir aksamaya tahammülü yok. Yaşlı adamın işi bitip gittikten sonra durumu gişedeki teyzeye anlatıyoruz. Sorun değil diyor bir sonraki tren on beş dakika sonra kalkacak onunla gidersiniz. Başka çaremiz mi var? Hem Atina hem de Selanik biletlerini alıp perona çıkyoruz.Bir gezi yazısında okumuştum. Pire'den kalkan banliyö trenleri önce ara istasyonları ağır ağır geçiyor ve daha sonra hızlanıyorlarmış. Henüz iki istasyon geçmşken, yani daha hızlanma aşamasına gelmeden trenimiz duruyor ve bir anda bütün vagonların boşaldığını fark ediyoruz. Yine gençlerden biri trenin arıza yaptığını başka bir trene aktarma olacağını söylüyor. Hangi trene? Tren ortada yok. Bekle bekle, tamam diyorum artık, Selanik treni kaçtı. Peronda tren gözüktüğünde bir demiryolu görevlisine durumu anlatmaya çalışıyorum. Şansıma adam İngilizce konuşabiliyor. Tamam merak etmeyin ben durumu telefonla karşı tarafa bildiririm diyor. Hiç ümitlenmiyoruz. Bir mucize gerçekleşiyor, aktarma yaptığımız tren Atina garında perona yanaşır yanaşmaz aşağı iniyoruz ve görevli genç bir kız bizi karşılıyor, Selanik trenine yetişecek yolcu siz misiniz diye sorduktan sonra beni takip edin hemen diyor. Peşinden koşturup merdivenleri çıkıyoruz, biletimizde yazılı vagon numarasına bile bakmadan nefes nefese bizi Selanik'e götürecek trene bindiriliyoruz. Bu noktada Yunan demiryollarının sorumluluk anlayışına şapka çıkartıyorum.Yaklaşık beş saat süren tren yolculuğumuz hayli keyifli geçiyor. Bir saat kadar sonra vagonların arasındaki çifte kapılardan geçip altı yedi vagon ilerliyoruz. Geldiğimiz vagon kafeterya olarak tanzim edilmiş. Tezgahın arkasındaki görevli hanıma birer kahve söyleyip boş masalardan birine oturuyoruz. Neyse ki telefonlarımızı şarj edecek prizler var masanın yanında. Zira telefonlarımızın şarjı neredeyse bitmek üzere. Yol boyunca geçtiğimiz güzergâh yeşille mavinin içiçe geçtiği doğal güzellikleri seyre dalarken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyoruz.Selanik tren garına öğleden sonra vardığımızda saat dört civarıydı. Turistik gezilerimizde konaklayacağımız yerin konumuna önem veririm. Eşim için önemli olan ise temizliği. Her ikisini sağlayan bir daire ekonomik bakımdan da daha uygun görünüyordu. Telefondan navigasyonu ayarladım ve 1.100 metre yürüdükten sonra dairemize gelip yerleştik. Temizlik ve konum itibarıyla beklentimizin de üzerindeydi. Hemen şehri gezmeye çıktık, çünkü sonraki günü tamamen Karaferye'ye (Veria) ayırmıştık. Eşim atalarının bir asır önce yaşadığı toprakları özellikle görmek istiyordu. Selanik'e gelip da Atamızın doğduğu evi ziyaret etmeden dönmek olmaz. İnternet'ten baktığımda ziyaret saatinin neredeyse biteceğini fark ediyoruz. Saat beşe bir çeyrek saat kala bir taksi çevirip şansımızı deneyelim dedik. Yol boyunca şöför yarım İngilizcesiyle hayat pahallığından dert yanarken Euro'ya geçilmesiyle birlikte Almanların sömürgesi olduk diyor. İçimden sen bir de Türkiye'yi gör diyorum. Atatürk'ün evine geldiğimizde kapanışa sadece beş dakika vardı. Görevliler yardımcı oldular ve üst kattan başlayıp aşağı doğru katları ziyaret etmemizi biraz da elimizi çabuk tutmamızı istediler. Bu ziyaretin kısa sürmesi aslında iyi de oldu. Atatürk'ün çoğunu bildiğimiz hayatı ve yaptıklarını anlatan yazılar, Zübeyde Hanım'ın ve Atatürk'ün biri gençlik diğeri ileriki yaşlarda olmak üzere iki adet balmumu heykeli ve birkaç bakır tas ve çatal bıçak takımı dışında bir şey yoktu. Fakat yine de o havayı solumak, gördük diyebilmek önemliydi bizim için.
Atatürk Evi'nden sonra merak ettiğimiz ikinci yer, tabii ki Beyaz Kule'ydi. Ana caddelerinden biri boyunca yürüyerek sahile doğru indik. Beyaz Kule tüm ihtişamıyla karşımızdaydı. Dedikleri gibi şehrin sahil bandı İzmir'i andırıyor. Biraz ileride Selanik'in en önemli meydanı Aristoteles Meydanına vardık. Bu civarda güzel kafeler, restaurantlar ve nezih bir ortam var. Hava kararmaya başlarken yorgunluğumuzu gidermek için kafelerden birine oturup biramızı yudumlarken bir şeyler atıştırdık. Aslında tavernalardan birine gitmek istiyordum fakat karnımız doymuştu. Gezilecek birkaç tarihi yapı olmasına rağmen bizim tercihimiz şehrin havasını koklamak ve yerel mutfağını keşfetmekten yana oldu. Ertesi gün için Veria'ya gidecek otobüs terminaline gitmeye koyulduk. Epey bir mesafe yürüdükten sonra yanlış yere geldiğimizi söylediler. Meğer Selanik'te iki otobüs terminali varmış. Bizim gitmemiz gereken yer Makendonya Otobüs Terminaliymiş. Yürümekten bitap düşünce bir taksi çevirdik, bu sefer doğru yere vardık. Gişeler yeni kapanmıştı, erken saatlerde gelirseniz biletinizi buradan alabilirsiniz dediler. Önceden edindiğim bilgi beni şaşırtmıştı aslında. Selanik-Veria arası otobüsle 2,5-3 saat sürüyor deniliyordu. Gerçekten de otobüs 70 km lik yolu aradaki köylere uğrayınca o kadar uzun vakit alıyormuş ancak ekspres servislerde bir saat civarında sürüyormuş yol. Bu bilgiyi aldıktan sonra yine bir taksiye atlayıp dairemize döndük. O gece güzel bir uyku çektik.
Sabah ssat 9.30'da ilk otobüs kalkıyordu. Erkenden taksiyle garaja vardık ve biletlerimizi aldık. Otobüsümüz tam saatinde kalktı. Navigasyonum açık bir halde geçtiğimiz yerleşim yerlerini, dereleri takip ediyordum yolculuk sırasında. Etrafı tarlalarla çevrili dümdüz yolda sabit bir hızla ilerledikten sonra ata topraklarını görme heyecanı her ikimizi de sarmıştı. Akşama kadar koca bir gün geçirecektik bu şehirde. Otobüs garaja varır varmaz, şehri tanımaya koyulduk. Turistik bir belde değil burası. Eşim anlatıyor, dedelerinin bir akarsunun kenarında büyük bir evleri varmış. Önce Yahudilerin Sinagogu ve onların yaşadığı mahalleyi geziyoruz. Yunanistan'da en büyük derdimiz Grek alfabesi. Çoğu kez tanıtım levhalarında Latin harfleri bile yok. Sözgelimi Veria'nın "V" harfi onlarda "B" ne alâkaysa. Neyse ki matematik ve fizik formüllerinden hatırladığım bazı sembol harflerle durumu kurtarmaya çalışıyoruz. Şimdi bütün gayretimiz Vera suyunu ve aynı bölgedeki Barbouta bahçelerini bulmak. Geniş bir meydandaki ahşap kanapelere oturmuş üç yaşlı teyze muhabbet ediyorlar. Onlardan birine yanaşıp Barbouta bahçelerini ve akarsuyu soruyorum. Kadın tek kelime İngilizce bilmiyor fakat Yunanca bize durmadan bir şeyler anlatıyor. Adının Dorothea olduğunu öğreniyoruz.Dorothea, bizim bu seyahatte aklımızda en kalıcı anlardan biri oldu. Smyrna'dan geliyoruz deyince daha da coştu. Devamlı bizimle Yunanca konuşmaya devam ederken anlamadığımızı bilmesine rağmen hız kesmiyor. Barbouta bahçelerine nereden gidebiliriz diye sorunca yanındaki iki kadına hoşçakal bile demeden önümüze düşerek kılavuzluk etmeye başlıyor. Kadın konuşmaya hasret kalmış demek ki. Eşimle gülmemek için kendimizi zor tutuyoruz. Dorothea Teyze önde biz arkada ilerlerken muhtemelen bize Barbouta bahçelerinin tarihini anlatıyor fakat gram bir şey anlamıyoruz. Bu durumun kadıncağız için hiç önemi yok, el kol işaretleriyle bir şey demek istiyor. Buradan da gidebiliriz ama iyisi mi biz şu merdivenleri kullanalım demek istedi sanırım. Sonunda yanında şırıl şırıl, şirin bir derenin aktığı salaş sayılabilecek bir kafeyi göstererek burada bir şeyler yiyip içebilirsiniz dediğini tahmin ediyorum. Teşekkür ederken buyrun birlikte birer kahve içelim teklifimizi nazikçe geri çeviriyor ve samimi bir şekilde vedalaşıp yanımızdan ayrılıyor. Biz de merdivenlerden çıkıp kafeye giriyoruz. İlginç bir servis yöntemi var kafenin. Aşağıda dere kıyısındaki masalardan birine oturuyorsunuz. Masaların yanındaki telefonda 2 tuşuna basıp siparişinizi veriyorsunuz. İstedikleriniz hazırlandıktan sonra teleferikle masanınızın yanına geliyor. Yunanistan seyahati boyunca yediğimiz en güzel Greek saladı burada yedik. Gürültüden uzak, sadece derenin çağıltısı eşliğinde yarım saat kadar keyifli bir zaman geçirdik.
Hesabı ödeyip kafeden ayrılır ayrılmaz bir sürpriz bizi bekliyordu. Birkaç yağmur damlası başımıza düştüğünde yaz yağmuru deyip önemsememiştik. Yahudi mahallesinin dar sokaklarından şehir merkezine doğru ilerlerken yağmur tüm şiddetiyle bastırdı ve biz kendimizi ıslanmaktan koruyacak bir sundurma dahi bulamadık. Caddeye çıkıp bir taksi arayışına giriştik, yolların sele dönüştüğü yağışta taksiciler bizi bekliyordu sanki. Nafile bekleyişten sonra eşim otostop yapalım dedi, iyi yapalım da nereye gideceğiz bilmiyoruz, ne diyeceğim ben insanlara dedim. Neyse ki duran hiçbir vasıta olmadı ve sırılsıklam ıslandık. Sonunda bir pastaneye sığınıp yağmurun dinmesini bekledik. Yaklaşık kırkbeş dakika sonra yağmur kesildi ve güneş yüzünü gösterdi. Eşimin en büyük arzusu ata topraklarını görmekti benimse daha çok yerel bir tavernada uzoyla deniz ürünlerinin tadına bakmaktı. Bir yandan yine yağmura yakalanırız korkusuyla adımlarımızı açarak şehrin merkezinde şirin bir tavernaya vardık. Kalamar, karides güveç, Greek salad ve uzodan oluşan menümüz geldiğinde keyfime diyecek yoktu. Ancak eşim kalamar tavayı sevdiğinden ızgarası pek hoşuna gitmedi. Güveç de istediği gibi değildi. Veria'nın bir de meşhur revanicisi varmış fakat oturacak yeri olmadığı için sen burada otur ben gidip alır gelirim dedim. Bulunduğumuz yere yakın küçük bir dükkândı. Bazı şeyler değerinden çok daha fazla ünleniyor nedense. Sıradan bir revani tatlısıydı, çok daha iyilerini ülkemizde yemiştik. Fakat yine de tatlı yani, oturup afiyetle ağzımızı tatlandırdık. Otobüsümüzün dönüş saatine daha çok var. Veria'yı hakkını vererek gezdik bu sayede. Yıkık dökük camiler, kiliseye çevrilenler, kiliseler ve tarihi yapıları gördük, şehrin havasını kokladık ve tam zamanında terminale vardıktan sonra Selanik'e dönüş yolculuğumuz başladı.Akşam saatlerinde Selanik'i son kez görme imkânımız oldu. Bir taksi tutup doğrudan otobüs terminalinden şehir merkezine vardık. Caddeler bu saatlerde oldukça canlıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse yeterince zaman ayıramamıştık bu şehre. Aslında gezdiğimiz yerler İzmir Alsancak'ın bir kopyası. Yorgun düşünce yine bir kafeye oturup ben biramı eşim de kolasını yudumlarken bir şeyler atıştırıp şehri seyre daldık ve geç saatlerde dairemize döndük.
Sabah erken saatlerde yürüyerek tren istasyonuna geldik. Selanik'ten Atina'ya oradan da Pire'ye geçtik. Dönüş yolculuğumuz biraz da neyi nerede bulacağımızı bildiğimiz için sorunsuz ve rahat geçti. Pire'ye vardığımızda geminin saatine daha epey zaman vardı. Limanın karşısında bir pastanede oturup kahvaltımızı yapalım dedik. Eşimin öğrendiğine göre börekleri güzelmiş Yunanların. Yediğimiz feta peynirli börek gerçekten de muhteşemdi. Pire şehrinde bir süre çarşı pazar dolaştıktan sonra eşimin ısrarıyla birer bilet alıp belediye otobüsüne bindik. Niyetimiz biraz şehri turlamaktı. Daha önce belirttiğim gibi bilet kontrolü yok, otobüse bindikten sonra okutman gerekiyor sadece. Uyanıklık edip biletlerimizi okutmadık. Aslında otobüsün nereye gittiğini bilmiyoruz, rastgele birine atladık. Otobüs bir durak gittikten sonra ikinci durakta tamamen boşaldı. Meğerse son durakmış! Hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Durduğumuz yer aslında son durak gibi durmuyordu. Güzel sahil yolu boyunca upuzun ilerleyen bir yoldu. Biz ileri gitmek istiyoruz, sor bakalım şunlara dedi eşim, ileride ne var? Soru bana garip geldi, adamlar siz nereye gitmek istiyorsunuz diye sorsa cevabımız hak getire. Neyse ki duraktakilerin ve şöförlerin hiçbiri İngilizce bilmiyorlardı, anlaşamadık. Bir süre sonra gençten bir çocuk geldi. Biz dedik limana dönmek istiyoruz, hangi otobüse binmemiz lâzım. Yolun karşı tarafında bir durak gösterdi. Bir çeyrek saat sonra otobüsün biri geldi durağa ve şansına bindik. Biletimizi yine okutmadık. Bu kez şansımız yaver gitmişti. Belediye otobüsü bizi öyle bir gezdirdi ki değme turlar halt etsin. Önce Paşa Limanı denilen ve yatların barındığı güzel bir koyun etrafından dolaştı, sonra aşağı yukarı şehrin bilinen bütün caddelerinden geçerek yoluna devam etti. Bir gözüm navigasyonda bir gözüm saatte maceralı bir yolculuğun içinde bulduk kendimizi. Zira geminin kalkış saati yaklaşıyordu, ve biz Atina'ya doğru yaklaşırken Pire'den mütemadiyen uzaklaşıyorduk. Ve Atina'ya geldik Akropolün etrafından dolaştık. Hani biraz daha ilerlese inip bir taksi tutup limana yetişmeyi düşündüğüm bir anda son durağa geldik. Aynı otobüse yeniden binip dönüş yolculuğumuz başladı, limana yakın bir durakta indik ve gemiyi kaçırmadan maceralı turumuz sağ salim tamamlanmış oldu.
Sakız'a dönüş yolculuğumuz tam bir felâketti. Gelirken gemi boşken dönüşte tıklım tıklım dolu. Hiçbir yerde ne boş koltuk ne de sandalye var. Sekiz dokuz saatlik yolculuk ayakta nasıl çekilecek. Tecrübeli olanlar, yerlere şilteleri sermişler, uyku tulumları içinde keyif sürüyorlar. Bazıları açık güvertede serin rüzgâra aldırmaddan kıvrılıp uzanmışlar. Neyse ki bir boş sandalye gözümüze ilişti. Eşimi oturttum. Koltuktaki gibi rahat değil ama hiç yoktan iyidir. Bir ara eşim sandalyesini bana emanet ederek boş koltuk avına çıktı ve gülerek geldi yanıma. Sandalyemizin üzerine eşya bırakıp koltuklara geçtik. Ben güverteye çıktım, biraz dolaşıp döndüğümde eşimin yerinde olmadığını gördüm. Koltuğun sahibi gelmiş ve eşim de kalkıp eski sandalyesine dönmüş. Benim için zor bir yolculuk değildi, sık sık açık güvertede vakit geçirdim ama eşim için üzüldüm doğrusu. Bir daha yolcu gemilerinde ekonomi sınıfından bilet almamayı öğrenmiş olduk bu sayede.Sabahın ilk saatlerinde Sakız Adası'ndayız. Vakit oldukça erken ama börekçiler açık. Yine şu feta peynirli börekten aldım açık börekçilerden birinden ve doğruca ilk gittiğimiz Retro Cafe'ye gittik. Hava tam olarak aydınlanmamış. Telefonlarımızı şarj edecek prizlerin yerini biliyoruz nasıl olsa. Üstelik internet şifremiz de var. Fakat sabah ayazı eşimi rahatsız ettiği için börekleri aldığımız salona dönüp uzunca bir süre vakit geçirdik. Saat on buçuk'ta Sakız Turumuz var. Biletleri önceden almıştık.
Tur çok güzel geçti. Sakız Adası'nın en meşhur turu Güney turu. Pyrgi ve Mesta köyleri oldukça turistik yerler. Türk rehberimiz ağırlıklı olarak Ertürk Lines yolcularına hizmet eden sempatik bir hanımefendi. Sakız Adası deyince damla sakızının nerede nasıl yetiştirildiğine dair önemli bilgiler veriyor. Sakız en önemli gelir kaynağı adanın. Merkeze 25 km mesafediki Pyrgy köyü kendine özgü mimarisiyle oldukça ilgimizi çekti. Cenevizli korsanlardan korunmak üzere yapılmış labirent şeklindeki dar sokakların arasında kaybolmamak mümkün değil. İki köyün arasında verilen molada yine Akdeniz usulü güzel bir yemek yedikten sonra dönüş yolculuğuna başladık. Başladık başlamasına da bizim feribotun hareket saatiyle otobüsün dönüş saati aynı. Sardımı bizi yine bir heyecan. Hem acenteye hem de rehbere durumumuzu anlatmamıza rağmen son derece rahat davranmaları bizi huzursuz ediyor. Tam şehre geldik ki trafikten ilerleyemiyoruz. Karşıda bizim feribotu görüyorum. Otobüsten adımımızı attığımız anla feribotun kalkışı aynı zamana denk geldi. Rehber bizi sakinleştirmeye çalışıyor. Önceden söz verdiği gibi sorun değil sizi artık Ertürk feribotuna bindireceğiz diyor. Yarım saat sonra kalkacak bir feribot bu, fakat diğerine göre çok daha hızlı. Rehber hanım hemen gereken işelmleri yapıyor ve bize biletlerimizi veriyor. Gümrük ve pasaport kontrolünden geçtikten sonra Çeşme'ye doğru ilerlerken maceralı yolculuğumuzu tamamlıyoruz..