Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Sade ve Derin / DeepTone belirledi. Gelecek hafta, konuyu sevgili Makbule Abalı belirleyecek. Bütün arkadaşların farklı tartışma konuları önererek etkinliğe katılmasını, birbirimizi tanımak, dünyaya başka gözlerden bakabilmek, yaşama dair bilgi, görgü ve tecrübelerimizi artırmak açısından önemsiyorum. Geçtiğimiz hafta sonu kızımın düğün telâşı vardı. Bu yüzden birkaç gün blog dünyasından uzak kaldım. Geçen hafta Ağaç Ev Sohbetlerine yazılarıyla katkı veren bazı arkadaşların yazdıklarını okumak, geç de olsa yorum yapmak için sevgili Deeptone'un sayfasına gittim ancak ne yazık ki sayfanın silinmiş olduğunu gördüm! Bu nedenle sadece yazıma yorum yapan ve benim henüz okuyup yorum yapmadığım son birkaç arkadaşın yazılarına ulaşabildim. Geçen haftadan okuyup yorum yazmadığım Ağaç Ev Sohbetleri yazısı kalmadığını umuyorum. Bu haftanın konusu ise şöyle:
"Yaşamadığınız bir duygu veya bir an için nostaljik hisseder misiniz?"
Nostalji, geçmişte "mutlu" bir ana duyulan özlem olarak tanımlanıyor! Soru biraz kafa karıştırıcı. Bu sebeple sevgili Deeptone konu dışına çıkmamak için sınırları iyice belirgin hale getirmiş yazısında. Öncelikle yaşamadığım bir duyguya nasıl özlem duyabilirim diye sordum kendime. Yazısını okuduktan sonra konuyu sadece mutlu anlarla sınırlamadığını gördüm. Derinlemesine düşünmeden sevgili Deeptone'nun yazısına yaptığım yorumda hem mutlu hem de acı anlara dair örnekler vermiş olsam da bu yazımda "nostalji" tanımına uygun olarak yaşamadığım mutlu anlardan bahsetmeye çalışacağım.
Çocukluğum beni dinozorların (bu sözcüğü dinazor şeklinde yanlış kullanıyormuşum meğer) üzerine göktaşı düşüp yok olmalarından hemen sonraki çağa getiriyor. İlkokula gidiyorum. Sabit telefonlar bile lüks. Televizyonun ne olduğunu bilmiyoruz. İnternet hak getire. Lambalı radyomuzun düğmesini çeviriyoruz, birkaç dakika ısınıp ondan sonra çalışmaya başlıyor. Mahallemize henüz apartman girmemiş, sağımız solumuz tek katlı, arka tarafında küçük birer avlusu olan, iki oda ve adına hayat dediğimiz dar bir koridordan oluşan evlerle dolu. Sokağın köşesine beyaz renkli kıçı kırık bir Peugeot 504 yanaşıyor. Arabadan beyaz takım elbise ve siyah dar kravatlı genç bir adam iniyor ve James Bond çantasından proje paftalarını çıkartıyor. Yanındaki adamlarla bir şeyler konuşuyor ama ne dediklerini anlamıyorum. Sonra diyorlar ki, herkesin hayranlıkla izlediği beyaz elbiseli genç, yakışıklı adam inşaat mühendisi. Adamı dikkatle izliyorum. Keşke diyorum keşke, büyüyünce onun gibi olabilsem ben de. Bir elinde kalem, projelere bakıp sakin sakin bir şeyler söylüyor arkadaşlarına. Belli ki kat karşılığı ilk apartmanı dikecek mahallemize. Ama o zamanlar bu işlere aklım ermiyor. Üniversite sınavı için tercih listesini dolduruyorum. İlk tercihim, annemin hatırına Ege Tıp, diğerlerinin tamamı inşaat mühendisliği ve mimarlık. Tercih sayısı kadar mühendislik fakültesi yok o yıllarda. Boş kalan yerleri boşta kalmayayım diye hukuk fakülteleri ile dolduruyorum. Evet, hayalini kurduğu mesleğe kavuşan nadir insanlardan biri oluyorum. Ancak iş hayatının çocukluk hayalimdeki kadar masum, sadece elinde kalem, önünde projeden ibaret olmadığını, ideallerimin aksine sadece paranın egemen olduğu bir çalışma ortamı içine düştüğümü anlıyorum zaman içinde.
Ne sıcak su, ne çamaşır makinesi... Haftanın belli günü annemiz tarafından büyük tencerelere su doldurulup kaynatılıyor, sıcak su kovaya boşaltılıp soğuk su ilavesiyle yıkanma suyu hazırlanıyor. Banyoya girdiğimizde o bir kova suyu sabunlu kalmadan idare etmek zorundayız! Seneler sonra üniversite yurtlarına yerleştiğimde musluğu çevirince akan sıcak su pek konforlu geliyor bana. Dilediğim zaman, ister gündüz, istersem gece yarısı duşa girer tadını çıkarıyorum. Evde annemin teneke, daha sonraları plastik leğenler içinde bin bir güçlükle yıkadığı kirli çamaşırları, merdaneli makinelerde yıkıyorum. Sınıf atladığımı düşünmeye başlamıştım o zamanlar ilk kez.
Ortaokula gidiyorum. Yakın arkadaşlarımdan biri bana pergelini gösterdiğinde vay be pergelin güzelliğine bak! demiştim. Onun ailesinin gelir düzeyi bize göre daha iyiydi. Bana alınan pergel adi tenekeden yapılma, ucunu merkeze dayadığımda, kısa kurşun kalem takılan diğer ucu asla çemberi tamamlayamayan basit, eften püften bir aletti. Bir ucunda iğne, diğer ucunda kalem ucu bulunan ve milim şaşmadan çemberi tamamlayan arkadaşımın pergeline hayran kalmıştım. Bir kereliğine kullanayım diye yalvarmama rağmen arkadaşım bozarsın diye vermemişti. Aynı pergele ancak lise yıllarında kavuşmuş, geometri en sevdiğim derslerden biri olmuştu.
Liseyi bitirene kadar ailemle birlikte yaşıyordum. Deep'e yazdığım yorumda konudan bahsettim biraz. Arkadaşlarımın babaları çocuklarına iyi davranıyor, onları arkadaşlarıymış gibi görüyor ve sıcak bir aile görüntüsü veriyorlardı. Oysa benim babam sertti, her an maraza çıkaracak bir neden bulurdu. O günleri hatırlıyorum, akşamları azarlanmadan ya da şiddet görmeden geçirmek için kardeşlerimle ne yapacağımızı bilmez haldeydik. En basitinden şu örneği vereyim. Babam akşam eve geldiğinde eğer elimizde ders kitabı yoksa niye dersimize çalışmıyoruz diye azar işitirdik. Oysa çoğu zaman dersimizi gündüzden bitirmiş olurduk. Ertesi gün babamı yine kızdırmayalım diye bir köşeye çekilir elimize birer ders kitabı alır, ona okur gözükürdük. Fakat bu kez yine söylenir, dersimizi bu vakte kadar niye bırakmışız diye kızardı. Baba deyince benim aklıma ilk gelen şey korkuydu o zamanlar. Kararımı vermiştim, ben babamın tam aksi bir baba olacak, çocuklarımla arkadaş olacaktım. Evet, kararımı uyguladım ama kantarın topuzunu biraz fazla kaçırdım sanırım. Arkadaşlarımın babaları, çocuklarını bir masa etrafında toplayıp neşeyle sohbet ettiklerini gördüğümde bir burukluk çökerdi üstüme.