KATEGORİLER

30 Ocak 2021 Cumartesi

SON DANS BÖLÜM 9

- Nereden başlasam bilmiyorum. Uzun zamandan beri tuhaf düşler, hayâller, kâbuslar görüyorum. Gece gündüz peşimi bırakmayan halüsinasyonlara artık tahammülüm kalmadı. Bazen gece uykumun arasında, bazen evde yalnız başıma oturduğum bir sırada, bazen de tanıdık biriyle sohbet ederken başka alemlere dalıyor, farklı zaman ve mekânlarda buluyorum kendimi. Şimdiye kadar bana en yakın insanlardan gizlediğim bu durumu tek başına taşıyacak gücüm kalmadı artık.

Doktor sükûnetle dinledi karşısındaki zarif, biçare kadının samimi yakarışlarını. Çoğu şizofreni tanısıyla sonuçlanan buna benzer nice vakalarla karşılaşmıştı. İlk bakışta zararsız, basit gibi görünen bu tür rahatsızlıkların tedavisinde istenen sonuca ulaşabilmek için öncelikle hastanın güvenini kazanmak, geçmişte neler yaşadığını öğrenmek ve yaşadığı travmatik olaylarla hastayı yüzleştirmek gerekiyordu. Hastalığın ortaya çıkmasına sebep olan olayları tespit etmek hem zor hem de zaman alıcıydı. Bu safhada yaptıkları, doktorluk mesleğinden ziyade dedektifliği andırırdı. Karşısına oturttuğu zanlıyı çapraz sorgularla bunaltarak suçunu itiraf ettirmeye çalışan işini bilir bir polis şefi ya da mesleğine aşık bir savcı gibi görürdü kendisini. Aradaki tek fark, zanlıyla maktulün aynı kişi olmasıydı ki bu, durumu daha da zorlaştırıyordu. En mahrem konuları başkalarıyla paylaşmak zorunda kalan hastaların, sosyal, kültürel ya da ekonomik nedenlerle geçmiş yaşamlarındaki bazı önemli detayları gizleyebileceklerini çok iyi biliyordu. Bu yüzden hastanın güvenini sağlamak, kısa sürede sağlıklı bir sonuca varmak için atılması gereken ilk adımdı. Uzun bir koşuya başlamak üzere son hazırlıklarını tamamlayıp start işareti bekleyen maraton atleti gibi derin bir nefes aldıktan sonra bir iki tıksırıp boğazını temizledi.

- Evet, anlıyorum. Peki, daha önce başka birinden destek aldınız mı?

Bunun da diğerlerinden hiçbir farkı yok, dedi içinden. Başka biri? Ne biçim soruydu bu böyle? Derdini paylaştığı bir arkadaşı olup olmadığını sormuyordu herhalde. Daha önce başka bir doktora gidip gitmediğini öğrenmek istiyor olmalıydı. İyi de, bunun ne faydası olacaktı ki? Tedavi olumlu sonuçlandığı takdirde, bilmem kaç meslektaşının beceremediği bir işin üstesinden geldiğini düşünüp böbürlenmekten başka... Evet, niyeti buysa tam da onun aradığı kişiydi kendisi. Kaç doktor eskitmişti bu dertten kurtulmak için, kaç seans tedavi görmüştü... Almanya’da başlayan tedavi süreci evlendikten sonra da devam etmiş, doktorlara bir servet harcamasına rağmen hiçbirisi derdine derman olamamıştı.

- Evet. Yaklaşık en az on yıldır tıbbi destek alıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam siz kapısını çaldığım beşinci doktorsunuz. Eğer yine bir şey değişmezse…

Doktor, kadının ağzından çıkacak sözlere dikkat kesildi. Esther, bakışlarını kucağında kenetlediği ellerine indirirken umudunu büyük ölçüde yitirmiş bir ses tonuyla cümlesini tamamladı.   

- Yine bir şey değişmezse, tıp biliminin bana çare bulamayacağına inanıp kaderime razı olacağım.

Esther'in hali doktorun hiç hoşuna gitmemişti. Profesör, ne yaparsa yapsın bu şekilde hayata küsmüş, bütün inancını yitirmiş ve tüm umutlarını tüketmiş bir insana hiçbir şeyin fayda etmeyeceğini yılların kendisine verdiği tecrübeyle gayet iyi biliyordu.

- Öncelikle Esther Hanım, bana tamamen güvenmeniz şart. Size yardımcı olabilmem için yaşam öykünüzü benimle paylaşmalısınız. İçinizdeki bütün kuşkuları atıp rahatlamanız, geçmişinizde sizi etkileyen ne varsa hepsini anlatıp aynı duyguları mümkün olduğu kadar bana yansıtmanız gerekiyor. Size bir kez daha söylüyorum, bana anlattıklarınız aramızda kalacak. Eğer siz bana güvenir, yardımcı olursanız, yaşadığınız bütün sıkıntılardan kurtulacağınıza inanıyorum.

Bu sözleri kendisini dikkatle dinleyen Esther’in gözlerinin içine bakarak, teskin edici, babacan bir tavırla söylemişti Doktor. Aynı ses tonunu muhafaza ederek devam etti.

- Gözünüzü korkutmak istemem ama tedaviniz uzun sürebilir. Dediklerimi yaptığınız takdirde bu süreci kısaltmak tamamen sizin elinizde fakat birbirimize güven duymazsak boşa kürek çekmiş oluruz. Şimdiye kadar sağlığına kavuşturamadığım hiçbir hastam olmadı. Bunu sadece mesleki başarıma bağlayamam, hastalarımın hepsi ne istediysem yaptılar ve bana sınırsız güven duydular. Karar sizin.

- Size güvenmek zorunda olduğumu biliyorum hocam, dedi Esther. Başımdaki dertten kurtulmak için son çarem sizsiniz. Bunu biliyor ve size güvenerek söz veriyorum, evet, dediklerinizin hepsini yapacağım. 

- Anlaştık o zaman.

Cevdet Bey'in sorduğu soruları dikkatle dinleyip cevaplamaya başladı Esther. Geçen seneye kadar durumunun her geçen gün iyiye doğru gittiğini, tam iyileştim derken yeniden o eski kâbus ve hayalleri görmeye başladığını anlattı Doktor’a.

- İlk günden sizi fazla yormak istemiyorum Esther Hanım ama bana sizi rahatsız eden son olaydan biraz bahseder misiniz?

- Dün akşam eşimin doğum gününü kutlamak üzere yakın birkaç dostumuzu yemeğe davet etmiştik. Kemal, yani eşim, eve erken gelmişti. Çok geçmeden eşimin kardeşi Hasan'ı ve yakın dostlarımızdan Ayhan'ı, eşleriyle birlikte karşıladıktan sonra yardımcımız Selmin Hanım'ın hazırladığı güzel bir masanın etrafında yerlerimizi aldık. Eşimin yoğun işlerinden dolayı uzun zamandır bir araya gelemiyorduk. Hep birlikte neşe içinde sohbet ederken, bir yandan yemeklerimizi yiyor, içkilerimizi yudumluyorduk. Uzun zamandır böylesine mutlu olmamıştım. Şarabımız bitince yeni bir şişe almak üzere yerimden kalktım. Salondaki içki dolabına uzandığım sırada önüme gözlerimi kamaştıran bir ışık perdesi indi. Görünmeyen bir el beni perdenin arkasına çekti ve kendimi bambaşka bir dünyanın içinde buldum...

O gece olanları en ince ayrıntısına kadar bir bir anlattı Esther. Yaşadığı görsel halüsinasyonları, Kemal'in sık sık çalan telefonlarını, Hasan'ın güzel başlayan gecede yaşadığı hayal kırıklığını, Jale'nin reenkarnasyon öykülerini, Ayhan'ın patavatsızlıklarını ve nihayet Kemal'in misafirleri umursamadan evi terk edişini...

- Peki, dedi doktor. Sağ kaşını kaldırdı, sağ elinin baş parmağını çenesinin altına, işaret parmağını yanağına dayarken yumak haline getirdiği diğer parmaklarıyla ağzını çevreleyen top sakalını örttü. Bulmaca çözermiş gibi düşünceli bir hal aldı yüzü. Kısa bir süre sonra elini serbestçe masaya bırakırken kaldığı yerden devam etti.

- Kendinizi kaybettiğinizde gördükleriniz hep dün akşamkine benzer şeyler mi?

- Hayır, farklı mekânlar, farklı kişiler de oluyor. Fakat genellikle gündüz gördüğüm halüsinasyonlarda, geceleri düşlerimde, sıçrayarak uyandığım kâbuslardaki karakterlerin giydiği kıyafetler hep bana Orta Çağı çağrıştırıyor. Ama beni asıl korkutan uykumu bölen o kâbuslar...

Gözlerini odada sabit bir noktaya dikti, kenetlenmiş elleri titriyordu. Doktor genç kadını biraz olsun rahatlatmak için araya girdi.

- Size Esther dememde bir sakınca yok sanırım, kızım olabilecek yaştasınız. Siz de bana Hocam diyebilirsiniz, öğrencim olsun ya da olmasın herkes bana böyle hitap eder. Bu yüzden neredeyse kendi adımı unutacağım. 

- Elbette, diyerek karşılık verdi Esther. Farkında olmadan çıkmıştı bu söz ağzından. Hocam yerine Cevdet Bey ya da Doktor Bey demeyi tercih ederdi aslında. Fakat doktorun kendisine ismiyle hitap etmek istemesi hoşuna gitmişti.

- Bana biraz ailenden bahset, Esther?

Devam edecek



28 Ocak 2021 Perşembe

CEP TELEFONU

Kalabalık bir çarşının içinde cep telefonumu elime almış, amaçsızca dolaşıyorum. Sanki bulunduğum yere Korona'nın girmesi yasak! Hiç kimsenin yüzünde maske göremiyorum, bende de yok! Tuhaf kıyafetli insanlar, bir yerlere yetişmeye çalışır bir halde birbirlerine çarparak bir oraya bir buraya koşturup duruyorlar. Ege köylülerinin sıcak yaz günlerinde tarla başında kullandıkları türden turuncu, işlemeli poşuyu başına bağlamış bir köylü hızla yanımdan geçiyor. Sıcak hava bunaltıyor, güneş tam tepede. Yanımdan geçerken koluma çarpan esmer bir çocukla göz göze geliyoruz. Çocuğun yanında yaşça daha büyük başka bir çocuk var, arkadaşı olmalı... Küçük çocuk geldiği yönün ters istikametine doğru birden koşmaya başlayınca huylanıyorum. Elimdeki telefona bakıyorum. Hayır, bu bana ait değil. iPhone telefonumun yerinde yeller esiyor. Onun yerine elime basit bir telefon tutuşturulmuş. Bunu anlamaya çalışırken bir anda çığlığı basıyorum. "Hırsııız, telefonumu çaldılar..." Aslında telefonumu çalan tek kişi, neden "çaldılar" diye bağırdığımı bilmiyorum. Çocuğun arkadaşı yerinden kıpırdamıyor. Hırsız olan onun ufağı, yani tek kişi!

Etrafımı meraklı bir kalabalık çeviriyor. İçlerinden biri "Kim, kim çaldı telefonunu?" diye soruyor. "Bir çingene çocuğu" diyorum. Adam elimdeki telefonu göstererek, "Eline bir baksana, telefonun elinde." diyor. "Hayır, bu telefon bana ait değil, benim telefonumu alıp yerine adi bir telefon bırakmış!" diyorum. Kalabalık söylediklerimi pek inandırıcı bulmuyor. Homurdanarak yanımdan teker teker ayrılıyorlar. Sadece bir kişi kalıyor yanımda. Telefonumu çalan çocuğun yanındaki büyük esmer çocuk! Daha önce Napoli'de ilk iPhone'numu kaptırdığım zenci kapkaççı geliyor aklıma. Yanımdaki herkes çil yavrusu gibi dağılırken çingene çocuğun benim başımda beklemesi tuhaf bir durum, ancak benim bu türden ayrıntıları kafaya takmaya hiç niyetim yok. Çünkü o, karşılaştığım talihsiz olayın tek görgü tanığı... Zira bir telefon kapkaççısının kaptığı telefonun yerine başka bir telefon bıraktığını kimselere inandıramam.  Kendimden şüphe etmemem için olaya tanıklık eden bu çingene çocuğu, şu an en az telefonum kadar değerli. 

Çocuk dostça yanaşıyor yanıma. "Geçmiş olsun abi" diyor. Başımı sallıyorum. "Merak etme sen, telefonunu çalan çocuğu tanıyorum ve onun nerede olduğunu biliyorum." diyerek içime su serpiyor. "Sağ ol" diyorum, üzüntümü dışa yansıtarak. Kendimi biraz daha acındırmak için "Yenisini alacak param yok, şimdi çok pahalandı iPhone'lar." diyorum. "Biliyorum." derken sırtımı sıvazlıyor. "Hadi gidelim." diyor. "Nereye?" diye soruyorum. "Telefonunu almaya." diyor. Birlikte çarşı içinde yukarı doğru yürümeye başlıyoruz.

İçime bir kurt düşüyor. Daha önce hiç görmediğim bu çingene çocuğuna ne kadar güvenebilirim? Lâkin telefonuma kavuşmak için başka hiçbir çarem olmadığını biliyorum. Bir süre yürüdükten sonra iki katlı ahşap bir evin açık kapısından içeri giriyoruz. "Burada oturuyorlar." diyor. Merdivenle üst kata çıkıyoruz. Açık kapının arkasındaki sofada, çarşıda gördüğüm sarı poşulu adam bağdaş kurmuş, oturuyor. O başını kaldırıp yüzüme baktığı sırada ben gözlerimi açıyorum.

Uzun zamandır bu kadar net hatırladığım bir rüya görmemiştim. Telefonumun aslında çalınmadığını, yaşadıklarımın sadece bir rüyadan ibaret olduğunu anlıyor ve inanılmaz ölçüde seviniyorum. Saat sabaha karşı üçü gösterirken uykum iyice açılmış durumda. Dönüp yatmaya kalksam, gördüğüm rüyayı unutacağım kesin. Bilgisayarın karşısına geçiyorum, böyle bir öykü çıkıyor. Görmemiş bir rüya görüyor, hemen tabirlere bakıp rüyası için yapılan bir yorumu yazısının altına ekliyor. Renkli rüyalar...  

RÜYADA TELEFON ÇALDIRMAK: Bir fikri başkasına kaptırmak, dikkatsiz davranarak üzerinde çalışılan projede problemler yaşamak demektir. Rüya sahibi için değerli olan bir eşya veya nesnenin gerçekte de kaybolmasıyla yaşanacak can sıkıntısına yorumlanan rüya, aynı zamanda kişinin bir külfetten veya kendisine sıkıntı veren angarya bir işten kurtulmasıyla alacağı rahat nefesi de işaret eder. Verilen bir sadakanın pek çok sıkıntıya karşılık geleceğini, ufak tefek aksilikler dışında kederlendirecek bir olayla karşılaşılmayacağını bildirir. İş hayatının düzene gireceğini, ilk zamanlar yaşanan sıkıntıların ilerleyen günlerde tamamen ortadan kalkacağını bildirirken, bir yanlış anlama nedeniyle tartışma yaşanan veya arada soğukluk oluşan bir dostla da tekrar görüşülmeye başlanacağını müjdeler. Hem iyi hem de kötü anlamları olan rüya görülen diğer unsurlarla beraber yorumlanmalıdır.



27 Ocak 2021 Çarşamba

SON DANS BÖLÜM 8

Kemal’in gözü Anna’nın bilgisayarına takıldı. Asistanın yapacağı tek şey, basit bir “Power Point” programı yardımıyla, GGC şirketinin kurumsal bilgilerini, referanslarını ve teklif ettikleri ürünlerin teknik özelliklerini gösteren sayfaları Mr. Knudsen'in direktifleri doğrultusunda, bilgisayardan karşılarındaki perdeye yansıtmaktan ibaretti. Şimdiye kadar bunun gibi nice sunumlar görmüştü. Sadece on dakikalık bir şov için onca yolu göze almaları akıl alır cinsten değildi. Sunum sırasında verecekleri bilgilerin neredeyse tamamı zaten didik didik incelediği teklif dosyasında mevcuttu. Hiçbir emek sarf etmeksizin kim bilir kaç firmaya aynı şeyleri robot gibi tekrarlamışlar, satacakları ürünleri allayıp pullamışlardı. Teklif dosyasındaki bu bilgileri bir kez daha anlatmak arzusunda olsalar bile bunu internet üzerinden yapmak yerine hem kendilerinin hem de bir sürü firma yöneticisinin kıymetli zamanlarını çalmakta bir sakınca görmüyorlardı. Ama yine içindeki dürtüye bir türlü set çekemiyor, sunumu dikkatli bir şekilde dinlemeyi, anlatılanlarla teklif dosyasındaki bilgiler arasında bir farklılık bulunup bulunmadığını bir detektif hassasiyetiyle takip etme fikrinden kendini alamıyordu. Ümit Bey ve toplantıda hazır bulunan diğer firma yetkililerinin Alman satış müdürünün anlattıklarını koyun kaval dinlercesine, büyük bir huşu içinde dinleyeceklerinden emindi. Oysa detaylara girip karşı tarafın açığını yakalamak, Mr. Knudsen'i köşeye sıkıştırmak gerekirdi. Zaman zaman gerginlik yaratan bu davranış biçimi satranç oyununa benzerdi, oyunun galibi sinsi bir keyfi hak ederdi. Kemal, her an bir açık verme ve aldatılma korkusu içindeydi, iş konularında hiç kimseye asla güven duymuyordu. 

Ancak bu sefer durum farklıydı. Hemen yanı başında bacak bacak üstüne atmış oturan sarışın afetin iç gıcıklayıcı parfüm kokusunun yanı sıra bilgisayar tuşlarında zarif bir şekilde dans eden ince, uzun, ojeli parmaklar bütün dikkatini dağıtmaya yetmişti. Ümit'e kızıp toplantıya katılmayacağını söylediğini anımsadı. Yine de kendini tutamayıp toplantıya girmesinden dolayı güçlü bir pişmanlık duygusu içini sıyırıp geçti. Çenesini tutup misafir gibi sessizce sunumu izlemek, yapılacakların en iyisiydi belki de.  Yine her zaman olduğu gibi, son sayfada "Teşekkür Ederiz" yazısı perdeye yansıyacak, adet olduğu üzere sunumu yapan kişi izleyicilere dönecek, sağ kaşını yukarı kaldırıp matah bir iş yapmış gibi gururla gülümsedikten sonra "Yes... Any questions?" diye seslenecek, başını şöyle bir geriye atıp masanın etrafını turladıktan sonra şovunu tamamlayacaktı. Muhtemelen, işe yaradığını göstermek için fırsat kollayan Ümit, sırf lâf olsun diye alâkasız bir soru soracak, konuşmacı, dönüp nezaketen teşekkür ettikten sonra ona alâkasız bir cevapla karşılık verecekti. Sunum dedikleri, tiyatro oyunundan başka bir şey değildi, dananın asıl kuyruğu perde kapandıktan sonra, fiyat pazarlığında kopacaktı. Sonunda kararını verdi, racon kesmekten vazgeçip bir an önce sunum faslının sona ermesini beklemeye koyuldu.

Anna son kontrollerini yaptı, Mr. Knudsen'e bakıp hazır olduğunun işaretini verdiği sırada Nalân hafifçe kapıyı tıklattı ve elinde geniş bir tepsinin içine özenle dizilmiş kahve fincanları ve aynı sayıda yarıya kadar su doldurulmuş küçük cam bardakları olduğu halde içeri girdi. 

***

Dairenin kapısında Esther'i karşılayan kısa boylu tombul sekreter, içten bir gülümsemeyle "Hoş geldiniz" diyerek genç kadını içeri aldı. Esther, sırtındaki açık mavi pardösüsünü çıkarıp kapının karşısındaki portmantoya astıktan sonra geniş bekleme salonundaki beyaz koltuklardan birine geçti ve hemen cep telefonunu kapattı. Kısa bir süre sonra yanına gelen sekreterin uzattığı kağıdı eline aldı.  

- Esther Hanım, bize bu ilk gelişiniz olduğu için elinizdeki formda sorulan soruları cevaplamanız gerekiyor. Daha sonraki gelişlerinizde söz veriyorum, sizi tekrar yormayacağız. Sehpanın üzerindeki kalemi kullanabilirsiniz.   

Kaleme uzanırken sorulara kısa bir göz attı. Adı, soyadı, adresi, telefon ve e-mail adresi gibi kişisel bilgilerin yanı sıra kendilerini kimin tavsiye ettiği merak ettikleri konular arasındaydı. Sıra oraya geldiğinde karşısına "Selma Sabuncu" yazdı. Düşük tınıda kulağa hoş gelen bir müzik sesi dışında çıt çıkmıyordu boş salonda. Sekreter randevulu hastasının geldiğini bildirmek için doktorun odasına girdiğinde büyük bir akvaryumun içinde elverdiği ölçüde özgürce dolaşan rengârenk süs balıklarıyla baş başa kalmıştı. Bir süre balıkların bezgin hareketlerini izledikten sonra çevresini daha dikkatli incelemeye başladı. Duvarlara asılmış birkaç pahalı tablonun dışında fazla bir eşya görünmüyordu. Geniş sokağa bakan pencerenin üzerinde patlayan güneşin cömert ışınlarından mümkün mertebe faydalanmak amacıyla açık gri duvarlarla aynı renge sahip, geniş enli metal jaluzi perdenin çubukları sonuna kadar aralanmıştı. Karşı köşede, gösterişli bir saksıdan yükselen pembe beyaz zambak, salona değişik bir hava veriyordu. Çocukluğu, evlerinin önündeki küçük bahçede annesiyle birlikte yetiştirdikleri rengârenk zambaklar geldi aklına. Oturduğu yerden kalkıp büyük saksının yanına yanaştı. Derin derin içine çekti çiçeğin güzel kokusunu. 

- Çiçekleri seviyor olmalısınız, dedi arkasındaki ses. O kadar dalmıştı ki doktorun odasından çıkan sekreteri fark edememişti. Başını geri çevirince gördü onu.

- Ah, evet. Çiçek sevilmez mi hiç? Bana çocukluk yıllarımı hatırlattı, dedi, gülümseyerek.

- Cevdet hocamız da çok meraklıdır çiçeklere. Önünde durduğunuz çiçeğin adı, Casa Blanca Orientale, yüzden fazla zambak türü arasında kokusu en güzel olanı buymuş!

- Haklısınız, zambakları iyi bilirim ama bu kadar güzel kokulusuna daha önce rastlamamıştım. Çocukken yirminin üzerinde zambak çeşidimiz vardı. Hatta babam bana bir keresinde Çinlilerin zambak soğanından yemek bile yaptıklarını söylemişti.

Sekreter, koltuğuna yönelen Esther’e kendinden emin bir tavırla cevap vermekte gecikmedi.

- Bu güzel kokuyu yemeğine tercih etmem ben şahsen. Hemen arkasından ekledi.

- Cevdet Bey odasında bekliyor sizi Esther Hanım, bir şeyler içmek ister misiniz, çay

 kahve?

- Teşekkür ederim, belki biraz sonra.

Koltuğun üzerine bıraktığı siyah çantasını alan Esther, sekreterin peşinden doktorun odasına girdi. Kapının iyice kapandığından emin olmak için geri dönüp kontrol etti. Elli yaşlarında hafif kırlaşmış top sakallı profesör, masasından doğrulup saygıyla selamladı genç kadını. Elini açıp masanın önündeki mavi renkli koltuğu işaret etti.

- Hoş geldiniz Esther Hanım, buyurun oturun lütfen.

Babacan tavırlı doktor, genç kadının tedirginliğini üzerinden atamadığını fark edip onu biraz rahatlatmak istedi.

- E, nasılsınız bakalım, bugün hava çok güzel değil mi?

- Evet, öyle gerçekten pırıl pırıl bir güneş var dışarıda, harika bir güz havası.

Doktora cevap verirken bir yandan ürkek bakışlarla gözlerini odadaki eşyalar üzerinde gezdirmeye başladı. Kapının sağında, kırışıksız beyaz bir örtüyle kaplanmış hasta yatağının bir metre kadar üstünde, duvara asılı bir tablo dikkatini çekti. Akşamki yemek sırasında yaşadıkları geldi aklına. Yemyeşil ağaçların arasında kıvrılarak akan derenin beslediği bir gölcük… İşte o akşam hayaline yansıyan tam da buna benzer bir yerdi.  Doktorun sesiyle irkildi.

- Evet, Esther Hanım, kıymetli ziyaretinizin sebebini öğrenebilir miyim?

Sempatik tavırlarıyla kendisine gülümseyen doktorun yönelttiği soruya hazırlıksız yakalanan Esther, şaşırıp ne diyeceğini bilemedi uzunca bir süre. Aslında bu kez sonucu ne olursa olsun bütün yaşadıklarını doktoruyla paylaşmak konusunda kesin kararını vermişti. Doktorun ismini en yakın arkadaşı Selma'dan aldığını söylemekle sözlerine başlayabileceğini düşündü. Selma’nın bir psikiyatr ile ne işi olabilir diye geçirdi aklından ilk kez. Acaba onun da kendisi gibi kimselere bahsetmek istemediği bir rahatsızlığı mı vardı? Odasında konuşmasını bekleyen bu profesör, belki de Selma'nın yakın bir arkadaşının tavsiyesiydi. Kim bilir? Selma’yla ilgili bir ipucu yakalayabilirim umuduyla konuya arkadaşından girmeyi düşündü.

- Adınızı Selma Hanım’dan aldım.

Durup bekledi bir süre, merak içinde doktorun tepkisini ölçtü. Doktor gülümseyerek "Anlıyorum" dercesine belli belirsiz salladı başını. Başka bir tepki alamayan Esther, sözünü yarım bıraktığını düşünerek devam etmeye mecbur hissetti kendini.

- Kendisi en iyi arkadaşlarımdan biri...

Her şeyi açık açık anlattığı takdirde kendini daha iyi hissedeceğini biliyordu artık. Yıllarca hayatını zehir eden bu sırrı ilk kez biriyle paylaşmak konusunda hiç bu kadar istekli olmamıştı. İçinde yıllarca hapsettiği zehri bir parça akıtsa hafifleyebileceğini, bir türlü yakasını bırakmayan kâbuslardan kurtulabileceğini düşünüyordu. Doktor, sabırla genç kadının konuşmasını bekliyordu.

- Size anlatacaklarımın önemli bir kısmını Selma Hanım ve eşim dâhil bugüne kadar hiç kimseyle paylaşmadım.

Profesör, masaya dayadığı iki elinden destek alarak öne doğru hafifçe eğildi. 

- Sizi anlıyorum, içiniz rahat olsun Esther Hanım, burada anlatacaklarınız asla bu odanın dışına çıkmaz. Bildiğiniz gibi bütün meslektaşlarımla birlikte en çok önem verdiğimiz etik bir kuraldır bu.

Doktorun konuya yaklaşımı had bildirmekten ziyade, hastasına güven vericiydi. Esther’i biraz olsun rahatlattı doktorun sözleri, Selma’yı ve Kemal’i bir süreliğine attı kafasından.

Devam edecek.



26 Ocak 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 75

Ağaç Ev Sohbetlerinin 75. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizin bu haftaki konusu geleceğe yönelik. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu da yine Sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Haftanın konusu şöyle: 

"Bir gün denemeliyim dediğiniz, merak ettiğiniz ve belki bir gün ben de yaparım diye düşündüğünüz bir şey var mı? Belki bir spor, bir dans, bir çeşit gezi türü, bir yaşam stili, bir yemek, bir araç veya cihaz, belki bir oyun... Yani aklınıza gelebilecek her şey olur. Sadece düşünün bakalım bir gün ben bunu yapmak isterim, yapmalıyım dediğiniz ve size ilginç gelen o şey nedir?"

Genç olsaydım muhtemelen uzun bir liste hazırlardım. Ancak bu yaşlarda çok şey gelmiyor insanın aklına. Bunun sebebi üzerine kafa yormak belki daha da ilginç gelebilir. Belki yapmak istediklerimin çoğunu gerçekleştirdim, belki de zaman istediğim her şeye ulaşmamın mümkün olamayacağını öğretti. Bu yüzden bu vakitten sonra fazla büyük hedeflerim yok sanırım. "Belki bir gün ben de yaparım." cümlesi ana fikir olarak belirlendiğine göre hayalcilikten öte, gelecekte bir gün gerçekleşmesi mümkün olan şeylerden bahsetmemiz gerektiğini düşünüyorum. 

Üniversiteden yeni mezun olduğum yıllarda bir gün mutlaka yapmak istediğim şeylerle bugün düşündüklerim arasında büyük farklar olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde. Meselâ iş yaşamını ele alalım. Ben de pek çok meslektaşım gibi belli bir tecrübeye sahip olduktan sonra kendi işimi kurup zengin olmak isterdim bir zamanlar. Bu hedefimin kendi işimi kurmak kısmını gerçekleştirdim ama ikinci kısmının dışarıdan göründüğü kadar kolay olmadığını anladım. Zengin olmak için iyi bir tahsil, yetenek, çok çalışmak yeterli değilmiş! Ayrıca karakter yapımın da bu işlere uygun olmadığının farkına vardım. Bende olmayan başka şeyler lâzımmış. Yine aynı nedenle devlet memurluğunu tercih etmedim, siyasi ve büyük ticari hedeflerim olmadı. Özetle ülkemi tanıdıkça bu işlerin başka türlü yürüdüğünü ve benim bu işler için biçilmiş kaftan olmadığını anladım.

Uzunca bir dönem meslek sevgisiyle oluşturduğum kariyerim dışında yapmak istediğim şeylerden biri, sahibi olacağım bir restaurant işletmekti. Bu hedefime de ulaştım. Karşıdan gıpta ile bakılan bir işti. Büyük zevk aldım. Ne var ki, hizmet sektöründe çalışacak kalifiye eleman bulmak oldukça zordu. İşini bilenler ahlâk bakımından zayıf, ahlâkı düzgün olanlar ise işten anlamayan kişilerdi. İşler öyle bir hale gelmişti ki, kim çalışan kim işveren birbirinden ayırt etmek hayli zordu. Önce keyif almak niyetiyle başladığımız iş belli bir süre sonra iyice canımızı sıkmaya başladı ve sonunda işletmeyi kapattık. Bizim için bu süreç tatlı bir anı olarak mazide kaldı.

Halen yoğun bir iş hayatından sonra emekliliğin tadını çıkarmaktayım. Bu benim için inanılmaz keyif verici. İster kamu, isterse özel sektöründe olsun, pek çok meslek grubunda karşılaşılması muhtemel değer bilmez insanların sabahtan akşama kadar ağız kokusunu çekmiyor, istediğim saatte yatıp kalkıyor, hayatımı tamamen kendi isteklerime göre yönlendiriyorum. 

Önümüzdeki günler ne gösterir bilemem ama edebiyat, siyaset, felsefe, ekonomi, din, sanat ve kültür konularında sohbet edebileceğim bir çevre edinmek yapmak istediklerim arasında. Fakat bu konuda fazla seçici olduğumun farkındayım. Aklını kullanmayan, fanatik, gündelik kısır tartışmaların arasına sıkışmış, kişisel çıkar peşinde koşan, eğitimsiz kişilerin çoğunlukta olduğu bir dünyada böyle bir ortam bulmanın hayli zor olduğunu düşünüyorum. Yurtiçinde ve yurtdışında yeni yerler gezip görmek, dünyayı daha iyi tanımak istiyorum. Sağlığım elverdiğince bol bol kitap okumak, yazmak ömrümün sonuna dek yapmak istediğim şeyler. 

Elbette pandemi süreci pek çok isteklerimize gem vuruyor. Yılın ikinci yarısında ilk kitabımı çıkartmak, yeni bir dil öğrenmek, mümkün olduğunca tiyatro ve konserlere gitmek diğer hedeflerim arasında.

Umarım herkes yaşamdan beklentilerine tez zamanda kavuşur.

20 Ocak 2021 Çarşamba

GÜZEL YAZMA SANATI # 7

Yazım kuralları konusunda genellikle TDK'yi rehber kabul ederiz ve bir bakımdan mecburuz buna. Aksi halde her kafadan bir ses çıkar, bundan en zararlı çıkan da dilimiz olur. Ne var ki yanlış ve keyfi bazı uygulamalar son derece rahatsız edici. Geçen gün ulusal kanallardan birinde şöyle bir haber alt yazısı gördüm:

"Silâhlı telefon gasbı, kamera kaydı incelenerek çözüldü." 

"Gasbı" sözcüğü kulağıma hiç hoş gelmedi, masaya yatırdım.

TDK'ye göre bu sözcüğün anlamı ve yazılışları şöyle:

Gasp: Bir malı sahibinin izni ve haberi olmadan zorla alma

Gasbetmek: Bir şeyi zorla, izinsiz almak

Bilindiği üzere Türkçe kökenli kelimelerin sonunda b, c, d, g ünsüzleri bulunmaz. Sonu bu harflerle biten yabancı sözcükler de Türkçeye uydurularak p, ç, t, k harfleriyle değiştirilmiş ve bence de doğru bir şey yapılmıştır. Nitekim Arapça kökenli "gasb" sözcüğü de benzer şekilde "gasp" olarak dilimize geçmiştir. Buraya kadar anormal bir durum yok. 

Çok heceli kelimeler ünlüyle başlayan bir ek aldıklarında sonlarında bulunan p, ç, t, k ünsüzleri yumuşayarak b, c, d, ğ'ye dönüşür. Örneğin; kazanç-->kazan-cı, ağaç --> ağa-cı gibi.

Tek heceli kelimelerin sonunda bulunan p, ç, t, k ünsüzleri ise iki ünlü arasında korunur. Örneğin;

göç --> göç-ü, kaç --> kaç-ıncı gibi.

TDK'nin yukarıdaki kuralı gereği;

"Gasp" tek heceli bir sözcük olduğu için doğru olan yazım şekli "gasbı" değil "gaspı" olmalıdır.

Diğer taraftan "gasp etmek" bileşik bir eylemdir. Birleşik eylemlerde ilk sözcük yardımcı bir eylemle birleşirken yeni bir ses doğarsa iki sözcük birlikte yazılır ve doğan ses de eyleme eklenir. Örneğin; affetmek, hissetmek, reddetmek, affolmak gibi. Sözcük bu durumlarda, etmek, olmak, eylemek vb. yardımcı eylemlerle birleşir. Lâkin ses düşmesi ya da ses artması yoksa ayrı yazılır. Örneğin; andiçmek değil, ant içmek, cengetmek değil, cenk etmek gibi.

TV, internet ve gazete, kitap, dergi gibi yayınlarda farklı kullanımlarında sıkça rastlanan "gasp" sözcüğü kafa karıştırmaya devam ederken ben "gaspı" ve "gasp etmek" yazılışlarının doğru olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde TDK, "zapt" sözcüğü cümle içinde, "zaptı" ve "zapt etmek" şeklinde kullanmaktadır.

Mutabakat zaptı, yetki gaspı (TDK'ye göre yetki gasbı) gibi sözler hukukta sık sık kullanılmaktadır.   

Sonuç olarak doğru yazılışlar "gasp --> gaspı, gasp etmek" olması gerekirken TDK tarafından kullanılan "gasp --> gasbı, gasbetmek" yazılışları  bence birer büyük hatadır.

İnternet ve medyada farklı kullanımlara bir bakalım ve işin vahametini görelim: 

"İstanbul Piyalepaşa'da dün gece üç ayrı taksici gasp edildi." - Cumhuriyet gazetesi

"Akar Hotel bu parkın yaklaşık üçte birini zaptetti." Hürriyet gazetesi

"Otomobilde bıçaklanıp gasbedildi." Hürriyet gazetesi

"... mahkemesinin bu yetki gasbı, siyaset kurumunun itibarını zedeleyecek." Hürriyet gazetesi

"Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış..." anayasa.gov.tr

Yeni bir bölümde görüşmek üzere, sevgilerimle

18 Ocak 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 74

Ağaç Ev Sohbetlerinin 74. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizde bu haftanın konusu çocukluk anılarımıza uzanıyor. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi bu haftanın konusunu belirledi. Bizden cevaplandırmamızı istediği sorular ise şöyle: 

Çocukluğunuzda yetişkinlerin veya sizden büyüklerin sizi korkutmak amacıyla veya gerçekten inanarak anlattığı öcü, cadı, hayalet vs hikayeleri var mıydı? Bununla ilgili anılarınızı anlatır mısınız?

Çocukken cadılarla, peri ve hayaletlerle bir ilişkim olduğunu hatırlamıyorum doğrusu. "Çocukluğumun Komşuları" yazı dizimde bahsettiğim Şaver Hanım Teyze'den korkardık sadece. Gerçekten de dış görünüşü korkunçtu. Boyu kısacıktı, derin göz çukurları içine gömülmüş çakır gözleri, sarkık yanaklarıyla şeytan gibi gelirdi gözümüze. Zavallı kadıncağız bakkala gitmek için sokağın başında göründüğünde, mahallenin bütün çocuklarıyla beraber evlerimizin en ücra köşelerine saklanırdık. Bazen boş bulunur, geldiğini fark edemezdik. Kaçmaya fırsat bulamadığımız o talihsiz zamanlarda, annelerimizin arkasına saklanırdık. Annelerimiz kolumuzdan çekiştirerek yüzümüzü açmaya çalışır, yaşlı kadının gönlünü alsınlar diye bizleri sakinleştirmeye çalışır, "Bak, Şaver Teyzen seni çok seviyor, niye korkuyorsun?" derlerdi ama bizler yine bildiğimizi okur, devekuşunun başını kuma gömdüğü gibi annemizin eteklerine sarılır kadının şeytani bakışlarından sakınırdık. Şaver Teyzenin bu durum pek hoşuna gitmezdi tabii. Korkunç ve çirkin yüzünden  emin olduğu halde gafil avlanıp yakalanan biz çocuklara sitemle karışık, ufak yollu çıkışır, "Neden korkuyorsunuz benden, ben annenizden daha güzelim." derdi. Diğer taraftan yeri gelir, annelerin kurtarıcısı olurdu Şaver Hanım Teyze. Yaramazlık yaptığımızda, "Bir daha yap bak, Şaver Teyzeye vereceğim, seni şalvarına sokacak." derler, biz çocukların gözlerini korkuturlardı.

Şaver Teyzeyi bir tarafa koyarsak, bizim ailenin asıl öcüsü, hayaleti, cini, kendi, öz babamdı. Annem ne kadar sessiz, sakin, çocuklarına kol kanat geren, kıllarına zarar gelmesinden ödü kopan biriyse, babam onun tam aksine disiplinli, sert, hatta gaddardı. Akşam saatlerinde diğer çocuklar işten dönen babalarına koşar onları karşılarken biz ters yöne, evimize doğru kaçar saklanırdık dayak yememek için babamızdan. Çocukken top oynadığımda aşırı derecede terlerdim. Babam için affedilmeyen bir durumdu bu! Akşam evdeyken kardeşlerimle birlikte ders kitaplarımızı açar çalışır ya da çalışır görünürdük gözüne. Bu da büyük kabahatti, neden akşama kadar dersimizi bitirmemiştik! Ertesi gün eve geldiğinde elimizde kitap olmazdı. Nasıl olsa bu vakte kadar dersimizi niye yapmadın sorusuna muhatap olmayacaktık. Öyle zannediyorduk. Yanıldığımızı anlamamız fazla sürmemiş, yine cezadan kurtulamamıştık. Bu seferki kabahatimiz boş boş oturup elimize niye bir kitap almadığımızdı. Yani, ne yapacağımızı şaşırmış haldeydik, babamızın ne zaman neye kızacağı bilinmezdi. Yaşamı sona ermiş bir kişi hakkında konuşmak şimdi bana ağır gelse de, durum buydu. En iyisi ben burada keseyim...      

17 Ocak 2021 Pazar

DİLLER ve KELİMELER MİMİ

Sevgili Berra güzel bir mim hazırlamış. Konu dil olunca katılmamak olmaz!  Hemen sorulara geçeyim:

1) En çok öğrenmek istediğiniz dil hangisi?

En çok derken bir tercih yapmam gerekiyor ama ben birkaç dil arasında seçim yapmakta zorlanıyorum. Bu yüzden İtalyanca, Rumca-Yunanca, İspanyolca diyorum.

2) Hangi yabancı dili konuşabiliyorsunuz?

İngilizce konuşabilirim. Biraz Fransızca bilgim var ama konuşabilecek düzeyde değil.

3) Türkçedeki en sevdiğiniz kelime nedir?

 Yine birkaç tane yazayım; yasemin, yakamoz, çapulcu

4) Herhangi bir yabancı dilde en sevdiğiniz kelime nedir?

Congratulations (İng): tebrikler, pronto (It): hazır (İtalyanlar "alo" yerine "pronto" sözcüğünü kullanırlar), allora (It): İtalyanların ağzından düşürmediği Türkçe karşılığı çok değişik anlamlara gelen kelime. İngilizce karşılıklarını yazarsam daha kolay olacak: well, then, so, come on, so what), bellissimo (It): çok güzel. risotto (It): en sevdiğim İtalyan yemeklerinden biri, mujer (İsp): kadın, por favor (İsp):lütfen ... daha çok var.

5) Hangi yabancı dillerin kulağa çok hoş geldiğini düşünüyorsunuz?

Başta Fransızca olmak üzere sırasıyla İtalyanca, İspanyolca, Yunanca ve Arapça

6) Bu kelime ya da bu kelimenin tam karşılığı bizim dilimizde de olsun isterdim diyebileceğiniz bir kelime var mı?

Var, "douce souffrance", İngilizce karşılığı olan "sweet pain"  biraz anlaşılır gelse de dilimizde tam karşılığını bulamadım. Yok çünkü... Buruk acı falan demeyin bana.

7) Türkçenin en sevdiğin yanı ne?

Ana dilimiz olması, yeni kelime türetmeye imkân veren alt yapıya sahip olması.

8) Latin alfabesi dışında hangi alfabeler hoşunuza gidiyor?

Latin alfabesi dışında bildiğim alfabeler arasında hoşuma giden bir alfabe yok. Bununla birlikte Arap alfabesini okuyabildiğim için diğer alfabelere göre daha yakın geliyor bana. 

Sorular fazla olduğu için kısa cevaplar verdim. Bu mime bütün arkadaşlarımı davet ediyorum. A bientôt!

SON DANS BÖLÜM 7

Masanın üzerinde dağ gibi yığılmış dosyaları karıştırdı. Aradığını bulamayınca telefona sarıldı.

- Kızım bana son gelen teklif dosyasını getir!

Tecrübeli sekreter, alışık olmadığı Kemal Bey'in sert ve tehditkâr ses tonundan rahatsız olsa da, gelen/giden evrakı, ekleriyle birlikte kendi düzenine göre arşivlediği için fazla paniklemedi. Kemal Bey'in yaşadığı gerginliğin farkındaydı. Kızı olacak yaşta değildi, şimdiye kadar hep "Nalan Hanım" diye hitap etmişti kendisine.  Bunun kafaya takılacak bir mevzu olmadığını düşündü, hatta biraz da sevimli bulmuştu "kızım" demesini.

- Peki, efendim, hemen getiriyorum, dedi.

Birkaç dakika içinde beklediği klasörle birlikte küçük bir tepsi içinde, sade Türk kahvesi ve küçük bir bardağın yarısına kadar doldurulmuş soğuk suyu önünde buldu Kemal. Bir iki yudum suyla ağzını çalkalamadığı zaman kahvenin o kendine has saf tadını alamayacağını düşünür, yanında suyu olmadan asla sürmezdi dudağını fincana. Küçük, desenli cam bardaktan yudumladığı suyu ağzında gezdirirken önündeki dosyaların yapraklarını hızla çevirmeye başladı. Ödeme şartları, teknik şartname, fiyat teklifleri, yedek parça listesi, garanti koşulları gibi defalarca incelediği bir sürü detayı son bir kez daha gözden geçirmek istiyordu. İşin içine dalınca dış dünyayla bütün ilişkisini keserdi. Masadaki sabit telefonun sesiyle irkildi. Sekreter Nalan'dı arayan, Yönetim Kurulu Başkanının kendisiyle görüşmek istediğini söylüyordu. "Bağla", dedi. Başkan, âdeti olduğu üzere selamsız girdi konuya.

- Geldi mi senin şu meşhur misafirlerin, Kemal?

Soruda alaycı bir ifade sezdi ama anlamazdan geldi. Yine de saygıda kusur etmemek için, selâm vererek başladı konuşmaya. Biraz da karşısındakini utandırmak için yapmıştı bunu.

- Feridun Bey, merhaba! Gelmek üzereler, uçak rötarlı inmiş havaalanına bu yüzden biraz geciktiler.

- Almanların teklifi çok iyi deyip duruyordun. Umarım bu sefer bağlarsın işi artık. 

- Evet, efendim yalnız... Nasıl söyleyeceğini bilemedi bir anlığına. Finans müdürünü şikâyet etse olmayacak, Almanların yaptığı terbiyesizlikten bahsetse hiç olmayacaktı. Bir terslik olması halinde Feridun Bey'e durumu nasıl açıklayacağını bilmez bir halde kıvranıyordu. 

- Yalnız ne? 

- İstediğimiz fiyata pek yanaşmıyorlar efendim, durum böyle olunca ek bütçe ayırmamız ya da miktarı biraz azaltmamız gerekebilir.

Feridun Bey'in duymak istediği en son şey kendisinden ek bütçe talebinde bulunulmasıydı. O alaycı konuşmasının şekli değişti birden. Sesini yükseltti.

- Ne diyorsun Kemal, biz burada para mı basıyoruz. Sen ön ödemeyi istedikleri fiyatın üzerinden yapmadın mı? Gelen yok, giden çok. Nasıl plân, nasıl bütçe hazırlama bu, anlayamıyorum...

Kemal dilinin ucuna kadar gelen "Hep işe aldırdığın Ümit geri zekâlısının yüzünden" diyemedi. Söyleyecek tek söz bulamazken telefonun öbür ucundan gelen öfkeli sesler makineli tüfeğin mermileri gibi birbiri ardına beyninde patlıyordu. Bir süre sonra telefonun yüzüne kapandığını fark etti. Artık canına tak etmişti. Eline aldığı dosyayı bütün gücüyle masaya vurmasıyla henüz elini sürmediği fincan devrildi, masanın üstündeki evraklar kahveye bulandı. 

- Lânet olsun! Hak ediyor muyum bütün bunları ben, gece gündüz çalışmalarımın karşılığı bu mu yani?

Nefes nefese kalmış, yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu. Ümit'i Almanlarla yalnız başına bıraktığı geldi aklına, adamların onu ayakta uyutmaları işten bile değildi. Bu şartlar altında toplantıya girmesi de mevzubahis olamazdı artık. Çıkmıştı bir kere ağzından, sık sık karar değiştiren insanlardan nefret ediyor, asla onlardan biri olmak istemiyordu. Yalnız başına yapmalıydı bütün işleri, hiç kimseye güvenmemesi gerektiğini aksi halde işin kontrolünden çıkacağını düşünüyordu. Ama şu an tek isteği yalnız kalmaktı, masayı temizlemesi için sekreterini bile çağırmamıştı yanına. Çekmeceden bir tomar kağıt peçete çıkarıp üstün körü masaya dökülen kahve birikintilerini toparlamaya çalıştı. Teklif dosyasına sıçrayan birkaç kahverengi lekeyi de temizledikten sonra yeniden belgeleri incelemeye koyuldu. En ince ayrıntısına kadar bütün bilgileri yutmuştu adeta. Ümit onun onda biri kadar zamanını ayırmış mıydı bu dosyalara?

Kapıyı vuran Nalan, içeriden bir ses gelmeyince şansını başka yoldan denemeye karar vermişti. Telefonun sesini duydu bu kez Kemal, önündeki dosyadan gözlerini ayırmaksızın ahizeyi kaldırıp kulağına dayadı. Kadının titreyen sesine kulak verdi.

- Efendim, beklediğiniz misafirler geldi.

Bir şey demeden kapattı telefonu. Odasından çıktı, tuvalete gidip elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı, pek iyi görünmüyordu ama yine de tahmin ettiği kadar kötü değildi. Esther'i düşündü. "Ben de geleyim seninle, belki sana bir faydam olur." demişti. Yardım etmek istiyordu ama ne yapabilirdi ki. Acaba Ümit ne haltlar karıştırıyordu içeride? Kağıt havluyla yüzünü kuruladıktan sonra kravatını düzeltip koridora çıktı. Odasına geçmek için kapının koluna uzandığı sırada başını Nalan'dan tarafa çevirdi.     

- Neredeler? 

- Ümit Bey'in odasındalar, Kemal Bey. 

Ne yapacağını bilmez bir haldeydi, kapısının önünde, elini çenesine dayayıp uzun bir süre düşündü. Nalan'ın kendisini seyrettiğini fark edince hırsla dışarı fırladı. Koridor boyunca hızlı adımlarla Ümit'in odasına doğru yürüdü.  Kapıyı çalmaya gerek duymadan içeri daldı. Bir anda karşısında beliren Kemal'i görünce şaşkınlığını gizleyemedi Ümit. Toplantıya katılmayacağını söyledikten sonra pat diye odaya girmesi hiç hoşuna gitmemişti. Finans Müdürü'nün telaş içinde ayağa fırlaması üzerine misafirler de ne olduğunu anlamamış, fütursuzca odaya dalan adamı şirketin sahibi sanıp hep birlikte ayağa kalkmak zorunda kalmışlardı. 

- Hoş geldiniz Kemal Bey, sizi misafirlerimizle tanıştırayım. Beyefendi German Generator ya da kısa adıyla GGC şirketinden Satış Müdürü Mr. Hans Knudsen ve bu hanımefendi de asistanı Ms. Anna Karsch.

Ümit daha sonra eliyle Kemal’i işaret edip onu misafirlere tanıttı.

- Kemal Bey, şirketimizin Genel Müdürü.

Kırk beş yaşlarında, orta boylu bir adam olan Mr. Knudsen, beyaza kaçan sarı saçları, bıyıksız,  kırmızı suratı ve mavi gözleriyle ırkını inkâr etmiyordu. Yüzüne yapıştırdığı karikatürlere has kurnaz bir gülüşe sahip bu adamın karşısına çıkan herhangi bir insan, canı ne kadar sıkkın olursa olsun, her şeyi unutur, gayr-ı ihtiyari bir gülümsemenin esiri olurdu. Kemal’in yarım saat kadar önce patronundan yediği fırçayı unutmasının sebebi de bu olmalıydı. Hatta Ümit Bey'e bile ilk kez bu kadar sevecen gözlerle bakmıştı. Asistan Anna'nın boyu, Hans’tan en az bir karış daha uzundu, beline kadar sarkan sarı saçları, açık mavi gözleri, aşırı makyajı ve bir karış siyah deri eteğinin altında sergilediği düzgün bacaklarıyla iş kadınından ziyade moda dergilerindeki modelleri andırıyordu. Tanışma ve el sıkışma merasiminden sonra yuvarlak masanın etrafına dizildiler. Görüşü engellememek amacıyla masanın bir yanını boş bırakmışlar, Ümit ve Hans pencere tarafına geçmişti. Karşılarında muhasebe müdürü ve şirketin satıştan sorumlu iki makine mühendisi yerlerini almıştı. Kapı tarafında, Kemal’in hemen yanı başında oturan Anna, karşı duvara indirilen beyaz perdenin üzerine yansıtacağı bilgileri masanın üzerindeki dizüstü bilgisayarında hazırlamakla meşgul olurken, bir yandan da göz ucuyla Kemal’i süzüyordu.

Hafifçe kapıyı tıklatan Nalân, içmek için bir şey isteyip istemediklerini sorunca Ümit Hans'a döndü.

- Madem Türkiye'de bulunuyorsunuz, sunumunuza başlamadan önce sizlere birer orta şekerli Türk kahvesi ikram edelim, dedi. Odadakilerin hepsi bu teklifi memnuniyetle kabul ederken, Kemal sadece bir bardak su istedi. 

Devam edecek



15 Ocak 2021 Cuma

GÜZEL YAZMA SANATI # 6

Bir önceki bölümde verdiğim örnek cümlede yapmış olduğum hatayı gözden kaçırmayarak düzeltmemi sağlayan Mrs. Kedi'ye bir kez daha teşekkür ederek yeni konumuza geçiyorum. Bu bölümde bir arkadaşımızın önerisi üzerine sıklıkla hataya düştüğümüz kesme işareti (') 'ne değinmek istiyorum. Kesme işaretinin özel adlara getirilen eklerden önce kullanıldığını çoğumuz biliyoruz. Ancak kesme işaretinin nerelerde kullanılmayacağı, sanırım biraz daha kafa karıştırıcı. Bu yüzden kesme işaretinin kullanılmaması gereken yerleri ayrı bir başlık altında incelemenin daha uygun olacağını düşündüm.

1. İlk önce, özel adlara getirilen durum, iyelik ve bildirme eklerinde kesme işaretinin kullanıldığı birkaç örnek vereyim.

Türkiye'nin başkenti Ankara'dır.

Kurtuluş Savaşı'nı Atatürk'ün önderliğinde kazandık.

Ülkemizin en tanınmış şairlerinden biri de Nazım Hikmet'tir.

2. Kişi adlarından sonra gelen saygı ve unvan sözlerine getirilen ekler kesme işareti ile ayrılır.

Orhan, Necdet Bey'in tavuğunu yakalamaya çalışıyordu.

Adile Hanım'a güzel bir manto aldı.

3. Kısaltmalara getirilen eklerde kesme işareti kullanılır.

TDK'nın bazı kurallarına aklım hiç ermiyor.

4. Belirli bir tarih bildiren ay ve gün adlarına gelen ekler kesme işaretiyle ayrılır.

Başvurular 30 Aralık'a kadar yapılabilir.

Başvurular 31 Aralık 2021 Cuma'ya kadar yapılacaktır.


NERELERDE KESME İŞARETİ KULLANILMAZ!

1. Sonunda 3. tekil kişi iyelik eki olan özel adın sonuna ayrıca bir iyelik eki geldiğinde kesme işareti kullanılmaz

Çanakkale Zaferi, Kurtuluş Savaşımızın önsözüdür.

2. Kurum, kuruluş, kurul, birleşim, oturum ve iş yeri adlarına gelen ekler kesme işareti ile ayrılmaz. En sık yapılan hatalardan biridir. 

Bu yazıyı yazarken Türk Dil Kurumunun yayınladığı Yeni İmlâ Kılavuzu'ndan faydalandım.

Emekli maaşını T.C Ziraat Bankasından alacağım.

3. Başbakanlık, Rektörlük gibi sözlerin yanına ünlüyle başlayan bir ek geldiğinde kesme işareti kullanılmaz, yumuşak g kullanılır.

Hastane yolunu yapmak, bakanlığın işi mi?    Bakanlık'ın YANLIŞ

Bakan istifa mektubunu başbakanlığa gönderdiğini açıkladı.     Başbakanlık'a YANLIŞ

4. Özel adlara getirilen yapım eki, çokluk ekleri ve bunlardan sonra gelen diğer ekler kesme işaretiyle ayrılmaz.

Ziya Gökalp, Türklüğün Esasları isimli kitabını 1923 yılında yazmıştır.   Türk'lüğün YANLIŞ

Türkçenin lehçeleri geniş bir coğrafyada konuşulmaktadır.       Türkçe'nin YANLIŞ

5. Özel adlar yerine kullanılan "o" zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz, kendisinden sonra gelen ekler kesme işareti ile ayrılmaz.

Atatürk büyük bir deha, onun yaptığı faydalı işleri saymakla bitmez.  O'nun YANLIŞ

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın.    

BAŞARININ FORMÜLÜ

"Ne için yaşıyoruz?" sorusuna cevap arayan sevgili C., Proje365 adlı blogunun son yazısında "başarı" olgusunu masaya yatırmış ve başarının yaşamımızdaki yerini sorgulamış. Konu fazlasıyla ilgimi çekti. Aslında "Sizce başarı nedir? Kendinizi başarılı buluyor musunuz?" sorularına cevap aramak ve başarıyı tartışmak "Ağaç Ev Sohbetleri" için güzel bir konu başlığı olabilirdi. Fakat C. yazısında insanı derinden düşünmeye sevk eden öyle sorular sormuş, öyle konulara değinmiş ki sonunda sabrıma yenik düşüp sıcağı sıcağına birşeyler karalamak istedim. 

Başarı, yani bir şeyin üstesinden gelme... Biz insanları mutlu eden yollardan biri olsa gerek. Nazım'a mutluluğun resmini yapamayan Abidin, başarının resmini yapabilir miydi acaba? Nedir başarmanın sihirli yolu? Doğuştan gelen yetenek mi, çok çalışmak mı, yoksa her ikisi birden mi?

C. yazısının sonunda başarının oransal dökümünü vermiş: Konuştuğum sanatçı arkadaşlar % 10 yetenek, % 60 çalışma ve % 30 felsefe diyorlar. Felsefe şu anlamda: kendine özgü bir kültür yaratabilmek, kişisellik, sanatçının "imzası"    

Peki, bunların hepsine sahip olan bir insan her zaman başarıyı yakalayabilir mi? Diğer bir deyişle her işin üstesinden gelir mi? Ya da bir işin üstesinden gelebilmek, yani başarmak için yetenek, çalışmak ve felsefe gerekli mi her zaman? 

Başarı deyince aklımıza hep güzel şeyler geliyor değil mi? Başarılı iş adamı, başarılı bilim adamı, başarılı öğrenci... Peki ardında hiç bir ipucu bırakmayan seri katile, azılı bir hırsıza yaptığı işin üstesinden geldiği için "başarılı" dememiz gerekmez mi? Hitler savaşı kaybetmeseydi başarılı bir devlet adamı olarak yer almaz mıydı tarih sayfalarında? 

Gelişmiş ülkelerde, iyi gelir getiren bir işin sahibi olmak, mesleğinde yükselmek, yeni bir buluşa imza atmak başarmanın ölçütü iken geri kalmış bir ülkede nefes alabilmek  dahi başarı değil midir?

Yeteneklerinden habersiz, en ağır koşullarda ölümüne çalışan, nice yaratıcı fikrini ortaya çıkarmak için imkân bulamayan milyonlarca kişi var bu dünyada. Birkaç istisna dışında başarılı addettiğimiz kişiler, neden sadece seçkinlerin arasından çıkıyor? O istisnaların başarısı da büyük bir şansın eseri değil mi?  

Bana göre başarının oransal dökümü: % 1 yetenek, % 6 çalışma, % 3 felsefe ve % 90 şans olabilir ancak. İnsan kendi şansını kendisi mi yaratır? Ben bu görüşe fazla katılmıyorum. Şans ya doğuştan ya da sonradan, tesadüf eseri bulur insanı, sonradan kazanılacak bir beceri değildir.

Hadi buyurun tartışmaya...



13 Ocak 2021 Çarşamba

SON DANS BÖLÜM 6

Kumandanın düğmesine basmasıyla birlikte otomatik garaj kapısının panjuru sinir bozucu metalik bir ses çıkartarak yavaş yavaş yükselmeye başladı. Kontak anahtarını çevirip hareket etti, tam caddeye çıkmak üzereydi ki çalmakta olan telefonunun boğuk sesini duydu. Yan koltuğa attığı siyah deri çantasındaki cep telefonunu bulmaya uğraşırken sinirle "Bir sen eksiktin." diye söylendi kendi kendine. Gözünü yoldan ayırmaksızın el yordamıyla çantasındaki cep telefonunu bulup gözünü yoldan ayırmadan açma tuşuna bastı, bezgin bir ses tonuyla "Alo" dedi.  

- Estherciğim, umarım zamansız aramadım.

Sesinden tanımıştı, Selma'yı. Telâşını olabildiğince gizlemeye çalışarak,

- Hayır canım sorun değil, dedi. Doktor Cevdet Bey'in randevusuna yetişmeye çalışıyorum.

- Bak, istersen sonra arayım. Ya da işin bittiğinde sen beni ararsın. Bir yerde oturup biraz lâflayalım diyecektim sadece. 

- Tamam canım, yoldayım şimdi, çıkar çıkmaz ben seni ararım.

Telefonu kapatıp çantasına attı. Güneşin bütün cömertliğiyle ışınlarını saçtığı güzel bir sonbahar sabahı,  Esther'in kullandığı beyaz spor Mercedes sabah trafiğinin yoğunlaştığı cadde boyunca ağır ağır ilerliyordu. Aklına yazdığı adrese göre aracın navigasyonunu ayarladı. Yarım saat boyunca birçok kavşaktan, caddeden geçti. Ekranda beliren yönleri büyük bir dikkatle takip ediyor, hatalı bir yöne girip zaman kaybetmemek için büyük çaba sarf ediyordu. Artık iyice yaklaşmıştı. Son anda kırmızıya dönen trafik ışığını fark edip ani bir fren yaptı. Peşinden gelen arabanın çıkardığı lastik sesiyle irkildi. İç dikiz aynasından arkasına baktı. Bacaklarının titrediğini fark etti. Neyse ki, hiçbir sarsıntı hissetmemişti. Saatine baktı, yeşil yanar yanmaz gaza yüklendi. Her an bir aksilikle karşılaşacağını düşünüyor, karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir yayaya çarpacakmış duygusuna kapılıyordu. Rengârenk güllerin düzenli olarak aralara serpiştirildiği çim kaplı bahçe içlerinde birbirine benzeyen iki katlı evlerin olduğu geniş bir sokağa girdi. Üçüncü bloğun önüne geldiğinde aracını kaldırımın kenarına park etti. Arabasından inmeden önce bir kez daha baktı saatine, trafikte harcadığı onca zamana rağmen randevusundan beş dakika önce geldiğini görünce derin bir oh çekti. Yan taraftaki bina giriş kapısının sağında aşağı doğru sıralanan dört daire zilinden üzerinde Prof. Dr. Cevdet Saran isminin yazılı olduğu en alttakine bastı. Otomatik demir kapının açılma sesini duyunca itip içeri girdi. Apartmanın oldukça geniş giriş holündeki büyük boy aynasının önünde kısa bir süre kıyafetini kontrol ettikten sonra önüne açılan daire kapısına doğru yaklaştı. Yaşamı boyunca komşu kapısı bildiği doktor muayenehanelerine, hastane koridorlarına aşina olmasına rağmen göğsünde hissettiği ağırlığın sebebini gittikçe sıklaşan kabuslarında, gördüğü halüsinasyonlarda arıyor, akıl sağlığını yitirmekten korkuyordu.  

Güzel bir kadındı Esther. Omuzlarına dökülen dalgalı sarı saçları, kalkık burnu, hafif çıkık elmacık kemikleri, ortanın üzerinde boyu ve ideal vücut ölçüleriyle bütün kadınları kıskandıracak özelliklere sahipti.  Hafif bir makyaj yaptığında, koyu mavi gözleriyle bütün dikkatleri üzerinde toplardı. Bugün yine son derece şık beyaz pantolon ve ceketinin içine siyah ipekli kumaştan güzel bir bluz giymişti. Siyah, yüksek topuklu rugan pabuçları ile kıyafetini tamamlamış, duru güzelliğiyle gözleri kamaştırıyordu. Oysa bütün bu özellikleri genç kadının iç dünyasıyla tam bir tezat içindeydi. Dağınık, kararsız, suçluluk duygusu içinde yalnız başına kıvranan tutkulu ruh hali, karanlık bir okyanusun içinde kopan fırtınada gemisini ayakta tutmaya çabalayan çaresiz bir kaptanı andırıyordu sanki. Her şeye rağmen Kemal'i çok seviyor, bir an olsun onsuz bir hayat düşünemiyordu. Kemal'in de onu sevdiğinden emindi. Birbirlerine bu derece âşık olmalarına karşılık yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünüyordu. İçine düştüğü ikilemi aşamıyordu. Bir türlü peşini bırakmayan geçmişi miydi buna sebep, yoksa kocasının ihmali, gözünü ve gönlünü işten başka her şeye kapatması mı? Ah bir bilebilseydi doğrusunu. Aradığı cevap ne olursa olsun bunu öğrenirse çektiği bütün sıkıntıları bitecek, gördüğü kâbuslar bir anda sona erecekti sanki. Belki uzun zaman önce yaşadıklarını gömdüğü toprak kabarmış, geçmişin bütün acılarını kusuyordu. İçine düştüğü bu girdap, sevdiği insanı kendinden uzaklaştırmasının başlıca sebebi miydi? Gördüğü düşler, hayaller, kâbuslar... Artık dayanma gücünü iyiden iyiye kaybetmiş, sonunda bir can simidine sarılırcasına Selma'ya dökmüştü içini. Ama yine de kendini tutmayı başarmış, hayatını kâbusa çeviren geçmişine dair bir söz çıkmamıştı ağzından. Buna rağmen sıkı sıkıya tembihlemişti Selma'yı, onunla paylaştıklarını Hasan'a ve Kemal'e söylememesi için kesin söz almıştı. Ona sadece uzun zamandır psikolojik yardım aldığından, yıllarca bir sürü doktorun kapısını aşındırdığından bahsetmişti. Çocukluğundan beri görmüş olduğu kâbuslar, hayatını değiştiren o talihsiz kazadan sonra artarak devam etmiş, adeta yaşamının bir parçası olmuştu. Öncekiler kadar sık olmasa bile son bir yıl içinde haftada en az bir kez başka âlemlere gidiyor, bazen neşe, bazen huzur içinde, nadiren korkuyla, çığlık çığlığa geri dönüyordu. Her zaman olduğu gibi yine sessizdi çığlıkları, aynı çocukluğundaki gibi. Kan ter içinde kendine gelip avazı çıktığı kadar bağırmasına rağmen sinek vızıltısı kadar bir sesin çıkmadığı cinsten. Bu sayede gördüğü kâbusları Kemal'den saklamayı başarabildiği için şanslı görüyordu kendini. Onu esas korkutan gördüğü kötü düşlerden ziyade yaşadığı ve içine gömdüğü kazadan haberdar olmasıydı Kemal'in. Belki de çocukken başına gelen o talihsiz kazadan sonra geçirdiği travmanın beyninde bıraktığı bir mirastı bu yaşadıkları. Taşıması günden güne ağırlaşan bu miras sebebiyle Kemal'i kaybederim korkusu... Geçen hafta Selma vermişti doktorun ismini. Konusunda ihtisas sahibi, iyi bir doktor olduğunu söylemişti.

Devam edecek



GÜZEL YAZMA SANATI # 5

Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi tarafından noktalama işaretlerinin önemine ilişkin yazılan bir makalede, (*) öğretmenlerin % 66'sı yazıda kullanılan noktalama işaretlerinin metnin daha iyi anlaşılması, % 40'ı metinde anlam karışıklığının önlenmesi, % 37'si ise metindeki jest, mimik, vurgu, tonlama ve duraksama işlevlerini yerine getirdiğini ifade etmiştir. Aynı araştırmada, öğrencilerin en zorlandığı noktalama işaretlerinin, sırasıyla; noktalı virgül, iki nokta ve virgül, en kolaylarına gelenlerin ise nokta ve soru işareti olduğu ortaya çıkmıştır. Bence noktalama işaretleri arasında hayati öneme sahip en önemli noktalama işaretleri "nokta" ve "virgül" işaretleridir. Noktanın cümle içinde nerede kullanılması gerektiğini bilmeyen okur yazar olmadığını düşünüyorum. Virgül konusuna gelince bilinen bir örnekten yola çıkabiliriz;

"Oku da adam ol baban gibi, eşek olma!" cümlesindeki virgülün yerini,

"Oku da adam ol, baban gibi eşek olma!" şeklinde değiştirmemiz durumunda, birilerinin hayatımıza kastetmeyeceğini kim garanti edebilir?

Cümlede gereksiz sözcük kullanımı yazılarımızı ne kadar bozarsa, gereksiz yerlerde virgül ve diğer noktalama işaretlerini kullanmak da aynı ölçüde özenle yazdığımız bir yazının değerini düşürebilir. Cümle içinde noktalama işaretlerinin yerlerini belirlerken yazdığım yazıları yüksek sesle okumanın işe yaradığını fark ettim. Vurgulanmak istenen yerler, yan cümlelerin bütünlüğünü bozmaksızın nefes alınan bölümler ve kulağa gelen seslerin ahengi, nerede hangi noktalama işareti kullanılacağı konusunda bize kılavuzluk edebilir. Bunun için her şeyden önce iyi bir okuyucu olmak gerekir elbette. Cümle içinde virgül işaretinin kullanılması gereken yerler TDK'da 15 başlık altında toplanmış ve bazı önemli uyarılar yapılmıştır. Aşağıda önemli gördüğüm bazılarından bahsedeceğim. Ayrıca konuyu pekiştirmek amacıyla örnek cümleler içinde kullanılmasını göstereceğim.

1. Tırnak içinde olmayan alıntı cümlelerinde ve konuşma çizgisinden sonraki alıntı cümlesinin bitiminde virgül kullanılır.

 Sık sık hata yapıyorsun, dedi. 

- Necdet'i ara, hemen geri dönsün, dedi.

- Bugün ayrılıyor musunuz, diye sordu.

2. Kendisinden sonra gelecek cümleye bağlı olarak red, kabul ve teşvik bildiren hayır, yok, evet, peki, pekâlâ, tamam, olur, hayhay, başüstüne, öyle haydi, elbette gibi kelimelerden sonra virgül konur.

Evet, yorumunuzda belirttiğiniz görüşlere aynen katılıyorum.

3. Metin içinde art arda gelen zarf-fiil eki almış kelimelerden sonra virgül konur.  

Önce iyice düşünüp, bir karara varıp müteahhidi aradı. 

4.  Metin içinde zarf-fiil eki almış kelimelerden sonra virgül konmaz.

Markete varınca ilk sokaktan sağa dönmelisin.   

5. Metin içinde ve, veya, yahut, ya...ya bağlaçlarından, tekrarlı bağlaçlardan ve pekiştirme ve bağlama görevindeki de/da bağlacından önce ya da sonra virgül konmaz.

Ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin.

Hem ağlarım hem giderim.

Gerek sen gerekse o bu işi yürütme kabiliyetine sahip değil.

İster inan ister inanma.

Ne yardan geçerim ne serden.

Çok kitap okursan güzel de yazarsın. 

6. Metin içinde -ince/ınca anlamıyla zarf-fiil olarak kullanılan mi/mı ekli sözcüklerden ve şart ekinden sonra virgül konmaz.

Erken yattım mı hayatta uyku tutmaz beni.

Aklın varsa göle.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın.

GÜZEL YAZMA SANATI # 4

Güzel Yazma Sanatı yazı dizimin umduğumdan fazla ilgi görmesinden mutluyum. Yorumlarıyla katkı sunan arkadaşlarıma bir kez daha teşekkürü borç bilirim. Bu bölümde öncelikle birkaç hususun altını çizmek istiyorum. Güzel yazma ve dilbilgisi kuralları üzerinde ahkâm kesecek düzeyde bilgi sahibi olduğumu asla iddia etmiyorum. İşlediğim konular sıklıkla karşıma çıkan yazım yanlışlarını hasbelkader gündeme getirirken mevcut bilgilerimin yanı sıra araştırıp emin olduğum sınırlı açıklamalardan ibaret olup yazım kurallarının tamamını içermez. Konuya ilgi duyanlar TDK imlâ kılavuzu ve benzeri kaynaklardan daha detaylı bilgilere ulaşabilirler. Yine de yazdıklarımla ilgili gözümden kaçan hataları ve yanlışlıkları fark eder, yorumlarda beni uyarırsanız sevinirim. Kendimi mühendisliğe ilk başladığım yıllardaki gibi hissediyorum, bizden tecrübeli ağabeylerimize her türlü mesleki soruyu çekinmeden sorma lüksüne sahiptik bir zamanlar. Belli bir tecrübe kazandıktan sonra birden her şeyi bildiğimizi düşünür olduk, artık hata yapma şansımız kalmadığını düşünüyor, her hatamıza karşılık bir bedel ödeyeceğimizi düşünüyorduk. Evet, çok bilmenin bir bedeli vardır, özellikle bilmeniz gerektiği düşünülen şeyleri bilmediğinizde. Satırlarımı okuyan eğitimcilerin bazılarına güzel yazma ve yazım kurallarından bahsetmek belki de sıkıntı yaratır bu yüzden. Bu konularda bilgisine güvendiğim ve Türk Dili konusunda bir uzman olan eşim bile bu diziye başladığımı ilk öğrendiğinde, "sana mı kalmış dil konusunda yazmak, onca dil uzmanı dururken" diye tepki göstermişti bana. Oysa, dile gönül vermiş, güzel yazmayı önemseyen ben ve benim gibi düşünen insanların bildiklerini paylaşması da iyi bir fikir olabilir bazen. İşin uzmanları için bu işlere kalkışmak çok daha riskli gelebilir belki. Hele bir de mükemmeliyetçi karakterleri varsa, en ufak bir hata yapmak ağırlarına gidebilir, kendilerini mahcup hissedebilirler, bütün bunlara hiç gerek olmadığı halde.  

Sevgili Deep, o kadar kasmana gerek yok, resmi yazı yazmıyoruz, demişti bana, bir yorumunda. Bazı yazarlar hiç noktalama işareti kullanmadan yazıyor, büyük harfi bile gereksiz buluyorlarmış. Evet bunu bir tarz ya da kendine has bir üslûp olarak benimseyenler var elbette. Örneğin kendilerini "sürrealizm" (gerçeküstücülük) akımına kaptıranlar... Nedir sürrealizm ya da gerçeküstücülük? Söz konusu akımın babası olarak tanınan Fransız yazar ve şair Andre Breton, sürrealizm akımını şöyle tanımlar: Gerçeküstücülük, ister söz, ister yazı ile ya da başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ortaya çıkarmak için başvurulan, içinden geldiği gibi yazma yöntemidir. Bu, aklın denetimi olmaksızın (rüyada olduğu gibi) her türlü estetik ve ahlâk kaygısı dışında düşüncenin yazılışıdır. Bu akımın öncüleri, Freud'un psikanaliz yönteminden yola çıkarak aklın ve mantığın değersiz olduğunu, insanı yönlendiren şeyin içgüdüleri ve bilinçaltı olduğunu ileri sürerler. Bu yaklaşım, nazım türüne yakışır da bazen. Türk edebiyatında Garip Akımı'nın temsilcileri Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat bu akımdan etkilenmişlerdir. Adı geçen usta sanatçıların bazı şiirlerinde noktalama işaretlerini kullanmadıklarını görmek mümkün. Atilla İlhan da zaman zaman bu yolu izlemiştir. Fakat düz yazıda noktalama işareti kullanmayan yazar sayısı fazla değildir.  

Kuralcı değilim. Meselâ bazı yazarların büyük harf kullanmayı tercih etmediklerini görüyorum. Diğer yazım kurallarına ve noktalama işaretlerine sadık kalındığı sürece, böyle bir tercihin, yazıların anlaşılır olması üzerinde negatif bir etki yarattığını düşünmüyorum. Benim yazıda aradığım tek şey yazının kolay ve doğru bir şekilde anlaşılır olması. Toplum olarak bizler, sözlü bir kültürün bireyleriyiz. Okuma ve yazma kültürümüz diğer toplumlara göre yeterince gelişmemiş. Konuşurken, bir şeyler anlatmaya çalışırken daha başarılıyız. Bununla birlikte noktalama işaretlerinin konuşma diliyle yapısal bir ilişki içerisinde olduğunu düşünüyorum. Konuşurken, duraksamalarımız, vurgulamalarımız, tonlamalarımız ne kadar önemliyse düşünce ve fikirlerimizi yazıya dökerken noktalama işaretlerini gerektiği yerde ve doğru olarak kullanmamız en az onun kadar önemli bana göre, kendimizi ifade etmemiz bakımından. Müzik yazımında notaların sesini değiştiren bemol, diyez gibi değiştirici işaretler gibi yazı dilinde noktalama işaretleri de okuru, duygusal bir ahenk içinde, yazarın belirlediği yöne sevk etmede büyük rol oynarlar.  

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın.

11 Ocak 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 73

Ağaç Ev Sohbetlerinin 73. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizde bu haftanın konusu eğitim. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı bu haftanın konusunu belirledi. Bizlerden cevaplandırmamızı / tartışmamızı istediği sorular ise şöyle: 

Sizin okullu olduğunuz zamanlarla günümüzdeki eğitim öğretimi kıyaslandığınızda neler düşünüyorsunuz? Nelerin değişmesini ya da yeniden gelmesini isterdiniz? İlkokul öğretmeninizi hatırlıyor musunuz? Unutulmayan yönleri nelerdi? Okul yaşamınızda sizi olumlu etkileyen kaç öğretmeniniz oldu, neler yaptılar?

Okullu olduğum dönem, değerli hocamız Makbule Hanımla aynı yıllara rastlıyor muhtemelen. Bu nedenle, blogunda son derece güzel tanımladığı o zamanların koşullarını bir kez daha tekrarlamayı gereksiz buluyorum. Eğitim, teknoloji ve bilimsel gelişmelere paralel olarak, sürekli yenilenmesi, ıslah edilmesi gereken bir husus. Eskiden beri eğitimin niteliği, eğitim personeli ve eğitim araçlarındaki yetersizlikler konuşula gelmiş, yapılan reformlar, yeni düzenlemelerle çağı yakalamanın peşine düşülmüştür. Fakat ne yazıktır ki, yapılan her reform, her düzenleme eğitimin kalitesini yükseltmek şöyle dursun, insanları eskiyi aratır hale getirmiştir.  İlkokula başladığımız o yıllarda günümüzde sahip olduğumuz pek çok şeyden yoksunduk. Buzdolabı bile sadece zengin ailelerin mutfağını süslerdi. Televizyonumuz, bilgisayarımız, internetimiz yoktu. Elimizdeki yegâne bilgi kaynağımız, öğretmenlerimiz ve ders kitaplarımızdı. Günümüz çocuklarının sahip olduğu bilgiye ulaşma imkânı ile o gün bizim sahip olduklarımız arasında müthiş bir uçurum vardı. Buna rağmen aldığımız eğitim bugünküne kıyasla çok daha iyiydi. Eskiye dönüp baktığımda, çocukluk yıllarımdaki lise mezunu bir gencin ahlâk, bilgi, sanat ve kültür donanımının günümüzdeki pek çok profesöre taş çıkarttığını üzülerek görüyorum. 

Tamamen yerli ve yurdumuza özgü bir eğitim projesi olup ülkemizde ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 1940-1946 yılları arasında hizmet veren ve daha sonra 1954 yılına kadar Köy Öğretmen Okulları adıyla eğitime devam eden Köy Enstitülerine yetişemedim ama bu okullardan mezun büyüklerimle tanışma fırsatına eriştiğim için kendimi şanslı buluyorum. Konuştuğum bu değerli insanlardan, okuduğum kitaplardan, katıldığım anma günlerinden söz konusu eğitim yuvalarında, eğitime, bilime, kültüre ve sanata verilen değeri, aşılanan vatan sevgisini, memlekete faydalı bir insan olma yolundaki mücadelelerini çok iyi biliyorum. Fazla söze hacet yok, bu ve benzeri kurumların yeniden gelmesini, eğitimin siyasetten uzak, bilimin ışığında sürdürülmesini isterdim.  

İlkokul öğretmenimi tabii ki hatırlıyorum. otuz beş kırk yaşlarındaydı. Kumral, dalgalı saçlı, orta boylu, maviş gözlü, her zaman çevreye mutluluk saçan bir melekti Yaşar Öğretmen'im. Tüm canlılığıyla gözlerimin önünde hâlâ bana gülümsüyor, kürsünün başında, pötikareli önlüğüyle. "Eti senin, kemiği benim." derdi veliler, dizlerinin dibinden ayırmadıkları bebelerini teslim ederlerken ilk öğretmenlerine. Bu sözden çok korkardım. Öğretmenimiz etimizi mi yiyecekti bizim? Neyse ki, yufkaydı annemin yüreği, o sözü söyleyemedi. İlk günlerin korkusunu çabuk aşmıştım. Sadece benim değil, hiçbir arkadaşımın minik yüreğini incitecek en ufak bir söz çıkmadı ağzından Yaşar Öğretmen'imin. Beraber geçirdiğimiz bir yılın ardından Adana'ya tayini çıktığını öğrendiğimizde, hepimizin gözü yaşlıydı. Şimdi yaşıyorsa eğer, doksan yaşlarında olmalı, kulakları çınlasın. Öldüyse, nurlar içinde yatsın.

Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerimden nefret ettim, ediyorum. Bana ne Türkçeyi ne de edebiyatı sevdirmişlerdi. Kaybolan yıllarıma hâlâ acırım. Matematik derslerini, matematik öğretmenlerimi ise hep sevdim. Ortaokulda matematik öğretmenim, Ayşe Balık, Lisede matematik öğretmenin Mualla Şengonca ve Hamiyet Ersoy'u son nefesime kadar hatırlayacağım. Ne mi yaptılar? Dersi bana sevdirdiler. Görevlerini kusursuz yaptılar. Konuya hakimdiler. Mesleklerini severek yapıyorlardı. Daha ne olsun. Haklarını ödeyemem. Sağlıklı bir yaşam sürsünler. Allah onlardan razı olsun.