Havanın serinliğine aldırmaksızın salonun penceresini açtı, bir gün önceden plânladığı işleri bitirmiş olmanın verdiği huzur içinde, külçe gibi bıraktı kendini koltuğa. Günün yorgunluğunu üzerinden atmak için özenerek hazırladığı Türk kahvesini yudumlamadan önce fincanı burnuna doğru yaklaştırdı, kahvenin yoğun, baharatımsı kokusunu doyasıya içine çekti. Fiskos masasının üzerindeki cep telefonunun kendiliğinden kapandığını fark edince hemen cihazı şarja bağlayıp açma düğmesine bastı. Hiç alışık olmadığı sükunetin sebebini anladı. Sabah erkenden kalkarak Hasan’a kahvaltı sofrasını hazırlamıştı. Kocasını uğurladıktan sonra kirli çamaşırları makineye atıp Timur’un karnını doyurmuş ve onu bir alt kattaki annesine bırakmıştı. Daha sonra evi baştan aşağı bir güzel silip süpürmüştü. Selma, çevresinde bulunan herkese sık sık annemin hakkını ödeyemem, diyordu. Her başı sıkıştığında çocuğu annesine bırakıp rahat bir şekilde ev işlerini yapıyor, canının istediği zaman, istediği yere gidebiliyordu. Hasan'ın işleri bozulduktan sonra eski lüks yaşamlarını terk etmek zorunda kalmışlar, annesiyle birlikte altlı üstlü oturdukları bu iki küçük daireyi ellerinde kalan son parayla almışlardı. Keyif sigarasını yakmak üzere çakmağa uzandığı sırada cep telefonunun sesi çınlamaya başladı. Aydınlanan ekrana baktı, Jale’nin adını görünce şarj kablosunu çıkarmadan aç tuşuna bastı.
- Alo, Selma, sabahtan
beri kaçıncı kez arıyorum, telefonun hep kapalı, çok merak ettim, ters bir durum yoktur inşallah!
- İyiyim, iyiyim, bir sorun yok.
Evin işlerinden başımı kaldıramadım, bu arada şarjım bitmiş,
telefonun kapandığını fark etmemişim.
- Aman çok şükür, sonunda Hasan’ı
arayacaktım, o da boşu boşuna panik yapacaktı.
- Yok canım, Hasan rahat adamdır, öyle
panik falan yapmaz, duymamıştır ya da şarjı bitmiştir deyip çıkar işinden.
- Neyse, bak şimdi sana anlatacaklarım var,
dışarıda bir yerde buluşalım mı, ne dersin?
- Kusura bakma Jale, şu an hiçbir yere çıkacak
halim yok, işlerim daha yeni bitti, kendime bir kahve yapıp koltuğa attım
kendimi.
- Ama bak, çok önemli! Dün gece yeni bir şey
keşfettim. Sanırım Rahibe Margaret’in ruhunu taşıyorum. Sana bundan bahsetmem lâzım.
Selma, Jale’nin elinden
kurtulamayacağını anlamıştı, deli bu kız diye geçirdi aklından.
- Seni dinlerim ama inan ki bu halde dışarı çıkmam mümkün değil, istersen bana gel.
- Peki, ne yapalım, geleyim bari, sen çay suyunu koy, ben de hemen çıkıp atıştırmak için bir şeyler alayım.
- Tamam, hadi, bekliyorum o zaman.
Herkesin derdi başka, deyip gülmekten kendini alamadı, Selma. Bu kız reenkarnasyona takmış kafayı. Ne fark eder sanki, daha önce kimin bedeninde yaşadıysan yaşadın. Bunun sana ne faydası var şimdi? Ama yine de komik kız, eğlendiriyor beni. Fincanını ters çevirdi, bir de falıma baksın bakalım neler zırvalayacak, diye söylendi.
Daha yarım saat geçmeden Jale kapıya dayanmıştı. Önce üzerinde BigChefs yazılı kâğıt çantayı daha sonra sırtından çıkardığı taba renkli şık kaşe kabanı Selma'ya uzattı. Üstüne oturan yırtık bir blucin, Emperio Armani marka siyah bir kazak giymişti. Ayağında bileği kavrayıp baldırları kapatan son moda siyah deri çizmeler vardı. Boynuna astığı altın zincirin ucunda burcunu yansıtan iri bir yengeç figürü sallanıyordu. İki kadın dudaklarını büzüp yanaklarını hafifçe birbirine değdirdikten sonra salona geçtiler. Jale'nin heyecanı gözlerinden okunuyordu. Hal hatır bile sormadan doğrudan konuya girdi.
- Gel, şekerim, bak sana neler anlatacağım şimdi.
- Dur kız, sakin ol biraz, geç şöyle bir otur, çay demini aldı, bayatlamadan önce birkaç bardak içelim bari.
Mutfağa geçen Selma, tepsiye koyduğu iki bardak çayın yanına Jale’nin getirdiği San Sebastian ahududu soslu cheesecake’ten birer dilim kesip geri döndü.
- Teşekkür ederim canım, dedi Jale. Ben
de bütün gün oradan oraya koşturup durdum, saçlarımı boyattım, cilt bakımı, nail art falan yaptırdım, nasıl, güzel olmuş mu?
Ellerini şımarık bir kız çocuğu gibi Selma’ya
uzatırken parmağındaki yüzüğü gösterdi.
- Bak bu da Ayhan’ın bana son ay dönümü
hediyesi. Aslında ona kalsa uyduruk bir şey alır gelirdi fakat ben bunda ısrar
ettim. Biraz pahalı ama dünyaya bir kere geliyoruz değil mi şekerim?
Selma’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı, ne diyeceğini bilemedi.
- Dur bir dakika. Hepsi çok güzel, iyi günlerde kullan, ancak nedir bu ay dönümü kuzum? Adama zorla aldırdığın şey hediye mi olurmuş? Ayrıca sen
dünyaya birden fazla geldiğini söylemiyor muydun?
- Aşk olsun, ay dönümünün ne olduğunu
bilmiyorum deme bana sakın. İlk tanıştığımız günden itibaren altı aydır, her
ay, aynı günü kutluyoruz biz. Altı ay sonra yıldönümümüz olacak. Tabii o zaman
böyle küçük şeylerle beni kandıramayacak. Bak canım, Ayhan kaliteden anlamaz, bana
hediye alacağı zaman ona yardımcı olmak zorundayım, aslına bakarsan bu durumun beni üzdüğünü söyleyemem. Ancak dünyaya yeniden gelme konusunda haklısın, evet, ben birden fazla
kişinin bedeninde yaşadığıma inanıyorum. Bak sana bunu ispatlayacağım.
Selma donup kalmıştı. Esther’le
birlikte nerede hata yaptıklarını düşündü. Çatlak diye dalga geçtikleri Jale,
kocasını avucunun içine almış, istediği her şeyi yaptırıyordu.
- Peki hadi anlat bakalım ama fazla
uzatma, Hasan’a yemek hazırlamam lazım.
- O işi kafana takma sen, saat on’dan önce dönmezler. Ayhan’a bu akşamlık izin verdim, Fenerbahçe’nin maçı varmış, döksün biraz kurtlarını. Hasan’la birlikte kulüpte maç izleyecekler. Eve aç gelmeyin, orada bir şeyler atıştırın, dedim.
Ne güzel terbiye etmiş adamı, diye
geçirdi aklından, Selma. Kocası değil adeta çocuğu sanki. Acaba Ayhan, göründüğü
kadar mutlu mu bu durumdan?
- Valla pes doğrusu, adamı sustalı
maymuna çevirmişsin. Helâl olsun sana. Hadi çayını bitir de tazeleyeyim, sonra devam edersin.
Jale’nin bir dakika beklemeye
tahammülü yoktu. Alelacele bardağından son yudumu ağzına devirdi, oturduğu yerden kalkıp Selma’nın peşine takıldı.
- Dün gece bir rüya gördüm, o kadar sahiciydi ki sana anlatamam. Tuna Nehrinin ortasında ufak, yemyeşil bir adada yaşıyordum. Çok sayıda tavşan vardı orada. Bu yüzden adına Tavşan Adası diyorlarmış. Babam o bölgenin kralıymış düşünebiliyor musun? Ayy, harika bir şey bu! Ama ne yazık ki prensesliğim uzun sürmemiş, babam, doğudan gelip topraklarımızı istila eden barbarlara karşı savaşı kaybedince başıma bir kötülük gelmesin diye beni adadaki manastıra göndermiş. O zaman henüz on yaşlarındaymışım. Adadaki manastırda eğitim görüp beş yıl sonra rahibe çıkmışım. Kimseye benim prenses olduğumu söylememişler. Ben de bu durumu unutup kendimi sadece İsa'ya adamış, temizlik başta olmak üzere en ağır ve en zor işleri üstlenmişim. Biliyorsun, benim işe olan düşkünlüğüm geçmiş hayatlarımın ortak yönü. Belki de bu yüzden şimdiki hayatımda iş yapmaktan hoşlanmıyorum artık.
Selma dayanamayıp sordu.
- Jale ne var bunda ayol, herkes böyle
rüyalar görebilir. Hayırdır inşallah deyip hayra yoralım. Bak ben fincanımı
çevirdim, sen bırak şimdi bunları da, gel benim bir falıma bak.
- Dur daha bir şey anlatmadım ki.
Gecenin bir yarısında gözlerimi açtım. Bütün detaylar gözümün önünden
gitmiyordu. Merak edip internete girdim. Bir de ne göreyim. Gerçekten de
Budapeşte şehrinin içinden geçen Tuna Nehrinin üzerinde Tavşan Adası diye küçük bir adacık varmış. Çok heyecanlanmıştım. Biraz daha araştırınca bu adada Margaret
adında bir rahibe yaşadığını ve bu rahibenin Moğol istilasından sonra başına bir şey gelmesin diye, babası Macar Kralı Bela tarafından
manastıra götürüldüğünü öğrendim. Allah canımı alsın ki doğru söylüyorum. Sence bu kadar tesadüf olabilir mi? Ayhan’dan beni
en kısa zamanda ruh eşim Margaret’in yaşadığı adaya götürmesini isteyeceğim.
Ayhan'la Hasan eve dönene kadar Selma’yı esir alan Jale, gece boyunca Margaret’le ne kadar benzeştiklerini anlatıp durdu. Fenerbahçe’nin galibiyeti ise Hasan’ı ziyadesiyle neşelendirmişti. Ayhan'la Jale'yi uğurladıktan sonra kayınvalidesinden aldığı Timur'u havalara atıp tutarak zavallı çocuğun pestilini çıkardı. Sonunda halsiz düşüp koltuğunda sızan Hasan'ı yatağına sürüklemek yine Selma'ya kalmıştı.
Devam edecek