O geceyi unutamam. Tek kelimeyle müthişti! Böyle bir olayı insanın içinde saklaması ne zormuş meğer. Her şeyi paylaştığım eşim dahi beni anlamamış, delirdiğimi sanmıştı. Onunla konuşmamın üzerinden tam bir hafta geçti. Normal olduğuna inandırmak için kendini, en yakınına dahi rol yapmak zorunda kalıyor bazen insan. Bu nedenle onun yeniden gelmesini hem istiyor, hem istemiyordum.
Dün gece bir benzerini yaşadım. Eşim hastanede yatan annesinin yanında refakatçi kalmıştı. Gelmesi için bundan daha iyi bir zaman bulamazdım. Balkonda sigaramı yakmış onu düşünüyordum yine. Geçen sefer bir ara heyecanlanıp ne soracağımı unutmuştum. Bu yüzden kafamdan geçen soruları bir deftere not alsaydım diye düşünüyordum, tam o sırada kapı çaldı. Eyvah dedim, yine o!
Hemen koşup açtım kapıyı. O da ne? Otuz yaşlarında bir afet. Elim ayağım kesildi, nutkum tutuldu, bir şey diyemedim. Uzun bir süre menekşe gözlerine bakıp kaldım öylece. Gelen yine o muydu yoksa. Beni şaşırtmak, yoksa denemek mi istiyordu? Belki tanımadığım komşulardan biriydi. Ama bu kadar güzel bir kadın yeryüzüne ait olamazdı. Gökten inmiş bir melekti sanki! Belki de bir hayal. O olsa, aklımdan geçen bütün bu düşünceleri anlar, çoktan harekete geçerdi. Kendimi toparlayıp sordum:
"Buyurun, kimi aramıştınız?"
"Sizi." dedi. "Siz osunuz, tahmin etmiştim zaten." dedim, kibirlenerek. Tam içeri davet etmeye hazırlanıyordum ki aldığım cevap karşısında şok oldum. "Ben o değilim," dedi. "Peki, kimsiniz o zaman?" diye sordum. "Beni o gönderdi." dedi. "Kendisinin işi mi çıktı?" diye soracaktım az kalsın, haddimi aşmamak için zor tuttum kendimi. "Böyle kapının önünde mi konuşacağız?" diye sordu. "Buyurun," diyerek kendisini salona aldım. Daha yer göstermeden gidip doğruca geçen hafta oturduğu aynı yere oturdu. Ben de karşısına, koltuğuma geçtim. İnanılmaz bir fiziği vardı. Karşımda bacak bacak üstüne attı. Hayatımda bu kadar güzel bir kadın görmemiştim.
Geçen hafta sonu onunla sohbet ederken anlaşamadığımız bazı mühim konular çıkıyordu ortaya. Sözgelimi onun adalet sistemini aklım almamış, vicdanım kabul etmemişti. Özellikle mi seçmişti bu kadını? Bir erkeği en inanılmaz olaylara ikna etmek için bundan etkili bir yol olamazdı. O bir değil, bin dese inanırdım. Bütün savunma sistemim çökmüştü, geçen hafta onun karşısında bile bu kadar zayıf ve çaresiz hissetmemiştim kendimi.
"Doğru değil bu düşündüklerin," dedi. "Seni ikna etmeye göndermedi beni."
"Peki ne için gönderdi?"
"Hile yaptı!" dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Kim?" dedim. "O" dedi. İlk şoku atlattıktan sonra, düşünmeye başladım. O hile yapar mıydı? Kısa bir süre sonra aklım başıma geldi. Yapar ya, dedim kendi kendime. Ondan her şey beklenir. Adil olan, hile yapmaz. Adalet kim, o kim!
Gözleri, ateş saçıyordu. Kimdi bu kadın? "Kim, kime hile yaptı, ne hilesi?" diye sordum merakla.
"Bana hile yaptı o, anlaşmamızı bozdu," dedi. "Seninle konuşmaması gerekiyordu. Ne o, ne ben göstermeyecektik kendimizi. Özellikle de o, hiç karışmayacaktı işlerinize. Kendi özgür iradenizle doğruyu bulacağınızı sanıyordu. Bense bunun imkânsız olduğunu söylemiştim ona."
"Durun bir dakika, kafam karıştı, peki siz kimsiniz?" diye sordum.
"Karısıyım onun." dedi. "Onun karısı ha, vay canına!" dedim kendimi tutamayarak. Bana aldırmadan anlatmaya devam etti. "Yasak ayvayı da bana o yedirdi." dedi. Sinirlendiğini fark ettim. "Beni aranıza gönderdi. Yapılan bütün kötülükleri üstüme yıktı, bütün iyiliklere sahip çıktı."
"Size bunu yaptıysa bize neler yapmaz..." dedim.
"Anlaşmayı bozup seninle konuşunca bana da bu hakkı ver dedim. Mecburen kabul etmek zorunda kaldı. Anladınız mı şimdi size gelmemin nedenimi?"
"Evet, anlıyorum." dedim. "Aranız pek iyi değil sanırım".
"Eh, işte bilirsin," dedi. "Karı koca arasında olan şeyler..."
"Neyse, o zaman ben hiç aranıza girmeyeyim, yarın iyi olursunuz, kabak başıma patlar." dedim.
Birden aklıma geldi. "Ayva demiştiniz. Bizim bildiğimiz, yasak meyve ayva değil, elma. Hem onu Adem yedirmiş Havva'ya. Halbuki siz, onun size yedirdiğini söylediniz az önce.
"Adem, Havva, elma ve bunun gibi şeylerin hepsi uydurma. Bana yedirdiği ayvaydı, eminim."
"Zorla mı?" diye sordum. "Hayır, bana zorla bir şey yaptıramaz. Kandırdı beni."
"Mağdursunuz yani. Onun mağdurusunuz siz de, bizler gibi."
"Erkek milleti işte!" dedi efkârlanarak. "Onun karısı bile olsan ezilmekten kurtulamıyorsun."
Bir erkek olarak alınmıştım bu lâfına, ama sonra düşünüp hak verdim. En çok merak ettiğim soruya geldi sıra.
"Adalet konusunda siz de onun gibi mi düşünüyorsunuz?"
"Asla," dedi. "Çocuk ruhlu biri o. Bir gün canı sıkılmıştı. Çamurları karıştırıp bir heykel yaptı. Sonra can verdi ona. Yaşaması için ortam sağladı. Aklına gelen ben dahil herkese bazı görevler verdi. Ortamın işlemesi için denge dediği bir şey icat etti. Sonunda hep beraber o sistemin içine düştük. Bağlandık birbirimize. İş kontrolden çıktı, bunun sonunun nereye varacağını ne siz, ne ben, ne de o biliyor artık."
"Peki sana verdiği görev ne?"
"Bir çoğunuz söylediklerime inanmayacak. Sinsice kendilerini kandırdığımı sanıyorlar. Ama sen akıllı birine benziyorsun. Açık konuşacağım seninle."
"Yanlış anlamayın ama ondan daha güvenilir geliyorsunuz bana," dedim. "En azından adalet konusunda onunla hemfikir olmadığınızı ifade ettiniz. Bu bile size güvenmem için yeterli bir sebep."
"Şeytan benim adım." Bir anda ürperdim. Tansiyonum düştü, bayılacak gibi oldum. Sonra yavaş yavaş toparladım kendimi. Rengimin yerine geldiğini görünce kaldığı yerden devam etti anlatmaya. "Gördün mü," dedi. "Adımı duyduğunda bile ne hale geldin. Beni size hep böyle anlattı o, ne kadar düzenbaz, ne kadar iki yüzlü olduğumu. Bana kesinlikle inanmamanızı istedi. Hatta dediklerimi yaparsanız en ağır biçimde cezalandırmakla tehdit etti sizi. Bütün kötülüklerin başı olduğuma inandırdı hepinizi. Bana verdiği görev buydu aslında. Benim görevim, sizi ayartıp ona karşı gelmenizi sağlamaktı. Çok güveniyordu kendine. Ama sizin halinizi görünce isyan ettim sonunda. Baktı ki istediklerini yapmıyorum, tüm kötülükleri de aldı kendi üstüne. Çünkü denge dediği lanet olası şey bunu gerektiriyordu."
Duyduklarıma inanamıyordum. Acaba şeytanın bir oyunu muydu bu? Hangisi doğru söylüyordu, o mu yoksa bu mu? Bir imkânım olsa da yüzleştirebilseydim onları. Fakat kafam allak bulak olmuştu. Eğer dedikleri doğruysa onu bırakıp şeytanın tarafına geçmek daha mantıklı geliyordu.
"Peki, siz ne yapıyorsunuz şimdi?"
"Sizin gibi düşünen insanlara gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. Hakkımda söylenenlerin doğru olmadığını..."
"Anladığım kadarıyla denge bozulmadıkça adalet tecelli etmeyecek."
"Ne yazık ki, doğru bu dediğin. Bu yüzden dengeyi bozmaya çalışıyorum ben de."
"Bunu yapacağına inanıyor musun?" diye sordum, heyecanlanmıştım. Bu yüzden sonradan fark ettim, siz yerine sen diye hitap ettiğimi. Ama ağzımdan çıkmıştı bir kere. Fakat o, hiç umursamış görünmüyordu.
"İnanıyorum ama önce sizlerin, hepinizin bana inanması lâzım."
"Denge bozulursa, kendisiyle birlikte hepimizin yok olacağını söylemişti geçen hafta!." dedim.
Kibarca gülümsedi şeytan. "Bak bunu hep yapıyor, yine kandırmış sizi. Denge bozulduğunda sizlere bir şey olmaz. O ve ben yok oluruz sadece."
Neşeyle gözlerim ışıldadı. Ayağa fırladım, ellerimi havaya kaldırıp bağırdım. "O zaman adalet gelir!"
"Evet," dedi. "Ben kendimi seve seve feda ederim sizin için. Ama o hâlâ zevk peşinde, eğleniyor sizlerle, aynı bir çocuğun oyuncaklarıyla oynaması gibi..."
Aklımdan gölge gibi bir düşünce seli geçti. Söyledikleri doğru muydu? Şeytan bu kadar iyi biri olabilir miydi? Yıllarca şeytanı kötüleyen o, kandırmış mıydı bizleri? Bütün kötülüklerin asıl sebebi o muydu yoksa?
"Ölüm," dedim. "Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?"
"Onun plânının bir parçası," dedi. "Dengeyi sağlamak için mecburdu buna."
Denge, denge; sihirli kelime! Bıkmıştım artık bu sözcükten. Cevabı olmayan soruların bir kaçış yolu muydu bu? Denge bozulacak, adalet yerini bulacak! O zaman ölümsüzlük bizim olacak! Fantastik bir kurgu filminin içine düşmüştüm sanki. "Gölgelerin gücü adına!" Aklım iyice karışmıştı. Karşımda oturan güzel kadın zihnimin bana bir oyunu muydu? Anlattıklarından etkilenmiştim. Özellikle bizlere kendini feda edecek kadar şefkat göstermesi sadece kadına mahsus bir özellik olmalıydı.
"Ondan nefret ediyorum artık," dedim. "Ama sizin gibi iyi birini kaybetmek istemem."
Menekşe gözlerinden iki inci tanesi düştü. "Biliyorum o sizi çok üzdü. Çektiğiniz onca acıya, kedere son vermenin tek yolu var. Şayet bana inanırsanız, ancak ben halledebilirim bu işi."
"Nasıl?" diye sordum merakla. "Onu öldürebilirim!" dedi. Gözlerinden ateşler saçıyordu.
"Korkmuyor musunuz ondan? Şu konuştuklarımızı bile duyuyordur şimdi."
"Duyduğuna en ufak bir şüphem yok ama korkmuyorum. Bana bir şey yapamaz. Onun tek güvendiği sizlersiniz. Eğer ondan desteğinizi çekerseniz işimi kolaylaştırırsınız. Aksi halde üstesinden gelmem çok zor."
"Ya sonra," dedim. "Siz mi alacaksınız onun yerini?"
"Bu soruyu sormanız gerçekten üzdü beni. Demek ki hâlâ içiniz rahat değil. Ya da kendimi size tam anlatamadım. Eğer onu öldürürsem bu sadece benim değil sizin de başarınız olacak. Daha sonra boynumu uzatacağım önünüze. Beni de öldürün şimdi diyeceğim, kurtulmanız için... Size tuhaf geliyor ama sizin ne ona ne de bana ihtiyacınız var."
"Ben şahsen kıyamam size," dedim. "Sizi gerçekten tanıyan biri yapmaz böyle bir şey."
"Yapmak zorundasınız." dedi.
"Peki şu meşhur "denge" kavramınız ne olacak. Sizler ölünce denge bozulmayacak mı?" diye sordum. Aklıma onunla geçen hafta yaptığım ilk konuşma geldi. "Bir tozun yerini değiştirmek bile dengenin bozulması için yeterli demişti bana."
"Bazen doğru söylediği oluyor işte. Sistemin bir parçasıyız biz de sizler gibi. Biz olmayınca elbette denge bozulacak. Adalet temelinde yeni bir denge kurulacak. Ve o zaman bize gerek kalmayacak!"
Kulağa hoş geliyordu sözleri, ama o günleri göremeyecektik. Eski birer dostmuş gibi birbirimizin yüzünü seyre daldık uzun bir süre. Bana acıyan gözlerle bakıyordu, bense ona ne kadar haksızlık ettiğimizi düşünüyordum. Sorular sorulmuş, cevaplar alınmıştı. Artık veda vakti gelmişti. Ayağa kalktı.
"Bana bir daha gelir mi dersiniz?" diye sordum onu kastederek. "Bilemem," dedi.
"Ya siz, siz yine geleceksiniz değil mi?" Yalvarır gibi çıkmıştı sesim ağzımdan. Gelmesini çok istiyordum.
"O izin verirse," dedi. "Fakat o gelirse benim gelmeme de itiraz edemez." Şuh bir göz attı, içimin yağları eridi. Kapıya kadar geçirdim. "Hoşça kal," dedi ayrılırken, gülümsedi. Salona dönüp attım kendimi koltuğa. Göğsüm sıkıştı, kalbim yerinden fırlayıp peşinden koşmak istiyordu adeta. Telefonun sesiyle kendime geldim. Arayan eşimdi. On kere aradım, niye cevap vermiyorsun diye çıkışıyordu. Sessiz modunda kalmış olmalı dedim. Madem sessiz modunda, şimdi nasıl duydun zil sesini? Öyle ya. Çok zekidir benim eşim. Şu bir gerçek ki, en ufak bir ses gelmemişti kulağıma. "Soluk soluğa geliyor sesin, dışarıda mıydın?" diye sordu. Ne diyeceğimi bilemedim.