Tüm canlılığıyla devam eden eğlenceye dahil olmak, Norman'ın hiç ilgisini çekmiyordu. Birbiri ardına yaktığı sigaralarla kendini avuturken gözleri dalıyordu. Son vermiş olduğu karardan sonra geleceğe dair kurduğu plânlar dönüp duruyordu kafasında. Kaptanın teklifini geri çevirmekle ona büyük kabalık ettiğini düşündü. Yakıştıramadı kendine yaptığını. Alt tarafı bir portre fotoğrafını çekecekti adamın. Makinemi sattım, istesem de çekemem fotoğrafınızı diyemezdi. O zaman, "Şişko Yorgo'nun makinesi ne güne duruyor?" deyip yapıştırırdı cevabı kaptan. Evet, gerçekten ayıp etmişti. Oysa fotoğrafçılık onun işiydi.
Korkulukların üzerinden aşağı doğru baktı, havasız yatakhaneden bunalıp alt güverteye çıkan kadınların sayısı artıyordu. Savaş ve yoksulluk nedeniyle evlerini, yurtlarını bırakmak zorunda kalan insanların durumuna çok üzülüyordu. Norman'ın gözünde onlar sonu belli olmayan bir geleceğin esirleriydi. Yazgılarını yansıtan siyah ve gri giysiler vardı hepsinin üzerinde. Alt güvertedeki üçüncü sınıf yolcuları tepeden seyrederken siyah beyaz eski bir film izliyormuş hissine kapıldı. Biraz ileride rengârenk tuvaletleriyle dans eden süslü kadınların aksine, üçüncü sınıf yolcuları için renkli giymek yasaklanmıştı sanki. Sigarasından derin bir nefes çekip denize doğru üfledi. Son günlerde yaşadıkları geçti gözlerinin önünden. Aşağıdakilerin durumu kendi durumundan daha mı kötüydü? Mesleğini bırakmıştı, birikmiş üç beş kuruşla memlekete dönüp ne yapacak, nasıl geçinecekti. Bu düşünceler içinde, diğerlerinin arasında hal ve hareketleriyle ön plâna çıkan Niki'den gözlerini alamadığını fark etti. Peki neydi onu bu kadar kendine bağlayan? Beyaz tenliydi, kaşı gözü yerindeydi ama ondan çok daha güzelleri vardı gemide. Belki konuşması, özgüveni, tavırları... Nasıl bir duyguysa, mıknatıs gibi ona çekildiğini hissediyordu. Üzüntüsünün tek nedeni işini kaybetmesi miydi sadece? Yoksa bu kızın payı var mıydı umutsuz arzularında, onu kedere boğan? Boş bir hayalden kurtulmak istercesine ciğerlerinde kalan son dumanı dışarı saldı, efkârla başını iki yana sallayıp elindeki izmariti denize doğru fırlattı.
Acaba kimdi onu bekleyen? Onunla mutlu olabilir miydi? Kafasındaki soruların ardı arkası kesilmiyordu. Aklındaki şeyin imkânsızlığını düşününce morali bozuluyor, derin bir keder kaplıyordu içini. Bir fırsatını bulup Niki'yle konuşabilmek için can atıyordu.
Elini ceketinin cebine attı. Gazetenin fazla sanatsal bulup geri gönderdiği fotoğrafları çıkardı. Hepsini teker teker büyük bir dikkatle inceledi. Acı bir gülümseme sardı yüzünü. Uzun zamandan beri ilk kez yanında bir fotoğraf makinesinin yokluğunu hissetti. Aşağıdaki kader yolcuları arasından ne harika pozlar çıkardı. İnsanların yüzüne akseden türlü duyguları yakalamak ve onları ölümsüzleştirebilmek keyifli bir işti Norman için. Bazı yüzlerde acıyı, bazılarında karamsarlığı, bazılarında ise her şeye rağmen iyimserliği ve umut ışıklarını görecekti. Öte yandan Niki'ye baktığında onda duygularını ele veren bir ipucu bulamıyordu. Ne acı çekmiş bir hali vardı, ne de karamsar bir görünüşü. Kara gözlerinden zekâ pırıltıları saçarken onun, kaderine razı ve çevresinde olan biteni umursamaz tavrı, tam bir tezat teşkil ediyordu. Hayattan fazla bir beklentisi olmayan, mütevazı kişiliğinin yanı sıra kimseye boyun eğmeyen, hakkını sonuna kadar savunan cesur, savaşçı karakteri aynı bedende toplanmıştı. Onu böylesine çekici kılan bu gizemli duruşuydu. Norman, ani bir kararla elindeki fotoğrafları parçalara ayırmaya başladı. Dörde böldüğü fotoğrafları denize doğru savurdu. Tam o sırada alt güvertede ışıldayan bir çift göz onu izliyordu.
Sabaha yakın müzik kesilmiş, ışıklar sönmüş, parti sona ermişti. Son davetliler kamaralarına çekilince, mürettebat masaları boşaltıp yerleri paspasladı. Güvertenin gözlerden ırak bir köşesinde oturup kalan Norman, saatine baktı. Zaman ne çabuk geçmişti. Etrafında kimsenin kalmadığını görünce gitme vaktinin geldiğini anladı. Her şeyi düşünmekten yorulmuştu ama gözlerinde bir gram uyku kırıntısı yoktu. Kalkıp kamarasına gitse yatağında dönüp duracaktı saatlerce. Alt güverteye bakan korkuluklara doğru ilerledi. Aşağı baktı, orası da boşalmış, bütün yolcular ranzalarına gitmişti. Tam dönmeye karar verdiği bir sırada ambar kapağına sırtını vermiş biri gözüne ilişti. Siyah bir bantla kapattığı gözlerini projektörün ışığından korumaya çalışan Niki, alt güvertede kalan tek kişiydi. Norman, gözlerini ovuşturdu, hayal görüyor olmalıydı. Evet, peşinden koştuğu kızın ta kendisiydi bu. Hemen merdivenleri kullanıp iki kat aşağıdaki alt güverteye indi. Bir anda kapının önündeki sahanlıkta buldu kendini. Tam karşısında, sırt üstü uzanmış yatıyordu Niki. Ne yapacağını bilmez halde bir süre olduğu yerde bekledi. Cesaretini toplayıp iki yanı korkuluklu metal merdivenden birkaç basamak daha inmeyi düşündü. Gıcırtı seslerine uyanan genç kız, birden toparlanıp ayağa kalktı, karşısındaki sarışın adama meraklı gözlerle bakıyordu.
"İyi geceler" dedi Norman, İngilizce. Cevap gelmeyince kızın Rumca bildiğini düşünüp "Kalispera" dedi ardından. Niki, şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. İngilizce "İyi geceler." diyerek karşılık verdi heyecanla. Norman, "Diğer kızlar nerede?" diye sordu. Yine anladığından emin olmak için birkaç kelime bildiği Rumcasından destek almaya çalıştı. "Pou einai..." Neredeler? Niki, "Yatmaya gittiler." dedi düzgün İngilizcesiyle.
Norman, beklediği ilgiyi görünce rahatladı. Metal merdivenlerden aşağı, Niki'nin yanına indi.
"İngilizceniz çok iyi!" dedi, biraz şaşırdığını hissettirerek.
"Teşekkür ederim," dedi Niki. "İngilizceyi vaftiz annem öğretti bana... Ayrıca dikiş dikmesini de. Ben terziyim." Kardeşi Eleni'yi Amerika'dan getirip ailesine teslim eden Sofia teyze, Niki'nin de vaftiz annesiydi.
"Adınız ne?" diye sordu Norman, çekinerek. "Benimkisi Norman,"
"Adım Niki, Niki Douka"
"Pekâlâ, o zaman, ben de adımı tam söyleyeyim, Norman Harris."
Bir süre sessiz kaldılar. Niki, Norman'ın üst güvertede bir şeyler yırttığını hatırlayınca merak edip sordu. "Yukarıda yırtıp attıklarınız neydi?"
Norman can sıkıntısıyla genç kıza yaklaşırken cebinde kalan son birkaç fotoğrafı çıkarıp gösterdi. Niki, hayli şaşırmıştı. "O yırtıp denize fırlattıklarınız bunlar gibi miydi?"
"Ben fotoğrafçıydım eskiden." dedi Norman, geçmiş günlerin özlemiyle içini çekti.
"Artık değil misiniz?" dedi, Niki, yüzünde üzüntüsünü göstererek.
"Şu anda bir mesleğim yok, gemideki yolculardan biriyim sadece."
"Ben de öyle" dedi Niki, buruk bir şekilde.
"Benden daha kötü bir durumda olamazsınız," dedi Norman. "Ne terziyim ne de evlenmek üzere beni bekleyen biri var."
Birbirlerinin durumunu anlamaya çalıştılar. Niki sessizliği bozan isim oldu. "Eğer başka fotoğraf varsa elinizde, yırtmayın onları," dedi. "Bana verin." Sesi, ricadan çok talimat verir gibi sert çıkmıştı.
Norman şaşırmıştı. "Onlarla sizin ne işiniz olabilir?"
"Size ve yakınlarınıza ait olmasa bile her fotoğrafın ayrı bir hikâyesi vardır. Ayrıca o fotoğrafa bakanlar birbirinden farklı hikayeler üretebilir. Bu yüzden bütün fotoğraflar değerlidir benim için. Ayrıca onlar, evde dekorasyon için güzel bir malzeme."
"O zaman evinizde bir sürü fotoğraf olmalı."
Başını yok manasında sağa sola salladı Niki. "Sadece bir tane!" dedi.
"Anne ve babanızın düğün fotoğrafı mı?" diye tahmin yürüttü Norman.
"Hayır," dedi Niki. "Babamın tabutu başında,"
Norman, Niki'ye acısını hatırlattığı için üzülmüştü. "Affedersin..." Niki, devam etti "Evet, babamın tabutu ve çevresinde bütün ailem!" Niki, hüzünlü bir şekilde gülümsedi. "Geçmişten günümüze kalan anlamlı bir kare... Bizim geleneğimiz!" dedi, "Adamızda, ölenin arkasından hep yapılır bu. Birçok insan biliyorum, çekilen tek fotoğrafı var, o da öldüğünde..."
Genç kızın anlattıkları Norman'ın ilgisini çekmişti. Eşyalarını toplamaya başlayan Niki'nin yanına eğildi.
"Peki sen, sen hangi fotoğrafını göndermiştin Amerika'ya?"
"Ben göndermedim. Bizim adanın kızları sadece doğum belgelerini gönderdi. Müstakbel kocalarımız gerçek yaşlarımızı öğrensin diye."
Niki, rüzgârın etkisiyle uçuşan, kendi diktiği zarif bir duvağı toplamakta zorluk çekiyordu. Norman duvağı ucundan yakalayıp ona yardım etti. "Haro'nun duvağı bu." dedi. Norman'la göz göze geldiler.
"Gelinlik tamiratı da yapabiliyorsun öyle mi?" diye sordu Norman, merakla.
"Hangi birine yetişeceğim bilemiyorum, gemide tam yedi yüz tane var. Gelinliklerin çoğu ikinci ya da üçüncü el. Hepsinin yeni bedenlerine göre düzeltilmesi lâzım."
Norman, sohbeti sabaha kadar sürdürmeye kararlıydı ama Niki, kucağına aldığı Haro'nun duvağıyla birlikte, yatakhaneye doğru yürümeye başlamadan evvel başını çevirip "İyi geceler." dedi. Norman arkasından seslendi. "Pardon, nerelisin sen?"
"Memleketimi soruyorsunuz öyle mi, bir daha asla göremeyeceğim bir yer." diye cevap verdi Niki, sonra yeniden yürümeye başladı.
***
Dev yolcu gemisi, ufuk çizgisine kadar göz alabildiğince uzanan açık denizde tam yol seyrine devam ediyordu. Kıç güvertesini çevreleyen demir korkulukların hemen arkasında, üzeri beyaz minderlerle kaplı hasır koltuklara bir an önce kurulmak isteyen fötr şapkalı beyefendilerle son moda kıyafetleri ve tüylü şapkalarıyla düşman çatlatan güzel hanımefendiler her zaman olduğu gibi kahvaltılarını bitirdikten sonra güvertedeki yerlerini aldılar. Ayaküstü iş bağlamaya çalışan takım elbiseli tüccarlarla fırfırlı şemsiyelerinin altında güneşi kendilerine siper eden orta yaşlı sosyete dilberleri, soylarından dem vurarak birbirlerine caka satıyor, ortada dolaşan beyaz önlüklü garsonlar yolculara çay ve kahve servisi yapıyordu. Pistin biraz gerisinde, başında beyaz fötr şapkasıyla Karabulat, Amerikalı gazeteci Norman ve siyah denizci kıyafetini üzerinden hiç çıkarmayan geminin baş kaptanı, bir masaya oturmuş kahvelerini yudumluyorlardı. Rengarenk tüllerden oluşan çekici tuvaletler içinde dans pistini dolduran birbirinden güzel genç kızlar, şen şakrak kahkahalar atıyor, çevrelerine aldırmaksızın provalarına devam ediyorlardı. Gemide yolculara hoşça vakit geçirmeleri için yönetim tarafından görevlendirilen bu kızlar birkaç yabancı dil bilen iyi eğitim almış kişiler arasından özenle seçilmişti. Kaptanın güzel dostu Maria, yeni figürler öğrettiği kızları coşturmak için ellerini çırparak tempo tutuyor, onları şevke getiriyordu.
"Bir ki, bir ki... Haydi bakalım kızlar, hareketlenin biraz!" Arada hava olsun diye kızlara İstanbul'da öğrettiği birkaç Türkçe cümle kuruyordu. "Evelyn, kaldır şu bacaklarını!" Sonra dönüp diğer bir kıza yetişiyor, "Ah, Carol, biraz kilo almalısın tatlım, yoksa seni çiroz gibi tuzlayıp güneşe serecekler." diyordu. Kızları iyice yorduktan sonra eliyle işaret etti. "Peki kızlar, şimdi biraz ara veriyoruz!"
Maria, pembe renkli parlak bir elbise giymiş, dalgalı kızıl saçlarını aynı renkten geniş bir bantla toplamıştı. Neşeyle kırıtarak kaptanın masasına geldi. Kendisini ayağa kalkıp samimi bir şekilde karşılayan kaptana sarılıp yanağından öptü. "Ah, Kaptan!" dedi, yılışarak. Eliyle kızları işaret etti. "Şunlara bir bakar mısın? Zeus'un dokuz güzel peri kızını canlandırmaları, inan bana, büyük ses getirecek! Son zamanlarda hareketsiz kalmalarından ötürü biraz pas tutmuş olabilirler ancak birkaç provadan sonra hepsi kanatlanıp uçacak, göreceksiniz." Kaptan yerine oturur oturmaz Maria adamın boynuna sarılıp kucağına oturuverdi. "Elbette Maria, buna hiç şüphem yok." dedi Kaptan, keyifle gülümsedi.
Norman, ceketinin cebinden çıkardığı paketi uzattı Maria'ya. Çakmağıyla sigarasını yaktıktan sonra mitolojik efsaneye atıfta bulunarak espri yaptı. "Evet, " dedi. "Uçacaklar, Akropolis'i, Truva'yı ve dünyanın merkezi Delphi'yi yakından görecekler." Kaptan, Maria ile gülüşüp cilveleşirken Karabulat, Norman'a döndü. Ağzındaki çikleti çevirerek yılıştı. "Evlilik sıkıcı geliyor bu kızlara dostum. Fırında rosto yapmayı bile bilmez bunlar."
Kaptan, kucağında sigarasını tüttüren Maria'yı tepeden tırnağa süzdü. "Bu arada, Maria'cığım" dedi. "Birinci sınıf katında dikiş makinesi ve onu kullanabilen bir erkek terzi olduğunu hatırlatmak isterim. Senin o çalınan elbisenin bir benzerini dikebilir sanırım." Maria sevinçle haykırdı. "Öyle mi? Nakış da yapabilir mi acaba?" Kaptan gülerek karşılık verdi. "O kadarını bilemem!" Kaptanın bu cevabı üzerine kadın, gülen yüzünü somurttu.
Konuşmaları uzaktan izleyen Norman araya girdi. "Üçüncü sınıfta bu işlerden anlayan bir terzi biliyorum, adı Niki Douka!" Kaptan'ın son derece hoşuna gitti bu haber. Ayağa kalkıp etrafına bakındı. Biraz ötede çay fincanlarını toplayan mürettebattan denizci kıyafetli bir gence seslendi. "Hey, Nikola!" Kalabalığa karışan sesi duyulmadı. Daha gür bir sesle bağırdı. "Nikolaaa!" Delikanlı sesin geldiği yöne döndü. "Git hemen, üçüncü sınıf yolcularından Niki Douka'yı çağır yanıma! Ona de ki, kaptan birinci sınıfta sana güzel bir iş ayarlayacak." Genç adam selâm verip yanlarından ayrıldı. Maria, masadakilerin karşısına geçti, reverans yaparak kollarını açtı. "Evet baylar, daha yapacak çok işimiz var, şimdilik müsaadenizi istiyorum." Piste doğru ilerlerken kızlara seslenip hepsini çevresine topladı. Karabulat çıtır kızları görünce ayaklandı, elleriyle ceketini iki yana açıp gövdesini iki yana sallarken piste doğru bağırdı. "Haydi kızlar, göğüslerinizi gösterin bize, gözlerimiz bayram etsin!" Sonra marifet yapmış gibi dönüp Norman'a gülümsedi. Pistte yerlerini alan kızlar ellerindeki renkli tülleri sallayarak müziğin ritmine ayak uydurdular.
***
Haro'dan ilgisini esirgemeyen, onu sevgiyle kucaklayan tek kişiydi Niki. Sık sık bir araya geliyor, önceki çilekeş hayatlarından bahsederlerken geleceğe dair hayallerini paylaşıyorlardı birbirleriyle. Gerçek ablası gibi gördüğü Niki'yle dostluğunu ilerletmiş, bu sayede biraz olsun kendine gelebilmişti Haro. Fakat her gece Antonis'i görüyordu rüyasında, gözlerini açıp onu yanında görmeyince sessizce ağlıyor, göz yaşları yastığını ıslatıyordu. O gece yine rüyasına girmişti. Uçsuz bucaksız bir buğday tarlasında, el ele tutuşmuş koşarlarken derin bir çukura düşmüştü. Sonra bir el uzanmıştı kendisine. Fakat elin sahibi bir başkasıydı. Antonis, Antonis diye bağırmaya başlamıştı. Elin sahibi pis pis sırıtıyordu yukarıdan. Sonra kanlar içinde yuvarlanmıştı Antonis'i yanına. Gözlerini açtığında kalbi yerinden çıkmak üzereydi. Sabahın köründe Niki'nin yanına koştu, gördüğü rüyayı anlatmak için. Niki, gözlerini açtı, karşısında Haro'yu görünce biraz öteye kayıp yatağında yer açtı ona. Haro soğuk terler döküyordu. Niki, saçlarını okşayıp sakinleştirmeye çalıştı arkadaşını. Yine bir kâbus gördüğünü anlamıştı. İki kadın sarıldılar birbirlerine, uzun bir süre öyle kaldılar. Haro, kendine gelince göğsünde sakladığı Antonis'in fotoğrafını çıkarıp uzattı Niki'ye. Niki, eline aldığı fotoğrafa dikkatle bakıp inceledi, parmağını fotoğraftaki adamın seyrek bıyığı üzerinde gezdirdikten sonra arkadaşına geri verdi. Hafifçe gülümseyerek "Bıyık ona yakışmamış." diye fısıldadı. "Adı ne?" Haro, fotoğrafa bakarak iç geçirdi. "Antonis..." dedi.
Niki, "Ne tesadüf," dedi. "Bir zamanlar, benim de Antonis isminde sevdiğim bir genç vardı." Haro, heyecanla arkadaşının kulağına eğildi. "Ondan biraz bahseder misin?" diye sordu. Kimseyi rahatsız etmemek için fısıltı halinde konuşuyorlardı.
"Peki, anlatayım..." dedi, gözleri uzaklara daldı Niki'nin. "Askere aldılar... Beş yıl kadar önceydi... Saçları gözümün önünden gitmiyor... Evet, simsiyah saçları vardı, aynı kömür gibi..."
"Aklında kalan sadece saçları mı?" diye sordu merakla Haro, Niki'nin gözlerinin içine bakarak.
"Oturduğu ev uzaktı bize... İki saat yürüme mesafesi... Aziz Elias Kilisesinin orada... Tam iki saat yürürdüm..." Dirseklerine dayanarak başını kaldırdı Niki. Gözleri geçmişe bakıyordu.
"Yakışıklı mıydı?" diye sordu Haro, heyecanlanarak.
"Işık saçan masmavi gözleri vardı.. Küçücük, fındık kadar..." Niki, muzipçe gülümsedi.
"Başka?"
"Yasemin kokardı... Kocaman bir yasemin ormanındaymışım gibi..."
"Ne güzel anlatıyorsun. Hadi biraz daha hatırlamaya çalış." dedi Haro. Niki'nin ağzından çıkan her kelimeyi yutarcasına, hayranlıkla dinliyordu onu.
"Kilise korosundaydı. Bizans müziği öğrenmesi için, İstanbul'a gönderecekti peder onu."
"Mmm. Öyle mi?" dedi Haro. Derinden bir iç geçirdi.
Haro, göğsünde sakladığı zarfı çıkardı. "Düşün, bak..." dedi. "Eğer 27 Ocak 1922 tarihinde yazıldıysa..." Zarfın içinden çekip aldığı mektuplardan birini Niki'ye uzattı. "Bu onun altıncı mektubu." Diğerlerini, önceden verdiği mektubun altına koyması için Niki'nin eline tutuşturdu. "Sırasını bozmasak iyi olur..."
Niki, mektubu açıp okumaya başladı.
"27 Ocak 1922,
Haro, sevgilim. Semadirek adasında bütün hayatımız değişecek. Bizim oraları seveceğinden eminim. Üzüm bağlarımıza Ege Denizinin ışıltılı mavi suları yansır. Mektubunda gözlerinin renginden bahsetmemişsin yine. Bunu hep unutuyorsun. Öpüyorum. Antonis Memas"
Haro'nun gözleri dolmuştu. "Ne güzel yazmış," dedi Niki, mektubu geri uzatırken. "Ben Antonis'ten böyle bir mektup alamadım..." Haro'ya bakıp hüzünle gülümsedi. "Gerçek bir aşk mektubu..." dedi. Yüz yüze uzandıkları yatakta, iki arkadaşın dalgın bakışları havada asılı kaldı. Kocaman bir boşluktu onlar için evren, sadece Antonis'ler vardı o boşluğu dolduran.