KATEGORİLER

30 Ocak 2016 Cumartesi

30/01/2016 Cumartesi, Tire

Yaylada çalışmalar devam ediyor. İşçiler elektrik kablo kanalını kazmak için yevmiye usulü çalışmak istiyorlar ama ben bunu kendi açımdan doğru olduğunu düşünmüyorum. Devamlı başında durup, çalışın, çalışın diyemem ki! Yine en iyisi metre başına fiyat vermek. Bu durumda da, ya taş çıkarsa, ya kök çıkarsa zamları giriyor devreye. Neyse, biraz daha araştıralım bakalım ne olacak. Belki de başlarına Yakup Ustayı koyup yevmiye usulü çalıştırmak en iyisi.

Yayla dönüşünde kapının önünde kızımın arabasını görünce sevindim. Akşam üzeri Kaplan Çam Restorana gittik. Ani karar verdiğimizden dolayı rezervasyon yaptırmamıştık. Bayağı kalabalık olmasına rağmen Fatih bey sağ olsun, bize güzel bir yer ayarladı. Mezeler her zamanki gibi güzeldi. Ölçüyü kaçırmamak için kendimle iyi mücadele ettim. Geldikten bir süre sonra tanıdık çok kişi geldi arkamızda. Gelen pastalardan anladığımız kadarıyla bazılarının doğum günü kutlanıyor. Erken kalktık evde film seyrederiz diye. Hala izleyeceğiz... Hanım uyudu bile.




  

ÖLÜM MELEKLERİ



29 Ocak 2016 Cuma

29/01/2016 Cuma, Tire

Nihayet havalar düzeldi. Bugün güzel bir bahar havası var. Yaylada çalışmalar başladı. Ana giriş kapısı dolguları için iki traktör malzeme getirmişler, ama hiç de iyi değil. Biraz çakılla karıştırmak gerekecek. Ustalar avlunun en uzak köşesinden itibaren taş duvar işine başlamışlar. Çukurköy'den yine taş getirmesi için Gani'yi aradım. Bundan sonra daha uygun fiyat istediğinden inşaat malzemelerini de ona taşıttıracağım. Yani hem taş hem de kum ve çimento gelecek yarın öğlene kadar.

Yaylaya çıkmadan önce Ziraat Odası'na belgeleri verdim. Yarın saat 14.30'da onlardan dosyayı alıp Tarım İlçe Müdürlüğü'ne götürecekmişim. İyi o zaman, resmen çiftçi oluyorum galiba. Çok heyecanlıyım. Daha önce hiç olmadığım bir şey bu.

Ziraat Odası'ndan çıkıp, Vergi Dairesi'ne gittim şu bizim radar cezasını ödemek için. Unutup gitmeyim diye. Ziraat Odası'ndan sonra burada çalışan memurlar işin tuzu biberi oldu. Kendileri mi ağır yoksa önlerindeki bilgisayar mı bilinmez, her iki tarafta fazla kalabalık olmadığı halde bir buçuk saate yakın sıra bekledim. Kaybettiğim onca zaman üstüne, bir de "Bugün çok yoğun" deyip, ah oh çekmeleri yok mu? Beni benden aldılar.

Artık sınıf atladık, kaya tuzu kullanıyoruz. Canan Hoca'nın hakkı ödenmez bana göre. Daha önce aldığım tuzu "rafine edilmiş bu" deyip beğenmeyen eşim, son aldığım yerin tuzunu uygun gördüğü için iki paket daha aldım. Var mı benim gibisi  bilemem ama, tuza karşı hissiz biriyim. Belki çok aşırı tuzdan rahatsız olurum ama yemekte ya da salatada hiç tuz olmasa bile rahatsızlık duymam. Belki bundan sonra kaya tuzunu severim, kim bilir?

Hafta sonu kızımla birlikteyiz. Bu sefer o geliyor yanımıza. Eşimde de Amasra Salatası aşkı başladı. Balığın yanında yapacağı salata malzemelerinden sadece dere otu ve roka eksiğimiz vardı ki, onlar yoksa zaten salataya salata denmez. Küçük Tire Pazarından (Cuma Pazarı) temin ettim hemen.

Kaplan Yolundan Tire Manzarası
Günler yavaş yavaş uzamaya başladı artık. Saat beşe yaklaşmış olduğu halde güneşin batmaya hiç niyeti yok gibi. Bahçeye yaklaşırken taş evi arıyordu gözlerim. Sisli havalarda, pustan dolayı görünmez oluyor bazen. Bu sefer, akşam güneşi o kadar ters ki, gözlerimi alıyor, ileriyi göremiyorum. Güneşi arkama alıp bütün ihtişamıyla Tire manzarasını kucaklıyor ve resmini çekiyorum.

Ustalardan ayrıldıktan sonra dönüş yolunda bu havalarda her zaman olduğu gibi bir canlanmadır gidiyor. İzmir'den gelenler Kaplan restoranlarına doğru rotalarını çizerken,, Tire'nin yerlileri arabalarını yol kenarlarına park edip, her cins alkollü içki eşliğinde manzaranın keyfini çıkarıyorlar. Çoğunlukla evli veya bekar erkek arkadaş gruplarından oluşan halkın arasında nadir de olsa ailesini ya da sevgilisiyle birlikte gelenler yok değil.  İşin iyi tarafı kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Kötü tarafı ise yedip içtiklerini konakladıkları yerde bırakıp gitmeleri. Bölge itibariyle çok fazla güneş alan bir yer olmasına rağmen, çingene teneke sesinde oynamaya nasıl başlarsa, bu muhitin insanları da güneşi görünce, Kaplan Köyü istikametinde manzarası güzel yol kenarlarına akın ediyorlar.

Atilla Bey'e telefon ettim. Nasıl olsa havalar düzeldi artık, "Şu elektrik kablo kanalına başlayabiliriz" demek için. Ne var ki, işçilere ulaşamamış. Yarın da başlanılmayacak bu işe. Bir yandan iş gecikiyor diye üzülürken, diğer yandan kızım geldiğinde onunla daha fazla vakit geçireceğim için sevindim.

Bi kitap da benden

kurall dergi: Bi kitap da benden

İşi ilerlettim, kitap çekilişlerine katılıyorum artık:)

TABULA RASA


TABULA RASA, İngiliz filozof John Locke (1632-1704) tarafından ortaya atılan bir görüştür. Locke, düşünce özgürlüğünü ve insan eylemlerini akla göre düzenlemek anlayışını geniş ölçüde yayan, 17. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilir. Ancak son yıllarda, onun düşünceleri ile ortaya koyduğu görüşlerin, kendilerine aşırı sorumluluk yüklediği gerçeğini gören dini çevreler, bilim adamları ve yöneticiler tarafından  kıyasıya eleştirilmiştir. Tabula Rasa fikrine en çok karşı çıkanlar arasında, çağımız bilim adamlarından Kanadalı Steven Arthur Pinker gösterilebilir.

TABULA RASA tanımını ilk kez üniversitede aldığım Psikoloji dersinde duyduğumu hatırlıyorum. Bu görüş benim de mantığıma uygun gelmiş olmalı ki, karşı görüşlere kulağımı tıkayıp o zamandan beri hep kafamın bir yerine takılı kaldı.

Şimdi "Tabula Rasa" üzerinde biraz duralım, bakalım yolumuz nereye varacak? Bize "Yoğrulmamış Hamur" diye öğretmişti hocamız, yaklaşık kırk yıl önce. O zamanın iletişim imkanlarını bir düşünün, ne internet, ne çok kanallı TV, ne de akıllı telefonlar var. Belki de o devirde buna kimse Türkçe karşılık türetmemişti. O zamanlar, henüz bilgisayarın bile Türkçe karşılığının olmadığını, bilgisayar yerine "komputı" kelimesinin kullanıldığını düşünürseniz konu daha iyi anlaşılacaktır. Muhtemel odur ki, hocamız kelimelerin bire bir tercümelerini kullanarak çevirmek yerine en uygun Türkçe eşanlamını bulmuş. Bence doğrusunu yapmış. Fakat sonraları, bu Latince terimin Türkçe karşılığı olarak bire bir kelime anlamına denk geldiği düşünülen "Boş Levha" tabiri kullanılmış.

NEDİR BU TABULA RASA?
Bu görüşe göre, insanoğlu yoğrulmamış bir hamur parçası olarak dünyaya geliyor.. Doğduğu andan itibaren, içinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve doğal çevre şartlarında yoğruluyor, şekil veriliyor ve karakterinin oluşması sağlanıyor. Bu görüş, uzun süren deneyler yardımıyla kanıtlanmaya çalışılmış ve büyük ölçüde başarıya da ulaşmıştır. Suç işlemeye müsait ortamlarda yetişen bireylerin tamamına yakını, erişkin dönemlerinde suç işlerken, iyi sosyal çevreye sahip çocuklar, ileriki yaşantılarında genel olarak suçtan uzak durmuşlardır. Diğer taraftan ekonomik seviye ile suç arasında benzer ilişkiler kurulmuş ve benzer sonuçlar elde edilmiştir.

Tabiatıyla bu tezin getirdiği sonuçlar, kaymak tabakayı ziyadesiyle rahatsız etmeye yetmiştir. Çünkü, bu durumda insan yetiştirmenin en büyük vebali topluma yüklenmiştir. Katil, mahkeme salonunda "Benim bu durumuma bütün toplum sebep olmuştur." dediğinde, bir bakıma bilimsel bir gerçeğin altını çizmiş olacaktır. Bu sorumluluğu taşıyan toplum, adil bir yönetim, gelirde adalet ve eğitim gibi konularda çok daha duyarlı hale gelecek, yönetim erginden bunları sağlamasını talep edecekti.

KARŞI TEZ
Tabula Rasa fikrinin aksini savunanlar, insanın dünyaya bir takım bilgilerle geldiğini, çevre koşullarının etkisi olsa da sonuçta belirleyici olmadığını söylerler. Bu sayede, toplumun ve yönetimin rahat bir nefes aldığını söylemek mümkün. Bu durumda katil, "Beni siz bu hale getirdiniz" diyemez. Katillik senin damarında var, deyip sorumluluğun önemli kısmı genlerin üstüne yıkılır. Bu durumda ne suçlu ne sorumlu kalır geride.

Ben şimdi genler üzerinden taşınan bilgileri reddedecek değilim. Diğer taraftan bu bilgilerin ne olduğu konusunu bilim dünyası da tam olarak çözememiş. Birtakım fiziksel özelliklerin kalıtım yoluyla aktarıldığını rahatlıkla kabul ediyor olsam da, bireyin gen haritasında onun katil mi, yoksa soyguncu mu olacağı bilgisinin bulunduğuna inanmıyorum. Zaten düşüncenin sahibi olan Locke da nesiller arasındaki fiziksel uyumun etkisine karşı çıkmıyor.

Bana kalırsa, filozofun otoriteye karşı yönetim sistemi anlayışını bilimsel temele oturtmak için ortaya attığı bir tezdir bu. İlk olarak en iyi yönetimin nasıl olması gerektiğine dair epeyce kafa yormuştur. Elde ettiği sonuçların kalıcı olması için sadece bir destekleyici unsur olmuştur Tabula Rasa. Paranın iktidarı sürdüğü müddetçe aristokrat tabaka ve yine aynı tabakanın bilim insanları, insanlığı geriletmek pahasına bu tür düşüncelere daima uzak durmaktan kaçınmayacaklardır.

28 Ocak 2016 Perşembe

28/01/2016 Perşembe, Tire

Ne zaman ki kendimi çok şey yapmaya şartlasam, hiç bir şey üretemiyorum. Üniversitede, almamız gereken seçmeli iki sosyal dersten biriydi Psikoloji. Nedense, o dersten aklımda yer eden iki konu kalmış. Bunlardan ilki, "tabula rasa", yani "yoğrulmamış hamur", ikincisi ise, aynı anda birden fazla şeyin, aynı şiddetle yapmak ya da yapmamak istenmesi halinde, hiç birinin yapılamaması gerçeği. Örneğin, Pazartesi günü saat 19.30'da, hem çok seveceğiniz bir tiyatro oyunu, hem de ünlü bir festivalin tek gösterimlik filmi var. Ne oyundan ne de filmden vazgeçiyorsunuz. Sonuç belli; evde kalıp ikisine de gitmiyorsunuz. Çoğu kez kendi üzerimde denedim bunu, bir de baktım ki, her ikisi de kaçmış elimden. Ne de olsa bilimsel bir gerçek.  İşin püf noktası, karar verme anında, tercihleriniz aynı ağırlıkta olması halinde gerçekleşiyor bu durum. Eğer bir tanesi diğerine göre ağır basarsa, o zaman tercihiniz kolaylıkla o yöne kayıyor.

İşte benim için bugün böyle bir gün. Bir yandan keyifsiz halim de devam ediyor. Bütün gün internet üzerinde gezindim. Blog yazılarını okudum, facebook'a takıldım. Liseden dönem arkadaşlarım sayfa ve gruplarına kabul ettiler beni. Ortama koydukları resimler, en az kırk sene öncesine savurdu beni. Bunlar arasında kendi resimlerimi gördüm. Şöyle bir düşünürsek, kırk yıl öncesine kadar İzmir hudutları dışına adım atmayan ben, tam kırk yıl ayrı kalmışım güzel memleketimden. Hayatımın çoğu İzmir dışında, İzmir'i düşünerek geçmiş yani. Neler aldı bu kırk yıl benden neleri verdi bana. Daha dün gibi hatırlıyorum o yılları. Geçmişteki üç yıllık lise hayatım, bana kırk yıl gibi geliyor. Liseden sonraki kırk yıllık dönem ise sadece üç gün. Her birimiz çocukluktan çıkıp koca koca insanlar olmuşuz bu kısacık dönemde. Hangi dostluk yerini tutar bu ortak yaşanmışlığın. Yazışmalardan öğrendim Cemile Erkonuk arkadaşımızın vefat ettiğini. Onun için ne kadar güzel sıfat kullansam azdır. Üzüldüm, gözlerim doldu. Hayat bu kadar zalim demek. İki Cemilemiz vardı sınıfta, biri sarışın diğeri esmer. Gözümün önünde sınıfımızın Cemileleri. Esmer Cemilenin düz siyah saçları vardı. Şimdi nerelerde kim bilir?

En çok ne hoşuma gitti biliyor musunuz? Bütün arkadaşlarımız ilerici, demokrat, bilgili, duyarlı, dost canlısı, eğlenmeyi bilen, vefalı, candan kişiler olmuş. Olmuş diyorum, çünkü hepimiz çocuk yaştaydık lisedeyken. Sonradan esen kuvvetli rüzgarlar bizi çıkarcı, bağnaz, haset ve kendini beğenmiş yapıya evirebilirdi. Diğer taraftan, İzmir'in, hele hele İzmir Eşrefpaşa Lisesi'nin sağlam mayası buna müsaade etmezdi zaten. Hepsiyle gurur duydum.

27 Ocak 2016 Çarşamba

27/01/2016 Çarşamba, İzmir, Tire

Otoparkın anahtarını kızımıza bırakmamız gerektiğinden sabah erken çıkmak zorunda kaldık. Dışarısı yine soğuk. Öğleden sonra eşimin doktorda randevusu var. Sol gözü de ışığa karşı hassas.

Bana gelince adeta ismini koyamadığım bir musibet dolaşıyor bütün vücudumda. Adını koyamadığım bir musibetler dizisi desem daha doğru. Birden bir ürperti geliyor. Sırtımdan buz dökülüyor sanki. Arkasından, sağ göğsümün altına sanki iğne batırıyorlarmış gibi canım acıyor. Kalp olamaz bu diye kendimi avuturken, kalp ağrısı sağa vurur diyor eşim. Acaba kalp mi? Daha önce böyle ağrılar saplanmamıştı ki göğsüme. Üşütmüş de olabilirsin diyor eşim moral versin diye. Derken başlıyor sağ kasığım, ağrımaya. Fıtık olamasın? Bilmiyorum. Doktora gidelim diyen eşime, daha değil diyorum. Ne diyeceğim ki doktora. "Doktor bey, benim sağlığımla ilgili ciddi olabileceğinden kuşkulandığım sorunum var" deyip onun hastalığımı keşfetmesini mi bekleyeceğim. Yok diyor eşim, hani belki bir tahlil falan ister.

Klasik olarak "Neyiniz var?" la başlar doktor hasta ilişkisi. Ne demem lazım ki? "Doktor bey, nasıl anlatayım bilmiyorum, neyim yok ki benim?" desem abes bir soru sormuş olmaz mıyım?

Bazen zamana bırakınca dertleri, kendi kendini iyileştiriyor. İster inanın ister inanmayın ama ben buna şahit oldum. Hastalıkla dalga geçerim kafam iyi olunca. Ne kadar ağrırsa başım, ağrı kesici bile kullanmam. Mecbur bu ağrının da sonu gelecek.  Hastalık görür ki doktora falan gideceğim yok, bari daha sorumlu kişilerde deneyim şansımı der. İşte o zaman iyi ki biraz dişimi sıktım da gitmedim doktora derim ben de. Ama bu sefer durum biraz farklı. Doktora neyim var  neyim yok, şöyle bir iki cümlede ifade etmem çok zor, hatta imkansız. Bari rahatsızlıklarım sırayla zuhur etse. Yani teker teker gelseler. O zaman, göğsümü gererek aslanlar gibi giderim doktora, "Doktor, göğsümün aha şurası ağrıyor" derim, başka bir şeyim yok. Bunları düşünürken İzmir'i arkamıza almış çevre yolunda ilerliyorduk. İçimdeki karmaşadan habersiz eşim de belinin ağrısından yakınıyor. Bu sebepten dolayı  gideceğiz doktora zaten. Tam yaklaşmıştık ki, Optimuma uğramak istediğini söyledi. Hemen rotamızı değiştirdik. Gaziemir çıkışında oto yoldan çıkıp Optimuma geldik. O kadar erken bir saat ki, henüz otopark dahi açılmamıştı. Dönüp yeniden girdik oto yola az ileriden.

Ağrılar ve halsizlik üzerime üzerime geliyor. Dün geceki muhabbet iyiydi aslında, ama ne oldu böyle bana birden? Otoyolda yapmadığım kadar sürat yapmaya başladım. Hedef, bir an önce eve kapağı atmak.

Torbalı çıkışında gişelerden geçtim. Artık az bir yolumuz kaldı. Tire yol ayrımında hiç azaltmadım hızımı. Biliyorum aslında, Mahmutlar köyüne sık sık radar koyduklarını. Her zaman dikkat ederdim oysa. Ne olduysa aklımdan çıktı. Kader dedikleri böyle bir şey olmalı. İnsan robot gibi sonunu hazırlıyor. Bir anda önümde beliren trafik polisinin, beni sağa çekmeye davet ettiği, Mahmutlar Köyü girişinde buldum kendimi. Camı indirdim. Polis söylemeseydi de biliyordum diyeceğini zaten. Geldim geleli ilk kez girdim radara burada. "Beyefendi 117 km ile radara girdiniz, ehliyet ve ruhsatınız" dedi polis nezaketle. Çaresiz indim aşağıya. Kalan yol daha da uzadı gözümde. Ne yapalım, akacak kan yerinde durmaz. Cezamı kesip, tutuşturdu elime makbuzu.

Dünkü mezunlar gecesi çabuk duyulmuş. Mert telefon etti. Çok uzun zamandır görüşemiyorduk onunla da. Tayland'dan Bahar'la messenger aracılığıyla görüştük. Erdal beni aradığında duymamışım ama sonra ona döndüm. O da dünkü yemeğe katılamadığı için üzgün. Facebook sayfalarında tanıdığım lise arkadaşlarını aramakla geçti günüm.

Havalar hala soğuk geçtiğinden, yaylada sular yine donacak. Harç falan karılmaz duvar için. Biraz daha havaların kırılmasını beklemek lazım. Vücudumdaki anlam veremediğim, sırrını çözemediğim garip homurdanmalar zaten bendeki çalışma gücünü alıyor. Bakalım yarın ne olacak.     

 

26/01/2016 Salı, İzmir


Akşam Lise arkadaşları ile buluşacak olmamızdan dolayı bugünü de İzmir'de geçirdik. Sabahtan dışarı çıkıp biraz çarşı pazar dolaştık. Mudo'da gördüğümüz masa konsept leri çok hoşumuza gitti. Fotoğraflarını çektim. Benzer tasarımların bizim Taş Eve yakışacağını düşünüyorum. Masaların ayakları metal, tablası ise yaklaşık beş santimetre kalınlığında kesilmiş ağaçtan oluşuyor. Ahşabın üzerini kalın camla tamamlamışlar. Ağaç bizde bol nasılsa. Metal ayakları da Cumhur Usta'ya kutu profilden imal ettirip siyaha boyadık mı geriye sadece üstünün camı kalacak. 

Mudo'dan sonra Paşabahçe mağazasını gezdik. İlgi çekici çok fazla ürün var burada. İnsan alışveriş yapmasa bile müze gibi gezebiliyor.
Dışarı çıkınca hafiften kar atıştırıyordu. İzmir karı bu tabi. Minicik kar taneleri, nazlı nazlı havada uçuşarak yere doğru iniyor. Bu manzara bile  İzmir için sıra dışı. Uçuşan karımsı taneler yere düşmeye fırsat bulamadan eriyip gidiyorlar.

Akşama doğru heyecanım arttı. Tam kırk yıl sonra liseyi birlikte okuduğumuz arkadaşlarla birlikte olacaktık. Böyle bir günde içilmez de ne zaman içilir. İçkili araba kullanmak istemiyordum. Bunu düşünürken kızımdan gelen telefon bu sorunu da çözmüş oldu. Akşam yemeğe o da  katılabilir ve daha sonra hep birlikte  eve dönebilirmişiz. Bu harika bir fikir dedim. İşletme sahibi Naci Beyi arayıp kızım için bir kişilik yer daha ayırttım sadece. Kızımızın arabasıyla döneceğimizden dolayı ben arabayı bırakacaktım.

Saat yediye doğru eşimle evden çıktık. Kalimera Restaurant'ın bulunduğu sokağın başında kızımızla buluştuk.
Dönem arkadaşım, aynı zamanda işletmenin sahibi olan Naci Bey  tarafından karşılanıp  bir üst kata yönlendirildik.

Mekan eski bir Rum evinden bozma oldukça şirin bir yer. U şeklinde çevrilmiş masaların her iki tarafına sandalyeler dizilmiş. Üst kata çıktığımızda salonun yarısı dolmuştu. Katılım fazla değil sanki. Salona şöyle bir göz gezdirdiğimde bir sürü yaşlı adam, dört beş tane de orta yaşlı bayan görüyorum. Adamların pek çoğu benim gibi kel, geri kalanların saçları iyice aklaşmış. Herkese selam verdikten sonra gösterilen yerimize oturduk.

Keşke diye aklımdan geçti, keşke o dönemde bizi okutan hocalardan birini de bulup getirselerdi buraya. Ne yazık ki salonda hiçbir hocamız yoktu. Gözlerimi soldan sağa doğru bütün masalarda gezdirdim, tanıdık bir yüze rastlarım diye. Yok, hiçbirini hatırlamıyorum. Yanımda oturan top sakallı İngilizce Öğretmeni Yaşar bey, Merzifon'dan kalkıp gelmiş. Hangi sınıftaydın diye soruyorum. 76 mezunuyum diyor. O tamam da şuben neydi diye üsteliyorum. Hatırlamıyorum diyor. Ben hiç unutmam. Belki de benimkisi en kolayıydı şansıma. Liseyi bitirene kadar beş okul değiştirdim ama şubem her zaman A oldu. Liseden de 3-Fen A şubesinden mezun oldum. Aynı şubeden arkadaşım Erdal'ın da ameliyatı uzun sürdüğünden gelemedi. Yok, yok ameliyat olmadı. Ameliyatı yapan o, doktordur kendisi. Mecliste öğretmen boldu ama masanın karşı tarafında oturan bir doktor arkadaşımla tanıştık sonrasında. Lisemizin marşını bile unutmuşlar. Ben hatırlattım hepsine... "İlim ve bilgi yuvası, yükselmektir hep çabası, Eşrefpaşa Lisesi, İzmir'in güzel sesi".


Geçen yıl bizim sınıftan üç arkadaş katılmış. Zaten o da ilk toplantılarıymış. Şaşırdım. 39 yıl boyunca neyi beklediniz diye. Olmadı işte dediler. Geçen toplantıya katılan sınıf arkadaşlarımdan biri Çin'deymiş. Diğer ikisi neden gelmedi, kimse bilmiyor. Bol bol sohbet ettik gelenlerle. Hocalarımızı andık. Ölenlere rahmet okuduk. 

Organizasyonu yapan arkadaşlardan Hasan bir konuşma yaptı. Farklı etkinliklerde bir araya gelmek için herkes istekli göründü. Umarım öyle olur. 1976 yılı mezunları, fen ve edebiyat şubeleriyle kaç kişiydi bilmiyorum ama topu topu 20 dönem arkadaşıydı geceye katılan. Sayı çok az ama aradan da koca 40 yıl geçmiş yani. Az mı?       

26 Ocak 2016 Salı

MUHARREM ABİ

Gözünün kenarında arpacığı çıkan, birden hıçkırık nöbetine tutulan ya da sırtı kaşınan kim varsa soluğu Acilde alıyordu. Tedaviye gerçekten ihtiyacı olanlar, sessizce sıranın kendilerine gelmesini beklerlerken, komik gerekçelerle veya laf olsun diye başvuranlar, acil servise sadece ayak bağı olmakla kalmıyor, bu yetmezmiş gibi bas bas bağırarak hastaneyi ayağa kaldırıyorlardı. 

İşte yine öyle bir günün akşamında, elinden tuttuğu üç dört yaşlarındaki kız çocuğunu çekiştiren kadın, ortalığı birbirine katıyordu.

- Yavrum ölüyor, doktorlar kurtarın yavrumuuu...

Böylesi durumlara fazlasıyla alışık olan personel, işi ağırdan alarak çocukla ilgilenir göründü.

Gün geçmiyordu ki ayağında naylon terliği, boyası geçmiş saçları, ağzında balonlu sakızı, kocaman poposunu kabak gibi ortaya çıkaran şalvarıyla dilberin biri servisi basmasın. Gece kabus görenden tutun da kocasıyla kavga edene kadar ipini koparan soluğu acilde alıyordu. Evde oturmaktan sıkılanların, kaynanasına kızanların, sevgilisine ders vermek isteyenlerin akıllarına gelen ilk adresti burası. Bazıları karın ağrısından şikayet eder, diğeri iştahsız olduğundan. Yapılan muayene ve tahlillerden sonra, önemli bir hastalık çıkmak zorunda. "Bir şeyin yok, turp gibisin" diyen doktor işinin ehli değil nazarında.

- "Şikayet edecem epinizi, bana ölesine baktınız, astalığımı görmediniz." deyip tehditler savurur. Bu durumu alışan doktorlar, etkisi az ama fiyatı çok bir kaç ilaç yazıp sıkı sıkı tembihlemeyi unutmaz.

- "Bu ilaçları alıp hemen kullanmaya başlayacaksın, fiyatları biraz pahalı ama aksi halde hastalığın ilerler.", sakızı şöyle bir dolaştırdıktan sonra ağzında, kelimeleri yayarak yanaşır doktorun kulağına  mahallenin güzeli,
"Abi be, kaç para şimdi bu ilaçlar, yok mu bana veresin elindeki fazlalardan?" 

O ilaçlar hiç bir zaman alınmaz. Çünkü ne hasta vardır ortada ne hastalık aslında. Mahalleye döner dönmez komşuya dert yanar sarı gacı. "Gııız, bugün hastaneye gittim ya, yine yığınla ilaç yazdı doktor bana, para mı var bende onca ilacı alacak?."

Nöbetçi hemşire, yaşlı gözlerini kocaman açarken annesinin telaşına anlam veremeyen çocuğa doğru  yaklaşır sonunda, 
- "Nesi var bunun?"

- "Bilmem ki ablası neyi var, sabahtan beri ağlar, karnı mı ağrıyo ne, ateşi de yüksek, ev'am yaptım, kaptım getirdim emen. Bir şey olmayacak kızıma, değil mi abla?" Kendini paniklemişbir havaya sokan koca popolu kadın, hemşirenin ağzından çıkacak lafı bekledi.
Hemşire, çocuğun alnına elini koyduktan kısa bir süre sonra,
-"Ateşi yok bunun" diyerek kadından sakin olmasını istedi. "Çocuğa doktor hanım bakacak." deyip arkasını döndü.

Tam o sırada acil kapısının arkasında bağıran bir erkek sesi duyuldu.  Acilin güvenlik görevlileri, öfkeden boyun damarları kabaran adamı engelledikçe o daha çok bağırıyordu. Kapıya doğru sonuncu kez yüklendiğinde aralanan kapıdan deliye dönmüş gözlerini açıp bağıran, kırk yaşlarında, esmer tenli, iri atletik vücutlu biri  göründü.

- "Nerede, nerede o şerefsiz?, göstereceğim ben ona gününü." Gençten bir güvenlik görevlisi, "Kimi arıyorsunuz, söyleyin, biz size yardımcı olalım." derken aslında zaman kazanmaya çalışıyordu sadece. 

Dışarıdan gelen seslerin tanıdığı birine ait olduğunu anlayan kadın aniden telaşlandı. "Maarrem abi bu, bizim Maarrem abi" diye söylendi yanındakilere. Çocuğu muayene etmek için onu hasta yatağına yatıran genç doktor,

- "Niye bağırıyor senin bu Muharrem abin avaz avaz? diye sordu kadına.

- "Bilmem ki neden bağırıyo. Mahallede başka kimsem yok ki benim, o sebeple rica ettim, taksisiyle atsın bizi astaneye..." Sizden iyi olmasın ama çok iyi adamdır, Maarrem abi. Sağ olsun, para falan da istemez. Ayrına getirdi şuncağızı buraya kadar, sizin gibi güzel doktor ocaları güzelce baksın, çareler bulsun bu yavrucağa."
Bir an durakladıktan sonra devam etti.

-"Ben aslında dedim Maarrem abiye, bırak git bizi, dedim. Bak, sen de ev geçindiriyon, dedim. Doktorların işi belli olmaz, dedim." Ağlar gibi yaparak,  "Belki de yatıracaklar yavrumu.yoğun bakıma, dedim. Eğer alıkoymaz gönderirlerse dedim, döneriz biz bir şekilde artık, dedim."

Kapıdaki adamın gücü kuvveti yerindeydi. Bir omuz vurup acil kapısına, girdi içeri. Güvenlikçiler arkasında çekiştirmeye çalıştılar bir müddet daha. Sonra bıraktılar artık, ipin ucunu. Herkes nefesini tutmuş, bas bas bağıran esmer tenli adamı izliyordu. Kapının karşısında perdesi çekilmiş kabine doğru yürüdü, adam. Kabinde çocuğu muayene eden genç doktor, gürültüye daha fazla kayıtsız kalamadı. Perdeyi aralayarak,

- "Ne oluyor burada? Hastane ya burası, nedir bu bağrış çağrış, derhal çıkın dışarı." 

Açılan perdenin arkasında aradığı kadını görmesiyle birlikte,  adam doktorun sözlerini sanki duymamış gibi daha çok bağırmaya başladı.

"İşte burada, şerefsiz kaltak. Mahvettin lan beni"  

Kadın hastaneye girdiği zamanki panik havasını üzerinden atmış, son derece sakin görünüyordu. Personel ikisi arasında kıyamet kopacak diye çaresiz bir şekilde beklerken, adamın saldırgan davranışlarına karşı, kadın onu alttan alıyor, saygıda kusur etmiyordu. Hasta yatağına yatırılan çocukla kimsenin ilgilendiği yoktu artık. Kadın, üzerine saldıran adamdan kendini kurtarmaya çalışırken bir yandan adama sitem ediyordu.

- "Ama Maarrem abi, bak sen beni ep yannış anlıyon ama."
Adamın öfkesi ise dinecek gibi değildi. Güvenlik görevlileri onu kadından zor bela ayırırken, adam bağırmaya devam ediyordu.
- "Ne yanlışı ulan dolandırıcı orospu."

- "Maarrem abi, bak ayıp oluyo ama.  İyi ki senden bir iyilik yapmanı istedim."

" Bu mu senin iyiliğin alçak karı, iyi ki dönüp bakmışım ceketimin cebine"

"Beni aksız yere suçluyon. İiç, bunları aketmiyom ben, bak alınıyom artık senin bu akaretlerine Maarrem abi."

- "Sen alâ nasıl konuşursun be karı, yürüttüğün o parayla döviz alacaktım ben, Almanya'ya gitmek için."

- Senden iç bunu beklemezdim Maarrem abi, nasıl benden şüphelenirsin?"

- "Arabada senden başkası mı vardı ulan, ben seni hiç mi tanımıyom, çıkar ulan şu paraları, fena olacak yoksa bak" derken, son bir hamleyle üzerine doğru yürüyecekti kadının ki, güvenlikçiler adamı zor zapt ettiler.

Kadın, ürkerek sağ elinin baş parmağını işaret parmağının üzerine koyarak,
- "Aşk olsun Maaarem abi, beni tanıdığını söylüyon madem, bu kadar da mı yok atırım. Koca astanede demediğin kalmadı bana.  Biz erşeyi aramızda konuşup alledemez miydik."

-" Bırak bu lafları şimdi, çıkar o tırtıkladıklarını, yoksa ciğerini sökme pahasına alacağım senden onları."
Koca popolu kadının keyfi iyiden iyiye kaçmıştı. Aklına yatağa uzanmış çocuğu geldi. Çocuğun yanına eğilip, kendini acındırmaya yeltendi.

-" Bana acımıyon madem, bari şu bebeye acı Maarrem abi, sende de iç acıma duygusu kalmamış. Şurada yatan yavrucağın ölüsünü öpeyim ki yok bir şeyden aberim."

"Çocuğu falan kullanma bana, ver şu yürüttüğün paraları. Senelerdir biriktirdim ben onları, sana yedirtmeye iiç niyetim yok bilesin. Polisi çağırın, baksınlar arasınlar üstünü başını, nerene koyduysan çıkartsınlar ortaya paramı!"

Polis lafını duyan kadın artık köşeye iyice sıkıştığını anlamıştı anlamasına ama pişkinliği elden hiç bırakmaya yoktu niyeti.

- "Ne kadar para düşkünü biriymişsin be Maarrem abi, ihtiyacımızı görüp geri ödeyecektik erhalde. Yemedik paranı işte episi burada"demesiyle birlikte elini attı koca memelerinin arasına.

Kocaman popolu kadın kocaman memeleri arasından bir tomar para çıkarıp titreyen eliyle adama doğru uzattı.

Adam derin bir nefes aldı. Bir yandan paraları sayarken bir yandan söyleniyordu,

-" Biliyodum ben zaten, biliyodum."


Adam paraları, kadın çocuğu alıp çıktılar acil kapısından. Doktor ve diğer bütün personel ağzı açık kala kaldılar ardından.      

25 Ocak 2016 Pazartesi

MAVİ YALAN

Her insan hayatı sorgular iç dünyasında. Anlamaya çalışır var olmanın gizemini. Dışarıya ne kadar farklı görünseler de, dindarı da yapar bunu ateisti de. Neden geldim ben bu dünyaya? Ne verdim, ne aldım bu dünyadan? Yaşı ilerledikçe ya da tanıdığı birini yitirince daha sık sorar bu soruları kendi kendine. Bazıları çok şeyler katmıştır insanlığa ama çok az şey almıştır yaşamdan. Bazıları ise hiçbir şey vermeksizin dünya nimetlerinden sonuna kadar faydalanmıştır. Nasıl bir düzendir bu akıl sır ermez. En sonunda yaşam biter herkes için. Başka bir kapı var mı içinden geçecek?

Uğur Mumcu katledildiğinde Karadeniz Ereğli'de bulunuyorduk iş icabı. Akşam televizyondan almıştım ölüm haberini. Beklemediğim şiddette bir hüzün çöktü üzerime. Duygu seline kapılarak hıçkıra hıçkıra ağladım. Nadirdir bu ağlama nöbetlerim. Bir kez dahi onu görmüşlüğüm yoktu. Ama çok iyi biliyordum yüreğinin vatan sevgisi, insan sevgisi ile attığını. Aynı gün Deniz'e de ağladım. Asıldığı gün ağlamamıştım ona oysa. Siyah beyaz televizyonumuz bile yoktu o zamanlar. Çok sonra öğrendim onca genci nasıl harcadıklarını hepsine terörist damgası vurarak hem de. Haberim yoktu ki neler döndüğünden bu dünyada? Kimler neler paylaşıyor, ne hesaplar dönüyor. Şimdi ne kadarını biliyoruz ki bize anlatılmayanların? Ölenler şimdi ne alemdeler? Toprak olmuş mudur bedenleri? Neyin çabasıydı bu, canlarını ortaya koyacak kadar?

Wolfang Amadeus Mozart, otuz beş yıllık ömrüne tam 626 eser sığdırmış bir deha! Hala zevkle ayakta alkışlanıyor eserleri. Nice devlet adamı, komutan, yazar geçti bu alemden. İyilik yapan, zalimce davranan, cömert, kıskanç, korkak, cesur insanlar. Yakışıklı, sakat, kör, güzel, uzun saçlı, şişman, esmer, ince yapılı insanlar, nerelerde şimdi? 

Seri katiller, sapıklar, caniler, hırsızlar, dolandırıcılar nerede? 

Hepsi girdi ön kapıdan ağlayarak, çoğu sessizce çıktı arka kapıdan, bazıları bağırarak. Her birinin gittiği yer mi farklı yoksa? Sanmıyorum.

İnsanoğlu pek çok bilinmeyeni açıkladı ama cevabını bulamadığı birkaç nokta kaldı. Biri varoluşun nedeni, diğeri evrenin sonsuzluğu. Sonsuzluk tanımını keşfetse de anlam veremedi sonsuzluğa. Gökyüzüne çıktı, yıldızları, galaksileri, kara delikleri tek tek ortaya döktü, yaratılışa dair teoriler üretti. Ama evrenin sınırlarını keşfedemedi. Ona göre sayılarla ölçülemeyecek bir büyüklüktü sonsuzluk. Düşünce ötesi. Benim de küçükten beri kafa yorduğum bir konuydu bu. Yıldızlar çok uzak... Milyarlarca ışık yılı git uzayda. Nereye varacaksın? Önüne bir duvar mı çıkacak, yoksa yeni bir kapı mı açılacak? Ruhlarımız bu kapıdan mı geçecekler? 

Tanrı bizi neden imtihan ediyor? Hem de ne kabahat işleyeceğimizi önceden bildiği halde. Madem kaderimiz adam öldürmek, elinde bir belgeye mi ihtiyacı var Tanrının, itiraz etmemiz halinde olay anını bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirecek...

Nasıl bir yarış ki bu, kimi doğarken ölüyor kimisi tam bir asrı deviriyor. Bazıları sağlıklı bir hayat sürerken bazıları ölümü bir kurtuluş görüyor? Bir kısmımız her türlü dünya nimetine sahip bir kısmımız bir kuru ekmeğe muhtaç. Kimi genç yaşta kaybettiği evladının acısını içine gömüyor, kimiyse "ondan önce benim canımı alma" diye yalvarıyor yaratana, özürlü çocuğu kimsenin eline kalmasın diye. Hangi hassas terazi tartacak milyarlarca farklı insan yaşamının günahlarını, sevaplarını  

Bir de kafama hep takılır ilahi adalet kavramı. Onca haksızlık, zulüm yapılırken insana, neden göz yumulur bunlara? Önleyemez miydi yaratan onca fenalığı, yalanı, dolanı? Önce çocuklar mı ölmeli bu ilahi sistemde? İnsanlar birbirini mi yemeli? Atom bombaları mı atılması gerekiyordu Hiroşima'ya, Nagazaki'ye? Ne zaman görülecek bunların hesabı? Hangi masum gözlerin yaşını silecek, hangi şehit anasının yüreğine su serpecek? 

İnsan insanı kandırıyor, sömürmek için. Caniliğini dolambaçlı, aldatıcı, güzel sözlerle örtüyor. Bombalar yağdırıyor sözde demokrasi getirmek için. Yalan dünya demişler birileri. Aslında dünya gerçek, insanlar yalan, riyakar, egoist. Yalandır bütün kötülüklerin anası. Yalandır bu dünyanın kaderini değiştiren sihir. Pinokyo gibi yalan söyledikçe burnu uzasaydı insanın, burundan başka bir şey görünmezdi dünyada. Yok bu pratik bir yol değil. Bazılarının yüzü kızarırdı eskiden. Yüz kızartıcı suç denirdi bazı suçlara. Yok artık kimsenin yüzünün kızardığı. Başka bir renk olabilirdi, farz-ı mahal "mavi" diyelim. Yalan söyleyince masmavi olsaydı insanın bütün derisi. Bak o zaman kimse kimseyi aldatabilir miydi? Ne Amerika Irak'a demokrasi getireceğim martavalı atardı, ne de Rusya beni Suriye davet etti diyebilirdi maviye boyanmadan. Yoksullara iftar çadırı kurduran ünlüler masmavi çıkardı basının önüne ne kadar iyilik sever olduklarını anlatmak için. Bembeyaz "gerçek" gelirdi iktidara "masmavi" yalanın yerine. Her şey daha güzel olurdu. El ele veren insanlar, sonsuzluğu ve sonsuz mutluluğu keşfederlerdi. Yaşamın sırrı da çözülürdü o zaman. Kimse sormazdı niye geldik bu dünyaya diye. Herkes mutlu, birbirine sevgiyle kucak açmış keyfini çıkarırdı dünyanın, soru sormadan...

25/01/2016 Pazartesi, İzmir

Güzel planlarım vardı bugün yine ama eve kapandık mecburen. Sadece soğuk değil bunun nedeni. Neyin sebep olduğunu bilemediğim bazı sinyaller alıyorum sağlığımla ilgili. Başım ağrıyor, üşüme krizleri geliyor. Soğuk algınlığı desem değil. Ne öksürük var ne nezle. Korkarım böbreklerle ilgili bir problem yaşıyorum. Belki de taş ya da kum döküyorum.

Sabah kalktığımda belimin sağ alt kısmında hafif bir ağrı hissettiğimde bunu hiç önemsememiştim. Birlikte kahvaltıyı hazırlarken, her zaman olduğu gibi erkenden güne merhaba diyen  eşim, benim için büyük bir sürpriz yaparak son yazılarımı okumuş. Sadece okumuş olmak için değil tabi. Elinde kocaman bir büyüteç, iz peşinde koşan Sherlock Holmes misali, yazım hatalarımı ortaya dökmek üzere yoğun emek vermiş sağolsun. Sonuç hem şaşırttı hem sevindirdi beni. Şaşırttı çünkü, o kadar çok hata yapmışım ki şaşırmamak elde değil. Hele bazılarını ben mi yapmışım diye sordum kendime. Sevinmemin nedeni ise, hatalarımı görebilmem ve bu hataları en aza indirme olanağına kavuşmam. Bazen olmadık imla hataları yapıyorum. Ama bazen o kadar vahim mantık hatalarımı çıkaıyor ki eşim, ağzım açık kalıyor.

Aslında teknik bir adamım ben. Sosyal branşlar benim alanım değil diye, uzun bir süre mesafe koydum arama.İlk yanılgım hukuk üzerine olmuştu. Birlikte uzun seneler çalıştığım avukat arkadaşım, hukukun da matematiksel bir denge üzerinde kurgulandığını göstermişti bana. Dava sonucunun,  sadece kitaplarda yazılı yasalarla sınırlı olmadığını öğrendim ondan. Sanılanın aksine olaylar üzerinde bir takım bağlantılar kurup, sanki bir karmaşık formül çözermiş havasında sonuca odaklanmak çok daha önemli. Arkadaşımın hukuk bilgisi, benim olaylara mühendis mantığı ile analitik yaklaşmam pek çok davayı lehimize çevirmeye yetmişti.

Benzer bir ilişkiyi yazarlık üzerine kurmaya başladım şimdilerde. Mantığa sığmayan ifadeler iyi bir okuyucunun gözünden asla kaçmıyor. Olayların normal akışına ters düşen ifadeler ya da metnin bir yerinde damdan düşer gibi alakasız bir cümle, yazının ahengini, onun sihirli formülünü bozuyor aniden. Muazzam bir konsantrasyon gerektiriyor bu iş. Sanki duvar örer gibi her taş yerli yerine oturmak zorunda ve birbiriyle güzel bağlanmalı taşlar. Yoksa çöker o duvar, ustasının başına. Usta demezler böylesine artık. Aynı durum yazısı çöken bir yazar için de geçerli. Ustalık ister yazarlık da bu yüzden.

Öğlen olmuştu. Şimdi geçer diye beklediğim ağrılarım bilakis yayılarak arttı. Battaniyeye sarılarak ağrılarımı bastırmaya çalıştım gün boyu

24/01/2016 Pazar, Sığacık, İzmir

Yine soğuk bir havaya uyandık. Güzel güzel kahvaltımızı yaptıktan sonra hiç aklımızda yokken, eşim bir yerlere gitmeyi önerdi. "Bu soğukta nereye gideceğiz ki?" demedim. Sanki ben de böyle bir teklifi bekliyordum. "Nereye mesela?" diye sorup, aslında teklifine sıcak baktığım mesajını vermiş oldum. Biz hep böyleyiz. Bir saat sonra ne yapacağımız belli olmaz. Öyle uzun uzun plan yapmak bize göre değil. Zaten ne zaman plan yapmaya kalksak mutlaka bir sorun çıkar. Çok fazla planladığımız için Karaferye'yi göremedik hala..

Uzak bir yere gitmek değil, eşim için kapı dışına kapağı atmaktı önemli olan. Bense aklıma ilk geleni attım ortaya. "Sığacık". Uzun yıllardan sonra, ilk kez geçen yıl gittiğimizde pazarını çok beğenmiştik. Hangi gündü pazarı diye sorduk birbirimize. Google Amca yetişti imdadımıza. Güzel haber, pazar bugün kuruluyormuş.

Aklıma kızım geldi. O da sever gezmeyi, tozmayı. Kime benzemiş bilmem ki! Katılır mısın bize diye sordum telefonda. "Tamam" dedi.
"Biz geliyoruz, hazırlan o zaman!"

Geç kararımızdan dolayı yola çıkmamız yine öğleni buldu. Ne gam, biz ne zaman günü birlik bir yere gitmeye kalksak, daima yolun karşı şeridi daha yoğun olur. Yani biz gitmeye çalışırken millet çoktan dönüş yoluna çıkmıştır.

Buradan Sığacık az değil hani. Tam 135 km. İzmir üzerinden gidip kızımızı alacağız. Hava güneşli, ama dondurucu soğuk var. Arabada klimanın sıcak düğmesini artış yönünde sonuna kadar çevirdim. 

Keyifli bir yolculuktan sonra İzmir'e vardık. Kızımızla buluştuktan sonra, otoyola girmeyip, eski yol üzerinden Seferihisar yönünde yolumuza devam ettik.

Arabayı park edip aşağı indiğimizde, soğuk bıçak gibi kesti yüzümüzü. İlginçtir, bu havada bile gelen gelmiş buraya. Pazar yeri yine hınca hınç kalabalık. Dar sokakların arasına kurulan tezgahlarda ev yapımı yiyecek ve içecekler satılıyor. Satıcıların çoğu köylü değil, modern hanımlar.  Geçen sefer de dikkatimi çekmişti bu. Hanımların çoğu Ankaralı. Çeşme Alaçatı'yı İstanbullular ele geçirdiği gibi şimdi Sığacık da Ankaralıların işgali altında gibi. Böyle olunca sosyal statü bakımından daha yüksek insanlara hitap eder olmuş. Yine de kesinlikle rahatsız edici bulmadım.

Ev yapımı baklavalar, otlu, peynirli,, patlıcanlı börekler, gözleme çeşitleri, yaprak sarma, keşkek ve türlü kurabiyeler en çok sergilenen gıda türleri. Eline naylon eldiven geçirmiş kibar hanımlar yeni pişmiş yaprak sarmaları uzatarak, "Lütfen tadına bakar mısınız?" diye ısrarla sesleniyorlar tezgah arkasından.

Bu sıra dışı pazar içinde ilerlerken, önümüzdeki tezgahlardan birinde, rengarenk büyük şerbet kavanozları dikkatimizi çekiyor. Erik, nar, armut neyse de kaktüsten yaptıkları şerbet ilgimizi çekiyor. İri kıyım satıcı soğuk havayı tiye alırcasına, kısa kollu bir gömlek giymiş üzerine. Bu adam benden de deli galiba. Organik olduğunu söyledi bütün şerbetlerinin. Bu durumda fiyatlar da organikleşiyor tabi. Ne kadar organik bunu da Allah bilir. Birer bardak içmemiz en azından nefsimizi köreltti.

Kış mevsimi yaza benzer mi hiç. Yazın yoğunluktan şikayet eden işletme sahipleri,günü siftahsız kapatmamak için ellerinden geleni yapıyorlar bu aylarda. Müşterinin ilgisini çekmeye çalışan bir pansiyonlardan birinin kapısındaki kağıt hepimizi gülümsetti. Sıcak yaz mevsiminde bunalan insanları serinliğe davet eden sözcükler, alttan görünür şekilde üzeri karalanmış. Serinlemek için bahçemize buyurun yazısı bizi daha çok ürpertti bu soğukta.

Biraz daha yürüyünce, sevimli butikler gördük yol kenarlarına sıralanmış. Genel olarak şık ve zevkli giysiler, şapka, atkı ve bereler satılıyor bu dükkanlarda. Buraları her zaman potansiyel alışveriş mekanlarıdır bizimkilerin. Ufak dükkanların içine sığmayan cezbedici giyim eşyaları ve aksesuarlar kapı önlerine taşmış. Başını koruyacak bir şey almadan evden çıkan kızımın beğenebileceği bir bere buluruz ümidiyle daldık ufacık dükkanlardan ilk önümüze çıkan birine. Devlet kurumlarının birinden emekli olmuş da sanki sadece hobi olarak bu işi yaptığı izlenimine kapıldığım dükkan sahibi orta yaşlı bir bayan karşıladı bizi güler yüzüyle. Bu tür alışverişlerden hiç hoşlanmam. Bıraktım ana kızı içeride. Giyip çıkartsınlar ne bulurlarsa üşenmeden ben onları dışarıda beklerken.

Butikten çıkıp kale içine geldiğimizde, sağlı sollu sebze, meyve tezgahları dizilmeye başladı önümüzde. Soğuk hava, sergilenen  ürünlerin görüntüsünü bozmuş, canlı görünümlerinden eser kalmamış. Sadece bir yerde şevket-i bostan gördüm. Arapsaçı, turp otu, kavurmalık ya da böreklik karışık ot birkaç yerde vardı fakat fiyatları bizim Salı Pazarına göre en az iki üç kat daha yüksekti.

Akşama doğru güneş çekilmeye başladığında, soğuk kendini daha da hissettirmeye başladı. Küçük, ama sıcak bir cafe bulup daldık içeriye. Üstelik bu şirin yer istediğimizden alaydı. Yanan bir şöminenin önüne kurulup birer sıcak salep içtik.

Ne salep, ne de daha önce yedikleri ev yapımı içli köfte kesmişti bizimkilerin hızını. Karnımız acıktı yeniden. Sığacık'a gelip balık yemeden gitmek olur mu? Hemen bir balıkçı bulduk deniz kenarında. Yok dedik, burası olmaz, donarız burada, ısıtma yetersiz. Başka bir yere gittik. Bak burası daha iyi. Salaş bir yer, naylon ile kapatmışlar daha önce bahçe olarak kullanılan mekanı. Her masaya elektrikli bir ısıtıcı koymayı akıl etmişler her nasılsa. Balığımızı beklerken bahçedeki ördeklere ekmek atıp resimlerini çektik.

Balıkçıdan çıkıp arabaya giderken yarı değerli taşlardan muhtelif takılar imal edip bunları satan bir yere girdik. İçerisi sıcaktı. Kızımla satıcı çetin bir pazarlığa girişti. Sonuçta beklenen oldu ve satıcı kaybetti tabi.

Dönüş yolculuğna çıktığımızda hava kararmaya başlamıştı. Yol üzerinde Güzelbahçe Migros'a uğrayıp alışveriş yaptıktan sonra kızımın evine vardık. Bir iki gün misafiriz burada artık. Salı günü akşamı Kemeraltı Kalimera Restaurant'da lise arkadaşlarımla buluşacağım. Şaka değil tam 40 yıl olmuş liseden mezun olalı.

Evde ilk iş olarak bugün aldığımız iki Elif Şafak kitabından adı "Mahrem" olanı okumaya başladım. Şafak'ın yazdığı ikinci kitapmış bu. Bakalım beğenecek miyim? Kitap okumayı bırakıp Viyana ve Salzburg'ta kalacağımız otellerin rezervasyonlarını yapıp her iki şehir arasındaki tren biletlerimizi on-line satın aldık.

Kızımın çılgınlıklarını seviyorum. Bu sefer de sıcak şarap niyetine, değişik otları kaynatarak yaptığı çayı, şarap kadehleri ve sürahide sundu bize. Çayı sevmeyen ben bu tadı çok beğendim.






23 Ocak 2016 Cumartesi

23/01/2016 Cumartesi, Tire

Düne göre soğuk bir hava. Çalışma var diye erkenden kalktım. Yaylaya vardığımda benden önce gelen Yakup Usta ve Kadir bahçe kapısını açmışlardı. Her ikisi de ağır bir gripten yeni çıkmışlar. Bu yüzden hiç birimizin beklemediği bu soğuk hiç iyi gelmeyecekti onlara.  Yakup Usta, soğuktan dolayı eşik betonunu tamamlar tamamlamaz işi paydos ederiz dedi. Keşke dedim, keşke onu bitirsek en azından.

Kadir biraz ısınırız diye hemen ateş yakmaya koyuldu bahçe girişine. Yakup Usta ile birlikte binaya doğru yürüdük. Havuzdan su aktaracağımız kalın hortumu kullanabilecek miyiz? Eğer içinde su kaldıysa donmuştur kesin. Traktörcü Mehmet'i arasam mı ki? Nereden bakarsan bak yine bir saati bulur çakıl getirmesi. Yakup Ustayı çalışmaya niyetli görüp çevirdim Mehmet'in numarasını daha fazla gecikmeden. Telefon uzun uzun çaldı ama cevap veren olmadı. Bana geri döneceğini bildiğimden ikinci kez aramadım.

Aşağıdan kalasları söküp kapıya götürmesinde kendisine yardımcı olması için Kadir'e seslenen Yakup Usta, ona sesini duyuramadı. Neden sonra ustasının sesini duyan Kadir, kalasları taşımadan önce, kapısını açtığım taş evden aldığı malzemeleri bahçe girişine taşıdı.

Malzemeler taşınırken çalan telefonuma baktığımda Traktörcü Mehmet'in aradığını gördüm. Ona beton için acilen çakıl ve çimento getirmesini söyledim.

Bugün bahçenin girişindeki çelik kapının eşik betonu dökülecekti. Ekip kalasları getirdikten sonra kalıp kurmaya başladılar, soğuk havaya rağmen. İş başında dikilirken komşularımızdan Tahsin, yanında tanımadığım başka biriyle çıktı ortaya aniden, Tire'den geliyorlarmış, geçerken uğramışlar. İçeri buyur ederek taş binayı gezdirdim. İnşaatın çatısı kapatmış,  doğramaları ve camları takılmış halde ilk kez görüyorlardı. Çok beğendiler. Onlar ayrılmadan önce traktörün sesi duyuldu.

Traktör kapının önüne yanaştı. İşçiler çimento torbalarını indirdikten sonra çakılı uygun bir yere boşalttılar. Yakup Usta, yukarı çıkardığı kalın hortumun içinin buz tuttuğunu ve onun bu şekilde kullanamayacaklarını, ancak bir müddet sonra buzun eriyebileceğini söyledi. 

Azalara imzalatacağım kağıtları yanıma almıştım.İşçilerin başında beklememe gerek yok bu soğukta. Nihat dayıyı aramış, yukarı geleceğini öğrenmiştim. Az sonra pikabıyla bahçesinin önüne geldi. Köpek ve tavukları bakmak ve onları beslemek için her gün gelmek zorunda olduğunu söylemişti bana.. Hemen yanına gidip köy meclisinin bir azası olması münasebetiyle ona belgeleri imzalattım. Yanından ayrılmadan diğer azalardan biri olan Bekçi Ahmet'i aradım. Evdeymiş. "Sana işim düştü, hemen köye iniyorum." dedim.
Köye vardığımda beni bekliyordu. Onun da imzasını alınca çiftçi belgelerim eksiksiz tamamlanmış oldu. Kısa zaman sonra vesikalı çiftçi olacağım, yaşasın. Bir bu eksik kalmıştı zaten.

Size sorarım ne yapılır bu soğukta? Ben doğruca eve varıp eşimle güzel bir film seyrettik. Ünlü Rus yazar Dostoyevski'nin aynı adlı romanından uyarlanan eski bir film,  "Karamazov Kardeşler". Filmin başrolünde Yul Brynner'ın oynaması hoş bir sürpriz oldu. "Kral ve Ben" dizisini hatırlattı bize.

Az önce Umman'dan Mustafa Bey aradı. Fırat'tan çok memnunmuş herkes. Güzel şeyler söyledi onun için, gururlandım doğrusu. Dört ay sonra Kalite Kontrol bölümüne transfer olacakmış. 

22 Ocak 2016 Cuma

İtalya Seyahati - Goethe


Kitabın Adı: İTALYA SEYAHATİ
Yazar: Johann Wolfgang Von GOETHE (1749-1832)

Çeviren: Gürsel AYTAÇ
Sayfa Sayısı: 369
Yayınevi: İletişim Yayınları
Basım Yılı: I. Baskı, 2014, İstanbul
Türü: Gezi
Kitap Hakkında: Varlıklı bir ailenin çocuğu olan yazar, küçük yaşta ailesi ile birlikte yaptıkları gördüğü İtalya'ya hayran kalmış, daha sonra 3 Eylül 1786 - 6 Haziran 1787 tarihleri arasında bu sefer yanında ailesi olmadan gezme fırsatını yakalamış. Uzun süren yolculuğu boyunca, üç ay kaldığı Roma ve dört ay kaldığı Napoli'deki izlenimlerini arkadaşlarına yazdığı mektuplarda paylaşmış. Son durağı olan Sicilya'da belli bir süre geçirdikten sonra dönüş yolunda Napoli'de bir süre daha kalmış.

Sanatçı kişiliği, jeolojiye ve botaniğe ilgisi yazılarına yansımış. Çoğunlukla ilgi duyduğu alanlar resim, heykel ve edebiyat üzerinde yoğunlaşmış. Her gittiği yerde tarihi eserler, kalıntılar, müzeler, kiliseler, özel koleksiyonlar hakkında not düşmüş, bölgedeki din adamları, prensler ve sanatçılarla sohbet etmiş masalarına konuk olmuş. Kitapta zamanın sanatçıları ve sanat eserleri, coğrafi ve jeolojik özelliklerinden sıkça bahsetmesi okuyucuyu biraz sıksa da bulunduğu yerlerin sosyo-ekonomik durumunu başarılı bir şekilde tasvir etmiş. Bunun yanı sıra, Kuzey insanının disiplinli ve planlı hareket etmesini iklim şartlarına bağlayarak Güneye inildikçe insanların daha sıcak ve eğlencelerine düşkün olduğunu, yiyecek ve içeceğin yılın her mevsiminde ihtiyacı fazlasıyla karşıladığını vurgulamıştır. Napoli'de faal durumdaki Vezüv Yanardağı, yıllar önce Vezüv'ün küllerine gömülen antik Pompei şehri kalıntıları,   Sicilya'nın Etna Yanardağı özel ilgi sahaları olmuştur. Kara yolculuğunun yanı sıra Sicilya'ya gidiş ve dönüşlerinde maceralı deniz yolculukları da yapmıştır.

Çeviri: Çok zor bir iş olduğunu biliyorum ama kitabın bazı bölümlerini anlamakta zorlandım. Kitabı tamamlamak için sabırlı bir okuyucu olmak lazım. Sıkıcı olan yerler bir de çeviriden kaynaklanan anlam kayıplarıyla çekilmez hale geliyor. Kitabın sonuna doğru ifadeler biraz daha güzelleşiyor. Bu değişim kitabın orijinaliyle ilgili sanırım. Yoğun olarak sanattan bahsedilen bölümlerde ya metin tam karşılığını bulmuyor ya da yazılanı anlamak için o sanatı tanımak gerek. Belki de sanatla ilgili olan kişiler çeviriden çok daha fazla şikayet edeceklerdir. Bu da ihtimal dahilinde tabi.  

22/01/2016 Cuma, Tire

Uzun zamandır elime yapışan kitabı nihayet bitirdim. Bloğumda okuduğum kitaplardan bahseden bir sayfa daha açacağım. Üzerinden birkaç kitap geçtiğinde son okuduğum kitapla ilgili olarak aklımda çok az şeyin kalacağını biliyorum artık. İşte bu yüzden sıcağı sıcağına küçük notlar düşmek iyi olacak.

Bilenler bilir. Tire'de iki pazar kuruluyor. Biri meşhur Salı pazarı, diğeri Cuma günü kurulan pazar. Ben, birinciye büyük pazar ikincisine küçük pazar diyorum. Bugün küçük pazara çıkıp biraz alışveriş yaptım. Muhtarlıktan ikametgah aldım, çiftçilik belgelerini hazırlamakla meşgul oldum. Sadece Kaplan köyünden iki azanın imzası kaldı yarına. Kaplan muhtarı bile şehre indiğinden köye çıkmama gerek kalmadı şansıma.

Belediye çarşısının altında yeni açılan Carrefour alışveriş merkezinden ihtiyacımız olan bazı şeyler aldım. Eşimin dediğine göre balık reyonunu çok methediyorlarmış. Hakikaten methettikleri kadar olduğunu gördüm. Çalışanlar müşteri ile ilgileniyorlar. Hem çeşit hem de tazelik bakımından gayet başarılı buldum. Jumbo karides, kalamar ve bir sürü balık çeşidi var. Buna bayıldım.

Çocuklar bugün karne aldı. Ortalık cıvıl cıvıl. Bazı öğrencilere maziyi anarak baktım. Hatta onları kucaklayıp tebrik etmek ellerine küçük birer harçlık vermek bile geldi içimden. Yaşadığımız ortam malum. Sapık sanmasınlar diye vaz geçtim hemen.

Gün geçmiyor ki toplum tarafından iyi bilinen biri hayatını kaybetmesin. Dün Mustafa Koç, bugün Kamer Genç. 56 yaşında vefat eden Mustafa Koç, çok genç yaşta ölümü tattı. Kamer Genç ondan 20 yaş daha büyük olmasına karşın soyadı gibi genç kalanlardandı. Her ikisi de Atatürkçü, laikliği benimsemiş, cumhuriyet aşığı insanlardı. Devletimiz için iki günde iki önemli kayıp.

İşlerin yoğun olmadığı günler, buraya bazı konu başlıklarını taşımak adet haline geldi benim için. Yine fırsat bulduğumda kısa öykülerden çeviri yapmak planlarım arasında. Çeviri üzerine birkaç noktaya değinmek istiyorum. Son okuduğum kitap  bir çeviriydi. Yapılan çeviriler çoğu zaman dilimize tam oturmuyor. Önemli olan metni kelime bazında  dilimize çevirmekten ziyade, anlatılmak istenen duygu ve düşünceleri doğru bir şekilde aktarmak olmalı. Gerektiğinde farklı kelimeler kullanalım, gerekirse vurguları değiştirelim, yeter ki okuduklarımız kulağımızı tırmalamasın. "Hey dostum nasılsın?" denmiyor bu ülkenin hiç bir yerinde değil mi?

Son okuduğum kitaptan örnek vermek istiyorum yine. Kitabın pek çok yerinde inançlı Hristiyanlar, "mümin" diye dilimize çevrilmiş olması dindar bir kişiliğe sahip olmadığım halde beni bile rahatsız etti. Mümin, Müslümanlara özel bir tanım olarak yerleşmiş bence. Eskiden devrim şehitleri derlerdi. Şehitlik kavramı da benzer şekilde hoyratça kullanılıyor. Şimdi bakıyorum ölen kişilerin tabutları üzerine bir bayrak örtüp şehitlik payesi veriliyor. Bana göre doğuda hayatını kaybedenlerin içine bir nebze su serpmek için verilen gaz bu şehitlik. Madem o kadar büyük bir makam neden hep gariban çocukları şehit oluyor da ensesi kalınların çocukları değil. İyi bir şey olsaydı, bizi yönetenlerin ve iktidar sahiplerinin çocuklarından kalmazdı kimseye şehadet makamı.      

Akşam üzeri Yakup Usta aradı. Yarın sabah gelebilirmiş. Yayla çalışmaları başlıyor. Epey paslanmıştık, yeniden başlamamız iyi olacak.  

21/01/2016 Perşembe, Tire

Bugün serbest günüm. Beklediğim yağış yine yoktu. Biri sabahleyin diğeri akşam saatlerinde olmak üzere iki kez evden dışarı çıktım.

Benim sonum nereye varacak şimdiden kestirmek zor. Şu okur yazarlık meselesi beni içine çektikçe çekiyor. Sabah bir şeyler üretmeye kararlıydım. Ne yapıp yapıp ilk öykümü bloğuma koyacağım. Bir kaç konu arasından beni en çok etkileyenini seçip kaleme aldım. Bütün günümü aldı bu iş. Sadece alış veriş için bir ara dışarı çıktım. Muhtara çiftçilik belgelerini imzalatacaktım güya ama ona da zaman kalmadı. Sadece formları doldurdum.

Yazı yazmak zor zanaat. Düşündüklerin başka, yazıya aktardığın başka, okuyucunun yazından anladığı daha bir başka. Fikirler üç kademede erozyona uğruyor. Okudukça insan ne kadar cahil olduğunu anlıyor. Her hangi bir konuyu bilirim diyen, aslında cehaletini kanıtlamış oluyor. Bense kendimi ana sınıfı öğrencisi gibi görüyorum. Okuyup yazdıkça sınıf atlayacağım. İlk aşamada, okurken mümkün olduğunca yazarın düşüncelerini  algılamayı, yazarken ise bana ait fikirleri doğruya yakın olarak kağıda dökebilmeyi hedef seçtim kendime. İlk öykü denememde, fikrimi kelimelere dönüştürdükten sonra onu tekrar tekrar okudum. Her seferinde yazdıklarımı düzelterek kafamda oluşturduğum fikirlere yaklaştırdım. İmla hatalarını, ifade bozukluklarını saymıyorum bile. Bu konularda eşim de bana zaman ayırdı sağ olsun. Çoğu zaman kendi hatasını göremiyor insan. Bu yüzden farklı bir göz her zaman faydalı elbette. Hele bu gözün sahibi bir dil uzmanıysa daha bir keyifli oluyor.

Ne kadar okusam da hala eksik bir şeyler kalıyor sanki.  Yüz defa okusam, her seferinde yine düzelteceğim. Bu düzeltmeler yeni imla hatalarına ve anlam bozuklukların yol açacak. Onları tekrar okuyup düzelteceğim. Bir kısır döngü içinde kendime bir çıkış yolu arayacağım.

Geçenlerde kaleme almış olduğum yazının birinde, yazar ve bestecinin benzer yönlerinden bahsetmiş ve bu benzerliğin temelinde, iki meslek grubunun da sanatın farklı dallarına hizmet etmelerinin yattığını ifade etmiştim. Yazar olsun, besteci olsun ortaya koydukları eserlerde kendi fikirlerini, duygu ve düşüncelerini kısmen aktarabildiklerini anlatmaya çalışmıştım. Goethe'nin İtalya Seyahati isimli kitabında yazdıklarıma bir benzer dokunuş dikkatimi çekti. Goethe benzer bir ilişkiyi ressam ve resim sanatı üzerine kurmuş.

Napoli'de bir dostunun tavsiyesi üzerine Goethe, Kniep ismindeki bir ressamı Sicilya seyahati boyunca kendine eşlik etmek üzere yanına alıyor. Nerede güzel bir manzara ya da bir eser varsa bunları hemen kağıda geçiriyor Kniep. Napoli'ye dönüş yolculuğunda muhteşem bir deniz manzarası eşliğinde, uzaktan Capri şehrini gördüklerinde şunlar dökülmüş Goethe'nin kaleminden;

"Bu manzaraya hayran olduk, Kniep bu ahengi yansıtmaya bütün bir renk sanatının yetmeyeceğine, en hassas İngiliz kalemini tutan en usta elin bile bunu çizmeyi başaramayacağına hayıflandı."

Yani bazen kelimeler, notalar, bazen de renkler kifayetsiz kalır insanın meramını anlatabilmek için. Tam olarak anlatsa bile bunları anlayacak birileri olmalı ki karşılığını bulsun onca emek.

Akşam sevgili eşimle birlikte babasını kaybeden eski bir dostumun evine başsağlığı ziyaretinde bulunduk.

Yaylada yarım kalan işlere devam etmek için Yakup ustayı aradım. Ailecek gripten kırılıyormuş. İyileştiği zaman beni arayacak. Yine de bir iki gün gelemeyecek gibi.      

21 Ocak 2016 Perşembe

TEFTİŞ


Uykusuzluğunun sebebi nöbetçi olması değildi. İstese nöbetçi subay odasına çekilir, sabaha kadar rahat rahat dinlenirdi. Ama o, tümen komutanının ertesi gün tabura yapacağı teftişe takmıştı kafayı. Hiçbir olumsuzluk yaşanmaması için askerleri gün boyunca ikaz etmiş, koğuşların önünde, koridor boyunca dizili çelik dolapları teker teker açtırmış, şahsi eşyaların düzeni ile bizzat kendi ilgilenmişti.

Askerde disiplinin ne olduğunu anlamak için kışlada yaşamak lazım. Koğuşlardaki soyunma dolaplarında nelerin olup nelerin olmayacağı, eşyaların dolabın hangi bölümünde ve hangi şartlarda muhafaza edilmesi gerektiği el kitaplarında açıkça yazılıydı. Sabunun, plastik özel kabının içinde alttan üçüncü rafın sol köşesinde olması, naylon poşete konulmuş diş fırçasının, dolap kapağının üst kısmına yerleştirilmesi gerektiği de. Postallarını çelik dolabın altına, valizlerini ise üstteki kapaklı bölüme itinayla yerleştirmeliydi asker. Dolapların içinde dergi, gazete, yiyecek ve içecek asla olmamalıydı.

Çevresine topladığı askerlere defalarca sormuştu sormasına ama hiçbiri, şuyum eksik, buyum eksik dememişti. Üşenmeden defalarca açtırdı çelik dolapları. Her seferinde ya bir eksik ya da yasak olan bir şey buldu. Kimilerinin pantolonu sökük, bazılarının ayakkabısının boyasız olduğunu gördü. Yatma saati çoktan geçmiş olmasına rağmen herkes ayaktaydı. Bütün koğuş harıl harıl onun tespit ettiği eksiklikleri gidermeye çalışıyordu.

Kışlaya yeni gelen her acemi subaya yapılanlardan o da nasibini almıştı. Arkasını döner dönmez her adımında ona da "cik", "cik" diye ses çıkarttılar. Sesin geldiği yere döndüğünde, onca asker kalabalığı içinde, sesi çıkaran kişiyi bulmak neredeyse imkansızdı. Hatta sesin sahibini bulurum ümidiyle askerin arasında bakınmaya gör, hep birlikte kıkır kıkır gülmeye başlar, iyice madara ederlerdi adamı. İşte böyleydi oyunun kuralları kışlada.

Genç bir subayın kışladaki ilk  günlerinin çok sıkıntılı geçeceğini biliyordu. Kendini askere saydırmanın şart olduğu bir yerdi burası. Hele ki biraz yumuşak davransın, bunu hemen kullanmaya yeltenirlerdi. Böyle durumlarda astsubayların bıyık altından gülmesi de onu çileden çıkarırdı. 

Kışlaya geleli fazla bir zaman geçmemişti. O da ilk dersini bir kıdemli başçavuştan almıştı. İçtima alanına toplanmış askerlerin önünde, çocuğu yaşındaki subaya "Komutanım!" diye hitap etmek ona ağır gelse de,  bir sefere mahsus zevkle yapmıştı bunu başçavuş. Avazı çıktığı kadar bağırmıştı askerlerin önünde. "Komutanım, dedim ben size, bunlar iyilikten anlamaz, şimdi neden anladıklarını göstereceğim size!" der demez askerlerin gözlerine çöken korku izleri canını acıtmıştı.Bir yandan nutuk çekerken tek sıra dizilmiş kocaman adamların önünde volta atmaya başlamıştı. Kimsenin beklemediği bir anda sıranın en başındaki askere sille tokat girişmişti. Sonra sırayla diğerlerine de. Bu manzaradan çok rahatsız olmuştu ama ne yapmak gerektiğini bilememişti o tecrübesizliğiyle.  Bir ara kaşarlanmış astsubaya "Hop ne yapıyorsun?" diyecek olmuştu ama o cesareti kendinde bulamamıştı yine. Sonra, utanmıştı kendinden askerini koruyamadığı için.

Askerler şiddet gördükleri astsubaylardan çok çekinirlerdi. Hele onlara saygıda bir kusur etmeye görsünler, analarından emdikleri süt burunlarından gelirdi.  

Bütün kontrolleri tamamlamış olmanın huzuru içinde, uykusuzluğun izleri gözlerine çökmeye başlamıştı sabahın ilk ışıklarında. Birden kendisinin de bu teftişin bir parçası olduğu geldi aklına. Hemen üst başına çeki düzen verdi. Lavaboya koşup dişlerini fırçaladı, sinekkaydı tıraşını oldu. Yüzüne sürdüğü limon kolonyası da onu biraz kendine getirmiş oldu. Sonra ayakkabılarını parlattı, yırtık söküğüne baktı, teçhizatını kontrol etti.

Zamanın nasıl geçtiğini  anlayamamıştı. Pencereden dışarı baktığında, I. Bölük askerlerinin tam teçhizat kuşanmış vaziyette, meydanda toplanmaya başladıklarını gördü. Tabur nöbetçi subay defterini vukuat yok yazıp imzaladıktan sonra o da kuşanıp dışarı çıktı.

Akşam defalarca denetlediği askerlere hala sormaya devam ediyordu. "Eksik bir şeyiniz yok, değil mi?" Hani var deseler, o vakitten sonra yapacak bir şey de kalmamıştı aslında. Yine de askerlerin "Eksik bir şeyimiz yok, hazırız komutanım" demeleri ona moral veriyordu. Epey ilerde, bölük komutanının binanın önüne çıkıp bulundukları tarafa doğru geldiğini gördü. İlk tekmilin ona verilmesi gerekiyordu.

Düzen almaları için tam emir verecekti ki, sağ tarafta askerlerden birinin elinde iğne iplik, bir şeyler yaptığını fark etti. Deliye döndü. Dehşetle o tarafa doğru yürüdü.
- Sabaha kadar yırtığınızı söküğünüzü dikin, her şeyi eksiksiz istiyorum demedim mi lan ben size, diye bağırmaya başladı.
Gözleri dönmüştü, bunun için mi sabaha kadar uyumamıştı. Şimdi rezilin biri kalkmış, teftiş günü söküğünü dikmek için son dakikaya kadar beklemişti. Üstelik bölük komutanı da ha geldi ha gelecekti. "Kim bu densiz" diye bağırarak askerin bulunduğu ağacın yanına vardı.

Asker, korku ve panik içinde oturduğu yerden doğruldu. Şaşkın gözlerle baktı komutanına. "Komutanım, komutanım" sözcüklerinden başka bir şey çıkmıyordu ağzından. O kızgınlıkla askerin yalvaran bakışlarını  fark etmedi komutan. Hâlbuki hırsla karşısına aldığı kişi onun en  sevdiği, güvendiği kişiydi.

Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Kendisini bu kadar zor durumda bırakan her kim olursa olsun cezasız kalmamalıydı. Onca çabası boşa gitmişti. Askerlik mesleğinde dediğini yaptırmanın, disiplinin tek yolu astsubayın gösterdiğiymiş demek. Bir yandan da adil olmak zorunda hissetti kendini, bu terbiyesizliği yapan en sevdiği asker bile olsa. Aynısını başka biri  yaptığında nasıl bir ceza verecekse, ona da aynı cezayı uygulamalıydı. Kendini savunmasına hiç fırsat vermedi, sadece "Hemen ayağa kalk!" dedi. Asker ürkek bir şekilde doğrulurken "Komutanım, komutanım" demeyi sürdürdü.
- Bırak, dedi, Bırak komutanım demeyi. Ne laftan anlamaz adammışsın sen. Sabaha kadar bundan önemli ne işin vardı.

Ayağa kalkar kalkmaz olanca gücüyle geçirdi askerin yüzüne sıkılmış yumruğunu.
- Siz bundan anlarsınız.
Yetmedi bir daha vurdu. Bir daha… Sendeleyince bir kez daha vurdu. Biraz olsun hırsını aldığında, elinin kan içinde kaldığını gördü. Sonra başını kaldırıp askerin yüzüne baktı. Akan kanın ağzından mı burnundan mı geldiğini anlayamadı. "Hadi bakalım, şimdi söyle" dedi. "Neden bu işi son dakikaya bıraktın?"

"Komutanım" dedi asker, dudakları titreyerek "Elimde… dikmeye çalıştığım… sizin miğfer kılıfınızdı. Benimkini dün gece onarmıştım zaten." Gözleri yaşlıydı, yüzündeki kanları eliyle gizledi.

Askerin verdiği cevap şok etti onu. Ne yapacağını bilemedi birden. "Ben ne yaptım" dedi şaşkın bir pişmanlıkla. Onun da gözleri doldu birden. Daha fazla bakamadı askerin yüzüne. "Git" dedi, "hadi git, yüzünü yıka."

Çok sevdiği komutanının miğfer kılıfındaki söküğü fark eden asker, onu sessizce dikmeye kalkmıştı. Oysa kimse istememişti bunu ondan. O da kimseye bahsetmemişti zaten. Sonrasının hiç önemi yoktu artık. Sadece üç günü kalmış tezkereye. Memlekete yolcu etmeden, pastahaneden bir kutu kuru pasta aldı ona, yolluk niyetine. Hiç komutan özür diler mi erden? Diledi. Yaşadığı bu olay ona yaşam boyu unutamadığı bir ders oldu. "Kabahat ne olursa olsun, karar vermeden önce dinlemek lazım." 

20 Ocak 2016 Çarşamba

20/01/2016 Çarşamba, Tire

Hava kapalı ama henüz yağmur yok. Meteoroloji bu mevsimde bizi çoğu zaman yanıltabiliyor. Her şey onların da elinde değil  elbette. Atmosfer koşulları devamlı değişkenlik gösterdiğinden saat başı güncelleme yapmak zorunda kalıyorlar. Dünkü tahmin raporlarına göre İzmir'in yağmurlu, Aydın'ın ise parçalı bulutlu olacağı bilgisi verilmişti. Aydın'a daha yakın olduğumuz için bir ihtimal yağış yok diye düşündüm. Ancak ilçe merkezleri hava durumuna girdiğimde, Tire'nin, İzmir'deki gibi yağışlı olduğunu gördüm. 

Öncelikle yaylaya bir göz atmak istiyordum. Artık bir gün bile gitmesem aklım orada kalıyor. Eşimle müştereken yapacak işlerimiz de vardı çarşıda. Ben yukarıda yayla işlerimi halledene kadar, o da evin işlerini tamamlar, daha sonra çarşıya birlikte çıkarız diye karar verdik. 

İlk olarak çarşıdan yukarı yayla kapısı için bir asma kilit satın aldım. Kaplan yollarına tırmanırken hafiften yağmur atıştırmaya başladı. Dünkü yoğun sis yoktu bugün ama daha soğuktu. Köye vardıktan sonra yağış sulu kara döndü. Köyü geçip yayla yoluna saptım. Yükseklik arttıkça kar taneleri havada kelebek gibi uçuşmaya başlamıştı. Arabayı her zaman olduğu gibi aşağı yayla ana giriş kapısının önüne bırakıp kapıya asma kilit takmak üzere orta yaylaya girişine doğru yürüdüm. Yukarı taraflardan sesler geliyordu. Dikkatlice baktığımda, yanında birkaç kişi olduğu halde, odun yüklü römorku çeken bir traktörün,  yavaş yavaş aşağıya doğru indiğini gördüm. Tahmin ettiğim gibi traktörün üzerindeki bizim Gümeli Ali'ymiş. Kaynanası için kışlık odun almaya gelmiş. "Ali, sen dün gelmedin mi?" diye sordum. "Yok, bugün geldik" dedi, "Ben dün geleceksin diye biliyorum, eğer biraz daha geç kalsaydınız, kapıya asma kilidi vurup sizi içerde bırakacaktım" dedim. Güldü sadece. Bizim kestane işinde çalışan Yaşar ve tanımadığım bir kişi traktörün yanında yürüyerek ona eşlik ediyorlardı. Yukarı çıkmadan önce her üçünün de kapıdan dışarı çıkmalarını bekledim.

Yağan yağmurların etkisiyle yukarı yayla yolunun bozulup bozulmadığını merak ediyordum ayrıca. Yol boyunca yer yer boyuna derin yarıklar açılmış. Benim araba yine çıkar bu yoldan ama toprak kabardığından dolayı epey zorlanır. Maceraya gerek yok diye düşünüp yola tırmanmaya başladım. Yukarı yaylaya yaklaşık elli metre kala, yağış sularının yol kenarındaki dolgu eteklerini aşındırdığını ve sol tarafta yol eksenine paralel çökme çatlaklarının oluştuğunu fark ettim. Seneye yine buraları elden geçirmek lazım. Bir kaç sene geçmeden oturmaz zemin zaten.

Merak ettiğim diğer bir konu da yukarı yaylanın girişinde, hemen sol taraftaki nar ağaçlarının üzerinde meyve kalıp kalmadığıydı. Beklediğim gibi ağacın üzerinde bir tane dahi meyve kalmamış. Yaklaşık iki haftadır çıkmıyorum yukarı. Ya birileri toplayıp gitti ya da kendiliğinden yere düştüler. Hırsızlık mı bu, ben mi günahlarını alıyorum insanların. Yerlere baktım, sadece iki üç tanesini soğuktan donmuş halde buldum. Onların da yenecek hali kalmamış zaten. Olduğu yere bıraktım yine. Yok yok, birileri gelip toplamış olmalı. Ne diyeyim ki?

Havuz başına kadar ilerledim. Yeni diktiğim fidanlar yapraklarını döküp kış uykusuna dalmışlar ama dallar taze ve canlı. Aşağı doğru baktığımda, Tire sis perdesi altında ama yine de buradaki manzara aşağı yayladakinden daha güzel.


Aynı yoldan geri dönüp kapıya asma kilidi taktım. Ayrıca zeytinliğe uğramaktı niyetim. Zaten yukarı çıkarken zeytinliğin önünde park etmiş sarı renkli bir pick-up beni hayli işkillendirmişti. Köyü geçtikten sonra zeytinliğin önünde arabayı park ettim. Gelirken gördüğüm pick-up yoktu bu sefer. Belki de komşulardan biridir diye düşündüm. Aynı giriş yolu başkalarının bahçelerine de çıkıyor çünkü. Ama ben komşuların pek çoğunu tanımıyorum hala.

Arabadan iner inmez, girişteki ilk ağaçtan iri zeytin taneleri dökülmüş yerlere yine. Geçen geldiğimde de epey döküntü vardı. Üst dallara yetişemediğim için her geldiğimde kendiliğinden dökülmüş oluyorlar. Bir naylon poşete doldurmaya başladım taneleri. Ama o da ne? Ben zeytinleri toplamakla meşgulken, ansızın yavru bir köpek belirdi yanımda. Ayaklarımın arasına girip çıkıyor, üzerime sıçrıyor. Ben yerdeki zeytine uzandığımda, sanki elimde ağzına uygun bir yiyecek varmış gibi, kapmaya çalışıyor. Belli ki aç kalmış bu soğukta hayvancık. Kar atıştırmaya devam ediyor. Bu havada korunacak bir yeri de yok. Kim bırakmış ki bu zavallıyı buraya? O pick-up'ın sahibinin işi miydi yoksa.

Ne olursa olsun bu yavru köpek zeytin toplattırmamaya kararlı görünüyordu. Nasıl yapacaksam, önce karnını doyurmak lazım. Arabada ona göre bir şey de yok. Gelen geçenden istesen, olmaz. Eşime telefon ettim. Bir arkadaş buldum kendime, oynuyoruz burada deyince, hemen "Köpek mi?"diye sordu. "Evet" dedim, "Sevimli mi sevimli, ama karnı çok aç, belli". "Git bir yerden ekmek bul" dedi bana. Köyde bakkal yok, "Çarşıya inmem lazım" dedim. "İstersen beraber gelir, yiyecek bir şeyler getiririz bu garibe". Biraz daha zeytin topladıktan sonra köpeği orada bırakıp yola çıktım. Ya bekleyecek ya da kaçıp gidecekti biz dönene kadar.

 

Eşimi almak üzere eve uğradım. İcara verdiğimiz yerleri üzerimize geçirmek ve çiftçi kaydımızı yaptırmak üzere Ziraat Odasına gittik. Bu işler için doldurmamızı istedikleri formları aldık. Bunları bir de muhtara imzalatmak gerekiyormuş. Artık büyük teşvikler (!) alacağız devletimizden. 

Belediyede yaylaya elektrik temin prosedürlerini ve bankadaki işlerimizi hallettik. Son olarak da evin elektrik faturasını ödemek üzere dağıtım şirketine gittik. Elektrik tüketim miktarımız sınırı aştığı için artık % 5 bonus vereceklermiş. Her şey vatandaş için (!)

Elektrikçi Ali'yi aradım. Kablo kanalını açacak işçi bulacaktı bana. Ben de birilerini buldum dedim ona. Hava düzelir düzelmez yer altı kablosunun döşenmesine başlamak üzere sözleştik. Yayladan aşağı doğru hat güzergahını işçilere kendisinin tarif edebileceğini söyledi. Bu iş diğer pek çok işin önünü tıkamış durumda.
Çarşıdaki işlerimiz bittikten sonra aklımıza zeytinlikte bıraktığım yavru köpek geldi. Acaba hala bıraktığım yerde mi? Eğer oradaysa yemek götürsek iyi olacak. Aç olduğu her halinden belliydi. Bunu bildiğimiz halde ilgisiz kalamazdık. Belki dönüşte onu orada bulamayacaktık ama ya bizi bekliyorsa... Bakkaldan ekmek, bisküvi türünden bir şeyler aldık. Başka ne yer ki bu hayvan. Eğer düşündüğüm gibi açsa kuru ekmek bile yemesi lazım. Kaplan yoluna düştük yeniden. Zeytinliğe varır varmaz bizim ufaklığı görünce çok sevindim. Kuyruğunu sallayıp üzerimize doğru koştu.

Eşim ekmeği ufak parçalara ayırıp onun önüne koydu. Nasıl da saldırıyor kuru ekmeğe? Ne kadar acıkmış meğerse. Sulu kar atıştırmaya devam ediyor. Önce yanımıza koşturup bir lokma alıyor ağzına sonra dönüp uzaklaşıyor. Bitirdikten sonra yeniden gelip bir lokma daha alıyor. Bu gidip gelmeler devam ederken eşim ona sığınacak bir kovuk bulma telaşındaydı. İlk açlığı giderilince artık nazlanmaya başladı. Bunun üzerine yanımda getirdiğim bisküviyi çıkardım. Yeniden heyecanlı bir şekilde elime saldırmaya başladı. Tadını da çok sevdi galiba.


Kısa zamanda bir paket bisküviyi yaladı yuttu tatlı niyetine. Kalan ekmeği de uygun bir köşeye doğranmış olarak bıraktık. Artık ayrılma zamanı gelmişti. Hangi acımasız bıraktı acaba onu bu soğukta? Neyse ki biraz karnı doydu şimdilik. Bir sonraki sefer onunla yine karşılaşacak mıyız ki?