"Ölümle burun buruna olduğunuz bir anda normal koşullarda asla yapmam dediğiniz bir şeyi yapar mısınız? Hayatta kalmak için ölmüş bir insanı parçalayıp yiyebilir misiniz? Hayatta kalma iç güdünüz ağır basar mı yoksa ben insanlığımı (nedir insanlık?) kaybetmeden ölmeyi yeğlerim mi dersiniz?"
Soruyu cevaplandırmadan önce her biri iki buçuk saat süren iki film izledim. Bunlardan biri "Sophie'nin Seçimi", diğeri ise "Kar Kardeşliği". Her ikisi de haftanın sohbet konusuyla ilgili güzel, öğretici ve düşündürücü filmlerdi. Ağaç Ev Sohbetlerinde düşüncelerimi daha doğru şekillendirebilmek için söz konusu kaliteli yapımları izlememe vesile olan sevgili Mrs. Kedi'ye teşekkür ederim.
Öncelikle sıcak koltuklarımızda otururken asla aklımıza getirmediğimiz zor anlarımızda nasıl davranacağımızı, neleri yapıp neleri yapamayacağımızı önceden kestirmek pek makul gelmiyor bana. Bu nedenle istediğimiz kadar ahkâm keselim başımıza gelmesi durumunda asla yapmam dediğimiz davranışlarımız olabilir. İzlediğim filmlerden hareketle konuyu iki açıdan ele aldım. Sophie'nin Seçimi filminde Nazi subayının iğrenç teklifi, Sophie'nin biri kız diğeri erkek iki çocuğundan birini tercih etmesi şeklindeydi. Zavallı kadın bir çocuğunu kurtarırken diğerini ölüme göndermiş olacaktı. Sophie ilk önce böyle bir seçime zorlanmasına isyan etti ancak Nazi subayının emrindeki askerlere "o halde ikisini de alın götürün" demesi üzerine, Sophie, en azından birini kurtarayım düşüncesiyle bağrına taş basıp kızını gözden çıkarıyordu. Burada kendi hayatına dair bir pazarlık söz konusu değil. Kendisi belki kurtulacak belki o da meşhur Auschwitz fırınlarında yakılacak. Bu kendisi açısından bir sorun değil zaten. Önemli olan çocukları ve onlardan birini kendi kararıyla ölüme göndermesi! Bence hayatta karşılaşabileceğimiz en zor sınavlardan biri bu. Ben Sophie'nin yerinde olsaydım ne yapardım diye düşündüm. Böyle bir durumu yaşamaktansa ölmek çok daha iyi geldi fakat o sırada arzuladığınız ölüm bile sırtını dönüyor size. Karar vermekten kaçmak için intihar yolunu denerdim sanırım, eğer bu da mümkün olmazsa, seçim yapamazdım herhalde.
İzlediğim diğer film, Kar Kardeşliği. Uruguay'lı bir ragbi takımının da bulunduğu çoğu yirmi yaşlarındaki 45 yolcusuyla birlikte And Dağlarına çakılan uçaktan sağ kurtulan gençlerin açlık ve çetin hava koşulları altında 72 günlük hayatta kalma mücadelesini konu eden film gerçek bir öyküye dayanıyor. Burada olay esasen bireysel yaşam mücadelesi ya da hayatta kalma içgüdüsü olarak işleniyor. Kazadan sonra mucize kabilinden hayatta kalan yolcular, yaşamak için kazada can veren arkadaşlarının (belki de yakınlarının) cesetlerini parçalayıp yemek zorunda kalıyorlar. Yaşam mücadelesini anlıyorum ama hayatta kalma çabası gerçekten bir içgüdü mü, emin değilim. İçgüdü hayvansal bir dürtü. Diğer taraftan insanın kendi iradesiyle yaşamına son verme durumu da var. Hatta bazen balinaların kıyıya vurması bazıları tarafından intihar diye niteleniyor. Oysa uzmanlar insanın, kendi ölümünün farkında olan tek canlı türü olduğu görüşündeler.
Onedio.com adresinden "hayvanlar intihar eder mi?" konusunu incelerken bir yazıya rastladım. Bazı anne örümcekler yavrularının kendisini yemesine izin veriyormuş! Makalede anne örümcek bu esnada ölse bile buna intihar denilmesinin güç olduğundan bahsediliyor. Yani genel olarak balina, köpek ve diğer birçok canlı üzerinde yapılan inceleme ve araştırmalar intihar olayının sadece insanlara mahsus olduğunu göstermekte. İster psikolojik ister felsefi açıdan bakalım intihar, hayvansal bir dürtü olan "hayatta kalma çabası"nı yok sayıyor ve bir bakıma sevgili Mrs. Kedi'nin "insanlık nedir?" sorusuna açıklık getirirken diğer taraftan insanı hayvandan ayıran önemli bir özellik olarak dikkatleri üzerine çekiyor. Örümcek hikayesinde ise hayvan dostlarımızla ortak içgüdüsel bir harekete şahit oluyoruz. Çocukları yaşamını sürdürebilsin diye kendi canını feda eden bir dürtü bu.
Gelelim And Dağlarındaki uçak kazasındaki gibi yaşamak için tanıdığınız ya da tanımadığınız bir insanı parçalayıp yiyebilir misiniz sorusuna. Aklıma ister istemez vejetaryenler geldi. Onlar için bu sorunun cevabı kolay olmalı. Hayatta kalma içgüdümün yeterince gelişmediğini düşünüyorum. Muhtemelen bunun bir sonucu olarak ölümü de doğum kadar doğal karşılıyorum. Nasıl ki doğumumuza kendimiz karar vermediysek, (intihar hariç) ölümümüzü de kendimiz tasarlayamıyoruz. Vakti gelince huzur içinde ruhumuzu teslim edip yok olacağız. Yoktan var olduğumuz gibi vardan yok olacağız. Hayatın bilinen ve tatmin edici anlamını (varsa eğer) öğrenene kadar devran böyle dönecek. O halde illâ yaşayacağım diye ölmüş bir insanı parçalayıp yemeyi midem kaldırmaz sanırım. Ancak bu davranışımı ne hayatta kalma iç güdümün zayıflığına ne de insanlık dedikleri (her neyse) ulvi değer atfedilen bir nedene bağlayabilirim. Ölümle burun buruna geldiğim anlarda yaşadığım his gibi, "demek buraya kadarmış" ya da "filmin sonuna geldik" diyerek ölüme hazırlardım kendimi. Elbette yaşamdan neler beklediğinize bağlı biraz da. Yaşamdan yüksek beklenti içinde olanlar insan eti de yiyebilirler, küçük bir ihtimal olsa dahi olsa hayatta kalabilmek uğruna akla gelmedik her türlü tiksindirici şeylere de katlanabilirler. Böyle düşünen insanları da yargılama hakkını kendimde görmüyorum.