Düne kadar 2021 yılına ait bir planım yoktu. Artık var.
1. Kelime Oyunu gibi yazma kabiliyetimizi geliştiren etkinliklere katılmayacağım. Bu tür etkinliklerde yapılacak yorumlar meydana getirilen eserin eleştirilmesine olanak verir. Yayınlanan öyküler, şiirler, denemeler, makaleler, velhasıl bütün yazılar edebi açıdan okurun beğenisine sunulur. Beğenirsiniz ya da beğenmediğiniz yönleri eleştirebilirsiniz. Yapılan eleştirinin haklı olup olmayacağı önemli değildir. Haklı bulduklarınızı düzeltir, eleştiren kişiye teşekkür edersiniz, haklı bulmadıklarınızı gerekçelerini izah ederek savunursunuz. Ne yazık ki bazı arkadaşlarımızın negatif eleştirilere tahammül gösteremediklerini gördüm. Yapılan eleştirilerin ders vermek, had bildirmek şeklinde algılanması, beni derinden üzdüğü gibi farkında olmadan bir insanın incinmesine sebep olduğu için böyle bir karar aldım.
2. Sadece yazılarıma yorum yapan ve eleştiriye tahammül eden blog arkadaşlarımın yazılarına yorum yapacağım.Yazılarıma ve yorumlarıma saygı çerçevesinde sınırsız olumlu ya da olumsuz eleştiri yapabilirsiniz. Bu benim kendimi geliştirmem, yeni şeyler öğrenmem için hayati öneme sahip, ayrıca blog dünyasında varlık nedenlerimden biri. İyi bir blog yazısı okuduğumda beğenimi ifade ederim. Eğer dikkatlice okuduğum bir yazıda fikren yada yazım dili bakımından katılmadığım ya da eleştireceğim hususlar varsa eleştiririm. Bunun bana faydası olmasa da, iki yüzlü davranmamış hissettirir kendimi. Özgür düşüncelerimizi ifade edebilmek, başkalarının yazdığı yazılar hakkında samimi yorumlar yapabilme imkanı yine burada bulunmamın bir başka nedeni.
3. Okumakta olduğunuz bu kişisel blogun sahibi, görüntüleme ve yorum sayısıyla ilgilenmediği gibi kendisinin blog üzerinde herhangi bir ticari kaygısı da yoktur. Her ne kadar yapılan yorumlar beni mutlu etse de yorum almak için bir gayret içinde olmayacağım. Yukarıdaki 2. maddenin bazı istisnai durumları olacaktır. Başta Evde Yazar, Manxcat / Kuyruksuz Kedi, DeepTone, Sadece C. olmak üzere birbirimizi tanıdığımıza inandığım bazı blog sahiplerinin yazılarına (bana yorum yapmasalar bile) yorum yapmaya devam edeceğim. Söz konusu kişiler farklı fikirlere ve eleştiriye tahammül eden, kendilerinden çok şey öğrendiğim gerçek dostlarımdır.
Bu vesileyle, bilmeden incittiğim bütün arkadaşlardan özür diler, 2021 yılının herkese sağlık, mutluluk ve huzur getirmesini temenni ederim.
Kelime oyununun bu haftaki kelimelerini Bonheur belirledi. Organizatörlüğünü sevgili DeepTone'un yaptığı bu güzel etkinliğin beşinci haftasına girerken geniş bir katılımın sağlanmış olması beni ziyadesiyle heyecanlandırdı. Yazmış olduğu yazılarla hünerlerini gösteren bütün katılımcılara teşekkür ederim. Gerçekten çok güzel eserler üretildi. Bundan sonraki haftalarda belirlenecek kelimelerde tekrara düşmemek ve önceki haftalarda hangi anahtar kelimelerin kullanıldığını görmek maksadıyla her hafta güncellemeyi düşündüğüm bir liste hazırladım. (TIK TIK)
Bu hafta, etkinliğimize ben de bir öyküyle katılmak istiyorum. Umarım beğenirsiniz. Haftanın kelimeleri:
*** KEDİ, FİLM, KEMAN, HASRET, AĞAÇ ***
ARANIZDAN BİRİ
Beni anlayacağınızı umuyorum. Bu hayatı ben seçmedim, hepinizin arasından hayat seçti beni. Çocukluğumdan beri adım adım bu mesleğe hazırlandım, buna da meslek denirse tabii. Annem de aynı işi yapardı, onun annesi de... Kaderim bu benim, kaçamazdım.
Serin bir akşam, saat yediye doğru yol alıyor. Yağmur yağdığında bıçak gibi kesilir işim. Caddelerde boy gösterip yapılacak bir iş değil ki bu, sağanak altında. Gece mavisi gökyüzüne bakıyorum, yıldızlar bana göz kırpıyor. Belli ki yağmur yağmayacak bu gece. Şükürler olsun! Bunu küçükken öğretmişlerdi bana, diğer öğrettiklerinin yanında. Karşı dairelerden süzülen ışıklara bakıp sıcak bir yuvanın hasretini çekiyorum içimde. Keşke onların yerinde olsaydım...
Bütün vücut kıvrımlarımı ortaya çıkaran beyaz bir elbise giyiyorum. Rakipleriniz arasında fark edilmek istiyorsanız, özellikle de ten renginiz benimki gibi esmerse, beyaz giymek oldukça akıllı bir seçim. Annemin öğrettiği gibi ağır bir makyaj yaptım. Az ileride, sinemanın önünde, direğe monte edilmiş panodaki "Ahlat Ağacı" afişi dikkatimi çekiyor. Birkaç gün önce izlediğim Nuri Bilge Ceylan'ın bu filmi beni derinden etkilemiş, başroldeki Sinan'la özdeşleştirmiştim kendimi. "İster sevelim ister sevmeyelim, bazı özelliklerimizi babalarımızdan alırız. Zayıflıklarımızı, alışkanlıklarımızı ve daha pek çok şeyi..." Oysa bana şefkatle sarılacak bir babam olmamıştı. Yani ben böyle düşünüyorum. Belki annemin yanına gelenlerden biriydi ama hangisi olduğundan asla emin olamadım. Çocukken eve gelen adamlara baba diye hitap etmem öğretilmişti. Onlara saygıda kusur etmedim, onlar da her zaman aldıkları küçük hediyelerle sevgilerini gösterdiler bana. Sevgiyle şefkatin farklı şeyler olduğunu okuduğum kitaplardan öğrendim. Yalnızdım, hiç arkadaşım olmadı kitaplardan başka.
Modası geçmiş olmasına rağmen kısacık boyumu biraz olsun gizleyen ve aynı zamanda beni seksi gösteren yüksek ökçeli bir pabuç giyiyorum. Belediye Kavşağı yakınlarında, İpekyolu caddesinde müşterimi beklediğim sırada elektrik kesiliyor, araçların far ışıkları dışında her taraf kararıyor. Birkaç araba yanıma yanaşıyor, kısa bir korna çalıp sataşıyorlar, beklediğim aracın olmadığını fark edince arkamı dönüyorum. Farlar üzerime geldikçe tedirginliğim artıyor. Bugün şanslı günümdeyim aslında. En azından beklediğim, annemin benim için ayarladığı biri var. Çoğu zaman cadde üzerinde birkaç saat salınır, beklemekten sıkılınca eve geri dönerim. Bazen gözüme kestirdiklerimin eli sıkı çıkar değerimi vermezler bazen de ben beğenmem onları. Saatime bakıyorum. Toyota marka beyaz bir otomobil tam önümde duruyor. Evet, beklediğim bu olmalı, dönüp plakasına bakıyorum. Sürücü camı indiriyor, bana doğru eğiliyor, karanlığın gölgesinde yüzümü gösteriyorum. Artık işimde iyice uzmanlaştım, insanları ilk bakışta tanıyorum, hangisi belalı, hangisi bonkör, hangisi ince ruhlu anlayabiliyorum. Arabanın içindeki esmer, orta yaşlarda biri, kıvırcık saçları var. Dişlerini göstererek sırıtıyor, hayatımda ilk kez birini tanımakta bu kadar zorlanıyorum. Adam, bütün ön sezilerimi darmadağın ederken sabırsız bir şekilde yanındaki koltuğu işaret ederek bağırmaya başlıyor.
"Hadi, ne duruyorsun, binsene."
Belli ki kimseye görünmek istemiyor. Ona bu konuda anlayış göstermeliyim. Ağzı leş gibi rakı kokuyor, mesaiye erken başlamış. Kapıyı açıp sessizce yanına geçiyorum. Başımı ondan tarafa çevirip hafifçe gülümsüyorum. Gülümsemek için mutlu olmak şart değil. Bu konuda yeterince tecrübeliyim. Mesleğimin gereği bu. Araba hareket ediyor, fakat nereye gittiğimizi bilmiyorum. Çok da önemsemiyorum zaten ama bedelimi bir an önce netleştirmem lazım. Her zaman yaptığım gibi sağ kaşımı kaldırırken sesimin tonunu bir miktar yükseltip soruyorum.
"Kısa mı, uzun mu?"
"Uzun olursa ne kadar?" diye ürkek bir sesle karşılık veriyor esmer adam. Bu gece harcayacak fazla zamanım yok. İşimi bitirip bir an önce evime dönmek istiyorum. Biraz düşündükten sonra kabul etmeyeceğini düşünerek,
"Üç yüz dolar" diyorum. Bezgin bir ifadeyle yüzüme bakıyor, uzun bir sessizlikten sonra zoraki bir gülümsemeyle,
"Okey, tatlım" diyor. Cebinden acemi hareketlerle çıkardığı üç adet yüzlük banknotu bana uzatırken ellerinin titrediğini fark ediyorum. Heyecanı ve cömertliği bu işlere ilk kez kalkıştığını ortaya koyuyor. Kısa bir süre yol aldıktan sonra arabayı sol taraftaki ara sokaklardan birine çekiyor ve çok katlı binaların arasındaki parka giriyor. Yakın bir yer olması hoşuma gidiyor, dönüş yolunda taksiye fazla para ödemeyeceğim. Çevreye bir göz atıp arabadan indikten sonra sert bir şekilde çarpıyor kapısını. Ben de istenmeyen bir kedi yavrusu gibi sessizce onu takip ediyorum. Her zaman yaptıkları bir şey bu zaten. Bir anlık zevkin kurbanı zavallının biriyim hepsinin gözünde. İşimin bu bölümünden nefret ediyorum.
Yedinci kattaki dairesi son derece şık döşenmiş. Esmer, kıvırcık saçlı adam üzerindeki ceketi koltuklardan birinin üzerine atıyor. Müzik setinin düğmesine basar basmaz Çaykovski'nin keman konçertosu suit daireyi konser salonuna çeviriyor. Sanki orada ben yokmuşum gibi davranıyor. Soyunup duşa giriyor hiçbir şey söylemeden. Müziğin hüzünlü sesi beni alıp başka alemlere götürüyor. Kulağım kemanın sihirli nağmelerine bir zamk gibi yapışmış durumda. Ceketinin iç cebinden dışarı sarkan siyah cüzdanı ilişiyor gözüme. İçinden bir yüz dolar çekiyorum. Bu benim dönüş parama fazlasıyla yeter.
Üzerimden beyaz elbisemi sıyırıp kırmızı örtülü geniş yatağa uzanıyor ve beklemeye koyuluyorum. Kısa bir süre sonra yanıma gelip uzanıyor. Yanılmamışım. Bu işe ilk kez kalkışıyor olmalı. Bir saat kadar sürekli karısını anlatıyor bana. Ona yaşadıklarını unutturacak tüm hünerlerimi göstermek istiyorum. Ama nafile. Ne yaparsam yapayım ilgisini çekemiyorum. Bu benim en büyük başarısızlığım. O ise büyük pişmanlık içinde, bana aldırmaksızın sürekli göz yaşı döküyor. Sarhoşluğuna veriyorum. Bugüne kadar böyle bir şey başıma hiç gelmedi. Yatakta sızıp kalıyor sonunda. Beyaz elbisemi giyip yüksek topuklu ayakkabılarımı ayağıma geçiriyor ve sessizce ayrılıyorum yanından.
Telefon edip bir taksi çağırıyor ve hemen eve dönüyorum. Kapıyı annem açıyor. Her zamanki gibi ona vereceğim parayı bekliyor ve bana gururla gülümsüyor. Evin geçimi artık tamamen benim sırtımda. Karşı koymam yüzünden uzun zamandır eve erkek almıyor. Elli yaşından sonra pazarını büyük ölçüde kaybetti zaten. Böyle bir pisliğin içinde yerim yok benim. Bunu kendime bile izah etmekte zorlanıyorum. Belki eskiden geçimimizi sağlayan babalarımın annemin makyajlı yüzüne aldanması bir lütuftu bizim için. Ya da onların "Vücuduna iyi bak, para kazanmak için ona ne zaman ihtiyacın olacağını bilemezsin." demeleri çelmişti aklımı.
"Yaptığımız iş bir alış veriş," diyorum, anneme parayı uzatırken. Alan memnun, satan memnun! Onun buna inanıp inanmadığı konusunda şüphelerim var, bunu gerçekten bilmiyorum. Ellisine gelmiş olmasına rağmen formunu korumuş görünüyor, minberi mihrabı yerinde. Gülümseyen gözlerinde pişmanlığın ve yılların verdiği yorgunluğun gölgelerini hissediyorum. Bir acıma hissi sarıyor içimi. İşte bu yüzden bir an önce bu işlerden elimi ayağımı çekmek istiyorum. Geçmişimiz ne kadar karanlık olsa da benimle gurur duyduğunu biliyorum.
Yüzümdeki boyaları, takma kirpiklerimi çıkardıktan sonra duşa giriyorum. Serin suyun altında günahlarımdan arındığıma inanmak istiyorum. Bornozuma sarınıp anneme iyi geceler dedikten sonra odama çekiliyor ve kapımı kapatıyorum. Yarın, üniversitede uzun bir gün olacak benim için. Bir an önce sosyoloji sınavına hazırlanmalıyım.
Sevgili Kırmızı Ruh tarafından başlatılan Kelime Oyunu sevgili DeepTone'un organizatörlüğünde devam ediyor. Her hafta belirlenecek beş farklı kelimenin içinde geçtiği, öykü, hikaye, deneme, makale, şiir veya herhangi bir yazın türünde eserler üretileceği bu etkinlikte tekrara düşmemek amacıyla önceki haftalarda kullanılan kelimeleri ve bu kelimeleri öneren blog sahibi arkadaşları aşağıdaki liste hazırlanmıştır.
Ağaç Ev Sohbetleri'nin 71. Hafta konusunu belirleme onurunu bana veren sevgili DeepTone 'a teşekkür ederim. Ağaç Ev Sohbetlerinin bütün konu başlıklarının listesine buradan ulaşabilirsiniz. Bu haftanın konusu mutluluk üzerine;
Görece bir kavram olan mutluluğun TDK sözlüğündeki karşılığı, "bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan saadet" olarak açıklanmakta. Peki sizin için mutluluk nedir? Mutluluk sürekli olarak elinizde tutabileceğiniz bir şey mi?
Çağlar boyunca insanların anlamaya çalıştığı "mutluluk" kavramı üzerine herkes farklı fikirler üretebilir. Mutluluk deyince benim aklıma ilk gelen, Nazım Hikmet'in çok sevdiği eşi Vera'ya ithafen yazdığı "Saman Sarısı" şiirinde geçen "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin, Abidin?" sorusu. Ve tabii, Abidin Dino'nun ona verdiği şiirli cevap. Üstat, özlemlerini sıraladıktan sonra şöyle bitirir sözlerini: "... İşte o zaman Nazım, yapardım mutluluğun resmini, ama buna ne tuval yeterdi ne de boya..."
Çağdaş filozoflardan Slavoj Zizek, mutluluğun kişisel görüşlere göre değiştiğini ve kapitalist değerlerin bir ürünü olduğunu savunmakta. Zizek, insanın doğasında memnuniyetsizliğin hüküm sürdüğünü, gerçekte ne istendiğinin bilinmediğini ileri sürerken, istediklerine ulaştığı takdirde mutlu olduklarını zanneden insanların aslında aradıkları şeyin başka bir şey olduğunu fark edip tatmin olamadıklarını iddia ediyor.
Hayır, felsefe yapmayacağım. Ben mutluluğun sadece kapitalist değerlerin bir ürünü olduğunu düşünmemekle birlikte, Zizek'in mutluluğu tanımlarken ortaya koyduğu diğer görüşlere yakın hissediyorum kendimi. Mutluluk sanılanın aksine ulaşıldığında biteviye sürecek bir duygu değil bana göre de. Gökyüzündeki yıldızların anlık göz kırpışı kadar kısa, en fazla birkaç dakika süren bir hazzın doruk noktası. Etkisi zaman içinde süratle azalan, ardından yine doğamızda bulunan memnuniyetsizliğe evrilen bir olgu...
Diğer taraftan bizi mutlu edebilecek şeylerin sayısının göklerdeki yıldızların sayısından fazla olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden sonsuz ve büyük mutluluklar aramak yerine ulaşması çok daha kolay, küçük ama sayıca fazla mutlulukların peşine düşmek daha mantıklı bir yol. Genel olarak mutluluk bizim elimizde ama bazen beklediğimiz, bazen de hiç beklemediğimiz bir anda kapımızın çalındığı da oluyor.
Bazen burnumuza çarpan ılgıt ılgıt yasemin kokusu, sevdiğimiz birinin bize gülümsemesi, tiryakinin uzun bir aradan sonra sigarasından aldığı ilk nefes, bir köpeğin masum bakışı, bebeğimizin ağzından çıkan ilk heceler, dost meclisinde kadehimizden aldığımız ilk yudum, bazen son anda kapısına yapıştığımız umumi bir tuvalet! Hepsi anlık mutluluk verir biz insanlara.
Ya da milli piyangodan büyük ikramiye vurdu diyelim. Sanmayın ki aldığınız para size devamlı bir mutluluk getirecek. Parayla saadet olmaz demeyeceğim. İşiniz rast gitse, daha refah bir yaşama kavuşsanız bile yeni duruma kolay alışırsınız, mutluluğunuz alışkanlığınıza yenilir, yeni istekler, yeni heyecanlar, yeni mutluluklar ararsınız. Mutluluk annenin doğurduğu bebeği ilk gördüğü andır. O andan sonra mutluluk sevgiye dönüşür. Mutluluk işinizde terfi aldığınız, ya da arzu ettiğiniz bir işe kabul edildiğiniz andır. Daha sonra işinizden memnun olabilirsiniz ama sürekli bir mutluluk hali söz konusu olamaz. Eğer yaptığınız işten memnunsanız, o işte mutlu anlarınız daha fazla demektir.
Mutlu olmak insana anlık bazda kendini iyi hissettirir. Yazmak, okumak ya da yeni bir şeyler öğrenmek süreci, insanı mutlu etmez. Yazarken düşünür, araştırır, cümleler kurar, bir çaba içine gireriz. Bütün bunlar sadece iki mutluluk kırpıntısı için. Birincisi yazıyı bitirip son kontrolleri yaptıktan sonra, eğer iyi bir iş çıkarttığımıza inanıp yayınla düğmesine bastığımızda, ikincisi yazımıza gelen yorumları okuduğumuz anda. Okurken de öyle, okuduğumuz bir yazı bize yeni bir şey öğrettiğinde ya da yazının içinde geçen bir cümle bizi gülümsettiğinde mutlu oluruz. Yani mutluluk bana göre yüksek haz aldığımız kırpıntılar, yıldızların göz kırpmasıdır. Bu yazımı okuyan siz okurların da mutluluk yıldızları bol olsun.
- Sormayın Papaz Efendi, aklım sürekli günah işlemekle meşgul.
- Seni dinliyorum.
- Şu İblis denen büyük şeytanı düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki, Baba'mızdan daha çok seveni var.
- Tövbe de evlat, hiç öyle şey olur mu?
- Tamam, Babamız beni affetsin ama ben düşüncelerimin esiri oldum. Şöyle etrafıma bakıyorum, bütün dindarlar Tanrımızın buyurduklarını değil, şeytanın dediklerini yapıyorlar. Üstelik bunu yaparken büyük bir şevk ve iştah içindeler.
- Nasıl yani?
- Hristiyanlıkta yedi büyük günah; kibir, açgözlülük, şehvet, öfke, haset, tembellik ve oburluk. İslamiyette yedi büyük günah; adam öldürme, zina, şarap, anneye babaya hürmetsizlik, kumar, yalancı şahitlik, dine karşı çıkmak. Yahudiliğin on emrinde de benzer şeyler var. İnsanların hepsi bunların tam tersini yapıyorlar, demek ki Tanrı'yı taktıkları yok.
- Onların hepsi günahkar evladım, sen bakma onlara, sakın ola doğru yoldan ayrılma.
- Ama Papaz efendi, ben doğruluk yolunda tek başıma kalmaktan korkuyorum.
- Rabbin seni kurtarmasını sessizce bekle evladım, merak etme düşüncelerinden dolayı Tanrı'nın affetmesi için sana dua edeceğim.
Kelime Oyunu etkinliğimizin bu haftaki kelimelerini sevgili Hanife Ertaş belirledi. Haftanın kelimeleri şöyle:
YEŞİL-ŞİİR-BAHARAT-YOL-SABAH
HAYAT
Gel dedi, seninle bir satranç oynayalım, Hayat. Bir ŞİİR okumuş, belli ki kestirmiş gözüne beni. Hayatın aksine satranç oyununda her şey bellidir, diyormuş okuduğu şiirde. Vezirin, atın, filin, kalenin hatta piyonun ne yapıp ne yapamayacakları. Oysa hayatın kuralı belli olmaz diyormuş, şiirde. Hayat, anlayana dedi, Hayat. Onun da kuralları var, oynamasını bilene. Aman dedim, seninle hiç oyun oynanır mı, sen beni her zaman mat edersin.
Yok, yok hayatı gözünde büyütme o kadar, dedi. Düşünen bir varlık olan bizler, tarih boyunca yaşamı sorgulamış ve kısacık ömrümüzdeki rolümüzü anlamaya çalışmışız. Her SABAH uyandığımızda başımıza neyin geleceğini bilmeden açmışız gözlerimizi hayata. YEŞİL yapraklar, gazele döndüğünde fark etmişiz ömrümüzden bir yıl daha gittiğini. Nice insan yaşadığından habersiz kapatıp gitmiş yaşam defterini.
Hadi dedi Hayat, kırdaki rengarenk, kocaman bir kelebeğin kanat çırpışını izleyelim. Ya da bir damla suya hasret, tarlada ümitsiz köylünün suya kavuşma sevincini paylaşalım seninle. Çaresiz canlıların çaresi olalım. Yeni şeyler öğrenmek, duygu ve düşüncelerimizi harekete geçirmek için güzel filmler izleyelim, bol bol okuyalım, yazalım. Murathan Mungan'ın dediği gibi, yeri gelir, bir şiir yaşatır her şeyi, yaşamın anlamı solduğunda bazen. İşte bunlardır yaşama anlam veren...
Bir şeyler yapmalı, hayatın akışına kaptırmamalıyız kendimizi dedi, Hayat. Sadece birileri istediği için ya da yapmak zorunda olduğumuz için değil sadece kendimiz yapmak istediğimiz için, bizi mutlu ettiği için, yapalım. Kendi isteğimiz, arzumuz dışında yaptıklarımızla geçen anlar hiç yaşanmamış sayılır, dedi. O yaşanmamış anları çıkart ömründen, şimdi yeniden düşün. Gördün mü, bak. sandığımızdan çok daha kısaymış hayat.
Boş yere uğraşma, sonsuz bir boşluktan ibaret olan hayatın anlamını bulmak için. Bizler olmadan hiçbir anlamı yok ki zaten. BAHARATsız yemeğin tadı tuzu olmadığı gibi yavandır aslında hayat, içine kendimizden bir şeyler katmazsak eğer. Gereksiz, kah monoton kah acılarla dolu ömürlük bir zaman içinde kat ettiğimiz boş bir YOLdur hayat. Sen, ben, bizler doldururuz o anlamsız boşluğu, her birimiz birer minik anlam katarız yaptıklarımızla. Hepimiz güzel şeyler katarak hayata, erişiriz mutluluğa. Ancak böyle güzelleşir dünya.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetlerinin 70. Hafta konusunu sevgili Andromeda belirlemiş.
"Konu ne olursa olsun, kişi ve nesnelere ikinci şans verilmeli mi?"
İşin doğrusu nesnelere ikinci şans nasıl verilir konusuna takıldığımı Andromeda'nın konuyla ilgili yazısına yapmış olduğum yorumda belirtmiştim. Sağ olsun, soruma cevap vermiş ve "Bir ürün aldınız ama memnun kalmadınız. Aynı ürüne ve markaya ikinci bir şans verir misiniz?" diyerek konuya açıklık getirmiş. Doğal olarak konu Deep, yazısında her zamanki neşeli üslubunu kullanarak nesnelerle olan diyalogunu anlatmış.
Önce nesne tanımındaki "eşya" yı ele almak eğlenceli bir başlangıç olabilir. Evet, yanlışlıkla elimdeki bardağı düşürürsem, bardak kırılır. O kırıldığı için ben de ona kırılırım. Fakat zamanı geri alamadığım için istesem de ona ikinci bir şans veremem. Bunama yaşına gelen bilgisayarım kafayı yer bazen. "Ön bellek bekleniyor" diye bir bilgi çıkar ekranın alt çubuğunda. Bekle bekle bir şey değişmez, ekran donar, sinir olurum. En sonunda kapatır, yeniden başlatırım. Fakat yine aynı numarayı çeker. Yine kapatır açarım. Bu kez düzelir. Yeni bilgisayar alana kadar elimdeki emektara sadece iki defa değil, son nefesini verene kadar şans veririm.
Gelelim marka ve ürün konusunda ikinci şans verme durumuna: Ünlü markalar, elde ettikleri başarıyı sürdürebilmeleri için kalitelerinden, satış sonrası hizmetlerinden taviz vermezler. Bu yüzden emsallerine göre ürünlerini biraz daha pahalı satmalarını son derece doğal karşılıyorum. Ancak pek çoğu aşırı talebe bağlı olarak ipin ucunu kaçırır ve ürünlerinden ziyade markalarını satmaya başlarlar. Bu yüzden daha az tanınmış markaları denemek isteriz. Bazen hiç umulmadık fiyata kaliteli ürün bulmak mümkündür. Fakat genellikle ucuza aldığımız üründe aradığımızı bulamayız. Ya işlevsel değildir, ya parçası yoktur ya da satıştan sonraki servisi iyi değildir. Bu durumda aynı markanın ürününe ikinci bir şans vermek parayı sokağa atmak demektir bana göre. Sadece beyaz eşya ya da elektrikli ev aletleri değil, giyim eşyası, marketten, tatlıcıdan ya da hırdavatçıdan aldığımız herhangi bir ürün olabilir bu. Tek ürün satan bir dükkan size kötü bir ürün verirse o esnaftan bir daha alışveriş etmeyiz. Diğer taraftan Migros gibi yerlerde alternatif ürünler mevcut olduğu için diğer bir markayı deneriz. Yani marka ve ürün konusunda benim kararım net, ikinci şansları yok maalesef.
İnsan ilişkilerine gelince durum biraz karışık. Eğer karşımdaki insanın yalan söylediğini fark edersem benim için o bitmiştir. Mecbur olmadıkça ilişkimi keserim. Mecbur olmadıkça diyorum, çünkü bazen mecbur kalıyor insan. Özellikle evde tamirat işi olduğunda işini son derece iyi yapan bir usta bulduk diyelim. Adam sürekli oyalıyor, yarın geleceğim diyor yok, yarından sonra diyor yine yok. Onunla iş yapmak bir ölüm. Ama bildiğin diğer ustalar da biliyorsun ki eline yüzüne bulaştıracak. O zaman bile bile gidip işi ona yaptırmak zorunda kalıyoruz.
Askerliğimi yaparken başıma bir olay gelmişti. O olaydan sonra her ne olursa olsun karşı tarafı dinlemenin önemini anlamıştım. Ön yargılı olmadan kişiyi değerlendiririm, eğer beni bir kez daha zor durumda bırakacak bir davranış içerisine girmeyeceğine ikna olursam ona ikinci bir şans verebilirim. Fakat söz konusu davranışının onun bir karakteri olduğunu düşünürsem, imkanım varsa arkamı döner giderim. Eğer yoksa ondan uzak durmaya çalışırım. Özetle, her olayı ayrı değerlendirir, karşımdaki insana ikinci bir şans verilip verilmeyeceğine karar veririm.
AĞAÇ EV SOHBETLERİ GEÇMİŞ HAFTALARIN KONU BAŞLIKLARI İÇİN BKZ
Doğduğum evin tam karşısında iki katlı bir ev, mahallemizde ailecek küs olduğumuz, yani karşılaşsak dahi başımızı çevirdiğimiz insanların yaşadığı tek evdi. Çocukken bu insanlarla neden konuşmadığımızı bilmez, bu konuda bir soru sormak dahi geçmezdi aklımızdan! Anneannem yaşlarında oldukça kilolu bir kadın, kocası, yetişkin çocukları yaşardı bu evde. Kadının gerçek adının Hesna olduğunu yıllar sonra öğrenmiştim. Biz ona hep ailecek Sazana derdik. Sazana o kadar şişmandı ki, yürürken kalçaları sahilde fırtınaya tutulmuş bir sandalın yalpalamasını andırır, evinin çift kanatlı kapısında yan dönerek kocaman göbeğini içeri zor sokardı. Bu düşmanlığın ve nefretin nedenini hiç sorgulamadan geçti ilk çocukluğum. Kötü insanlardı onlar. Hele o Sazana; evimizin önünde oyun oynamamıza kızar, söylenir, kazayla pencerelerinin önündeki çiçek saksılarını koyduğu sahanlığa topumuz kaçsa, sallana sallana gidip mutfağından bir bıçak alır ve bize göstere göstere keserdi topumuzu. Önceden hazırlayıp plastik bir leğene doldurduğu suyu kapısının önünde oynayan çocukların üzerine aniden boşaltır, "Hadi cehennem olup gidin, başka yerde oynayın, Allah'ın cezaları." derdi.
Kocası iyi bir adama benziyordu ama bizim ailede onun da adı iyi anılmazdı hiç bir zaman. "Eşek Adam" derdik. Kapılarının önüne bağladığı bir eşeği vardı. Muhtemelen bu yüzden bu isim verilmişti kendisine. Gerçek adı Mustafa'ydı. Her gün eşeğini alıp bir yerlere gider, akşam olunca evine geri dönerdi. Evlerinin yan tarafında ahşap eski kapının arkasında eşeğini koyduğu bir ahır vardı.
Büyük kızları Seher bir bankacıyla evlenmişti. Gelin olarak el öpmeye annesinin evine geldiğinde çocuk merakıyla perdeyi aralayıp gizlice onları izliyorduk. Büyüklerimiz bize kızmış hemen perdeyi kapatıp camdan uzaklaşmamızı istemişlerdi. On yaşındayken, canımdan çok sevdiğim dedemin hastalığı iyice ilerlemiş, artık son günlerini yaşıyordu. Çevresindekileri tanımaz hale gelmişti. İçimde anlatılmaz bir sıkıntı vardı, ümidimi kaybetmemeye çalışıyordum. Ölümünden bir gün önce Sazana ve Eşek Adamı evimizde görünce gözlerime inanamadım. Geçmiş olsun ziyaretine gelmişlerdi. Kendinde olsaydı, onları muhtemelen bastonuyla kovacağını düşünüyordum dedemin. Onu kaybettikten sonra çok ağlamıştım. Dedemin ölümünden sonra ailelerin inanılmaz derecede samimi olması, birbirlerine gidip gelmeleri beni fazlasıyla şaşırtmış ve yaralamıştı. Benim gözümde onlar hala Sazana, Eşek Adamdı. Sevgili Dedem mi fazla gelmişti onlara...
Yıllar sonra ilk kez gerçeği eşimden duyduğumda şok olmuştum. Annem de yeni öğrenmiş, belli ki bana söylemeye cesaret edememişti. Meğer bizim Eşek Adam dediğimiz kişi, anneannemin öz be öz kardeşiymiş. Sazana'dan önce yaptığı ilk evliliğinde annem dünyaya gelmiş fakat eşi henüz lohusayken merdivenlerden düşerek hayatını kaybetmiş. Kafam iyice karışmıştı. Yani annemin gerçek babası, benim yıllarca dedem dediğim kişi değil, Eşek Adam'mış. Dedem ve anneannem, annemi evlatlık alıp nüfuslarına geçirmişler. Eşek Adam, annemin hem öz babası, hem de öz dayısıymış. Sazana, Eşek Adamla ikinci evliliğini yaptıktan sonra üç çocukları olmuştu. Seher, Hasan ve Cemal. Aslında eskiden aileler arasında su sızmazmış. Bu yüzden doğan üçüncü çocuklarına dedemin adını koymuşlar. Araları açılınca çocuğun adını Cemal olarak değiştirmişlerdi. Cemal'in nüfusunda hala dedemin adı yazılı. Bir anda üvey de olsa Seher Teyzem, Hasan ve Cemal dayılarım olmuştu. Hepsi evlendiler çoluk çocuğa karıştılar. Fakat ne de olsa eski günlerin soğukluğunu hiçbir zaman üzerimden atamamıştım. Dedem öldükten sonra Mustafa Dedem (derken hala rahatsızlık duyuyor, dedeme ihanet etmişim gibi geliyor) beni ve kardeşlerimi eşeğine bindirerek yakınlık kurmaya çalıştı. Liseye giderken bankacı olan Hasan Dayım beni evlerinde Ticaret dersi çalıştırmıştı. Bütün sevgi gösterileri bana yapmacık geliyordu. Cemal Dayım çalıştı, didindi, kendi işini kurdu. Türkiye'de marangoz makinası imalatı yapan tanınmış bir sanayiciydi. Seher Teyzem genç yaşında kocasıyla birlikte Alzheimer hastası oldular. Bu hastalık büyük oranda genlerle geçtiği için canım sıkılmıştı. Oysa yüz yaşına kadar yaşayan anneannemin ve onun bütün kardeşlerinin öldükleri güne kadar akılları yerindeydi. Seher Teyzem Muhtemelen Sazana'dan gelen genleri taşıyor olmalıydı.
Bakkal Niyazi'nin yanındaki evi geçiyorum. Doğduğum evin tam karşısındaki o ev, bu yazı dizisinin finalini hak ediyor zira. Onun bir yanındaki evde Kalaylılar otururdu. Kalaylı ismin nereden geldiğini bilmiyorum. Oldukça kalabalık bir nüfusa sahip bu ailenin aklımda kalan en önemli kişisi Kalaylı Necla'ydı. Mahallemizin sıradan kadınlarından biriydi. Yanağında derin bir kesik izi, yüzünde eksilmeyen bezginlik vardı. Küçük İhsaniye Camisine çıkan yokuşun köşesindeki iki katlı bir evde yaşıyorlardı. Kocasının ismi çıkmış aklımdan. İkinci katın kapalı balkonunda devamlı içki içen, üzerine giydiği beyaz atletle aşağı doğru sarkıp sokaktan geçenlere laf atan serseri kılıklı biriydi. Elliye yakın yaşlarda, çalışkan bir kadın olan Kalaylı Necla'nın, evlerinin önündeki çeşmeden teneke kovalara su doldurduğu bir görüntü geçiyor şimdi gözlerimin önünden. Sokak çocuklarının birbirleriyle dalaşması sonucu başlayan komşu kavgalarına karışmasına şahit olmuştum birkaç kez. Yine de bu cefakar kadın hakkında olumsuz bir şey söyleyemem. Bir kızları ve bir sürü oğlan çocukları vardı ailenin. Oğlanların hepsi de yanlarında bıçak taşıyan belalı tiplerdi. Bu yüzden Kalaylılara bulaşmak her babayiğidin harcı değildi. En büyüklerinin adı Erdinç'ti, evlendikten sonra üst katta kendilerine bir oda verilmişti. Çok geçmeden bir çocukları oldu. Onun bir küçüğü Hüsaçi (Hüseyin) gizemli biriydi. Bir işte çalışıp çalışmadığını bilmiyordum. Onun bildiğim tek merakı teraslarında güvercin beslemekti. Değişik türde eğittiği güvercinlerin başkalarına ait güvercinleri tavlayıp kümesine getirmesiyle övünürdü. O güvercinlerin gökyüzünde süzülmelerini, takla atmalarını, türlü hünerlerini göstermelerini izlemek büyük bir zevkti onun için gerçekten. Her zaman başı hafif yana yatık gözleri havada dolaşırdı. Hüsaçi'nin bir ufağı Mehmet, nedense içlerinde en mazbutları gelirdi bana. Bir oto tamircisinde çalışıyordu. En küçükleri Rıfat benden bir yaş küçük, şımarık, haşarı bir çocuktu. Bütün oyunlarda hile yapar, mızıkçılık çıkarırdı. Çevresinin ona nefretle bakması sonucunu doğuran bu davranışlarının sebebi, muhtemelen abilerine olan güveninden kaynaklanıyordu. İlkokulu bitiremedi. Abileri onu bir elektrikçinin yanına çırak verdiler. Birkaç ay sonra bir gün, sokağımız ortalığı inleten feryat sesleriyle sarsıldı. Kalaylıların evinin önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Evden fırlayıp ne olduğunu anlamaya çalışırken Kalaylı Necla'nın kendini yerden yere attığını görmüştüm. Rıfat'ı elektrik çarpmış, kurtaramamışlardı. Benimle yaşıt olan tek kız evlatlarının adı Devlet'ti. İlkokulda aynı sınıftaydık. İlk yılda sınıfta kalmış, yollarımız ayrılmıştı. Esmer, içine kapanık sessiz bir kızdı. Uzun yıllar kendisinden haber alamamıştım. Öğrendiğime göre daha sonra evlenmiş ve kızı doktor olmuştu. Hoş bir his kaplamıştı içimi.
Yokuşun alt tarafında diğerlerinden farklı betonarme iki katlı bir ev vardı. Orada oturanlar hakkında pek bir şey kalmamış aklımda. Ama onların alt tarafındaki Şaver Hanım'ı unutmam mümkün değil. Altmış yaşlarında çakır gözleri derin göz çukuruna gizlenmiş, sarkık yanakları horozun ibikleri gibi iki yana sarkık, dağınık saçlı, ağzında diş kalmamış, gerçekten de çirkin sıfatını sonuna kadar hak eden bir kadındı. Çocuklar onu gördüklerinde annelerinin eteklerine saklanır, ağlamaya başlardı. Bu durum karşısında o çocuklara çıkışır, "Ne kaçıyorsun, ben senin annenden daha güzelim." demekten geri durmazdı. Her gün bakkala gitmek üzere çıktığı yolda mahallenin küçük çocukları onu görür görmez evlerine kaçarlardı. Aslında zararsız, kendi halinde acınacak bir kadıncağızdı. Kırkına merdiven dayamış bekar oğluyla birlikte yaşardı. Oğlunun bir at arabası vardı. Arabaya kah meyve, sebze kasalarını yükleyip seyyar manavlık yapardı, kah sokak aralarını gezip hurda toplardı.
Gelecek bölümde son olarak bir aile dramından, karşı komşumuzdan bahsedeceğim.
Karşı sıramızda birbirine sırtını dayamış iki katlı evlerin hepsinin planı birbirinden oldukça farklıydı. Fatma Teyze, her akşam başından eksik etmediği beyaz başörtüsüyle kapısının önündeki merdivenlere oturup gelen geçeni seyreden, sessiz, sakin, yalnız ve yaşlı bir kadındı. Kırışık yüzündeki sıcak gülümseme kendisiyle bütünleşmişti adeta. Beş altı basamakla çıkılan giriş kapısının altında kışlık yakacağını koyduğu ahşap kanatlı küçük bir bodrumu vardı. Kapıdan içeri girildiğinde beton tabanlı bir hol arka bahçeye açılırdı. Bahçenin yarısını kaplayan iki katlı küçük daire bozuntusunu kiraya vermişti. Oradan elde ettiği gelir sayesinde ele güne muhtaç olmadan yaşamını sürdürmekteydi. Bahçeye sonradan ilave edilen bu yapının altında küçük bir mutfak, dışarıdan merdivenle çıkılan üst katta ise tek gözlü bir oda vardı. Kiracısı Niğdeli bir aileydi. Babaları İsmail Efendi, Kore gazisi, emekli polisti. Kısık sesle konuşan efendi bir adamdı. Ayşe Abla, kocasının tam aksine anlaşılmayacak derecede hızlı konuşan fakat içinde hiç kötülük barındırmayan bir kadındı. Üç kızından en büyüğü Gülşen biraz safçaydı, siyah tenli biriyle evlendi eski Mabel çikletlerinin üzerindeki Arap kızına benzeyen şirin bir kızı oldu. Serpil benden bir yaş büyük, zeki bir kızdı ancak bir süre kendi sağlık sorunlarıyla uğraştı ve bu yüzden liseye giderken bir yıl rapor almak zorunda kaldı. Daha sonra bir bankaya girip oradan emekli oldu. Eşimle ve kız kardeşimle iyi anlaşıyorlardı. Eşime talip olduğum vakit memleketten çok uzaklardaydım, bu niyetimi kendisine ulaştıran kişi olması bakımından hayatımda önemli bir yer tutar. Ancak sonradan öğrendiğime göre eşimle arkadaşlığı bozulacak diye arada kalmaktan çok korkmuş o zaman. "Ben sadece aracıyım, yanlış anlama" deyip durmuş eşime. Serpil de iyi bir evlilik yapabilirdi fakat bekar kalmayı tercih etti. Halen annesi ve kız kardeşi ile birlikte başka bir semtte yaşıyor. Ailenin en küçük kızı Sevgi, saf, garip bir kızdı. Küçük yaşlarından beri ezberi çok iyiydi, güzel dedikodu yapardı. Her eve girer, dedikoduluk malzeme toplar ve büyük marifetmiş gibi duyduklarını yaymaktan çok hoşlanırdı. Boğazına düşkündü. Komşu evlere dalar hoşuna giden, canının çektiği ne varsa çekinmeden isterdi. Temizlik hastasıydı. Günde elli kez sabunla yıkardı ellerini. O tuhaflık halleri halen devam ediyor, bu durumda evlenemezdi, evlenmedi.
Yan taraftaki iki katlı evin hatırası büyüktür bende. Kapıdan içeri girildiğinde beton zeminli holün karşısında mutfak olarak kullanılan yerde, taştan bir eviye ile ocak, buraya açılan kapının arkasında da sokağa cephesi olan küçük bir odası vardı bu evin. Holün karşı kapısı merdivenle üst bahçeye çıkar ve oradan bir kapıyla yukarıdaki iki odaya geçilirdi. Evin ön cephesini kaplayan iki pencereli oda misafirlerin ağırlandığı yerdi. Arka taraftaki oda ise sadece Hatice Nineye aitti. Onu geniş bir yer minderinin üzerine bağdaş kurmuş, elindeki kahve cezvesini önündeki mangalın külüne gömmüş haliyle hatırlarım. Hatice Nine, doksan yaşının üzerinde kara kuru bir kadındı. Başında siyah başörtüsü, siyah giysiler içinde kurudukça küçülmüştü sanki. Girit adasında doğmuş, mübadeleden önce ailecek Türkiye'ye göç etmişlerdi. Anneannemle anneleri ayrı, babaları birdi. Birinci sigarası içerdi. Hiç unutmam, henüz ilkokula başlamamıştım. Elime beş lira verip beni Orhan Bakkal'a sigara alamaya göndermişti. Bakkalın önüne geldiğimde sımsıkı tuttuğum avucumu açtığımda paranın yerinde yeller estiğini görmüştüm. O zamanlar beş lira büyük paraydı tabii. Çok fazla sorun olmadı herhalde ki ondan sonra neler yaşandı hatırlamıyorum. Hatice Nine, doğum yaptıktan kısa bir süre sonra kızını kaybetmişti. Damat da sırra kadem basınca torunu Fatma'yı büyütmek yaşlı Hatice Nine'ye düşmüştü. Bildiğim kadarıyla hiçbir gelirleri yoktu, muhtemelen dedemler destek olurdu onlara. Hatice Nine öldükten sonra Fatma, anneannemin üzerine titrediği bir çocuk olarak büyüdü. Adeta annemin küçük kız kardeşi, bizim hakiki ablamızdı. Benden on yaş büyüktü, on yedisinde Ahmet adında Diyarbakırlı bir komiserle evlendi, eşi emekli olana kadar görevleri gereği yurdun değişik yerlerini dolaştılar. Üç çocukları oldu. Ayşegül, Belgin ve Cengiz. Anneannemin bütün çocukların doğumlarında Fatma Ablamın yanına koştuğunu hatırlıyorum. Fatma Ablamız böbrek yetmezliğinden genç yaşta aramızdan ayrıldı.
Zeynepaçi'nin evinin bulunduğu çıkmaz sokağa nedense Dere Sokağı denirdi. Oysa oradaki yosun kaplı kayaların çatlaklarından sızıp yaklaşık otuz metre sonra sokağımızın mazgalında kaybolan cılız sular dere tanımını asla hak etmiyordu. Bu suları sebil kabul edip üzerine üşüşen mahallenin bütün arıları, eşek arıları bizim korkulu rüyamızdı. Dere sokağındaki evlerden birinde mahallemizin tek Çingene ailesi otururdu. Örme taştan evlerinin yanına atlarını koymak için derme çatma bir ahır ilave etmişlerdi. Gebe olup olmadığını hiçbir zaman ayırt edemediğim kocaman göbekli bir kadındı olan evin hanımı hemen her yıl bir çocuk doğururdu. Boy boy çocuk arasından aklımda kalan Ali'ydi sadece. Onu her zaman dört tekerlekli arabalarına atını koşarken görürdük. Daha sonra babasıyla birlikte işe giderlerdi.
Dere sokağının diğer köşesinde iki katlı evin üstünde Bakkal Teyze'ler otururdu. Alt katlarında işlettikleri küçük bakkal dükkanlarını hayal meyal hatırlıyorum. Kocası ölünce dükkanı kapattılar fakat gerçek adını hiçbir zaman bilmediğim Bakkal Teyze'nin adında bir değişiklik olmadı. Bakkal dükkanını boşaltıp kiraya verdiler. Oraya dedemlerin bir ahbabının karısı Kübra Teyze geldi. En az elli yıl elli beş yıl evli kaldıktan sonra şiddetli geçimsizlik nedeniyle eşi Hüseyin Amca'dan boşanmıştı! Yeni yaşam yeri tek göz bir odaydı ama kafası dinçti artık. Ömrünün son günlerinde Hüseyin Amca'nın dırdırından kurtulduğu için gayet mutlu görünüyordu. Eski tip gaz ocağında pişirirdi yemeklerini. Odada eşya olarak ne dolap ne karyola vardı. Sadece bir yatak, bir yorgan ve birkaç parça kap kacak, hepsi o. Komşular arasında yemek alışverişi bir tür gelenek ve bağlılık göstergesiydi. Pişen yemekten bir tabak da sevilen komşulara gönderilirdi. Bir gün Kübra Teyze pişirdiği zeytinyağlı bamya yemeğini bir melamin tabağa koyup eve götürmemi istemişti. Her biri yedi sekiz santim uzunluğundaki bamya boğazıma takılmış, boğulmaktan zor kurtulmuştum. O gün bugündür bamya yemeğini ağzıma sürmedim. Bir yıl falan sonra Hüseyin Amca ağırlaşıp hastaneye kaldırıldı. Öldüğü güne kadar yaklaşık kırk gün boyunca boşandığı eşi Kübra Teyze, yanında ona refakat etmişti.
Bakkal Teyze'lerin bitişinde hala görüştüğüm eski çocukluk arkadaşım Mustafa'lar otururdu. Babası Niyazi Abi'nin alt katta işlettiği küçük bakkal dükkanında çok vakit geçirmiştim. Annesi Hüsniye Hanım Teyze dedikodusu olmayan, kendi halinde, temiz ve çalışkan bir kadındı. Dükkanın yanındaki giriş holünde, tuvaletin yanında, her zaman dört beş keçi beslerlerdi. Bazen keçiler yavrular, oğlaklar sütü emmesin diye memelerine kumaş torba geçirirlerdi. Gündüzleri hayvanları kapının önündeki dut ağacına bağlarlardı. Üst katta bir kuş odası, bir oturma odası ve oradan camekanlı bir bölmeyle ayrılan bir de odası vardı. Bu bir buçuk odada karı koca altı çocuğu nasıl büyütülür, aklım almaz hala. En büyükleri Hüseyin Abi, terziydi. Evlendikten sonra bakkal dükkanının deposunu düzenleyerek ona terzi dükkanı yapmışlardı. Kömür ateşiyle çalışan dökümden ağır ütüler kullanırdı. Ne zaman halini hatırını sorsalar, bezgin bir ifadeyle "İğneyle kuyu kazıyoruz." olurdu cevabı. Büyük kızları Elful, daha önceden bir boyacıyla evlenmişti. Mehmet, sanayide tamirciydi. Hasan, kısa boyuna rağmen diğer kardeşlerine göre içlerinde en güçlü kuvvetli olandı. Belediyeye girdi ve oradan emekli oldu. Küçük kızları Nigar, doğru dürüst işi olmayan bir adamla evlendi, bir sürü çocuk yaptıktan sonra boşanıp baba evine geri döndü. En küçükleri Mustafa benden bir yaş küçüktü. Liseyi bitirene kadar hemen hemen her günümüzü birlikte geçirirdik. Küçükken her akşam rulmanlı arabayla sokak sokak gezip keçilerine karpuz kabuğu toplardık. Bakkal dükkanında, babasının olmadığı zamanlarda, bir yandan sohbet eder, bir yandan gelen müşterilerle ilgilenirdik. Lise çağına geldiğimizde taraçalarında arkadaşlarla toplanıp sazlı sözlü eğlenceler tertip ederdik. Mustafa, Atatürk Lisesini bitirdikten sonra üniversite sınavını kazanamadı, muhtelif sektörlerde çalıştıktan sonra şimdi bir market işletiyor.
Hayat asla adil değil. Tatar Necla, hayatın bu adaletsizliğinden fazlasıyla nasibini almış bir komşumuzdu. Annem yaşlarındaydı ama ona nedense hep "Necla Abla" derdik. Daha önce bahsettiğim Saime Teyzenin büyük kızı, bahçelerinde bizleri sazıyla eğlendiren Sedat abinin ablasıydı. Akraba evliliği yapmıştı Ali Amca'yla. Mahallemizin en zengin ailesi olduğunu düşünürdüm eskiden, fakat altlarında bir arabaları bile yoktu. Sahiden ya, şimdi hafızamı iyice zorluyorum, evet, çocukluğumun sokağında araba sahibi hiçbir komşumuz yoktu. Üç çocukları vardı. En büyükleri Gülnur Abla, sonradan genetik olduğu anlaşılan epilepsi türü bir hastalıktan mustaripti, çocukken kendini belli etmeyen, yaş ilerledikçe elden ayaktan düşüren ve yirmili yaşlarda ölümle sonuçlanan kötü bir hastalık... Arada bir tedavi için Almanya'ya giderlerdi. İkinci çocukları Tatar Mustafa ile aynı yaştaydık. Çevik, cin gibi bir çocuktu. Birlikte çok haşarılık yapardık. Bir keresinde, sanırım henüz ilkokula başlamamıştık, oyun olsun diye alt caddede yoldan geçen arabalara küçük taşlar fırlatıyorduk. Bunu fark eden arabalar yavaşlıyor, bizi görünce çocukluğumuza verip yollarına devam ediyorlardı. Bu durum bizi daha çok neşelendiriyor, cesaretimizi arttırıyordu. Bir süre sonra arabalardan biri durdu, geri manevra yaparak ara sokağa girip park etti. İçinden hırsla çıkan sürücüyü görünce ödümüz kopmuş, tabana kuvvet kaçmaya başlamıştık. Mustafa çoktan gözden kaybolmuştu ama ben iyice gerilerde kalmıştım. Korkudan altıma yaptığımı net olarak hatırlıyorum. Adam kısa sürede beni yakalamış ve koltuk altlarımdan tutup yolun kenarına bıraktıktan sonra Mustafa'nın peşinden koşmaya devam etmişti. Neyse ki ona yetişmeyi başaramamış, arkadaşımın annesini pek de nazik olmayan bir üslupla çocuğuna terbiye vermesi hususunda ikaz etmekle yetinmişti.
Gülnur, yirmili yaşların başında vefat etmiş, Mustafa'da hastalığın belirtileri başlamıştı. Sokakta oyun oynarken aniden yere yığılır, gözleri kayar ve titreyerek kasılırdı. Durumu gören mahalleli etrafında toplanır, başından aşağıya soğuk su dökerler ayılmasını beklerlerdi. Annesi, gözlerinin önünde ablası gibi günden güne eriyen evladının bu haline çok üzülürdü. Akıbeti bir süreliğine geciktirmek için tedavi amaçlı Almanya ziyaretlerinin yanı sıra çocuklarının kullanmak zorunda oldukları pahalı ilaçlar aileye ciddi bir maddi külfet oluşturuyordu. Ortaokula giderken mahallemizde ilk siyah beyaz televizyon onların evine alınmıştı. Mustafa'yla olan samimiyetim sayesinde diğer çocuklar pencerenin önünde, birbirlerinin üzerine yığılarak ucundan kenarından televizyon ekranını görmeye çalışırken ben her akşam Mustafa'yla birlikte o zaman bizler için muhteşem bir yenilik olan beyaz camı büyük bir keyifle izlerdik. Sonraki yıllarda Mustafa'nın durumu da aynı ablası gibi günden güne kötüleşti. Otuzlu yaşların başında ömrünü tamamladığında kullandığı ilaçlar onun acılı yaşamını ancak on yıl uzatabilmişti. Ailenin küçük kızları Saime sarışın, mavi gözlü bir çocuktu. Hiç olmazsa ona bir şey olmasın diye üzerine titriyorlardı. Neyse ki Saime'de hastalık kendini göstermemiş, bu durum zavallı ailenin en büyük tesellisi olmuştu.
Tatar Mustafa'ların evinin yan tarafı çıkmaz sokağa açılıyordu. Sokağın sonunda etrafı kocaman kayalarla çevrili geniş bir meydan vardı ve taştan bir merdiven vasıtasıyla üst sokağa çıkılırdı. Buradaki evlere ev demek için epey bir şahit isterdi. Çoğu tek göz oda ile küçük bir tuvaletten ibaret sığınaklar işte. Girit göçmeni ihtiyar dul kadınların ömürlerinin son günlerini geçirdikleri yerlerdi buraları. Onlardan birini hiç unutamam. "Zeynepaçi" derlerdi. Akşamları mahalleli çiğdem çitlemek için kapı önlerine döküldüğünde Zeynepaçi elinde bastonu, sokak boyunca bütün komşuları ayak üstü ziyaret eder, her gün bir başka yerde kendisi için çıkarılan sandalyeye oturur, sohbete ortak olurdu. Kısacık boyu, tıknaz vücudu ile adeta bir topu andıran Zeynepaçi, çok az Türkçe bilir, mecbur kalmadıkça Giritçe konuşurdu. "İde kanis, kala?"* ile başlayan sohbetler akşam ezanına değin sürerdi. Anne dedem Giresunlu olduğu için Giritliler arasında yaşamasında rağmen dillerinden pek anlamazdı. Zeynapaçi, yine kapımıza konuk olduğu bir akşam vakti, bilinen kırık Türkçesiyle dedeme derdini anlatmaya koyulmuştu. "Ah, Osman Efendi, karnımın alt tarafı bir fena ağrıyor ki, sorma" Annemin neden güldüğünü anlamamıştım önce. Sonra sordum kendisine, neden güldün diye. "Kadın karnımın altı dedi, dedene. Çok komik, orası neresi oluyor bir düşün." O zaman kahkahayı patlattığımı hatırlıyorum.
*İde kanis, kala? : Giritçe, Nasılsınız, iyi misiniz?
Kelime Oyunu etkinliğimizin bu haftaki kelimelerini sevgili Kendi Dünyasında belirledi. Haftanın kelimeleri ZAMBAK, HAYAL, DİYAR, ÖZGÜRLÜK ve DİLEK
HAYALLER ve GERÇEKLER
İngilizce öğretmeni olduktan sonra doğduğu topraklardan kopup uzak DİYARLARA sürüklenmişti. Bahçeli bir ev tutmuş, yeni bir düzen kurmuştu kendine. Günün birinde, çalıştığı lisede ders verdiği sırada yere yuvarlandı, güçlükle nefes alıyordu. Önceleri fazla önemsemedi ama sonraki günlerde gittikçe güçsüzleştiğini, okulun merdivenlerini çıkarken nefes nefese kaldığını fark etti. Önemli bir rahatsızlığı olmalıydı. Bulunduğu şehrin devlet hastanesine gitti ve korkunç gerçekle yüzleşti. Kalbi delikti ve kendisine akciğer tansiyonunun yükselmesine bağlı kan dolaşımının tersine döndüğü Einsenmenger sendromu teşhisi konulmuştu. Milyonda bir görülen bu hastalık onca insan arasından gelip onu bulmuş, ÖZGÜRLÜĞÜNÜ kısıtlamıştı. Artık istediği gibi yürüyemeyecek, koşamayacak, hatta evlenip bir yuva bile kuramayacaktı. Gelecekle ilgili bütün HAYALLERİ yıkılmıştı.
Kesin kararını verdi, hastalığından kimseye bahsetmeyecekti. Ne uzaktaki ailesine, ne arkadaşlarına, ne de öğrencilerine. Kimsenin ona acıyan gözlerle bakmasını istemiyordu. On yıl ömür biçmişlerdi doktorlar, o da ilaçlarını düzenli kullanırsa. Doktorun verdiği ilaçlara başladı, aylık kontrollerini aksatmadı. Artık kendini daha iyi hissediyordu. Kalan sayılı günlerinin tadını çıkarmaktı tek arzusu. Bahçesinde yetiştirdiği mis kokulu ZAMBAKLAR, güller, yaseminlerle avutuyordu kendini. Ta ki Şebnem'le karşılaşıncaya kadar.
Güzel, sevecen bir kızdı Şebnem. Alışveriş için uğradığı marketin camındaki ilan dikkatini çekmişti. "İngilizce Ders Verilir." Telefonuna numarayı kaydetti. Eve gider gitmez ilan sahibini aradı.
- İyi günler, adım Şebnem. İlanda ders verdiğinizi gördüm. Yabancı Dil Seviye Tespit Sınavına hazırlanıyorum, bana yardımcı olabileceğinizi düşündüm.
- Merhaba Şebnem Hanım, adım Metin, elbette size yardımcı olmak isterim.
- Saatlik ücretiniz ne kadar?
- Herhangi bir ücret almıyorum, eğer size bir faydam olursa bu bana yeterli.
"Tuhaf," dedi kendi kendine genç kız. Kimsenin karşılıksız günahını bile vermediği günümüz toplumunda bedava ders veren bir öğretmen!
Tam saatinde kapısını çaldı. Sade döşenmiş, temiz bir bekar eviydi. Şebnem kendinden bahsetti önce. Tıp fakültesini yeni bitirmiş TUS sınavlarına hazırlanıyordu. Metin de ona çalıştığı liseyi, öğrencilerini, arkadaşlarını, bahçesinde yetiştirdiği çiçekleri anlattı. Sohbet esnasında, yakın arkadaşı tarih öğretmeni Hazım'ın, Şebnem'in ağabeyi olduğu çıktı ortaya. Ziyaretler sıklaştı, ders saatlerinden sonra birbirleriyle daha fazla ilgilenmeye başladılar. Şebnem evin dekorasyonuyla ilgili önerilerde bulunurken, Metin onun geleceği günlerde çayın yanında ikram etmek için özenle pasta, kurabiye gibi atıştırmalıklar hazırlıyordu. Üç ay kadar sürdü bu dostluk, her geçen gün biraz daha yakınlaşarak.
Dil sınavını yüksek puan alarak geçmişti Şebnem. Bir şişe şampanya alıp yanına gitti genç adamın. Kafası karışıktı. Bir kutlama mı, yoksa bir veda mı olacaktı bu ziyaret? Doğrusu, ondan hiç ayrılmak istemiyor, onun yanında huzur buluyordu. Metin de sevmişti ama verdiği karardan dönmeye, kalbinin sesini dinleyip büyük sırrını paylaşmaya yanaşmıyordu. Sevdiği insanı üzmeye, onun hayatını mahvetmeye hakkı olmadığını düşünüyordu. İçi alev alev yansa da kendi hayallerinin yıkıldığı gibi sevdiği insanın hayallerini de yıkmayı göze alıp ona ümit vermekten uzak tutuyordu kendini.
İkinci kadehten sonra hiç beklemedikleri bir anda elleri buluştu, uzun süre bir şey söylemeden öylesine bakıştılar. Sanki gözleriyle birbirlerini anlamaya çalışıyorlardı. Metin daha fazla dayanamadı, elini çekip çevirdi başını. Sonunda tutamadı kendini, Şebnem.
"Neden benden kaçıyorsun Metin? Hoşlandığını biliyorum ama benden gizlediğin bir şey var sanki."
Metin kızararak gülümsedi,
"Biliyorsun Şebnem, eğer biriyle hayatımı birleştirmeyi düşünsem, bu senden başkası olamaz."
"Öyleyse neden? ... Neden korkuyorsun?"
"Sen çok iyisin Şebnem. Mutsuz olmanı, üzülmeni istemem. Evlilik yapıma uygun değil, evlenmem mümkün değil benim."
"Nasıl yani? Yoksa ...?"
"Tek DİLEĞİM kendine uygun birini bulup mutlu olman. Bir sürü çocukların olsun ama yalvarırım bunu benden isteme."
"Anlıyorum..."
Yıkılmıştı Şebnem. Büyük bir hayal kırıklığı içinde sessizce kapıyı çekip çıktı dışarı. Yağan yağmura aldırmadan saatlerce yürüdü, Metin'in söylediklerini düşündü. "Evlilik yapıma uygun değil." Ne demek oluyordu bu şimdi? Demek kalbini çalan bu insan, kadınlardan hoşlanmıyordu! Etrafında kendisinden başka karşı cinsten birini görmemesi bu durumu açıklıyordu. Aslında çok şey borçluydu ona. Hayatında ilk kez bir erkeği sevmişti, o da...
Başka bir şehrin üniversite hastanesinde asistanlığa başladı. Her şeye rağmen Metin'den ayrı geçen üç yıl bir ömür kadar uzun gelmişti. Uzman olmuş, bu arada kısa süren mutsuz bir evlilik geçirmişti fakat bir an olsun Metin'i aklından çıkaramıyordu. Uzun bir aradan sonra bayram nedeniyle baba evine dönmüştü. Ağabeyi Hazım, Metin'in hasta olduğunu ve kendisini ziyarete gideceğini söyledi. Şebnem, "Beraber gidelim." dedi.
Açık kapıyı itip içeri girdiler. Ev dağınıktı. Şebnem, dekore ettiği evin aynen bıraktığı şekliyle korunduğunu görünce sevindi. Genç adam kanepede bitkin şekilde yatıyordu. Onun sakallı halini hiç görmemişti. Yüzü bembeyazdı. Hafiften gözlerini araladı, karşısında Şebnem'i görünce belli belirsiz gülümsedi. Bir şeyler söylemek istedi ama kuruyan dudaklarını kıpırdatacak takati bulamadı kendinde.
"Su," dedi Hazım. "Hemen su getir, içirelim biraz."
Şebnem panikle fırladı mutfağa. Bir bardak bulurum umuduyla seri hareketlerle karşısındaki dolabın kapağını açtı. Dolap ilaç doluydu. İlaç kutularını aldı, heyecan içinde incelemeye koyuldu. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Elinde su dolu bardakla, kendinden geçmiş bir halde girdi salona.
Metin'in gözleri kapandı, bir daha açılmamacasına. Şebnem'in gözünden akan yaşlar sel olmuştu.
"Nasıl da anlamadım, neden, neden söylemedin bana?" diyerek dövünürken Hazım, kardeşinin neden kendini böylesine paraladığını anlamaya çalışıyordu.
Bir üstteki komşumuz Nedime Hanım'lardı. Sokağımızın düzgün ailelerinden birinin hanımı. Misafirlik ziyaretlerinden önce kapısını çalıp "Eğer bir maniniz yoksa, öğleden sonra annemler gelmek istiyor." dediklerimizden. Altın günleri falan yoktu bizim zamanımızda. Öyle hanımların hünerlerini göstermek için birbirleriyle yarışırcasına enem konam hazırladıkları pastalar, kurabiyeler falan da yoktu. Çoğu zaman aldığımız karşılık "Buyursunlar, gelsinler." olurdu. Çünkü fazla hazırlığa hiç gerek yoktu. Konuklara ilk önce limon kolonyası tutulur, cam şekerlik içinde birer ucuz şeker uzatılırdı. Çayın yanında ikram edilen ikişer pötibör bisküvi fazlasıyla yeterliydi. Nedime Hanımın kocası Haydar Bey bir devlet dairesinden emekliydi. Misafir geldiğinde evden çıkar bir yerlerde vakit geçirir, akşam saatlerinde evine geri dönerdi. İki oğullarından büyüğü Fehmi, yaşça benden epey büyüktü. Geçten sonra bir evlilik yapıp aileden ayrılmıştı. Fehmi'nin küçüğü Erdal, benden üç dört yaş büyük, içten pazarlıklı bir tipti. Liseyi çift dikişlerle bitirdikten sonra o da ailesine bir bisiklet aldırdı. Muhtemelen komşuları Bekir'e alınan Bisan bisikleti kıskanmıştı. Zaten Bekir'le birbirlerini hep kıskanırlardı. Erdal, Bekir'in aksine koca popolu cüsseli bir çocuktu. Bisikleti daha ufak ve spordu, üzerine binince bisikletine acırdım. Mahallede herkes ona kızınca "lapass" derdi. Öyle demezlerdi de, ben biraz daha kibarını yazmak zorunda kaldım diyelim. Bekir gibi o da bisikletini bizim gibi bisikleti olmayan çocuklara kiralamaya başlamıştı. Bekir'le rekabete giriştiler. Aynı fiyata eskiden bir tur atarken iki tur atıyorduk. Bu rekabet bizim işimize yaramıştı. Liseden sonra o da belediyede bir iş buldu. Hiç evlenmedi. Son zamanlarında emekli olmuş, kapısının önünde bütün zamanını kedilerle geçiriyormuş. Geçen yıl annem sormuştu bana, "Erdal'ı hatırlıyor musun?" diye. Cevabımı beklemeden vermişti haberi, "Öldü." İşte hayat!
Biraz ileride sola açılan bir sokağı hatırlıyorum. O sokakla ilgili iki şey kalmış hafızamda. Biri Orhan Bakkal. Caddenin köşesinde ufak bir bakkal dükkanı. O zaman benim gözümde koca market! Her şeyi bulabilirdik orada, ya da bana öyle gelirdi. Bazen evimizin karşısındaki daha sonra bahsedeceğim bakkal Niyazi amcayı gücendirmek pahasına gider ondan alışveriş etmek zorunda kalırdım. Çünkü en iyi pirinç ondaydı. Bir de orta yaşlı kalfası vardı. Hay Allah, adını unuttum. Oysa onun adı vardı aklımda Orhan Amca'dan önce. Dilimin ucunda ama çıkmıyor, her neyse. İkincisi çok acılı bir hikaye. Aslında kısacık bir an. Küçük bir evde yaşayan henüz yirmi yaşına varmamış esmer, öksüz ve yetim bir kız. Adını net hatırlamıyorum ama "Acule" gibi bir şeydi. Sık sık görürdüm kapısının önünde, yüzünde hep bir yılgınlık, hüzün. Elinde süpürgesi, yerleri yıkar süpürürdü. Tek varlığı anne baba bildiği yaşlı ninesi ve büyükbabasıydı. Sonra bir gün babasını kaybetti, kara kazan kuruldu, çığlıkları yeri göğü inletti. Aradan bir ay geçmeden annesini kaybetti, kara kazan kuruldu, çığlıkları yüreğimi dağladı. Sonra ne oldu, nereye gitti, hangi yolu çizdi kendine, bilmiyorum. O çığlıkları bıraktı bende, onca yıldır aklımdan çıkmayan.
Peki, karşı sıraya geçelim. Köşede küçük bir taş ev. İçinde yaşlı bir nine. Zülfiyanım Teyze. Yine yıllar önce kocasını göndermiş sonu bilinmez bir yolculuğa. Kendi halinde, güleç yüzlü, gözlüklü. Çıkamazdı evinden, hep biz giderdik ziyaretine. Hemen yanında, iki katlı yeni bir bina. Memnune Hanım Teyzelerin oturduğu ev. İki kızları vardı bizim yaşlarda, belki biraz daha küçüklerdi. Birinin adı Özgül, diğerinin adı hafızamın karanlığına gömülmüş. Sessiz, sakin komşularımızdan biriydi. Annemizin misafir olarak gidip geldiği, görüştüğü insanlardan. Kocası hakkında hiçbir fikrim yok. Zaten bir süre sonra taşınıp ayrılmışlardı sokağımızdan.
Yine aynı sıradan devam edelim. Horoz Nuri'nin yanındaki evde Tireli bir ana kız yaşardı. Adını hatırlamadığım yaşlı kadın, kara kuru, altında çiçekli bir pijama, ayağında terlikle dolaşan biriydi, genellikle kapı önünde dikilir, bazen evlerinin önünü süpürürdü. Kızını akşam saatlerinde gelen taksiye binerken görürdük. Tombul, aşırı makyajlı, siyaha boyanmış saçlarıyla orta yaşlarda bir kadındı. İşten dönüş zamanını hiç hatırlamıyorum, muhtemelen bizim uykuda olduğumuz saatlere denk gelirdi. O zamanlar pavyon denilen gece kulüplerinden birinde çalışırmış. Ara sıra yabancı adamlar da gelirdi evlerine. Mahalleli ile bir iletişimleri yoktu. Kimse kimsenin işine de karışmazdı bizim mahallede.
Bir üstteki ev tipik dulhane evlerinden biriydi. Bahçesine merdivenle inilen bu evde Raym'anım (Rahime Hanım) Teyze otururdu. Onun da kocası çok önceden ölmüştü. Yalnız yaşardı ama çocukları sık sık ziyaretine gelirdi. Sessiz, sakin, sevilen komşularımızdan biriydi.
Raym'anım Teyzenin yukarısında lakabı adını bastırmış neşeli teyzeyi hatırlıyorum. "Elma Şekeri" diye bilinirdi. Elmacık kemiklerine bolca sürdüğü allıktı bunun sebebi. Sessiz bir kocası ve artık evlenme yaşını geçmeye başlamış, devlet dairesinde çalışan kara kuru bir kızları vardı. Mini etek modasının başladığı yıllarda etek boyunu kısaltması ona bakış açımızı değiştirmemişti. İki kuru bacağının hiçbir albenisi yoktu. Fakat ara sıra onu ziyarete gelen bir arkadaşı vardı ki, mankenlere taş çıkartacak cinstendi, onu unutamam. İnce naylon çorap giymiş bacaklarını sergileyen süper minisiyle sokağın başından göründüğü andan itibaren bütün mahallelinin bakışlarını bir mıknatıs gibi üzerine çekerdi.
Çocukken çok yemek seçerdim, annem bu huysuzluğuma karşı çoktan teslim bayrağını çekmişti. Özellikle yaz aylarında hiçbir sebze yemeğini ağzıma koymaz, öğünleri sana yağında pişirilen yumurtayla geçirirdim. Fakat abur cubura çok düşkün olduğumu söylemeliyim. Midem şerbetlenmişti bu pisboğaz beslenme şeklime. Mesela elime para geçtiğinde gider şambali dediğimiz, üzerinde bir sıra yer fıstığı monte edilmiş şerbetli hamur tatlısını alır, onu yedikten hemen sonra sokağımıza giren Turşucu Yaşar Ustaya kayıtsız kalmazdım. Dört bisiklet tekerlek üzerine oturan camekanlı el arabasında, biri lahana, diğeri badem dediğimiz körpe salatalığın (İstanbullular buna hıyar der) olduğu içi turşu suyu dolu iki plastik kovayı yerleştirmiş beyaz önlük giyen bir seyyar satıcıydı Yaşar Usta. Kovaların içinde birer plastik torba içine koyduğu buz kalıpları turşu suyunu iyice soğuturdu. "Yaşar Ustanın Florya Turşusu geliyoooor." dediğinde gözlerim parlardı. Genellikle lahana turşusunu tercih ederdim ama lahana parçalarıyla tıka basa doldurulmuş cam bardağın içine kepçeyle ilave ettiği turşu suyu miktarı azaldığı için üzülürdüm. Bu yüzden hızımı alamayıp, üstüne cila niyetine turşu ücretinin yarısını ödeyip bol acılı bir bardak sade turşu suyu içerdim. Mahallemizin seyyar satıcıları da bir nevi komşularımız sayılırdı.
Biraz daha yukarı çıkalım. Elma Şekeri teyzeye komşu Bekir'lerin ailesi sokağımızın düzgün nitelikli ailelerindendi. Nedense sık sık mevlut okuttukları kalmış aklımda. Bekir'in annesinin adı şu an geldi aklıma. Evet, Nimet Teyze, ufak tefek, güler yüzlü biriydi. Babası da sakin bir beydi, kavga ve gürültülerinin olmadığı nadir komşularımızdan biriydi onlar. Büyük kızları Kevser evlenmiş ve hemen ardından bir çocuk doğurmuştu. Bekir'e gelince... Bizden birkaç yaş büyüktü. Eşrefpaşa Lisesine giderdi ancak yıllarca dikiş üzerine dikiş atardı. Aynı sınıfı iki kez okuyan öğrencilere çift dikiş yaptı denirdi o zamanlar. Alaycı bir ifadeyle de "Sağlamcı gidiyor" denip kafa bulunurdu. Yine onun gibi lisede tekleyen bir üst sıradaki komşumuz Erdal yüzünden Eşrefpaşa Lisesine göndermek istememişti annem. Adı haşarılıkta kötüye çıkmış bir liseydi o zamanlar. Oturulan semtteki okullarda okuma zorunluluğu, okul aile birliklerine yardım yapıp ayrıcalık elde edebilecek kadar mali durumumuzun müsait olmaması sebebiyle ne Atatürk Lisesi, ne de Namık Kemal beni kabul etmemiş, burnumuzu sürte sürte Eşrefpaşa Lisesinin yolunu tutmuştuk. Sonunda gecikmeli de olsa liseyi bitirmişti bizim Bekir. Ödül olarak kendisine bir Bisan bisiklet alındı. Tip itibarıyla ufak tefek bir çocuktu. Bisikletin selesine dahi oturamıyordu ama onu sürmesini iyi öğrenmişti. Bisikleti olmayan bizim gibi çocuklara turu yirmi beş kuruş kiraya verir harçlığını çıkarırdı.
Ağaç Ev Sohbetlerinin 69. Hafta konusunu Uçun Kuşlar / Makbule Abalı belirlemiş. Sevgili Deeptone tarafından organize edilen bu etkinlikte bu hafta iyi başlayıp kötü biten ilişkilere, evlilikte ayrılık ve boşanmalara değineceğiz. Bu konuda benim düşüncelerimi aşağıda okuyabilirsiniz, diyecek sözü olanların fikirlerini özgürce ifade edebileceği Ağaç Ev Sohbetlerine katılımlarınızı bekliyoruz.
*** Evlilikte Boşanma ve Ayrılıklar ***
Çok sayıda düşünür ve yazar evlilik üzerine bir çok özlü sözler sarf etmiştir ama içlerinde bana en anlamlı geleni Jane Austen'in
"Evlilikte mutluluk, tamamen bir şans işidir."
sözüdür. Bazı çiftler evleninceye kadar kendilerini olduklarından farklı gösterirler. Önceleri kaybetmek kaygısıyla birbirlerine karşı son derece saygılı, ilgili ve dikkatli davranırken evlilik cüzdanını ceplerine koyduktan sonra gerçek yüzlerini çıkartırlar ortaya. Ruh ikizimi buldum diyerek rüya aleminde gezen bu insanlar, geçim derdine düşüp üzerlerine aldıkları sorumluluklarla yüzleştikleri vakit, büyük hayal kırıklığına uğramakta ve kısa bir süre sonra yollarını ayırmak zorunda kalmaktadırlar. Bu yüzden doğru bir beraberliğin tesisi için ilk şart dürüstlük ve karşılıklı güvendir.
Evliliğin sürdürülmesinde diğer bir husus çiftlerin bu kurumdan ne beklediğidir. Eskiden beri toplumun kadına ve erkeğe yüklediği, aynı zamanda bütün dini inançlar tarafından da desteklenen bazı sorumluklar var. Erkek evin geçimini ve güvenliğini sağlar, kadın ev işlerini ve çocukların bakımını üstlenir. Ne yazık ki aynı düşünce birçok kesimin zihninde hala büyük yer işgal ediyor. Bu tür köhneleşmiş algıların esiri olan toplum kesimlerinde taraflardan birinin sorumluluğunu yerine getirmedeki yetersizliği doğrudan ya da dolaylı yollardan boşanma nedeni olabilmekte. Çağdaş toplumlarda eşler evin idaresinde iş bölümünü kendi aralarında yaparken bunu bir görev anlayışı içinde sürdürmeksizin karşılaşılan sorunlara el birliğiyle katkı sunmaktadırlar.
Ayrılık ya da boşanmayla sonuçlanan evliliklerin muhtelif nedenleri vardır. Ataerkil aile düzeninde özellikle kadının ekonomik özgürlüğe sahip olmadığı hallerde evlilik kurumu devam etse de kadın için bu birliktelik işkenceye dönüşmekte. Toplumun eğitim seviyesinin yükselmesiyle birlikte kadının iş hayatına daha büyük oranlarda katılması, kadına kendi malı gözüyle bakan cahil erkeğin gurunu kırmakta ve bu durum, kadına şiddet olaylarına, cinayetlere sebebiyet vermektedir. "Davul dengi dengine" diye bir sözümüz vardır. Eğitimli bir kız eğitimsiz ağanın oğluyla evlenmemelidir. Evlenseler bile bu evlilikten hayır gelmez.
Evlilik teraziye vurulduğunda artısıyla eksisiyle, her şeye rağmen iyi bir şeydir. Yeter ki çok fazla beklenti içine girilmesin. Çiftler bu kurumda aynı karakter yapısında olmak zorunda değil. Hatta farklı becerilere sahip olmaları birbirlerini tamamlamak adına daha iyi sonuç verir. Büyüklerimden birine sormuştum, bunca yıllık evliliğinizin sırrı nedir, diye. Birimiz sinirlenip söylendiğinde diğerimiz susar onu dinlerdi, demişti. Gerçekten ilişkilerde önemli bir noktadır bu. Günlük hayatımızda işimize, arkadaşımıza ya da kendimize kızarız bazen. Evde eşimizden acısını çıkartmaya kalkar, durduk yere huzursuzluk çıkarırız. İşte böyle bir durumda karşılık vermek yerine susmak, alttan almak altın değerindedir. Bir süre sonra hatasını anlayan eş yaptığı yanlışı fark edecek gidip karşısındakinin gönlünü alacaktır.
Sonuç olarak ayrılma ve boşanmaya sebebiyet veren daha pek çok nedenden söz edilebilir. Bunlardan biri de aile büyüklerinin çiftler arasındaki ilişkinin içine burnunu sokmasıdır. Sanılanın aksine evlilikte aşkın önemi yoktur. Çocuk sahibi olmak evlilikte çiftleri birbirine bağlarken aşk dediğimiz şey bir saman alevi gibi yanar, ve kısa bir süre sonra sönüp gider. Evliliğin temelinde güven, saygı ve sevgi vardır. Bunlardan en az biri zedelenmişse kurum hasar görmüştür. Depremde hasar görmüş binaları güçlendirebilirsiniz ama dışarıdan gelen hiçbir kuvvet yara almış bir ilişkiyi düzeltemez. İyi bir evlilik mutluluk getirir, doğru kişiyi bulduğunuza inanıyorsanız ilişkiyi koruyabilmek için ona güveniniz, saygınız, sevgi ve hoşgörünüz eksik olmasın.
Bir üstteki ev bizimkilerden biraz farklıydı. Bahçesine fazladan bir, iki oda ilave edilmişti. Muhtemelen daha fazla kişi yaşıyordu bir zamanlar. Ama ben çocukken Nuriye, oğlu ve torunu yaşardı sadece. Nuriye'den bahsetmeye başlarken gülümsememe engel olamıyorum. Değişik bir tipti. Seksen yaşlarında falandı yanılmıyorsam. Zayıf, uzun boylu, yüzü ve elleri kırışıktı ama yürüyüşü dimdikti. Elinde bir değnekle dolaşmayı severdi. Genellikle onu sokakta, üzerindeki pejmürde bir pardösü ile hatırlıyorum. Gevezeydi, yoldan geçen herkese laf atardı, argo, kaba ve küfürlü bir ağzı vardı. Hayır, aslında kadının kötü bir niyeti yoktu, hayatı tiye alan, öylesine eğlenceli bir tipti. Önüne gelene ayıp kelimelerle lakap takardı ama kimse aldırış etmezdi ona. Sataştığı kişilere şöyle bir bakar, tepkisini ölçer, herhangi bir karşılık almadığı zaman muzipçe gülerdi gözlerinin içi. Ben uslu, öyle kavgaya dövüşe karışmayan kendi halimde bir çocuktum. Beni her gördüğünde "kibar ..." diyerek takıldığında utancımdan yerin dibine girerdim. Torunu Horoz Nuri, kavgacı, zayıflıktan neredeyse kemikleri sayılabilen bizim yaşlarda bir çocuktu. Pek arkadaşlık etmezdim onunla. Annesi ya ölmüştü ya da eşinden boşanmıştı. Ailenin geçimini sağlayan babası sessiz, sakin bir adamdı, sabah gider, akşam gelirdi. Nuriye öldükten sonra bahçedeki odayı iki delikanlıya, kiraya verdiler. Liseye başladığım yıllar çevrem hep devrimci gençlerden oluşuyordu. Bu yeni kiracı gençler ise ilk tanıdığım ülkücülerdi, diyebilirim. İşten döndükleri vakit, takıldıkları mahalle bakkalının önünde ara sıra sohbet ederdik. Sağ sol çatışmaları iyice artmıştı. Her gün sağdan soldan birçok kişi öldürülüyordu. Hilal bıyıklı olanı, bir gün, "Süleyman'ı denedik, Ecevit'i denedik, bir de Türkeş Babamızı deneyelim bakalım ne olacak?" dediğinde bu sözleri bize küfür gibi gelmişti.
İkindi vakti, güneş çekilir çekilmez rahle ya da tokmak dediğimiz ahşap oturaklar kapıların önüne dizilirdi. Bütün kadınlar, çocuklar yerlerini alıp heyecanla çiğdemciyi beklerdik. Çok geçmeden sesi duyulurdu. "Çiğdem çekirdek, çuvalı yirmi beş" Sokağın başında üç bisiklet tekerleği üzerine bir camekanın monte edildiği arabayı süren orta yaşlı adamı görür görmez annelerimizden aldığımız bozuk paralarla onu beklemeye koyulurduk. Satıcı, kapımızın önüne geldiğinde, yirmi beş kuruşa bir küçük çay bardağı çiğdem çekirdeğini önceden eski gazeteleri bükerek hazırlamış olduğu külah ya da fişek dediğimiz kağıtlara doldururdu. En sevdiğim saatlerdi günün o saatleri. Bütün mahalleli anlaşmış gibi kapılarının önünde bir yandan çekirdek çitlerken gelen geçeni seyreder, tanıdık birini gördüklerinde ayaküstü sohbete dalar ya da komşular karşılıklı birbirlerine laf atardı. Önceleri tamamen Giritçe yapılan bu sohbetler, yaşlılar birer birer ölünce zaman içinde Türkçe' ye dönüşmüştü. Fakat yine de çocukların duymasını istemedikleri konularda Giritçe konuşmak büyüklerin iyi bir kaçış yoluydu. Bir gün ısrarla ağızlarından çıkan "mimilis" sözcüğünün anlamını sormuştum anneme. O da sonunda pes edip, "sus, duymasınlar" demek, dedi. O vakitten sonra artık başlarına musallat olacak, ne zaman "mimilis" çıkarsa ağızlarından, bizden sakladıkları şeyin ne olduğunu inatla öğrenmeye çalışacaktım.
Akşam ezanı okunduğunda evlere kapanma vaktinin geldiğini anlardık. Özellikle yaz akşamları yapılan bu çiğdem seremonilerinin son aşamasında, herkes oturduğu rahlesini evlere taşır, kadınlar ellerine aldıkları çalı süpürgeleriyle çekirdek kabuklarını yerde bir tane bırakmayacak şekilde süpürür, temizlerlerdi.
"De gidi günler de" derdi eskiden büyüklerimiz, eski günleri aklına gelince. Ben de o moddayım. Doğduğum evin aşağı sırasındaki komşularımızdan sonra, karşı tarafa geçmeden, şimdi yukarı doğru ilerleyelim. Bitişik evde oturan komşumuz Fatma Ablamızı çok iyi hatırlıyorum. Karşımızdaki sarışın Fatma Ablayla karıştırmamak için "Kara Fatma" derdik ona. Bir yandan da üzülürdük, çünkü "karafatma" evlerimizin mutfak ve kilerlerinde eksik olmayan böcekgiller familyasına ait, karanlık ve loş yerlerden hoşlanan tombul, tiksindirici böceklerinden birinin adıydı aynı zamanda. Haksızlıktı bu Fatma Abla'ya. Esmer tenli, dudağının altında iri bir beni olan, lise mezunu dünyalar iyisi bir insandı. Çocukluğumun lise mezunları bugünün üniversite bitirmişlerinden daha bilgiliydi ve çevrelerinden daha çok saygı görürlerdi. Yaz mevsiminde kapısının girişindeki serin holde sandalyesine oturur, Türk yazarlarının romanlarını okurdu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban romanını ondan duymuştum ilk kez. Fatma Abla dışında çevremde kitap okuyan başka birini görmedim diyebilirim. Annesi ölmüştü. Benden, on beş yaş kadar daha büyüktü sanırım. Çocuk yaşından beri ailesinin bütün yükünü sırtlanmıştı. Adının aklımdan silindiği babasına, ağabeyine ve iki oğlan kardeşine bakıyordu. Ağabeyi üniversiteyi bitirip evlendi, Ziraat Fakültesinde profesör oldu. Sonra babasını kaybetti. Diğer kardeşlerinden Hasan ve İbrahim de kendilerine sağlam birer iş bulup evlendiler ve evden ayrıldılar. İbrahim Abiyi çok severdik, bazen kapının önüne ip gerip voleybol oynadığımızda bize katılırdı. Bazen de sokakta oynadığımız futbol maçlarında hakemimiz olurdu. Komşumuz Fatma Ablayı her andığımda arka bahçelerindeki erik ağacı gelir aklıma. Büyük bir ağaçtı. Üzerinde sarıdan turuncuya çalan kayısı eriği yüklü dallar bizim evin bahçesine sarkardı ama biz onlara dokunmamak konusunda tembihliydik. Fakat Fatma abla o canım eriklerden tabak tabak bize ikram eder, bunlar sizin, "göz hakkı" derdi. Bu muhteşem meyveye Kayısı eriği denmesinin sebebi harika lezzetinin yanı sıra çekirdeğinin etinden kolayca ayrılmasıydı. Bizim evle birlikte aynı müteahhit yıkmıştı onların evini, ve söküp atmıştı o güzelim ağacı. O zamandan beri o kadar lezzetli erik yemedim desem yeridir. Yıllar sonra yalnızlık canına tak deyince kendinden daha yaşlı bir adama varmıştı. Bir süre sonra kocası olan adam da öldü, apartman haline dönen eski evine geri geldi. Hala annemin kapı komşusu. Yetmiş yılı aşan bir komşuluğu hayal edebiliyor musunuz?
Bir üstteki kapı iki yaşlı kardeşin yalnız yaşadıkları bir eve aitti. Anneleri Adile Hanım sanırım ben doğmadan önce ölmüştü. Hani geçen bölümde bahsettiğim aklını yitirmiş yaşlı ninenin kapı kapı dolaşıp "Adilanum öldü mi?" dediği, Adile Hanım'dan bahsediyorum. Garip bir yaşantı sürüyordu bu yaşlı adamlar. Mustafa evin reisi gibi alışveriş yapardı. Bir yerde çalışıyor muydu, yoksa emekli mi olmuştu hatırlamıyorum. Ağabeyi Ali, ise pek çıkmazdı evden. Temizlik, yemek yapma işi ondaydı. Yaz kış kapısının önüne çıkardığı mangalı yakmakla uğraşırdı. Konuşmayı pek sevmeyen içine kapanık bir tipti. Günlerden bir gün mahalle büyük bir olayla sarsılmış, mahallenin bütün kadınları toplanıp Ali'yi linç etmeye kalkmışlardı. Başta ne olduğunu anlamamıştım. Önceki bölümlerde bahsettiğim dip komşumuz manav Hasan'ın küçük kızı Cazibe'yi hatırlarsınız. Henüz üç beş yaşlarındaki bu küçük kızı çikolata vereceğim diye kandırıp evine almış. Küçük Cazibe komşularında gördüğü erkek bebeğin cinsel organıyla Ali dedesininkiyle mukayese edip "Ali Dedeninki bebeğinkinden daha büyük" deyiverince, kızılca kıyamet kopmuştu. Daha sonra polislerin geldiğini, zabıtların tutulduğunu hatırlıyorum. Bu olaydan sonra kimse bakmadı ihtiyarların yüzüne. Zaten kısa süre sonra Ali, arkasından Mustafa göçtüler bu cihandan. Evlerinin akıbetini bilmiyorum, zira bildiğim kadarıyla kimseleri yoktu.
Düşündükçe canlanıyor hatıralar... Dip komşumuzun adını şimdi hatırladım, Hasan'dı evet, Manav Hasan. Coşkun'un küçük kız kardeşi vardı bir de, onu da unutmuşum. Adı Cazibe'ydi. Biz ilkokula giderken henüz iki üç yaşlarında bir çocuktu o. Cazibe'nin maruz kaldığı çirkin olaya daha sonra değineceğim. Onu zaten sırf o olay aklıma geldiği için hatırladım. Neyse, kaldığım yerden devam edeyim. Bütün evlerin cepheleri rengarenkti. O zamanlar akrilik, sentetik dış cephe boyaları yoktu. Ya kireci söndürdükten sonra sulandırıp bir fırça yardımıyla beyaz renge boyanırdı evler, ya da toz boyalar sulandırılarak farklı renkler elde edilirdi. Bir aşağıdaki kireç badanalı o evlerden birinde dünyada yaşayan bir kimsesi kalmamış, kırışık yüzlü yaşlı bir nine vardı. Kocasını hiç görmedim. Yaşlı kadın ömrünün son demlerinde iyiden iyiye yitirmişti aklını. Bazen öğlen vakitleri, bazen de akşama doğru evlerin kapılarını teker teker çalar, "Adilanum öldi mü?" diye sorardı. Onun bu sözü aklımdan hiç çıkmamış, dilime pelesenk olmuştu. Lisede Alper Tunga Destanı'ndan bahsedilirken, sorduğu soruyu Alper Tunga'nın sagusuyla (ağıt) eşleştirip "Issız acun kaldı mu?" diyerek peşine ekler, eğlenirdim. Adile Hanım, çok önceden ölmüştü tabii. Ama ninemiz her Allah'ın günü kapıları çalmaya devam eder, çok sevdiği komşusunun öldüğüne bir türlü inanamazdı. Biz çocuklar alışmıştık bu hadiseye. Yaşlı kadın kapımıza gelip yine aynı soruyu sorduğunda "Öldi" derdik. Zavallı bu cevabı alınca iyice bastonuna abanır, kuruyan gözleri buğulanır ve bizim anlamadığımız bir dilde, "O theos na ma se voithiksi"* diyerek kendi kendine söylenir, ağıtlar yakardı.
Sokağımızı kesen ilk ara sokak alttaki caddeye açılırdı. Kürt mahallesi denilen bu bölgeye inmemiz büyüklerimiz tarafından kesinlikle yasaklanmıştı. Bunun sebebini sormak aklımıza gelmemişti o zamanlar ama bu yasak, Kürtler hakkında ilk olumsuz algıyı oluşturmuştu küçük beynimizde. Belki çocukları kaçıran ve onlara kötülük yapan kimselerdi onlar. Sokağın köşesinde Saime Hanım teyzeler otururdu. Kocası ölmüştü, biri evli olmak üzere yetişkin dört çocuğu vardı. Evli olan kızı Necla Teyze, kocası Ali Amcayla birlikte yine sokağımızdaki başka bir evde otururdu. Onlardan daha sonraki bölümlerde bahsedeceğim. Küçük kızı Bedriye, gelinlik çağa gelmiş uzun, düz sarı saçları olan bir kızdı. Büyük oğlu Samim hafızamda fazla bir iz bırakmamış ama yirmili yaşlardaki küçük oğlu Sedat'ı unutamam. Çok güzel saz çalardı. Necla Teyze'nin ikinci çocuğu, Saime Hanım teyzenin torunu, Mustafa'yla samimiydik. Bu aile Tatar kökenli olduğu için onlardan "Tatar Necla", "Tatar Mustafa" diye bahsedilirdi. Tamamı Girit kökenli komşularımızın arasına nasıl girdiklerini bilemiyorum.
Biraz ileride birkaç ev daha vardı fakat orada oturanlarla sanki görünmez bir duvar örülmüştü aramıza. Onlar hakkında bildiğimiz tek şey muhacir olduklarıydı. Mübadele sırasında Balkanlardan gelen ve bizim "Macır" dediğimiz bu insanlar hakkında çok fazla şey bilmezdik. Kadınlarının giydikleri sadece yüzlerini açık bırakan kara çarşaflar tuhaf gelirdi bize. Bu tarz giyinmelerinin sebebi bir tarikata bağlı olduklarından değil, geldikleri yerin kültürüyle ilgiliydi. Sütçülük yapıyorlardı, eve süt lazım olduğunda annemizin verdiği tencereyi alıp kapılarına giderdik. İnekleri evin arkasındaki o küçücük bahçede miydi? Kaç inekleri vardı, bilmezdik. Geçen yıl evlere servis yapan yaşıtım bir sütçüyle tanıştım. Sohbet sırasında yıllar önce aynı sokakta oturduğumuz çıktı ortaya. Bize "Macır" derlerdi, dediğinde o günleri hatırladım, "Babanın da çok sütünü içmişizdir o zaman." dedim.
Sokağımızın sonu beton yol dediğimiz caddeye çıkardı. Oradaki ihtiyar bakkal dedemin arkadaşıydı. Dedemin her zaman beni alıp götürdüğü Küçük İhsaniye Camisinde sık sık karşılaşırdık. Bu yüzden beni bir başka severdi. Hacca gidip geldiğinde yeni adetler çıkarmıştı. Bakkal dükkanına yaklaştığımda pür dikkat beni izler, şaşırıp sol ayağımla içeri girdiğimde, dışarı çıkartır yeniden sağ ayağımla dükkana adım atmamı isterdi. Dükkanın bereketi kaçarmış! Bir de alışkanlıkla söylediğim "Rüstem Dede" şeklindeki hitap tarzıma bozulurdu, "Bana artık Hacı Dede diyeceksin." derdi. Bu zorlamalar bir süre sonra iyice canımı sıkmaya başlamıştı.
* "O theos na ma se voithiksi" Giritçe, "Tanrım bana yardım et"
Yarım yüzyıl öncesine gidiyorum. Padişah Abdülhamit'in Girit'ten gelen dullara tahsis ettiği, dedemin her iki yanına diktiği, bana birer nöbetçiyi andıran çam fidanlarının arasında kendini korumaya almış, arkasında küçük bir avlusu bulunan, iki göz odalı bitişik nizam evlerden birinde açmışım gözlerimi bir bahar ayında...
Küçükken dünyanın en uzun sokağı gibi gelirdi bana sokağımız. Sağlı sollu birbirine yaslanmış çoğu birbirinin aynı, tek katlı kagir evlerde yaşam mücadelesi veren komşularımızdan bahsedeceğim size. Zaman hatıraları bir sis bulutu gibi örtüyor...
Doğduğum evi merkez alıp aynı taraftan aşağı doğru yol alalım. Dip temel komşumuzun adı silinmiş hafızamdan. One minute, Zeugma aklıma getirdi, Tabii, Zeliha'ydı adı. Babaları Eşrefpaşa Caddesinin bir köşesinde, Şişmanoğlu fırınının tam karşısında tezgah açan bir manavdı. Öyle dükkanı falan yoktu adamcağızın. Metruk bir dükkanın önündeki sahanlığı işgal ediyor olmalıydı. Karısı ev hanımı, sakin sessiz, zaman zaman hastalıklarıyla uğraşan bir kadıncağızdı, onun da adını hatırlayamıyorum. Mahallemizde ailesini geride bırakıp sonsuzluğa ilk yelken açanlardan biriydi. Kızları Saliha, ki herkes ona "Saliko" derdi, sessiz, ürkek bir kızdı. Erkenden kocaya vardı, sonradan bir sürü çocukları oldu. Kardeşi Coşkun, ondan birkaç yaş ufak, boğazını seven, turp gibi bir çocuktu. Okumaya pek yoktu niyeti. Sokakta oyun arkadaşlarımdan biriydi. Bazen onunla birlikte babasının manav tezgahına gider, vakit geçirirdim. Öğleden sonra babası işi ona bıraktığında, Coşkun, tezgahtaki en gösterişli topan patlıcanlardan ikisini kaptığı gibi karşılarındaki fırına götürür, daha sonra elleri yana yana kabuklarını soyup ilik gibi kıvama gelmiş içlerini kaşık kaşık midesine indirirdi. O zamanlar patlıcan, kabak, biber, bamya gibi birçok sebzeyi yemezdim. Üniversiteyi bitirdiğimde ilk kez patlıcanın tadını alınca ilk aklıma gelen Coşkun'un patlıcanları olmuş, neler kaçırdığımı düşünüp hayıflanmıştım kendi kendime. Oturdukları ev, Laz müteahhite verilen ilk evlerden biriydi.
Sokağımızın henüz asfaltla tanışmamış yolunu kaplayan, hafif bombeli, yüzeyleri aşınmadan dolayı parlak bir hal almış Arnavut kaldırımı iri taşlarını hatırlıyorum. Bahsedeceğim evin hemen tam karşısındaki dikçe yokuş oyun alanımız sayılırdı. Yollar asfaltlandıktan sonra altına kuru sabun sürdüğümüz tahta parçalarının üzerine oturup aşağı doğru kayar, eğlenirdik. Yokuşun alt köşesinde, henüz evlerine şebeke suyu bağlanmamış komşuların su aldığı çeşme başına ellerindeki kovalarla gelen kadınlar birbirleriyle çene çalar, bol bol dedikodu yaparlardı. O zamanlar haline bakıp hüzünlendiğim, bakımsızlıktan mecali kalmamış evlerden biri de Coşkun'ların hemen yanında, hafızamda unutulmaya yüz tutmuş bir evdi. Ensesine yakın yerdeki kısa ak saçları dışında başında tüy kalmamış tıknaz bir adam yaşardı o evde. Yaşlı adamın ölüsünü yıkamak için çeşmenin yanı başına koydukları, odun ateşiyle ısıtılan içi su dolu kocaman kara kazan, uzun yıllar bana hep ölümü hatırlatır. Adamın karısının kaşları tamamen dökülmüştü. Çakır gözlerinin üzerine acemice çizdiği kömür karası bir çift yay kendisini güzelleştireceği yerde onu korkunç bir hale sokardı. Mahallelinin kendi aralarında "Kaşsız Fatma", "Kaş" ya da "Kaşsız" dediği Fatma teyzenin bu lakaplardan haberi olup olmadığını bilmiyorum. Bir de yetişkin, hatta tohuma kaçmış denilebilecek kızları vardı. "Çakır Emine". Gözlerini anasından almış, sarışın, uzun boylu, güzel hatları olan bir genç kızdı. Neden onu isteyen biri çıkmadı diye hep merak etmişimdir. Epey bir zaman sonra dip komşuları, oğulları Arif'e almışlardı Emine'yi. Arif, Emine'nin aksine koca göbekli, kısa boylu ve yaşça kızdan daha küçük biriydi.
Kaşsız Fatma'nın sonradan dünürü olan Orhan Amca'nın nerede çalıştığını bilmiyorduk. Akşamları traktörünü kapılarının önüne çeker, bazen römorkuna bindirdiği mahalle çocuklarına kısa bir tur attırır, onları sevindirirdi. Orhan Amca'nın karısı Şadiye Hanım, her zaman aşırı kiloluydu. Yakın zamana kadar kendisini gördüğüm ender eski komşularımızdan biriydi o. Kalın gözlüklerinin altında yumuşak, gülümseyen bakışları vardı. Son zamanlarında yalnızlığından olsa gerek, anneme yaptığı iflah olmaz gece misafirlikleri unutulur cinsten değildi. Yukarıda Arif'ten bahsettim. Arif'in ağabeyi Ali, yani Şadiye Hanım teyzenin büyük oğlu, bir devlet kurumunda sağlam bir iş bulmuştu kendine.
* Deep, 572 kelime oldu, biraz aştım, bu seferlik idare ediver:)
Dizi filmlerle pek haşır neşir olduğum söylenemez. Fakat sevgili DeepTone'un sayesinde bu aralar biraz ilgilenmeye başladım. Kitap mı film mi konulu sohbetimizde sanırım oyumu kitap okumaktan yana kullanmıştım ama Borgen gibi kaliteli dizileri izledikten sonra her ikisinin de değerli olduğunu düşünmeye başladım. Genellikle okuduğum bazı kitapların tanıtımından ziyade bende bıraktığı izleri paylaşmayı tercih ediyorum blogumda. Bundan sonra film ve dizi filmler için de aynı yolu takip edeceğim. Aynı üç yıl kadar önce, Kaplan'da bulunduğum günlerde, izlediğim ilk dizi filmlerden biri olan, dünyaca meşhur uyuşturucu kaçakçısı Pablo Escobar'ın hayatını konu alan "Narcos" adlı sekiz bölümlük muhteşem diziden bahsettiğim gibi.
Bugün ise size Borgen'ı anlatmak istiyorum. Danimarka yapımı politik bir drama dizisi bu. Danimarka'nın ilk kadın başbakanı seçilen Birgitte Nyborg'un yaşadıklarını konu alan başarılı bir yapım. İlk sezonunun on bölümünü bitirdim. Filmde siyasette dönen entrikaların yanı sıra siyaset-medya ilişkileri ve başbakanın ailesiyle yaşadıklarından söz ediliyor.
İlk bölümü izlemeye başladığım andan itibaren ülkemizdeki kısır siyaset döngüsüne ne denli sıkışıp kaldığımızı, medya denilen organın gelişmiş bir ülkede ne kadar etkili olduğunu fark ediyorum. Brigitte, hayalini kurduğum dürüst, çalışkan ve kendini ülkesine adamış bir başbakan profili çiziyor. Ülkemizde şark usulü, hayal mahsulü, Hürrem, Kuruluş gibi geçmişe dönük dizilerle beyinler uyuşturulurken, birçok ödül kazanan Borgen dizisi yayınlanmaya başladıktan kısa bir süre sonra ülkesinin siyasi geleceğini etkilemiş. Brigitte başarılı bir oyunculuk sergiliyor sergilemesine fakat karşılaştığı politik sıkıntılarda en doğru kararı veren, hatasını gördüğü en yakın çalışma arkadaşlarını gözünü dahi kırpmadan kapının önüne koyan, ülkesinin çıkarları söz konusu olduğunda ailesine bile arkasını dönen, medya özgürlüğüne, eşitlik ve adalet ilkesine ilk sırada yer veren böyle bir kişilikle gerçek hayatta karşılaşmamız söz konusu olabilir mi diye soruyor insan kendine.
Diğer taraftan kendisine hak gördüğü şatafatı ülkesinin itibarı olarak gösteren siyasetçilerimize inat Başbakan Brigitte'nin mütevazı yaşamı takdire şayan. Zamanının çoğunu devlet işlerine ayırdığı için çocukların bakımı ve evin idaresi kocası Phillip'e kalıyor. Koskoca başbakanın eve bir kadın yardımcı bile tutmamasının sebebini anlayamadım. Zaten bu yüzden kocasından da oluyor. Meral Akşener'e bu diziyi izleyip izlemediğini sormak geçti aklımdan. Muhalefet parti yetkilileriyle adeta bir satranç oynarcasına yapılan seviyeli tartışmalar demokrasiye yapılan bir güzellemeydi sanki. Fakat en önemlisi, ister iktidara, ister muhalefete mensup olsun medyanın muazzam bir gücü var ve bu güçle siyasilerin yaptığı en küçük bir hatayı affetmiyor. Yapılan anketler dürüst ve siyasetin nabzını tutuyor. Brigitte gibi bir siyasi profilin her ülkede kendine destek sağlayacağını düşünüyorum. Yeter ki ülkede güvenilir bir adalet ve bağımsız bir medya olsun.
"Kale" anlamına gelen "Borgen", Kopenhag'daki Parlamento, Başbakanlık, Yüksek Mahkeme binalarının içinde bulunduğu kompleksin takma adı. Düşünebiliyor musunuz, yasama, yürütme ve yargı hepsi bir arada tıkır tıkır çalışıyor. Medya, istediği her kuruma, istediği soruyu sorabiliyor ve halkı derhal bilgilendiriyor. İnsan kendine sormadan edemiyor, bunlarınki demokrasi ise bizimkisi ne?
Not: Sevgili Deep; Yazım toplam 441 kelime, Katrine ve Kasper'den de bahsedecektim fakat senin 500 kelime sınırına takıldım:)