İngiliz edebiyatının önemli yazarlarından biri olan H.G. Wells, (1846-1946) 1896 yılında kaleme aldığı bilim kurgu romanıyla bu türün öncüsü kabul edilmektedir. Doktor Moreau'nun Adası romanı bir kaza sonucunda şans eseri kurtularak kapağı okyanusun ortasındaki küçük, volkanik bir adaya atan Edward Prendick'in karşılaştığı sıra dışı olayları konu ediyor. On bir yıldır adada yaşayan Dr. Moreau etik açıdan tartışmaya açık bir takım bilimsel araştırmalar için eline geçirdiği hayvanları dirikesim (viviseksiyon) yöntemiyle organ ve dokularını değiştirip garip yaratıklar meydana getirmekte. Bu şekilde ortaya çıkan ve konuşma yetisini kazanıp yarı insan-yarı hayvan haline gelen canlılar Doktor Moreau'yu kendilerinin yaratıcısı, yani Tanrıları olarak görüyor. Montgomery adındaki tıp doktoru yardımcısıyla birlikte adadaki altmış kadar tuhaf yaratığın her birine bazı yasalara uymaları gerektiğini aksi takdirde acı odası dedikleri yerde işkence altında acı çekeceklerini öğretmişler. Prendick bu acayip adaya çıktığı andan itibaren olayların seyri değişiyor.
Doktor Moreau'nun Adası yazıldığı tarihe göre iddialı, ileriyi gören ve ses getiren bir kitap. Daha sonra etik, bilimsel ve felsefi kaygılara neden olan eserin filmleri çekilmiş, müzik, tiyatro ve edebi sanatlar üzerinde etkili olmuş. Elbette Moreau'nun bilgisi o döneme göre yeterli değil ve genetik biliminden hayli uzak, tamamen hayali. Zaten kesip biçmek lafından başka bir detayı kitapta bulmak mümkün değil. Moreau, söz gelimi, sırtlanla domuzu ya da atla gergedanı kesip birleştiriyor, nasıl oluyorsa ürettiği bu hibrit yaratıklar konuşabiliyor!
Günümüzde buna benzer bilim kurgu bir roman yazılsa kimse dönüp bakmaz. Fakat söz konusu kitap üzerinde inanılmaz ölçekte felsefi yorumlar yapılmış. Eseri İngilizceden dilimize çeviren Celâl Üster yazarı tanıtan bir önsözle birlikte kitabın arkasına bolca dipnot bırakmış. Toplam 52 adet dipnotun yer aldığı bölümde yapılan açıklamaların bazılarını gereksiz bazı yorumları ise ilgisiz gördüm. Zira atıfta bulunulan sözcüklerin evrim kuramını ortaya koyan Darwin'le veya kutsal kitaplarla ilişkilendirilmesi bana göre aşırı zorlama olduğunu söyleyebilirim. Şöyle ki, kitabın giriş kısmında romanda geçen Noble's adasına 1891 yılında uğradığı belirtilen majestelerine ait Scorpion (Akrep) gemisinin, Darwin'in evrim kuramının en önemli savunucularından T.H Huxley'in 1846-1850 yılları arasında yardımcı cerrah olarak bulunduğu majestelerine ait Rattlesnake (Çıngıraklı Yılan) adlı keşif gemisini çağrıştırdığını söylemek için kanaatimce hayal gücü sınırlarının epey zorlanması gerekir. Keza hibrit yaratıkların gözlerini korkutan acı odasının cehennemi çağrıştırdığı ve buna benzer konularda sıklıkla kutsal kitapların referans gösterilmesi, eğer sağ olsaydı en başta kitabın yazarını şaşırtırdı sanırım.
Celal Üster, J.L Borges'tan, P. Cohelco'ya kadar pek çok yazarın kitabını dilimize çevirmiş, George Orwell'in 1984 ve Hayvan Çiftliği de dahil bunlara. Ancak dürüst olmam gerekirse, çevirmenin müthiş kariyerine ve yapılan onca övgüye rağmen Doktor Moreau'nun Adası kitabı çevrisinde kendisini (haddim olmayarak) çok başarılı bulmadığımı söylemek zorundayım. Belki yanılıyorum ama bazen gereksiz, zaman zaman da yersiz kelimelerin kullanılması, sanki kitabın daha güzel bir çevirisi yapılabilirmiş hissi uyandırdı bende.
Özetle bilim kurgu türünün ilk örneklerinden biri olması sebebiyle klasikler arasında geçen Doktor Moreau'nun Adası, bana bilim kurgudan ziyade bir masal havasında geldi. Sürükleyici, çeviride kulağı tırmalayan bazı cümlelere rağmen okunması kolay bir kitap. Diğer taraftan edebi çevreler tarafından gereğinden fazla abartıldığı kanaatindeyim.
Mutfaktan gelen kokular Hasan’ın iştahını kabartmıştı.
Dayanamayıp sordu Kemal’e.
- Bir şeyler mi atıştırsak adam dönene kadar?
Kemal, kardeşinin bu teklifi karşısında şaşkına döndü. Aklı fikri yemekte bu adamın diye geçirdi içinden. Bu tuhaf adamı nasıl kandıracağımıza kafa yorması gerekirken kalkmış boğazını düşünüyor.
- Şimdi sırası değil, önce işimizi halledelim dedi,
kızgınlığını belli etmeden. Nasıl, yengeni görebildin mi bugün?
Ne klinikte ne de yol boyunca Esther’in durumunu sormak aklına gelmemişti Kemal'in.
- Evet, gördüm. İçeri girdiğimde yemeğini yiyordu. Selma'yla beni görünce
gülümsedi, o kızgın halinden eser yok, oldukça sakin görünüyordu.
- Konuştu mu sizinle?
- Hayır. Merhaba dediğimde bir an karşılık vereceğini düşündüm ama dediğim gibi gülümsedi sadece. Tabii tanımadı yine bizi.
Bir çeyrek saat geçmesine rağmen Martin ortalarda gözükmüyordu. Yanlarına gelen garson gülümseyerek masaya servis açıp birer tabak bıraktı.
- Şefimizin ikramı. Afiyet olsun.
- Nedir bu? diye sordu Hasan.
- Langos, Macarların meşhur pizzası. Yağda kızarmış mayalı
ince hamurun üzerine krema ve rendelenmiş kaşar peyniri ile servis ediyoruz. Kocaman tabağın içindeki minik bir lahmacun parçasına benzeyen şeyi ballandıra ballandıra anlatıyordu garson. İçecek bir şey alır mısınız?
- Birer çay alabiliriz dedi, Kemal. Hasan dumanı
tüten tabağa dikmişti gözlerini. Önündeki parçanın en az on adedini rahatlıkla
yiyebileceğini düşündü. Yine de hayli hora geçmişti Martin’in bu ikramı.
Martin yanlarına döndüğünde, tabağını çoktan silip süpüren Hasan, birer tabak daha teklif edeceği ümidiyle genç adama hararetle teşekkür etmiş langosu çok beğendiğini söylemişti ama o güzel hayalleri boşa çıkınca istemsiz olarak suratı asıldı.
- Evet, dedi Martin ellerini ovuşturarak, Kemal’in yanına
çektiği sandalyeye oturdu. Şimdi sizi dinliyorum.
Kemal, Esther’in durumunu kısaca anlatıp kendisine bu konuda
yardımcı olup olamayacağını sordu. Kemal’i dikkatle dinledikten sonra Martin bir
süre sessiz kaldı.
- Evet, dedi. Sizi anlıyorum, ilginç bir durum. Parmaklarını saçlarının arasına geçirdi. Size yardımcı olmak isterdim ama biliyorsunuz benim sevdiğim
bir işim var, onu kaybetmek istemem.
Martin’in söylediklerine pek şaşırmadığı halde fena
halde canısıkılmıştı Kemal’in.
- Hiç olmazsa bir hafta olsun izin alamaz mısınız? diye sordu
Hasan, ağabeyine destek olmak için.
Martin birden gülmeye başladı.
- Bu size çok pahalıya patlar ama...
Kemal, vereceği parayı zerre kadar düşünmüyordu fakat adamın saçma
sapan tavırlarına iyice sinir olmuştu. Bir an vazgeçmeyi düşündü. Ancak Hasan’ın herkese para konusunda anlaşamadılar diyeceğini az çok tahmin edebiliyordu.
- Tamam, dedi Kemal. Ne istersen veririm, yeter ki karım bu
illetten kurtulsun.
Alaycı bir sırıtmayla sevincini saklamadı Martin.
- Pardon, kendini ne zannettiğini söylemişti eşiniz? diye sordu, gülerek.
- Prenses dedi, Kemal yüzünü asarak, sessizce Prenses Nora diye mırıldandı.
- Voaw! Prenses Noraaa. Ağzını sonuna kadar açarken ikinci heceyi küstah bir tavırla uzatıp tekrarladı Martin. Şimdi siz bana Prenses Nora’nın dadılığını teklif
ediyorsunuz, öyle mi? diye sordu, alaycı bir ifadeyle. Kemal öfkelenip kalktı
yerinden,
- Hadi Hasan, kalk gidiyoruz, bu adam manyağın teki.
Hasan ne olduğunu anlamadan yerinden doğruluyordu ki, Martin önlerine geçti.
- Durun, durun şaka yaptım, tamam teklifinizi kabul ediyorum.
Kemal Martin'i dinlemeyip restoranın çıkış kapısına yöneldi. Hasan, peşinden koşarak yetiştiği ağabeyinin koluna girip kulağına fısıldadı.
- Ağabey, adam deli meli ama nereden bulacağız daha iyisini.
Hazır kabul etmişken… Hem ciddi, asık suratlı biri olsa yengemle iletişim kurması daha zor. Bu matrak adam yaptığı komikliklerle daha çok yarar işimize belki. Ağabeyini
ısrarla kararından döndürmeye çalışmasının asıl nedeni, Martin’in bu işi
kıvıracağına olan inancından ziyade az önce büyük iştahla bir çırpıda mideye
indirdiği "Lagos" tu aslında.
Koşup geldi yanlarına Martin, Kemal’in hâlâ sönmeyen öfkeli
bakışlarına aldırmaksızın sırıtmaya devam ediyordu.
- E, hadi ama patron, söyle ne zaman işbaşı yapıyorum?
Çakılıp kaldı yerinde Kemal, kardeşini itti üzerinden. İşimiz
bu deliye kaldıysa vay halimize deyip düşündü bir süre. Yine de ona bir şans
vermesini söylüyordu içindeki ses. Denemekle ne kaybederdi ki? Şirkete adam
alır gibi eğitim, tecrübe, liyakat gibi bir sürü nitelik aramasına ne gerek
vardı. Tamam, bu adam, tuhaf davranışları olan, normal şartlarda Esther’in hiç de haz
etmediği şımarık, saygısız, ukala, yılışık tiplerden biri. Ne var ki,
sevgili karısının içinde bulunduğu durum da normal sayılmaz. Kendisine
deliler gibi âşık kocasını bile düşman görmüyor mu? Ne kadar hoşlanmasa
da bu serseriyi Esther’in yanına götürüp ondan sonra karar vermek belki de yapılacaklar
arasında en iyisi olacaktı. Çaresiz bir şekilde çevirdi gözlerini Martin’e,
- Hemen çıkalım o zaman. Fakat, her şeyden önce karımın da kabul etmesi gerekiyor seni.
Sol eliyle Kemal’in koluna iki kez pat pat diye dokundu hafifçe, Martin.
Neşeli bir kahkaha attı.
- O iş bende patron diyerek göz kırptı. Kemal adamın aşırı samimiyetinden ziyadesiyle rahatsız olmuştu ama çıkartmadı bu kez sesini.
Şüphesiz görüşmenin olumlu sonuçlanması Hasan’ı mutlu ederken bir yandan da adamın ikna edilmesinde kendine pay çıkartıp gururlanmıştı. Öyle ya, eğer o
olmasaydı, ağabeyi arkasını dönüp çoktan bırakıp gitmişti. Durmaksızın kaşı gözü oynayan Martin’e döndü.
- Ya, sen hâlâ burada mısın? Fırla git hemen hazırlan, izin
alacaksan bir an önce git al iznini. Beş dakikan var. Seni lobide bekleyeceğiz. Öküzün trene baktığı
gibi yüzümüze bakmaya devam edersen her an cayabilir ağabeyim.
Şef
hatasını kabul etmiş görünerek iki elini havaya kaldırdıktan hemen sonra arkasını dönüp hızlı adımlarla mutfağa doğru koştu.
Merdivenden yukarı çıkarlarken Hasan, gülerek ağabeyinde yanaştı.
- Bunun gibi tipleri ciddiye almayacaksın, gördün
mü bak, adamı öküz yaptım, bana mısın demedi?
Ortada cam bir sehpanın bulunduğu bir çift alçak koltuğa
oturup Martin’i beklemeye koyuldular. Yan masalara çerez, kulüp sandviçin yanında
içki servisi yapan temiz giyimli garson kızlardan gözlerini ayıramayan Hasan,
bir türlü dinmek bilmeyen karnının gurultusunu bastırmaya çalışıyordu. Hani
ağabeyi yanında olmasa, yüzünü kızartıp hemen bir langos daha hazırlatmasını
isterdi Martin’den.
Yerdeki halının motifine gözleri takılan Kemal’e gelince: O
ne Esther’i ne de işini düşünüyordu şimdi. Aklı Martin’de takılı kalmıştı.
Adamda tip yok, saygı desen hiç yok, ne
durmasını biliyor ne de konuşmasını. Ama şehrin en iyi beş yıldızlı otelinin şef
garsonu… Üstelik çat kapı gelmemize rağmen işini bırakıp bize takılabilecek
kadar plansız, programsız, sorumsuz… Ya da tam tersi. İşlerini öyle ayarlamış
ki, arada bir görünse yeterli onun için. En hayati konuları bile dalgaya
vurmasına ne demeli? Hem kendi hem de başkalarının hayatını tiye alan böyle bir
insan nasıl başarılı olabilir? Ona ne kadar kızarsa kızsın, kendi karakter
yapısıyla taban tabana zıt bu adamdan öğreneceği çok şey olmalı. Genel bir
anlayışla başarı kriteri olarak kabul edilen çalışkanlık, dış görünüm, liyakat,
ikili ilişkiler ve bunun gibi özelliklerden hiçbiri yok bu adamda. Mesleğinde
ne kadar iyi olursa olsun onca olumsuzluk nasıl görmezdengelinebilir? Şimdiye
kadar yüzlerce kişi arasından en saygılı, en çalışkan, en liyakatli, fiziği en
düzgün ve ikili ilişkilerde en başarılı insanlara iş vermemiş miydi? Bu
özelliklere sahip kişiler mutlak surette mesleklerinde başarılı olur diye
düşünmemiş miydi? Martin’in mutlu ve aşırı derecede kendine güvenen haline
bakınca gerçekten şeytan tüyü taşıyan bu adamdan öğrenecek çok şeyi olmalıydı Kemal'in.
Arabayı parktan getiren adama bahşiş verdiği esnada ön koltuğa
oturmak için Hasan’dan önce davranan Martin bir kez daha şaşırtmıştı Kemal’i. Hasan bu duruma bozuldu bozulmasına ama ileride yiyebileceği langosların hatırına
sesini çıkarmadı. Arabanın ön kaputunu hafifçe okşayan Martin,
- Aboov, güzel araba, BMW 730 ha, helal olsun be patron, sana bu yakışır.
Kemal, alışmaya başlamıştı sankiyanında oturan zevzeğin
laflarına. Şimdiye kadar kimseden duymadığı bu sözlere gülümsediğini fark edince hayrete düştü.
Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk'un sıra dışı bir romanı "Benim Adım Kırmızı". Yazar uzun bir dönemi kapsayan araştırmanın ürünü olan eserinden "en renkli ve en iyimser romanım" diye bahsediyor. Toplam 59 bölümden oluşan romanın her birinde genellikle karakterler bazen de ölüm, köpek, at, şeytan, ağaç, para gibi figürler anlatıcı olarak olayların akışına girmekte. Roman, Sultan III. Murat döneminin İstanbul'unda, 1591 yılının karlı bir kış gününde işlenen bir nakkaş cinayeti ve bu olayın ardından yaşananları konu ediyor. Bununla birlikte kitap tam bir polisiye havasını vermekten uzak. Esasen İslamiyet'in yasakladığı resim ve heykel sanatı nedeniyle hattatlığa, nakkaşlığa ve minyatüre yönelen sanatkârların mükemmel eserler üreten batılı ressamlardan etkilenmesi sonucunda içine düştükleri durum ve birbirleri arasındaki husumet romanın ana eksenini oluşturuyor. Nakkaşlar arasındaki görüş farkları o kadar keskin bir hale dönüşüyor ki, sonunda bu durum, tarikatların da köpürtmesiyle çocukluk yıllarından beri bir arada yaşayan ve birbirlerini kardeş gören insanların canına mal oluyor.
Konunun derinliğine inemeyen okura sıkıcı gelebilecek bu eser betimlemeleriyle, sağlam cümle yapısı ve kurgusuyla övgüyü hak eden gerçek edebi bir eser. "My Name is Red" adıyla Erdağ M. Göknar tarafından İngilizceye çevrilen romanın aslından da daha güzel olduğu söyleniyor. Belki de bu yüzden 2003 yılındaki dünyanın en yüksek para ödüllü yarışmasında (IMPAC) Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülünü kazanan esere layık görülen 100.000 Euro para ödülünün % 25'i çevirmene verilmiş. Böylesine ün kazanmış, üstelik yazarı Nobel Edebiyat ödüllü bir eserde bazı yazım hataları bulmak mümkün. Ancak böyle bir yazara toz kondurmak gelmiyor insanın içinden. Böyle bir durumla karşılaşınca yazarı suçlamak yerine onu anlayamamış olmanın ezikliğini hissediyor insan. Pamuk eserinde sanki bunu önceden tahmin etmişçesine olası eleştirilere kapıyı kapatmış, eserinin bir yerinde "kusur üslûbun anasıdır" diyerek cevap vermiş dikkatli okurlarına.
Romanın göze çarpan diğer bir özelliği de yazarın karakterlerine verdiği isimler. Romanın en renkli karakterlerinden birisi olan Şekure, kocasını dört yıl önce askere göndermiş iki çocuk sahibi genç bir kadın. Şekure, aynı zamanda yazar Orhan Pamuk'un annesinin ismi. Şekure'nin romanda geçen iki oğlundan küçüğünün adı Orhan, büyüğünün adı ise Şevket. Orhan Pamuk'un ağabeyinin adı da Şevket. Bu yüzden romanda Şekure'nin ağzından dökülen son cümleler oldukça ilginç bir hal almakta.
"... (Orhan) Her zaman asabi, huysuz ve mutsuzdur ve sevmediklerine haksızlık etmekten hiç korkmaz. Bu yüzden Kara'yı (Şekure'nin kuzeni) olduğundan şaşkın, hayatlarımızı olduğundan zor, Şevket'i kötü ve beni (Şekure) olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa sakın inanmayın Orhan'a. Çünkü hikayesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur."
Romanda adı geçen dört nakkaşın doğu hat ve minyatür sanatı üzerine sürekli kendini tekrarlayan detaylı değerlendirmelerini biraz sıkıcı bulsam da romanı sevdiğimi söyleyebilirim. Bazı bölümlerin sürükleyici ve eğlenceli olmasının yanı sıra kitabın içinde yer alan pek çok konu düşünmeye sevk ediyor insanı. Her bölümde sadece kahramanların konuşması ve yazara anlatıcı olarak iş düşmemesi yazarın kendisine ayrı bir özgürlük kazandırmış. Belki bu yüzden bazı edepsiz konuşmaları çekinmeden nakletme imkanı bulmuş yazar. Sadece bu da değil. Bu özgürlük bazen ölüleri bazen de şeytanı dile getirmek suretiyle hayal dünyasını aktarma konusunda kendisine sınır tanımamış yazar. En sevdiğim bölümlerden biri olan "Ben, Şeytan" dan bir alıntı.
"... Bu konuda son bir şey daha söylemek istiyorum, ama sözüm kafası kendini gösterme hevesleri, şehvet ve para düşkünlüğü ve abuk sabuk tutkuları yüzünden her zaman bulanık olan insanlara değil! Sınırsız aklıyla beni yüce Allah anlar ancak: Meleklerini insana secde ettirerek onlara mağrur olmayı sen öğretmedin mi? Şimdi de senin meleklerinden öğrendikleri şeyleri kendileri yapıyor, kendi kendilerine secde edip kendilerini alemin merkezine yerleştiriyorlar. Herkes, senin en sadık kulların bile, Frenk üstatlarının tarzında resmedilmek istiyor. Bu kendine hayranlığın sonucu, yakında seni unutmaları olacak. Bunu kendimi bilir gibi biliyorum. Üstelik seni unutmalarının bütün suçunu yine bana atacaklar."
Burada Şeytan, kafası bulanık insanları bırakıp Allah'a sitem ediyor.
Roman dönemin sosyal yaşamına ve tarihsel olaylara da ışık tutmakta. Saray ve saraya hizmet eden sanat çevresinde oğlancılığın son derece yaygın olduğuna şahit oluyoruz. Doğu ve batı arasındaki felsefe farkı eserin başından sonuna kadar bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmekte. Bugün hâlâ gündemden düşmeyen iki farklı anlayış üslup ve göz temeline dayandırılıyor. Akıl gözü ve kalp gözü, gerçek ve mana üzerine tarafsız yorumlara yer verilen eserde Frenk üstatların resim sanatı Osmanlı nakkaşları tarafından inanç temelinde yerilirken Padişahın talebi üzerine hazırlanan kitabın süslemelerinde ister istemez Batılı sanatçıların etkileri kendini gösteriyor. Şark sanatkarları resimde bütün detayların gösterilmesini Allah'a şirk koşmak olarak görürlerken işi öylesine aşırılığa götürüyorlar ki, gözlerini sorguç iğnesiyle kör edip Allah'ın gözüyle gördüklerini nakşetmeyi ustalığın zirvesi olduğuna inanıyorlar. Bir kaç çizgiden, basit bir ağaç ya da at resminden inanılmaz manalar çıkarıyor zamane nakkaşları. Oysa eleştirdikleri batılı ressamlar gözleriyle gördüklerini en ince ayrıntısına kadar kağıda dökmekte ve sanatlarını zirveye taşımakta o dönemde. Nakkaşlığın yani Osmanlı dönemindeki ressamlığın bugünün muhalif gazeteciliği kadar zor bir meslek olduğu aşikar.
Orhan Pamuk'un romanı, Benim Adım Kırmızı'yı okuduktan sonra yazara olan hayranlığımın bir kat daha arttığını söyleyebilirim.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 92. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu yine sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Sevgili arkadaşımıza biraz fazla yüklendiğimizin farkındayım. Neyse ki bazı arkadaşların önümüzdeki haftalar için harekete geçtiklerini yorumlardan öğrenmiş oldum ve buna çok sevindim. Bu hafta öncekilere kıyasla biraz daha soft bir konuyu tartışacağız. Gündem beni hayli yorup canımı sıktığı için kendi adıma arkadaşımızın bu seçimi isabetli olmuş. Evet, işte bu haftanın konusu:
"Sosyal deney videoları hakkında ne düşünüyorsunuz ve böyle bir deneyle karşılaşsanız tepkiniz ne olurdu?"
Bu soruya genel bir cevap veremem. Zira gerçekten topluma yararlı bir veri elde edilebiliyor ve bu konuda dikkat çekilebiliyorsa bence bu tür videoların herhangi bir mahsuru yok. Diğer taraftan belli bir önyargıya hizmet eden ve insanları olumsuz düşüncelere sevk eden sosyal deney videolarına karşıyım. Bir de eğlence amaçlı yapılan bu tür yapımlar var. Bu durumda mutlaka muhatabından onay alınmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Böyle bir deneyle karşılaştığımda yazımın başında belirttiğim üzere yapımın niteliğine ve amacına göre farklı tepkiler verebilirim.
Yazıma başlamadan önce bir sosyal deney videosu izledim. Güzel bir kız elindeki "Tatile çıkmam için yardım edin" yazısıyla kalabalık bir caddede boy gösteriyor. Aynı kız daha sonra kıyafetini değiştirip başını örterek "Açım, yardım edin" yazısıyla insanlardan para istiyor. Doğal olarak ilkinde daha fazla para topluyor! Buradan ne sonuç çıkarılabiliriz şimdi? Toplum, kıyafeti düzgün seksi bir kıza, üstü başı dökülen fakir bir kızdan daha fazla yardımcı olmaya yönelimli! Tatilci kızın telefon numarasını isteyenlere, fakir kız örneğinde kocası olup olmadığını soranlara bakarsanız daha geniş bir değerlendirme yapmaya imkân veriyor böyle bir çalışma. Elbette bu sosyal deney örneğinde şöyle bir genel sonuç da çıkartmak mümkün: Toplumun bir kısmı insanların dış görünüşüne bakarak davranışlarını belirlemekte. Ancak bu tür davranışı gösteren insanların toplumun ne kadarlık bir kesimini oluşturduğunu öğrenemiyoruz.
Şimdi hem yukarıdaki örneği, hem de sevgili Deeptone'nun restorana girip karnının aç olduğunu söyleyen birine karşı toplum davranışını değerlendirdiğimizde temel yaklaşım dış görünüş olduğunu anlıyoruz. İnsanlar arasında namusun ve paranın kimde olduğunu bilmek zordur. Özellikle günümüzde bu ayrımı dış görünüşe göre yapmak neredeyse imkansız. Durum böyleyken tanımadığım bir kişiye para yardımı yapmayı düşünmem. Kıyafetine bakıp bu namusludur ya da namussuzdur da diyemem. Namus kavramını burada cinsiyet açısından değil, ahlak açısından ele aldığımı belirteyim.
Bazı sosyal deneylerin eğitici olduğunu düşünüyorum. Mesela işlek bir caddede polis kıyafeti giyen iki kişi çevirip kimliğimizi sorduğunda acaba kaçımız onların buna hakkı olup olmadığını sorabiliriz? Kaçımız polisten kimliklerini göstermesini isteyebilir? Bu tür sosyal deneylerin toplumun eğitilmesinde faydalı olacağı kanaatindeyim.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 91. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu yine sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Özellikle son pandemi "sözde" kapanma döneminde bir yanım beni hasta eden ülke gündemi hakkında delicesine yazmak tutkusuyla kıvranırken diğer yanım aklını başına topla, yaşadığın özgür bir ülke değil, başını belaya sokma diyordu. Ülke gündemi ruhumu daraltıyor. Umarım kendimi frenler, haddimi aşmam. Haftanın tartışma konusu şöyle:
"Bizler için, ülke ve dünya gündemi yakından izlemek mi, uzaktan izlemek mi, hiç izlememek mi daha faydalı veya iyi?"
Sizi bilmem ama ben fena halde siyasi gündemi takip ediyorum. Siyasi gündemim içinde ekonomi, eğitim, sağlık, üretim, yargı, yasama, yürütme velhasıl ülkenin geleceği var. Benimki bir tercih değil, adeta bir hastalık. İklim, coğrafya ve doğal zenginliklerimiz bakımından hiç de aşağı kalır bir yanımız olmadığı halde neden İskandinav ülkeleri gibi refah içinde yaşayan bir toplum değiliz? Biliyorum elbette bu sorunun kahredici cevaplarını. Neden Amerika'da polis zencinin boynuna dizini dayayıp nefessiz bırakır ve ölümüne sebep olur? Neden on yedi yaşındaki bir Kürt genci dağa çıkar, can alır, can verir? Bunları yakından izlemek faydalı mı? Uzaktan mı izlesek, ya da aman bırak canım bize ne deyip sırtımızı mı dönsek? Elimiz kolumuz bağlı olduğunu ileri sürüp sadece izlemekle mi yetinsek? Yoksa bir insan olarak neler yapabiliriz diye düşünmek mi en iyisi? Ya da harekete geçmek, mahpushaneleri, işkenceyi, ölümü göze alıp... Hangisi en faydalısı, en iyisi? Kime fayda sağlayacak bu cesaretimiz, kimin iyiliğine koyacağız taşın altına elimizi? Kendi iyiliğimize, kendi faydamıza olmayacağı açık. Ya başkalarına, sömürülenlere, kadınlara, çocuklara, geleceğimize, hiç mi yararı olmayacak bunları düşünmenin, çevremizdeki insanların karınca kararınca gözünü açmalarını sağlamanın, fırsat bulduğumuzda elimizi taşın altına koymanın...
Gündem mi dediniz. Sedat Peker gülüşüyle gülmek istiyorum size. Kardeşlerim diyerek kollarımı iki yana açmak geliyor içimden. En az yirmi beş milyon izlemiş videolarını. Ne diyor? Temiz Süleyman, Süslü Süleyman diyor... Adaletin ortadan kalktığı bir toplumu mafya yönetir. Yemin ediyorum size, şu Sedat Peker denilen suç örgütü liderini devletin başına getirsek daha iyi yönetir bu ülkeyi. İnci Babaları arar olduk. Siyaset pisliğe dibine kadar batmış. Diyeceksiniz ki, sen bilmiyor muydun bunun böyle olduğunu? Bilmez miyim, biliyordum elbet. Buna rağmen hergün yeni şeyler öğrenince tüylerim diken diken oluyor. En az elli kişinin ölümüne sebep olmuş bir katilden, bir mafya reisinden medet umar hale geldik. Ama adam diyor, ben sizin kurtarıcınız değilim. Benim payımı vermediler, hakkımı yediler. Benim tek davam bu, diyor. Yani senin benim vergilerimi, canım ülkemin kaynaklarını peşkeş çekerken paylaşamamış beyler. Anlaşmazlık çıkınca girmişler birbirlerine. İşte sana gündem. Susurluk'un devamı diyorlar. O zaman ışıkları açıp kapatıyorduk, adalet istiyorduk, pislik çıksın ortaya diye. Birşeyler yapıyorduk yani. Biraz da işe yaradı, tam olarak olmasa bile. Aynı aktörler sahnede yine. Hadi görelim bakalım şimdi o cesareti, kimin eli gider ışığı yakıp söndürmeye. Korku... Demokrasi mi dediniz? Faşizmin dik âlâsı.
15 Temmuz neymiş? Demokrasi ve Birlik Günü öyle mi? Normal vatandaş için ne fark edecekti ki, ha şimdi Fetö dedikleri yol arkadaşları darbeyle gelseydi devletin başına, ha şimdiki iktidar. Demokrasi nedir ki bizim gibi cahil toplumda? Celladımızı seçiyoruz sadece demokratik yolla. Gündem mi dediniz? Düşünmeyelim mi? Nasıl olsa her kim gelirse gelsin beceriyorlar mı bizi? Tadını mı çıkarmaya bakalım, eğlenelim, mutlu olalım. Düşünmeyelim hakkı yenenleri, özgürlükleri ellerinden alınanları, komşunu sana düşman edenleri...
Peki düşünmeyelim pandemiyi. Vatandaşın annesinin cenazesine sadece dört kişi katılabilirsiniz deyip Ayasofya'da on binlerce kişiyi görmeyen zalimleri. Soyup soğana çevirdikleri merkez bankasını, ülke dışına kaçmak için fırsat kollayan gençliği düşünmeyelim mi?
İstihbarat şube müdürleriyle ortak çalışan mafya bozuntularını düşünmeyelim peki. Fetö Borsası diye bir şeyin varlığı bizi hiç alakadar etmez zaten. Varlıklı kişileri Fetöcü diye yaftalayıp varlıklarına çökülmesinden, yarısının mafyaya, diğer yarısının siyasilerle bürokratlar arasında paylaşılmasından bize ne? Öyle mi?
Kardeşlerim! Kusura bakmayın, Sedat Reis'ten ağzıma yapıştı bu hitap tarzı. Söylenecek çok şey var. Beş tane holdinge peşkeş çekilirken bu ülke, biz sırtımızı dönüp yatalım öyle mi? Bakın ben size bir şey söyleyeyim. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, aylık geliri on bin liranın üzerinde herkes ya yasa dışı bir iş yapıyordur, ya da yasa dışı yapılan bir işe aracı oluyordur.
Geçen gün youtube kanalından Hakan Şükür'ü izledim. Futbolla pek ilgilenmem ama o dünya kupasının parlak yıldızıydı. Amerika'da yaşıyor. Fetöcü dediler. Olabilir. Ne suçu var, örgütsel bir suç işlemiş mi, bilmiyorum. Ama bilmek istiyorum, eğer varsa bir suçu, eyvallah. İktidar yandaşı olmayan kim varsa ya terörist oluyor ya da Fetöcü. Fethullah nikah şahidi mi olmuş. Olabilir. Siz de ya Hazret, gel de bu hasret bitsin diye yalvarıyordunuz aynı şahsa. Onca masum Atatürkçü generali, hakimi, öğretim üyesini haksız yere yıllarca süründürdünüz hapislerde. Soruları çaldırdınız, doldurdunuz eski dostlarınızı askeri okullara, üniversitelere. Onca rezaletten sonra sizler sütten çıkan ak kaşık, Hakan Şükür terör örgütü üyesi iyi mi? Gündem mi dediniz? Ben Fetöcü dediğiniz Hakan Şükür gibi nicelerini izliyorum youtube'tan hergün. İbrahim Öztürk mesela, Almanya'da ikamet ediyor zorunlu olarak. Memlekete gelse hapse atacaklar. Moonstar diye Türkiye'de yasaklı bir youtube kanalı var. Ancak nasıl oluyorsa teker teker bütün videoları düşüyor youtube listesine. Adam Boğaziçi ekonomi mezunu bir profesör. Uzakdoğu ekonomileri üzerinde uzman. Kafaya takmış, niye aynı seviyede başladığımız yarışın gerisinde kaldık da Güney Kore, Singapur bizim fersah fersah üzerimize çıktı diye. Son olarak ülkemizin düzlüğe çıkması için on bir madde saydı. Hepsinin altına imza atarım. Yemin ediyorum, gelsin şu Fetö'cü dediğiniz Profesör yönetsin bu ülkeyi. Diyor ki, Batı aydınlanma çağını yaşadı, biz yaşamadık. O da karamsar benim gibi. Bir başka değer de Mustafa Öztürk, sanırım soyadı benzerliği var aralarında. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Profesör idi. Cübbeli Ahmet attırmış onu üniversiteden. Şimdi Almanya'da iyi bir üniversitede öğretim üyeliği yapıyor. Birçok ülkenin üniversitelerinde kürsüsü var. Kafası çalışan dindar bir kişi. İnanın dinimizi onun anlattığı gibi anlatsalar bu ülkede ben dahil herkes seve seve Müslüman olur. Ülkemiz yobaz hacıların hocaların elinden kurtulur. Gündem mi dediniz, işte benim gündemim. Geleceği karanlık, beni mutsuz eden güzel ülkem...
Kardeşlerim! Biliyorum, bazılarınız kızacaksınız bana. Yapma, etme alırlar seni, başına bir iş getirirler diyeceksiniz. Bu güzel konuyu öneren güzel kardeşim, senin zombilerin, vampirlerin hayâl. Benim zombilerim ete kemiğe bürünmüş, vampirlerim milletimin kanını emiyor. Sen kendi gündeminle mutlu ol, ben kendi gündemime yanayım.
Kemal’in morali bozulmuştu. Esther'in iyileşmesi için her şeyini vermeye hazırdı. Çaresizlik içinde gözlerini Doktora çevirdi.
- Peki, Doktor, ne kadar sürecek bu durum? Karım ne zaman
sağlığına kavuşacak?
Doktor iki elini birden "Allah bilir." dercesine havaya kaldırdı.
- Kesin bir süre vermem mümkün değil. Ancak daha önce
belirttiğim üzere bu süreç içerisinde yeni bir şok yaşamaması için davranışlarımızda ona karşı daha dikkatli olmamız gerektiğini söyleyebilirim.
Kemal’in canı sıkılmış, sabah kliniği aradıktan sonraki neşesi kaybolmuştu. Cevdet Beyin sözlerinden durumun ciddiyeti anlaşılıyordu.
- Doktor Bey, gereken her şeyi yaparım, yeter ki karım bir an önce normale dönsün.
- Sadece sizin değil, ilişkide bulunabileceği herkesin
ve her şeyin önemi var burada, dedi Doktor. Derin bir nefes aldı. Nasıl
söylesem bilmem ki, mesela kendini prenses olarak sanıyor ya, hayal ettiği ortamın dışında gördüğü her şey rahatsız edecektir onu. Sözgelimi Ortaçağda bir şatoda
yaşıyor bilinçaltında, daha önce hiç görmediği, motorlu araçlar, insanların
giyim kuşamları, asansör, radyo, televizyon, cep telefonu gibi daha sayamayacağım pek çok şeyle ilk kez karşılaştığında ne kadar şaşıracağını tahmin edersiniz
sanırım.
Jale gözlerini açmış, dikkatle dinliyordu Doktorun dediklerini. Şaşkın halde Selma’yla birbirlerine baktılar. Kemal, işlerin sanıldığı kadar kolay olmadığını düşünüyor, endişeleniyordu.
- O dediklerinizle bir şekilde karşılaşmak zorunda
ama, dedi Kemal. Umutsuzluk ve yüzündeki karamsarlık çizgileri iyice
belirginleşti.
- Haklısınız, bunu sağlamanın çok zor olduğunu biliyorum dedi, Doktor. Fakat bu geçiş
sürecinde mümkün olduğu kadar fedakarlık göstermek, onun yeni bir şok yaşamaması için elimizden geleni yapmak zorundayız. Aslına bakarsanız Esther
Hanım’ın bu durumu bir bakıma bulunmaz bir fırsat sunuyor bizlere.
Kemal’in kafası iyice karışmıştı.
- Nasıl yani?
Cevdet Bey, elinde zarif bir şekilde tuttuğu altın kaplamalı kalemini kaldırarak sözcüklerin üzerine basa
basa cevapladı soruyu.
- Şimdi, bakın dedi. Süregelen
bir hipnoz halini düşünün. Esther Hanım, gördüğü kâbus ve sanrıların bilinçaltına
yerleşmiş sebeplerini açığa vurmak için bize sınırsız bir imkân sağlamış oluyor bu
sayede. Eğer iletişim sorununu çözersek, kısa zamanda işlerin yoluna gireceğine dair hiç şüphem yok. Başından geçen kötü olaylarla yüzleşmesi, onu olumsuz etkileyen koşulların ortadan kaldırılmasında yapacağımız telkinler çok daha etkili olacaktır. Yani...
Kemal, gönlünden geçen son cümleyi doktorun ağzından
duyabilmek için sabırsızlanıyordu.
- Onun rahatsızlığına sebep olan sorunlarla yüzleştiğinde...
- Aman İnşallah dedi, Selma, ellerini ovuşturarak.
Cevdet Bey’in söylediklerinden pek bir şey anlamasa da ortaya saçılan umut dolu bakışlar, Esther Ablasının iyileşme ihtimali Jale’yi sevindirmişti. Peki, ruh çağırma
seansında fincanın kendiliğinden yürümesi, rüyasında gördüğü sahnelerle
Vatikan’da gördüklerinin bire bir uyuşması nasıl açıklanabilirdi? Ruhlara
inanmadığını söyleyen Doktorun buna nasıl yorum getireceğini çok merak ediyordu. Bunu
öğrenmese çatlardı.
- Doktor Bey, ben de size bir şey sorabilir miyim?
Selma
dirseğiyle dürttü Jale'yi. Kulağına bir şeyler fısıldadı ama iş işten geçmiş, Doktor Jale'yi gülümseyerek cesaretlendirmişti bile.
- Buyrun sizi dinliyorum.
Selma’nın sert uyarısıyla çark etmiş, soruyu değiştirmek zorunda kalmıştı, Jale.
- Esther Abla’ya nasıl yardımcı olabiliriz?
Selma, derin bir oh çekerken Doktor Jale'ye dönerek anlatmaya başladı.
-Sizleri konuştuğu dili anlamayan birer yabancı olarak göreceği
için maalesef ona pek yardımınız dokunamayacak. Şüphesiz, bu konuda en büyük
yardımı Martin Sándors şeften bekliyorum, tabii şayet Kemal Bey onu ikna edebilirse…
Jale’nin Selma’yı dürtmesinden sonra soruyu aniden değiştirmesi
dikkatinden kaçmamıştı Kemal’in. Yine reenkarnasyon konusunu
açacağını tahmin etmişti. Belki de bunun iyi bir fikir olabileceğini düşündü. Esther’in Türkçe yerine ana dili olan Almanca konuşmasını anlaşılabilir bir durumdu ama hiç bilmediği Macar dilini kullanması akıl alır şey değildi. Cevdet Bey, evet bu reenkarnasyon olabilir dese, hemen inanmaya hazırdı.
- Martin'i ikna etmek için elimden geleni yapacağım, dedi Kemal. İçini kurt kemirmeye devam ediyordu. Peki, Esther’in Macarca konuşmasına ne diyorsunuz Doktor? diye sordu meraklı gözlerle. Benim kafama yatmayan tek husus bu.
Sıkıntıyla başını kaşıdı Doktor. Oturduğu yerden kalkıp kapıya doğru birkaç adım attı. Gözlerini
sabit bir noktaya dikerek,
- Bilimsel olarak nedeni anlaşılamayan binlerce konudan sadece
biri de bu, dedi. Yaşadığı yüksek enerji seviyeleri, daha önce duymadığı
bir dili konuşmasına sebep olabilir. Bugüne kadar tıbbi terminolojide "Xenoglossy" denilen bu olay, yani yaşadığı bir şoktan ya da hipnozdan sonra hiç bilmediği bir dili konuşmaya başlayan kişilerle
ilgili ellinin üzerinde vaka ciddi olarak belgelenip kayda alınmış. Bunları açıklayamıyoruz ama reddetmemiz de mümkün değil.1913’te Nobel Fizyoloji-Tıp Ödülü’nü
almış Fransız Fizyolog Charles Richet tarafından ortaya çıkarılan "Xenoglossy" yi yok saymak gerçekten zor, ayrıca Esther Hanım’ın durumu
ortada. Bu olay, reenkarnasyon ve parapsikoloji dalıyla uğraşanların yoğun ilgisini
çekecek şüphesiz. Ayrıca dini çevreler de kendilerine göre bazı yorumlar yapacaklardır mutlaka. Ancak benim için önemli olan bu olayın bilimsel yönü. Bu nedenle müsaade ederseniz karşılaştığımız sıra dışı bu vakayı uluslar arası
tıp araştırma merkezleriyle paylaşmak isterim.
- Bunun için acele etmeyeceğinizi düşünüyorum dedi, Kemal. Önce Esther'in durumunu bir görelim ondan sonra düşünürüz.
- O halde bir an önce
oteline gidip konuşun şu Martin’le dedi, Doktor.
Hep birlikte kalktılar. Kemal, Esther’i görebilmek için sabırsızlanıyor fakat onun yine üzerine yürümesinden endişe ediyordu. Özellikle çok sevdiği karısının gözünde düşman olarak
görülmeyi kendine yediremediği için bu durumdan bir an önce kurtulmak istiyordu.
Kalabalık caddeler boyunca arabaların arasında zorlukla ilerlemeye çalışırken bütün
kırmızı ışıklara takılmışlar, konuşmak için bolca zamanları olmuştu ancak ne
yanındaki koltukta oturan Selma’nın, ne de arka koltuktaki Jale’nin ağzını
bıçak açıyordu. Yolculuğun sonuna doğru sessizliği bozan yine Kemal oldu.
- Önce hastaneye uğrayalım, sizi orada bırakıp
Hasan’la beraber gideriz Martin’le görüşmeye.
***
Otelin girişinde valeye arabanın anahtarlarını bıraktıktan
sonra döner kapıdan lobiye geçerken her ihtimale karşı kendini hazırlamıştı Kemal.
Hangi görevde olursa olsun böyle bir otele kapağı atan birini ikna etmek kolay
olmayacaktı. Yüksek tavandan sarkan muhteşem avizeden gözünü alamadı. Personelden kime sorsa Martin’i göstereceklerinden emindi. Doğrudan mutfak bölümüne gitmeyi geçirdi aklından. Lobideki oturma gruplarının birinde orta yaşlarda iki adam,
sehpanın üzerindeki kahvelerini unutmuş derin bir sohbete dalmışlardı. Kendisini bir adım
geriden takip eden Hasan, beyaz boyalı, dairesel yüksek sütunlara
bakıyor, hayranlıkla etrafı inceliyordu.
- Hadi gel, danışmaya soralım, dedi, kardeşine Kemal. Bankonun arkasında
duran üç kadından müsait gördükleri ilkine yanaştılar.
- İyi günler, Martin Sándors ile görüşmemiz mümkün mü acaba?
- Tabi efendim, sizleri bekliyor muydu?
- Evet, Kemal Bey derseniz.
Önündeki dâhili
telefonun tuşlarına bastı genç kadın.
- Alo, Martin, Kemal Bey sizi danışmada bekliyor, gelebilecek misin? Telefonu
kapattıktan sonra Kemal’e döndü.
- Efendim, Martin sizi alt kattaki restoran bölümünde
bekliyor, dedi danışmadaki kadın. Sağdaki merdivenleri kullanabilirsiniz diyerek eliyle gidecekleri
yönü gösterdi.
Kemal teşekkür edip Hasan'la birlikte geniş basamaklı spiral merdivene doğru ilerlediler.
Üzerinde “Restaurant” yazılı geometrik desenlerle bezenmiş
sürgülü cam kapı otomatik olarak açıldı önlerinde. Karşı duvara
yaslanmış gösterişli barın sol tarafındaki kapı mutfağa açılıyor olmalıydı. Beyaz
örtülü masaların ahenk içinde yerleştirildiği geniş ve aydınlık oval salonun
dış cephesi, rengârenk çiçeklerin bulunduğu bakımlı bahçeyi görüyordu. Siyah papyonlu
şef garson cam kenarındaki masada oturmakta olan orta yaşlı çifte deri kaplı menüyü
bırakıp geri dönerken müşteri sandığı iki adamı karşıladı.
- Hoş geldiniz efendim, buyurun şöyle cam kenarına geçebilirsiniz derken, eliyle salonu
gösterdi. Sonradan yapıştırılmış hissi uyandıran suni bir gülümseme belirdi
asık çehresinde.
- Martin Sándors’la görüşecektik biz, dedi Kemal. Kendisinin
haberi var.
- Biraz bekleyin, haber vereyim efendim dedi, şef garson. Gelenlerin
müşteri olmadığını anlayınca yüzündeki suni gülümseme birden kaybolmuş, gerçek yüzü çıkmıştı ortaya.
Birkaç dakika sonra sarı saçlı, çelimsiz bir adam geldi
yanlarına. Elini uzattı.
- Selam, Zsofia’nın bahsettiği Kemal Bey siz olmalısınız. Siyah
pantolonun üstünde zayıf bedenini sıkıca saran beyaz bir gömlek giymişti. Işık
saçan açık kahve gözlerinin içi gülüyordu. Kocaman ağzı, küçücük burnuna tam bir tezat
oluşturuyordu.
- Evet, size nasıl yardımcı olabilirim? diye sordu Martin, iki elini
yana açıp, alaycı bir gülüşle. Yerinde duramayan adamın yüzünden fırlamalık
akıyordu.
Ayaküstü anlatılacak bir konu değildi bu. Nereden
başlayacağını, nasıl konuyu açacağını bilemedi bir an için Kemal.
- Şey, zamanınız varsa, bir yerde oturup konuşalım
isterseniz.
- Tamam o zaman bana beş dakika müsaade edin, içerideki işlerimi
ayarlayayım. Siz şuradaki masaya geçebilirsiniz. Martin, barın yanı
başındaki masayı işaret etti.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 90. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Güzel bir konu. Bakalım neler dökülecek kalemimizden. Sorular şöyle:
"Anılarımıza güvenebilir miyiz? Anılarımız gerçek midir?"
Anılar deyince ilk önce Coşkun Sabah'ın "Anılar" şarkısı geldi aklıma. Ne diyordu bir zamanların popüler şarkıcısı; Anılar, anılar, şimdi gözümde canlandılar. Anılar beni bu akşam ağlattılar...
Bizi ağlatan anılardan bahsetmek istemiyorum bu kez. Güzel ve hoş anılar gelsin aklımıza. Böyle bir pozitif ayrımcılık yapmaya çalışsak bile, en güzel, en hoş, zamanında bizi en fazla mutlu eden anılarımız, dudaklarımızın hafifçe kıvrıldığı hüzünle karışık mutlu bir gülümseme sağlamaktan öte bir şey vermiyor bize. Öyle değil mi? Mesela ilk çocuğumuzun doğduğu o gün ne kadar mutluyduk değil mi? Şimdi aklımıza gelince zil takıp oynamıyoruz. O an yaşadığımız duygu ve heyecandan eser yok. Evet, bugün o gün değil çünkü.
İlk olarak yaşadıklarımız hafızamızda daha derin izler bırakıyor. İlk okula gittiğimiz gün, üniversite sınavını kazandığımız gün, ilk aşkımız, ilk kez anne ya da baba oluşumuz vs. Hepsi güzel anlar ve anılardır genelde. Genelde diyorum, bir de ilk çocuğu sakat doğan insanları düşünüyorum çünkü. Diğer taraftan anılarımıza güvenebilir miyiz sorusunun bana biraz tuhaf geldiğini kabul etmeliyim. Anılarıma güvenip yola çıkmam mesela. Yani nasıl bir şey anıya güvenmek. Konu gerçek ve hayal arayışı ise. Anılar ilk bakışta hayaldir elbette, güvenilmez. Ancak her anı insanda tecrübe denilen bir tortu bırakır ki, işte bu gerçektir.
Böylelikle ikinci sorunun cevabını da vermiş oldum bir bakıma. Yaşamımız boyunca milyonlarca an ve anı yaşıyoruz. Pek çoğu unutuluyor doğal olarak. Bana göre unutulanlar hayal, aklımızda kalanlar ise gerçektir. Gerçek olanlar, yani aklımızda kalan anılarımız, ayrıntısı kaybolsa da, şekil değiştirse ya da başka anılarla birleşse de paha biçilmez bir değerde ömrümüzün sonuna kadar bizimledir. Bunlar karakterimizle, huyumuzla, tecrübemizle ve bilgimizle kendini bize hissettirir.
Bu bakımdan iyi insanlarla anlarını paylaşanların karakteri düzgün, neşeli insanlarla anlarını paylaşanlar mutlu, bilgili ve kültürlü insanlarla anlarını paylaşanlar alim olurlar.
Siyah BMW çift sıra ağaçların dizildiği geniş sokağa girdiğinde Kemal, Selma’ya telefon edip geldiğini haber
verdi. Evden çıkmadan önce Selmin’in hazırladığı kahvaltı masasına oturur oturmaz
hastaneyi arayıp eşinin durumu hakkında bilgi almış, nöbetçi doktor, Esther'in asabi hallerinin ortadan kalkması sebebiyle yatağına
bağlayan bantları çözdüklerini ve hastanın artık yemek yemeye başladığını söylemişti. Aldığı bu güzel habere sevinen Kemal, hemen doktor Cevdet Bey’i arayarak Zsofia'nın Esther'e yardımcı
olmasını kabul ettiğini söyleme fırsatı bulamadan doktor kendisini muayenehanesine davet
ederek "Geldiğinde detaylı konuşuruz." demişti.
Binanın önüne çıktıklarında Kemal, arabasını birkaç bina ötedeki kaldırım kenarına park ediyordu. Onu ilk gören Jale oldu. Selma'yı geride bırakıp topuklu ayakkabılarıyla seke seke arabaya yanaşıp ön kapıyı açtı.
Kemal şaşırmıştı. Arkasına bakıp gözleri Selma'yı aradı.
- Tabii buyur, dedi.
Oldukça gergin görünen Selma arka koltuğa geçmek zorunda kalmıştı. Daha önce Cevdet Bey'in muayenehanesine gittiğini Kemal bilmiyordu. Ayrıca Jale'nin bir densizlik yapmasından korkuyordu. Kapıyı kapatmasıyla birlikte araba hareket etti.
- Nasılsın Kemal. Esther'den bir haber alabildin mi?
- Sağ ol Selma, evet, az önce kliniği aradım. Daha iyi olduğunu söylediler. Son durumu Cevdet Bey'den öğreneceğiz. Zsofia’nın Esther’e yardımcı olması önerisine sıcak bakıyorum ve bunu Cevdet Bey’e iletmek istedim. Çünkü başka türlü onunla iletişim kurmak mümkün görünmüyordu. Sanırım doktorun bana anlatacağı bazı şeyler var ama bunları telefonda konuşmak istemedi.
Jale’nin az önce söylediklerini Kemal’e açıp komik duruma düşmek istemiyordu Selma.
- Hasan da ben de aynı fikirdeyiz. Evet, ne yapıp yapıp Zofia'yı ikna etmek zorundayız. Ama bizim kafamıza takılan konu Esther’in neden Macarca konuştuğu. Nasıl
yapabiliyor bunu, hiç bilmediği yabancı bir dili nasıl konuşabiliyor.
Üstelik esas bildiği dilleri de unutmuş görünüyor. Cevdet Bey ne düşünüyor bu konuda acaba?
Kimsenin cevabını bilmediği bir soruydu bu. Jale kendini daha fazla tutamadı.
- Kemal Bey, bence Esther Ablam reenkarnasyon
olayı yaşıyor. Bana sorarsanız onun ruhu bir süre Prenses Nora’yı ziyaret edip
yine geri dönecektir. Siz sıkmayın canınızı, bakın çok geçmeden göreceksiniz.
Jale’nin söylediklerini ciddiye almasa da ona verecek
mantıklı bir cevap bulamadı Kemal. Zira karısının durumu, Jale'yi haklı çıkarır
gibiydi.
Doktor Cevdet Beyin sokağına girdikten sonra Kemal,
muayenehaneni bulunduğu binayı aramaya başladı. Daha önce Esther’le geldiğini
anlamasın diye hiç oralı olmadı Selma. Navigasyonun gösterdiği yere geldiklerinde kaldırımın kenarına yanaştılar. Binanın üzerindeki 21 numarayı gören Kemal iki kadının önüne geçip siyah demir parmaklıklı kapıyı açtı. Rengârenk gül ağaçlarının bulunduğu çimenli avlunun içinden geçerek yan taraftaki girişe yürüdüler hep birlikte. Dairenin kapısında onları güler yüzle karşılayan sekreter, üçünü de hiç bekletmeden doktorun odasına aldı.
Cevdet Bey, saygıyla ayağa kalkıp yer gösterdi misafirlerine.
- Hoş geldiniz, diyerek gülümsedi. Kemal’i yalnız beklediğinden yine de şaşırmıştı biraz. Kemal’e döndü.
- Esther Hanım’ı dostları yalnız bırakmıyor Kemal Bey. Kararınızı verdiniz sanırım. Fakat...
Kemal doktorun sözünü kesti.
- Sanırım Zsofia Hanım’ın yardımını kabul etmekten başka çaremiz yok.
- Evet sizi anlıyorum. Ben de bundan bahsedecektim. Sizden bu cevabı beklediğim için dün akşam Zsofia Hanım'a telefon ettim. Ne yazık ki işini bırakıp gelemeyeceğini söyledi maalesef.
Kemal’in
suratı asıldı. Cevdet Bey, ara vermeden devam etti.
- Ama bize yardım edebilecek başka bir arkadaşını önerdi. Adamın adı Martin Sándors, Macar asıllı. Beş
yıldızlı bir otelin mutfak yardımcı şefi, üç yıl önce gelmiş ülkemize ve
Türkçemizi gayet iyi konuşuyormuş. Bana kalırsa hemen onu bulup konuşmalıyız.
Kemal’in canı sıkılmıştı. Zsofia gelemiyorsa bu adam niye
işini bırakıp gelsin diye geçirdi aklından. Kim böyle bir teklifi kabul ederdi ki? Esther’e kısa bir süre tercümanlık yapmak için güzelim işlerini neden bıraksın insanlar?
- Peki, dedi çaresizce, konuşalım bakalım.
- Selma Hanım, size de bazı sorularım olacak dedi, Cevdet Bey.
- Buyurun, sizi dinliyorum, dedi Selma endişeyle.
- Gördüğü düşlerden hiç bahsetmiş miydi size?
- Ekseriya bana gördüğü kâbusları anlatırdı. Ama beni esas
endişelendiren uyanık haldeyken gözlerini bir noktaya dikip hayale dalması. İlk olarak evlerinde şahit olmuştum bu duruma. Sonra bir de araba kullanırken şahit oldum bu duruma ve çok korktum. Az kalsın kaza yapıyorduk. Geçenlerde, Kemal’in doğum gününde Esther bizi yemeğe davet etmişti. Jale
ve eşi de vardı o akşam. Bir anda dalıp gitmişti yine gözleri. Tam o sırada Kemal’e acil bir telefon
gelmiş, masadan kalkıp salona geçmişti. Esther’in yaşadığı bu durum içkiyi biraz fazla kaçıranların
dikkatini çekmemişti. Ben fazla alkol almamıştım o gece. Durumunda bir gariplik
sezmiştim ama yine emin olamamıştım.
Kemal’in önünde bunları anlatmak
geriyordu Selma’yı. Derin bir iç geçirerek devam etti.
- Ertesi gün bir yerde buluştuk. Bana gördüklerini anlattı.
Orman içinde orta çağ kıyafetleriyle ağaçların arasında dar bir patika boyunca bayır aşağı koşuyormuş. Peşinden
gelen şövalye kıyafetli genç bir adam onu yakalamaya çalışırken karşısına
küçük bir gölcük çıkmış. Suya atmış kendini, arkasından gelen genç adam da suya atlamış peşinden işte...
Cevdet Bey, dikkatle dinliyordu Selma’nın anlattıklarını.
- Zsofia’ya kendisinin Prenses olduğunu söylemişti. İçine
düştüğü durumla gördüğü düşler arasında bir ilişki olduğu kesin. Bilinçaltı onu fazla etkilemiş görünüyor. Öyle değil mi? diye sordu. Karşısındakilerin üzerinde
gözlerini gezdirirken her birinden gelecek tepkiyi ölçüyordu.
Jale bir şeyler söylemek için sabırsızlanıyor, kendini zor tutuyordu. Artık sıranın kendine geldiğini düşünerek,
- Kesinlikle size katılıyorum Doktor Bey, dedi. Önceki
hayatında Esther Ablanın prenses olduğu gün gibi ortada bence. Hem de Ortaçağ'da yaşayan bir prenses. Doktor,
gülümsedi.
- Korkarım yanlış anladınız beni, dedi doktor. Siz sanırım
reenkarnasyona inanıyorsunuz. Evet, Hindistan’dan çıkıp tek tanrılı dinlerin
bazı mezheplerinde kabul gören böyle bir inanış var ancak bilimsel olarak henüz ispatlanmış değil. Ben bir hekim olarak konuya bilimsel açıdan yaklaşmak durumundayım.
Bildiğiniz üzere irademizi kullanarak yaptığımız işler düşünce sistemimizin
sadece küçük bir bölümünü oluşturuyor. Bilinçaltımız çok daha geniş ve
karmaşık. Kafanızı çok karıştırmak istemem ama yapmak istediğimiz her şeyin, henüz
karar vermeden önce bilinçaltımızda şekillendiği ve gerekli uyarının beynimize
ulaştığını biliyoruz. Yani, toplanıp buraya gelmeniz, beni dinlemeniz görünürde
vermiş olduğunuz kararın sonucu. Aslında durum hiç de sandığınız gibi değil.
Doğduğunuz günden itibaren bilinçaltınıza attığımız bir sürü etken var sizi
bu noktaya getiren. Bu dinledikleriniz bile bundan sonraki yaşamınızı bir şekilde
etkileyecektir. Akıl ve zekâ her insanda farklı seviyelerde oluşan düşünme
güçleridir. Fakat davranışlarımızı esas yönlendiren ne aklımız ne zekâmız ne de
irademizdir. Az önce dediğim gibi bizim gerçek efendimiz bilinçaltı dünyamız.
Bütün davranış bozukluklarında geçmişte yaşadığımız bazı olayların etkisi
vardır. Dikkat ederseniz, "ruhsal rahatsızlık" demedim. Çünkü bence ruh da
bilimsel değildir. Cevdet Bey, konuyu gereksiz yere uzattığını düşündü.
Konuşmasına yeni bir başlangıç yapmak için öksürerek sesini açtı.
- Evet, dedi. Rüyalar, hayaller bilinçaltımızın bize yaptığı
küçük oyunlar. Geçmiş ya da süregelen yaşantımızda bizi olumlu ya da olumsuz etkileyen "süper
egomuz", yani bize ne yapmamız gerektiğini dikte eden sosyal ve ahlaki değer
yargılarımız nedeniyle baskı altında tutmaya çalıştığımız bir kısım kişi ve olaylar, rüya ve
hayallerimizde vücut bulur. Onlar bir bakıma beynimizin sigortalarıdır. Esther
Hanım’a uyguladığımız hipnoz tedavisinde amacımız, bilinçaltında onu rahatsız eden kişi ve olayları tespit etmekti.
Profesörün öğrencilerine ders anlatırcasına verdiği psikanaliz bilgileri, ağzından çıkan "Esther" sözcüğüyle karşısına aldığı insanları kendine getirmiş, doktorun sözlerine kulak kesilmişlerdi. Doktorun Esther'in adını andığı o ana kadar Kemal suratını asmış, Ümit’in devireceği çamları düşünmekle meşgulken, Jale, reenkarnasyon hayallerinin yerle bir edilmesine üzülüyor, Selma ise,
arkadaşının kendisine güvenerek paylaştığı sırları açığa çıkartmanın verdiği ezikliğe kafa yoruyordu. Doktorun Esther’den söz etmesi, onların dikkatini
toplamaya yetmişti. Kaldığı yerden anlatmaya devam
etti:
- Bakın, geçmişte kalmış, artık değiştirme imkânı bulunmayan konularla yüzleşmek ya
da mümkünse hastayı bu duruma getiren sebepleri ortadan kaldırmak sorunun tek çözüm yolu. Esther
Hanım, belli ki ciddi bir travma geçirmiş. Biz bunun ne olduğunu maalesef
bilmiyoruz henüz. Dilimizde kullandığımız bir deyim var bilirsiniz, "Sigortası
atmak". Sözlük anlamı "çok sinirlenmek" olsa da, ben bunu davranış
biliminde gerçek anlamında kullanıyorum. Bilinçaltı vücudumuzun sigortasıdır
aynı zamanda. Nasıl ki, sigorta, üzerinden elektrik akımı geçen devre
elemanlarıyla devreye bağlı cihazların zarar görmesine ve nihayetinde meydana
gelebilecek kaza ve arızalara mani olur, bilinçaltımız da benzer şekilde
yaşadığımız travmatik olaylar karşısında sinirlerimiz ve beynimizde olası
kalıcı hasarların önüne geçer. Düşünme yetimizin ortadan kalkması durumunda
bilinçaltımız devreye giriyor ve bize aklımızın almadığı oyunlar oynamaya
başlıyor. Oyundan kastım, düşünerek tuhaf bulduğumuz şeyler, bazen mantıklı
bazen mantık dışı. Mesela rüyalarımız, gördüğümüz kâbuslar, dalıp gittiğimiz
hayallerimiz bilinçaltımızın oyunlarıdır. Normal şartlarda bilincimiz dışında
geçirdiğimiz süreler kısadır. Ancak Esther Hanım’da farklı bir durum gözlemliyoruz.
Bilinçaltının bu kadar uzun bir süre etken durumda kalması yönünde direnç gösterdiği buna benzer
bir vakaya hiç tanıklık etmedim bugüne kadar.
Son zamanlarda okuduğum en değerli kitaplardan biri oldu Tüfek, Mikrop ve Çelik. Coğrafya ve fizyoloji profesörü Jared Diamond, hayli emek ve zaman harcadığı bu bilimsel eserinde Homo Sapiens Sapiens'ten bu yana insan topluluklarının kaderini etkileyen nedenlere bilimsel temelli cevaplar aramış. Yazar bu kitabıyla 1998 yılında kurgusal olmayan genel eser dalında Pulitzer Ödülü ile En İyi Bilim Kitabı dalında Aventis ödülünü almış bulunuyor.
Diamond'ın bu kitabını daha önce okuduğum Daron Acemoğlu ve James A. Robinson'un ulusların kaderini tarih, ekonomi ve siyasete bağlayan "Ulusların Düşüşü" adlı kitabıyla mukayese etme imkânı buldum. Tüfek, Mikrop ve Çelik toplumların gelişme düzeyindeki farklılıkları çok daha geniş perspektiften ele alan, çok daha geniş bilimsel araştırmalara yer veren ve toplumsal gelişmeyi bir ya da birkaç nedene bağlamak yerine bütün olasılıkları ele alarak sonuca giden, bunları arkeoloji, jeoloji, antropoloji, tarih, dilbilim, coğrafya, sosyoloji gibi disiplinlerle temellendiren müthiş bir kitap.
Öncelikle eseri dilimize kusursuz çeviren Ülker İnce'yi ve editör Kemal Küçükgedik'i de kutlamak isterim, gerçekten böylesine büyük hacimli bir kitapta bir tek çeviri ya da yazım hatasıyla karşılaşmadım. Yazarın büyük bir emekle ortaya koyduğu esere kaynak teşkil eden onlarca kitap ve yayınlanmış makale bilimsel çalışma yapmak isteyenler için eşsiz bir bibliyografya halinde kitabın sonundaki "Ek Okumalar" bölümünde detaylı bir şekilde sunulmakta.
Kitap bazı bölümlerde detaya ve derin konulara inerken insanın aklına gelecek her türlü soruyu sorup gerçeği arıyor. Aynı zamanda bir ders kitabı olan ve üniversite hocalarınca yardımcı kitap olarak önerilen bu eser National Geographic tarafından filme çekilmiş. Konuya ilgi duyanlar ve neden bazı ulusların gelişmiş, bazı ulusların az ya da gelişmemiş olduğuna kafa yoranlar için önemli ve değerli bir kaynak. Dili ve anlatımı son derece sade olmasına rağmen verilen detaylar kitabın okunmasını zorlaştırıyor. Zaman zaman önceki bölümlere dönüp tekrara düşse de konuyu anlamayı kolaylaştırıyor bu yöntem.
Okuduğum kitap 2018 yılında yapılan çevirinin ilk baskısı. Yazar bu nedenle Türkiye'ye özel bir önsöz eklemiş. Burada dünyanın hakim dili olan İngilizcenin aslında Anadolu topraklarında doğduğunu iddia ediyor. Her ne kadar haklı gerekçeleri olsa da bunu Türk okuruna bir jest olarak değerlendirdim.
Adından da anlaşıldığı üzere kitapta insanların kaderini belirleyen üç temel unsurun Tüfek, Mikrop ve Çelik olduğuna değinilirken aslında bunlardan çok daha fazla faktörün rol oynadığına dikkat çekiliyor. Kitabın büyük bölümünde, medeniyetin Bereketli Hilal olarak adlandırılan, Mezopotamya ve Anadolu'yu da kısmen içine alan topraklarda doğmasında coğrafi koşulların belirleyici olduğu ifade ediliyor. Yazara tam hak vermeye hazırlanırken kontra bir soruyla yeniden düşünmeye başlıyorsunuz. Zambiya ile Hollanda arasında ilginç bir mukayese yapılıyor. Coğrafi bakımdan daha avantajlı olmasına rağmen Zambiya'da yaşayan halkın yıllık ortalama gelirinin Hollanda'da yaşayan insanların otuz üçte biri olması nasıl mümkün olabiliyor? Yine Norveç ile Yemen halkları arasında dört yüz kat kişi başı gelir farkının oluşmasının altında yatan gerçekleri anlama imkanı buluyorsunuz.
"Karım Marie, klinik bir psikologdur. Evliliklerinin tehlikede olduğunu gören çiftler ara sıra ona başvurur. Marie eşlerden birine, mesela kocaya, evliliklerinin zorda olmasının nedenini anlatmasını istediğinde "Karım suratıma tokat attı. Böyle bir kadınlar evli kalmak istemiyorum." diyebilir. Marie kadına dönüp bunun doğru olup olmadığını sorar. Kadın, "Evet doğru ama ilişkimizin bozulmasının nedeni bu değil, kocam başka kadınlarla düşüp kalkıyor." der. Marie kocaya döner ve karısının dediğinin doğru olup olmadığını sorar. Adam "Evet doğru ama ilişkimizin bozulmasının nedeni bu değil, gerçek neden karımın bana soğuk davranmaya başlaması, sevgi ve yakınlık göstermemesi ve beni dinlememesi. Bu yüzden başka kadınlarla ilişki kurdum." der." Yazar sonu gelmeyen bütün bu nedenleri "yakın" nedenler olarak tanımlarken asıl neden ya da temel nedenin kadının ya da kocasının başka davranışları ya da anne ve babalarının çocukluklarındaki davranışları olabileceğini belirtmek suretiyle batılı bilim adamları, siyasetçiler ve ekonomistlerin sadece "yakın" nedenlere dayanarak toplumların gelişmişlik düzeyi hakkında kısa yoldan sonuca gitmelerini eleştiriyor. Kanaatimce "Ulusların Çöküşü" adlı kitabında Daron Acemoğlu da aynı hataya düşmüş ve Amerikan toplumunu yüceltirken olaya ideolojik açıdan yaklaşarak toplumdaki gelişmeyi sadece siyasi ve ekonomik sebeplere bağlamıştır. Oysa Jared Diamond, toplumları oluşturan bireylerin hiçbirinin zeka düzeylerinde bir farklılık olmadığına dikkat çekerken gelişme düzeylerindeki farklılıkların sebebini onlarca çevresel etkiyle bilimsel açıdan ilişkilendiriyor kitabında.
Sonuç olarak meraklısına muhteşem, ufuk açıcı bir kitap ancak sıkılmadan okuyabilecek kişi sayısının çok fazla olduğunu sanmıyorum.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 89. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Bir yılı aşkın bir süredir cefasını çektiğimiz pandemi sorunuyla yakından ilgili bilimsel bir konuda düşüncelerimizi paylaşacağız bu kez. Aynı zamanda bir arkeolog olan arkadaşımızın cevaplamamızı istediği sorular şöyle:
"Buzullarda saklı hastalıkların, virüslerin, bakterilerin ve benzeri mikroorganizmaların türümüzün (Homo sapiens sapiens) karşılaştıklarından bile çok önce var olan türlerinin yeniden açığa çıkma olasılığı karşısında neler düşünüyorsunuz? Bu konuda daha önce araştırma yapmış mıydınız veya bir yerlerden duymuş muydunuz? Sibirya Yamal Yarımadası örneğindeki gibi duyduğunuz varsa konuyla beraber bizimle de paylaşabilirsiniz. Örneğin New Mexico'daki bir mağarada 300 metre derinlerde 4 milyon yıldır gün yüzü görmemiş bakteriler (Paenibacillus) bulunmuş."
Milyonlarca yıldır defalarca evrime uğrayan farklı hayvan türleri insanlarda hastalığa yol açan bulaşıcı birçok mikroorganizma barındırmakta. Bilimsel araştırmalardan elde edilen verilere göre günümüzden 13.000 yıl kadar önce buzul çağının sona ermesiyle birlikte Afrika kıtasından çıkan atalarımız dünyanın muhtelif bölgelerine dağılmaya başladı. Avcı-toplayıcı döneminde vahşi hayvanları avlayarak ve yabani bitkileri toplayarak yaşam savaşı veren insanlık göçebe hayatı sürerken küçük gruplar halinde bulunuyorlardı. Hayvan ve bitkileri evcilleştirmeyi öğrenerek yerleşik hayata geçtiklerinde nüfusça kalabalıklaştılar. Hayvanlarla daha fazla haşır neşir olmaları bulaşıcı hastalık getiren mikroplarla tanışmaları sonucunu getirdi. Savaşlar, göçler ve yeni yurt arayışları salgın hastalıkların yayılmasına yol açtı. Bir süre sonra bağışıklık kazandılar ama mikroplarla henüz tanışmayan toplumlara hastalığı yaymaya devam ettiler. Öyle ki Amerika ve Afrika kıtasının Avrupalılarca istila edilmesinde en büyük etkenlerden birinin Avrasya mikropları olduğu biliniyor.
Buzullarda saklı kalmış, insanlara hastalık getirebilecek mikroorganizmalar olabilir. Bunun gelecekte ne kadar etkili olabileceği konusuna girmeden önce bakteri ve virüsler hakkında biraz bilgilerimizi tazeleyelim. Bakteriler dünyada ilk kez ortaya çıkan tek hücreli canlı türü. Dünyanın her yerinde ve her türlü ortamda yaşayabilirler. Normal bir insan vücudundaki bakteri sayısı, toplam insan hücresi sayısının on katı civarında. Bunların çoğu vücudumuzun bağışıklık sistemi sayesinde zararsız hale getirilmiş iken bir kısmı yararlı (probiyotik) bakterilerdir. Bir kısmı ise verem, kolera, frengi, şarbon, cüzzam ve veba gibi bulaşıcı, ölümle sonuçlanabilen ciddi hastalıklara sebep olur. Penisilin ve antibiyotik hastalığı önlemede etkili bir araç olsa da bakteriler artık bu tür ilaçlara direnç gösterebiliyorlar.
Virüsler ise son derece ilginç nesnelerdir. Ne oldukları, nasıl ortaya çıktıklarına dair kesin bir bilgiye ulaşılmış değil henüz. Hatta bu mikroorganizmalara metabolizması olmadığı için canlı bile diyemiyoruz. Tamamen asalak bir özelliğe sahip olan bu organizmalar ilk önce hayvanlardan insanlara geçmiş olup genetik materyaline göre RNA ve DNA olmak üzere iki tip. RNA tipli virüsler, ebola, nezle, grip, hepatit C, çocuk felci ve kızamık gibi bulaşıcı hastalıklara, DNA tipli virüsler ise, çiçek, zona, herpes, su çiçeği gibi ciddi hastalıklara yol açmakta. Dünya gündemini işgal eden Covid-19, RNA tipi virüsle bulaşan bir tür grip hastalığı. Her iki tip virüs de vücudun belli hücrelerinde konaklayarak zamanla kanser hastalığına da yol açabiliyorlar.
Şimdiye kadar virüsleri etkisiz hale getirebilecek hiçbir bir ilaç geliştirilemedi. Hastalık virüsün hücreye girip inanılmaz bir hızla çoğalması ve vücudun bağışıklık sistemini çökertmesiyle kendini göstermekte. Bağışıklık sistemi güçlü olan insanlarda hastalık etkili değil. Bugüne kadar dünyadaki milyonlarca virüsten sadece 6.000 adedi bilim adamlarınca tanımlanabilmiş. Kısa sürede mutasyona uğrama becerilerinden dolayı virüse karşı en etkili yöntem olan aşıdan elde edilecek başarı da son derece sınırlı görünüyor. Virüslerin hayvanlar ve insanlar olmadan yaşama şansı yok. İnsanları hasta edip öldürüyorlar, eğer başka bir insana bulaşamazlarsa bu onların kendi sonu oluyor aynı zamanda.
Bütün bunlardan çıkardığım sonuç şu: Buzulların erimesiyle ortaya çıkabilecek bir bakteri ya da virüsün insanlar arasında bulaşıcı bir hastalığın yayılmasına sebep olabilir elbette. Bununla birlikte halen milyonlarca bakteri ve virüsle yaşadığımız bir ortamda bunu fazla kafaya takılacak bir sorun olarak görmüyorum. İnsanlığı tehdit eden mikroplar gelecekte atom bombasından daha etkili bir silah haline gelecektir şüphesiz. Zira Covid-19'un Wuhan laboratuvarlarında Çin tarafından üretilmiş olması ihtimal dahilinde. Belki de virüsü yaymadan önce aşıyı geliştirmiş olabilirler. En azından teknik açıdan bu mümkün. Zamanı gelince planladıkları bir senaryonun provası ya da kazaen virüsü izole ortamından dışarı çıkarmış da olabilirler. Biyolojik silah olarak virüs, bugün dünyanın en etkili silahı olmaya aday!
Buzul çağının sonunda Japonya adaları, Asya ana karasının birer uzantısıymış. Buzulların erimesi sonucunda deniz 150 metre yükselerek karadan koparak bir ada ülkesi olmuş Japonya. Küresel ısınma devam ediyor. Okyanusların, denizlerin13.000 yılda 150 metre yükseldiğini düşünün. Sibirya'yı kaplayan buzulların altında kalan metan gazı buzların erimesiyle atmosfere karışacak. Küresel ısınmaya karbondioksit gazından yaklaşık 25 kat daha fazla etkisi olan metan gazı ısınmayı daha çok arttıracak. Ülkeler su altında kalacak, büyük göçler, kuraklık, kıtlık başlayacak. Yani buzulların erimesi sonucu ortaya çıkacak bakteri ve virüsleri düşüneceğimize küresel ısınmaya ve mevcut bakteri ve virüslerimize kafa yorsak kanaatimce çok daha isabetli hareket etmiş oluruz. Ayrıca bireysel olarak da bol bol ilikli kemik suyuna çorba içip bağışıklık sistemimizi korumaya çalışalım.
İş dediğin konsantrasyon ister, en küçük hatayı affetmez,
başka şeye yer yoktur kafanda. Ne bir hobi, ne ailen, ne de dostların… Varsa yoksa her
şey işinle ilgilidir; işinle ilgili haberler, dergiler, gazeteler, yazışmalar, iş yemekleri, iş toplantıları, iş seyahatleri, iş telefonları, iş görüşmeleri, iş arkadaşları, iş, iş, iş... Bütün bunların arasında yaşadığını unutursun. Yetmezmiş gibi bir de patronun kaprislerini, haklı haksız laflarını çekmek zorundasın. Keyifli zamanlarında bilmem kaçıncı kez tekrarladığı anılarını, bu duruma gelene kadar ne badireler atlattığını sabırla dinlemek yine işinin asli gereğidir. Yüzüne hayranlık maskesi takar, salak bir ifadeyle saatlerce anlattıklarına kulak verir, bayat esprilerine gülmek zorunda kalırsın.
Bak işte, yine farkında olmadan dönüp dolaşıp işlerine kaymıştı aklı. Zavallı Esther, hastane odalarında kıvranırken, hâlâ işini düşünüyordu. Öfkeye kapıldı, elindeki bira şişesini bir hamlede dikerek son damlasına kadar ağzına boşalttı.
Televizyonda, pıtrak gibi çoğalan dizilerden birine takıldı gözü.
Kanalı değiştirdi, bir başka dizi çıktı karşısına. Kafasını bir türlü toparlayamıyordu.
Ekranda görünen hiçbir şeyin anlamı yoktu. Yarın sabah Esther’in yanına gidip kapısının önünde beklemek ağırına gidiyordu. Onca insanın içinde görmek
istemediği tek kişinin kendisi olması ne kadar tuhaftı. Şimdiye kadar en küçük bir gönül kırgınlığı yaşanmamıştı aralarında oysa. Belki de yanılıyordu. Yoksa kırmış mıydı sevdiğini? İçine atmış olabilir miydi Esther, kırgınlığını?
Öyle ya, niye "Onu görmek istemiyorum, o getirdi beni buraya." demişti.
"Buraya?" Ama onu hastaneye getiren kendisi değildi ki. Biraz düşününce aklına geleni
mırıldandı. "Yoksa?" Evet, üç yıl önce Berlin’den alıp getirmişti onu
memleketine. Hiç aklına gelmemişti bu durumdan şikâyetçi olabileceği. Bugüne
kadar yaşamına dair en ufak bir olumsuzluk hissettirmemişti. Özellikle ilk zamanlar
çok mutlu görünüyordu. Birlikte sinemaya, tiyatroya, konsere gidiyorlar,
arkadaşlarıyla buluşup eğleniyorlardı. Evet, son zamanlarda onu ihmal
ettiği doğruydu. Ama artık dilimizi de öğrendiğine göre kendi başının çaresine
bakabilirdi. Belli bir arkadaş çevresi de vardı artık nasıl olsa.
Özellikle Selma ile iyi anlaştığını, birlikte gezip dolaştıklarını, hoşça vakit
geçirdiklerini biliyordu. Hatta bir ara resim kurslarına yazılmış ama hemen bıkıp vazgeçmişti. Evet, işlerinin yoğunluğu sebebiyle son zamanlarda birbirlerini daha az görüyorlardı. Eskiden olduğu gibi birlikte dışarı çıkıp yemek yemeye, konsere ya da bir arkadaş ziyaretine gitmeye zaman bulamıyorlardı. Zaten ayın yarısı yurt
içi ve yurt dışı seyahatlerinde geçiyordu. Eve geç geliyor, iş yerine zamanında varmak için evden
erken çıkmak zorunda kalıyordu. Uzun zamandır evde yemek bile yemez olmuştu…
Esther’in eli ayağı plastik bantlarla yatağa bağlı hali geldi
gözlerinin önüne. Büyük bir acıma ve suçluluk duygusu kapladı içini. "Ne yaptım
ben?" dedi, "Nasıl bu kadar körelmiş kalbim?" Gözleri doldu. İşinden başını
kaldırıp karısına gününün nasıl geçtiğini sormayalı nice zaman olmuştu. Oysa o, her gece geç saatlere kadar gözünü kırpmadan dönmesini beklemiş, eve
geldiğinde gün boyu işiyle ilgili canını sıkan konuları sabırla dinlemiş, tatlı
sözlerle gönlünü almıştı.
Sabah olunca önce Hasan'ın fikrini alıp Cevdet Bey’e
Sofia konusunda cevap vermesi gerekiyordu. Aslında Hasan’dan çok Selma’nın yardımına ihtiyacı
olduğunu düşündü. Onun, söylediklerinden çok daha fazlasını bildiğinden adı gibi emindi. Zsofia konusunda doktorun dediği kafasına yatıyordu. Kendisinden nefret eden ve kimsenin anlamadığı bir dilde konuşan karısıyla iletişim kurmanın başka ne yolu olabilirdi ki.
Göz
kapakları ağırlaştı, yatağa gidecek gücü kendinde bulamadı, koltuğa sızıp kaldı öylece.
***
Timur henüz uyanmamıştı. Selma, Cafer Efendinin kapıya bıraktığı dumanı tütmekte olan taş fırın ekmeğinden kopardığı küçük bir parçanın üzerinebıçağının ucuyla tereyağı sürdü. Burnuna yanaştırıp erimekte olan yağın kokusunu çekti içine. Kocasının
gün geçtikçe irileşen göbeğine yandan bir bakış attı.
- Böyle devam edersen sonunu iyi görmüyorum. Hasan,
omzunu silkti.
- Bu da yenmez mi şimdi ama? Elindeki ekmeği koklayarak
çayından bir yudum çekti. Akşamdan beri Esther’i konuşuyorlardı.
- Hiçbir şey
dışarıdan göründüğü gibi değil, dedi Hasan. Para, mal, mülk, makam hepsi boş.
Gece boyunca Selma’yı sıkıştırmış, yengesinin neden psikiyatr
kliniğine gittiğini öğrenmeye çalışmıştı. "Ben de bir şey bilmiyorum." demişti Selma. Hiç kimseye açıklamadığı bir geçmişi olduğunu tahmin
ettiğini söylemişti sadece. Ailesiyle ilgili bir problemi olmalıydı. Hafızasına kazınmış, kötü bir iz… Ama bu konuda Esther'in ağzından bir şey duymadığına dair yemin etmişti.
- Başkana çıkıp bir gün daha izin isteyeceğim. Ağabeyimi
yalnız bırakmam doğru olmaz. Selma, boşalan bardaklara çay doldurdu.
- Evet, dedi Selma. Onları yalnız bırakamayız. Kemal’in durumunu
hiç iyi görmüyorum. Esther ona bağırdığında yüzündeki ifadeyi
görmeliydin.
- Şimdi aklıma ne geldi bak, dedi Hasan. Onlara yemeğe gittiğimiz akşamı
hatırlıyor musun? Jale’nin anlattıklarını... Selma gözlerini boşluğa dikerek o
akşamı hatırlamaya çalıştı.
- Hmm, eveet, dedi uzatarak. Ne düşündüğünü tahmin ediyorum.
Şu reenkarnasyon muhabbeti…
- Aynen, dedi, Hasan. Gülüp dalga geçmiştik kızla. Şimdi
başımıza geldi, bak görüyor musun? Neydi adı? Prenses Nora mı? Vay anasını... Birden
gülme krizine girdi.
- Hiç de gülünecek bir durum yok, Hasan dedi, Selma. Ama o
da kendini gülmemek için zor tutuyordu. Hasan, karısına aldırmadan konuşurken kesik kesik
gülmeye devam ediyordu.
- Ya, diyorum ki, şimdi ağabeyim veliaht prens, dolayısıyla ben de prens
oluyorum, öyle mi?
- Kes artık şunu, dedi Selma, sert bir şekilde. Nesi var
bunun gülünecek. İnsanlara nasıl yardım edebiliriz diye düşüneceğimiz yerde oturmuş dalga geçiyoruz. Ağabeyinin neler çektiğini bilmiyor musun? Hasan ciddileşti birden,
- Yok ya, dalga geçmiyorum, bakma sen güldüğüme. Şu Jale’yi çağırsana, konuşalım bakalım. Yengemin yaşadıklarıyla Jale'nin anlattıkları arasında bir ilişki olabileceğini düşünüyorum gerçekten. Komik ama gerçek bir durum var ortada. Kadın bir anda Macarca konuşmaya başlıyor. İnanılır gibi değil. Böyle bir şeyin olabileceğine inanıyor muydun? Metafizikle ilgilendiğini biliyoruz Jale'nin. Buna benzer olaylar olmuştur belki de, bizim duymadığımız. Bunu bilse bilse Jale bilir. Onu dinlemekle bir şey kaybetmeyiz. Bakalım ne diyecek, nasıl
rahibe olmuş?
Selma, kocasının gerçek niyetinden emin olamamıştı.
- Ciddi misin? diye sordu, yüzüne dikkatle bakarak.
- Evet, dedi, Hasan. Belki reenkarnasyonda zaman geçişleri konusunda söyleyecekleri
vardır. Bildiğim kadarıyla o bu konuda pek çok seminere katıldı, bir sürü kitap okudu.
Hasan gülmemek için kendini kasarken Selma kocasını anlamakta güçlük çekiyordu.
- Ara bence, ne kaybederiz ki, dedi Hasan. Ama tembihle de millete yaymasın hemen.
Selma olan biteni bir çırpıda anlattı telefonda. Daha lafını bitirmemişti ki Jale heyecana kapılıp bir çığlık attı.
- Demedim mi ben size, gördünüz mü, demek ki hayal görmüyormuşum. İnsanın sonsuza dek tek bir yaşam sürmesi size de saçma gelmiyor mu? Ruhlarımız kim bilir kaç
beden değiştirdi şimdiye kadar. Ama pek az insanın bundan haberi oluyor işte. Selma, lâfı sakız gibi uzatan Jale’yi
dikkatle dinliyordu.
- İşin yoksa hadi gel bize, birlikte Esther’in yanına
gideriz.
- Aşk olsun, bundan önemli iş mi olur hiç. Bekleyin beni giyinip geliyorum hemen, dedi Jale.
Telefon konuşmasının bitmesini bekleyen Hasan, saatine
bakıp birden hareketlendi.
- Eyvah, geç kaldım, belediyeye uğradıktan sonra ağabeyimi arar birlikte Esther'in yanına gideriz.
Sen Jale’yi bekleyeceksin sanırım, onun arabasıyla gelirsiniz o zaman. Hadi ben kaçtım,
hastanede görüşürüz, geç kalmayın.
Bardağında kalan son çayı yudumlayan Hasan, aceleyle ceketini üzerine geçirdi.
Yirmi dakika sonra kapının zili Timur’u uyandırmaya yetmişti. Jale’nin bu
kadar çabuk gelebileceğini tahmin etmiyordu Selma.
- Uçarak mı geldin, vallahi bravo! Daha mutfağı bile
toplamaya fırsat bulamadım.
- BilirsinEsther Abla’nın yaşadığına benzer hikâyeleri çok merak ederim. Bu yüzden arabama atladığım gibi koştum
geldim. Reenkarnasyon benim ilgi alanım tatlım. Hadi bana bir an önce anlat Prenses Nora'yı. Ayy, çok heyecanlı...
- Dur hele bir otur, konuşuruz. dedi. Dağınıklığına
bakmazsan mutfağa geçelim, hem Timur’un kahvaltısını hazırlarım o esnada. Selma, Jale’nin buna aldırmayacağını biliyordu.
- Yok, canım, ben de her şeyi olduğu gibi bıraktım çıktım.
Çayın varsa bir bardak alırım, dedi, Jale.
Birlikte mutfağa geçtiler. Derin yırtmaçlı kırmızı elbisesi, yüksek ökçeli ayakkabıları ve aşırı makyajıyla yaşından fazla gösteren son derece frapan bir görünüşü vardı Jale'nin. Bu durum onun çocuksu tavırlarıyla tam bir tezat oluşturuyordu.
- Hasan çıktı mı?
- Evet, belediyeye gitti. Başkandan izin alabilirse, oradan hastaneye geçecek. Temiz bir bardak çıkarıp tezgaha bıraktı. Sen çayını koyarken ben Timur'a bir bakayım, mızmızlanıp duruyor.
Kendisinden sadece dört yaş küçük olmasına rağmen Esther’e
adıyla hitap etmeyi kendine yakıştıramıyordu Jale. Sadece yaş farkından değil ona duyduğu saygı gereği “abla” demek zorunda hissediyordu kendini. İnce belli bardağa çayını doldurduktan sonra masaya oturup bacak bacak üstüne attı. Selma kucağında Timur olduğu halde mutfağa döndü ve çocuğu mama sandalyesine oturttu. Jale çocuğun oturmasına yardım etti.
- Aman da Timurcuk mu gelmiş. Nasılsın bakalım delikanlı? Annen sana şimdi mamanın yedirecek. Maşallah ne kadar uslu bir çocuk olmuşsun sen.
- Usludur benim oğlum Jale Teyzesi, mamasını yerse onu anneannesine götüreceğim biliyor musun? Selma çocuğun karşısına oturup onu yedirmeye koyulur koyulmaz Jale daha fazla kendini tutamadı.
- Esther Ablanın başına gelen aslında benim için sürpriz sayılmaz, onun aristokrat bir
geçmişi olduğu her halinden belliydi. Bir süre duraksayıp düşündü. Sonra bir şey aklına gelmişçesine sağ elinin işaret parmağını havaya kaldırdı. Mmm, benim rahibe olduğum yıllarda o prensesmiş demek!
Sözlerinden espri yapmadığı, dediklerine yürekten inandığı belli
oluyordu. İçinden "Çatlak bu ya," derken bir yandan da onu konuşturup eğlenmek hoşuna gidiyordu Selma'nın.
- Onu bırak da, söyle bakalım, Vatikan’a nasılrahibe
oldun sen? Alaycı bir gülümseme yayıldı yüzüne.
- Rüyamda gördüm. Ama bunun öncesi var.
- Nasıl yani? diye sordu Selma.
- Üç yıl kadar önce yakın arkadaşlarımızdan birinin evinde yemeğe davetliydik. Yemekten sonra ev sahibi olan arkadaşımız "Hadi ruh çağıralım" diye bir fikir
attı ortaya. Ayhan’la yeni nişanlıyız o zaman. Ruh çağırmanın nasıl
yapıldığına dair hiçbir fikrim yok. Ayhan, bildiğin gibi her mezarın bayat
ölüsü…
- Hazır mezarın bayat ölüsü, diye düzeltti Selma. Timur'un ağzına bir kaşık daha sokuşturdu. Jale
heyecanla anlatmaya devam etti.
- Her neyse, kaçırmaz böyle şeyleri işte, biliyorsun. Ev sahibi, Turan adında genç bir çocuk, bizim Ayhan'ın çocukluk arkadaşı, hazırlık yapmak için müsaade isteyip yan odaya geçti. İlk
seansa Turan'ın kız arkadaşı Zehra da katılmak istedi. Bir süre sonra Turan, bizi odaya çağırdı. Dört
sandalye dizilmişti karanlık odanın tam ortasında bulunan yuvarlak masanın
etrafına. Sandalyelerin arkasında duvara asılı şamdanların ve masanın üzerinde yanan küçük mumların
ışığı, Quija tahtasını görmeye ancak yetiyordu.”
- O da neymiş? diye sordu Selma.
- Quija, üzerinde harfler, rakamlar, evet, hayır ve güle
güle sözcüklerinin yazılı olduğu bir tahta. Ben de ilk kez orada gördüm zaten. Kapıyı
kapattıktan sonra Turan, bir şeyler söyledi. Bir çember oluşturacak şekilde
birbirimizin elini tuttuk. Turan "Kimi çağıralım?" diye sorduğu anda bende korku
bacayı sarmıştı. Ayhan’ın elini tüm gücümle sıkmaya başladım.
- Delisin sen, dedi Selma.
- Dur bak daha neler anlatacağım, dedi Jale, heyecanla. Ayhan,
bana dönüp Jale’nin ruhunu çağıralım dedi. Yerimden sıçradım, hayır, hayır
ben istemiyorum dedim. Turan bunun zaten mümkün olmayacağını, sadece ölmüş
kişilerin ruhları ve cinlerle iletişim kurulabileceğini söyledi. Daha sonra
bize en yakın görünmez varlığı masamıza davet etmek konusunda anlaştık. Sol
ellerimiz birbirine bağlıyken sağ ellerimizin ikişer parmağını ters kapatılmış
beyaz bir fincanın üzerine koyduk. Turan bir şeyler söyledi. "Ey ruh, geldiysen
haber ver." gibi şeyler işte. Fincanda belli belirsiz bir titreme fark ettim.
Masadaki herkes şaşırmıştı. Gözlerimizi açmış, birbirimize bakıyorduk. Turan, sanırım bir
ziyaretçimiz var deyince hafiften altıma kaçırdığımı hissettim.
- Allah akıl fikir versin, hayatta istemezdim orada olmayı, dedi Selma.
- Neyse fazla uzatmayayım, Turan, kim olduğunu söyle bize dedikten
hemen sonra, akıl almaz bir şekilde Quija üzerindeki fincan hareket etmeye
başladı. Buna hiç kimsenin inanmasını beklemiyorum ama yeminle söylüyorum ben bunları yaşadım. Resmen
parmaklarımızı sürüklüyordu fincan, harflerin arasında dolaşıyor, bazı harflerin
üzerinde duraksadıktan sonra bir diğerine ilerliyordu. Selma’ya kollarını
gösterdi. Bak dedi, sana anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor.
Turan, harfleri yan yana getirdikten sonra "Jale" diyor, dedi. Ellerimiz korkudan zangır zangır titriyordu. Turan, "Jale kim?" diye sordu.
Fincan yine harflerin üzerinde dolaşmaya başlayınca dikkatimi verip takip etmiştim bu kez. Evet, Turan’ın dediği gibi, fincan Quija tahtasının üzerinde,
sırasıyla "Rahibe" sözcüğünü oluşturan harflerin üzerinde gezindi. Bu sefer "Hangi rahibe?" diye sordu Turan. Harfleri
birleştirince "Rüya" sözcüğü çıktı. Ne demek istediğini o zaman anlamamıştık.
Başka soruya geçmeden fincan parmaklarımızı "güle güle" yazan bölüme çekti.
Turan, artık ayrılmak istiyor, seansı kapatmamız lazım, yoksa kızarlar deyince çıktık odadan. Salonda arkadaşlarla "rahibe" ve "rüya" sözcükleriyle ne
anlatmak istediğini tartıştık gece boyunca. Hiçbirimiz bir anlam verememiştik
bu iki sözcüğe. Sonra evlerimize döndük.
Aceleyle salondaki telefonun yanına koştu. Arayan
Kemal’di.
- Hasan’a ulaşamıyorum, telefonu cevap vermiyor.
Selma telefonu kulağından ayırmadan mutfağa, Jale’nin yanına döndü.
- Başkandan izin alacaktı, sessize almış olabilir, onunla hastanede buluşuruz diye konuşmuştuk. Ben de Jale ile birlikte çıkarım birazdan.
- Ben sizi alabilirim ama önce Cevdet Bey’in yanına uğramam
gerekiyor, dedi Kemal.
- İstersen önce bize uğra, birlikte gideriz doktora, yolu uzatmamış olursun. Hem sana anlatacaklarımız var.
- Tamam o zaman, yola çıktım, geliyorum dedi, Kemal.
Selma telefonu kapatıp Jale’ye döndü.
- Kemal bizi almaya gelecek, Esther’in doktoruna
birlikte gideceğiz. Bir yandan masayı toplarken hikayenin sonunu merak ediyordu. Sen anlatmaya devam
et, e ne oldu sonra? Rahibe rüyana mı girdi?
- Benim arabamla da gidebilirdik ama neyse. Evet, ne diyordum, aynen dediğin gibi oldu. Gecenin bir yarısında kan ter
içinde uyandım. Normal bir rüya değildi bu. Vatikan’daki Aziz Petrus Kilisesinin
baş rahibesiydim. Papa’nın evrak işlerine bakıyor, yazışmalarıyla
ilgileniyordum. Gördüklerim göz kamaştırıcıydı. Yüksek kubbesi olan bir binanın
içinde, heykeller, resimler ve süslemeler arasında geziniyordum. Sonra birden sessizliği
yırtan bağrış ve çığlıklar yükseldi. Ben de herkesin panik içinde koştuğu tarafa
yöneldim. Papa yere uzanmış yatıyordu. Herkes bir yana açılıp bana yol
verdi. Kanlı bir hançer göğsüne saplanmıştı. Üzerine kapanıp bağıra çağıra
ağlamaya başladım. Üzerine eğildiğimde bana "Evet kızım, sen beni kurtaracak Paula’sın." diye
fısıldadı.
Selma mutfağı toplarken Jale'nin anlattıklarına daha fazla dayanamadı.
- Hayal gücün epey genişmiş. Her insanın görebileceği
bir rüya bu. Tamam, sen şimdi Timur'a göz kulak ol, ben de hemen giyinip,
makyaj yapayım, Kemal’i bekletirsek, ayıp olur.
- Dur, dur bak, dedi Jale. Selma’nın peşine takıldı. Israrla kendisini
dinlemesini istiyordu. Altı ay sonra Roma’ya gittik Ayhan’la. Otele
yerleşir yerleşmez Vatikan’ın yolunu tuttuk. Yemin ediyorum bak, rüyamda
gezdiğim, gördüğüm her yeri karşımda buldum. Ayhan’a sor istersen, rüyama giren heykellerin nerede olduğunu, hangi kapının nereye açıldığını elimle koymuş gibi biliyordum. Duvarları rüyamda gördüğüm resimlerle süslü uzun bir koridorda yürürken sağ tarafa
açılan bir hole gireceğimizi, hole açılan üç kapı olduğunu önceden Ayhan'a söylemiştim. Bütün söylediklerim çıkınca o da şaşkına döndü. O kadar
ki, holün mermer döşemesindeki haç işaretli yer süslemesi bile rüyamda papanın
katledildiği yerde gördüğüm şeklin tıpa tıp aynısıydı.
- Esther’in durumu seninkinden farklı sanırım dedi, Selma. Jale’yi
sabırla dinlemiş fakat onun iddia ettiği gibi önceki hayatını Vatikan’da
geçirdiğine pek aklı yatmamıştı. Bununla birlikte Jale'nin anlattıklarına kendisini inandırdığını
düşünüyor, sözlerinde bir aldatma ya da abartı olmadığını düşünüyordu.
- Seninle aynı fikirde değilim, dedi Jale. Esther Abla'nın durumu da benim rüyamın gerçek olduğunu kanıtlıyor. Eğer ruhun ölmeyeceğine
inanıyorsak, onun kendine uygun başka bir bedende tekrar vücut bulacağına
şaşırmamalıyız bence. Esther Abla’nın yaşadıkları benim bu düşüncemi desteklemiyor mu?
- Bilmiyorum, dedi Selma içini çekerek. Ben Timur’u aşağı,
annemlere bırakayım, Kemal gelmek üzere. Bu arada Esther'in başına gelenlerden sakın kimseye bahsetme. Yoksa Kemal öldürür bizi. Doktoru da bunu bir sır gibi saklamamızı özellikle istedi.
Giyinirken, makyaj yaparken peşini bırakmamıştı, Jale. Çocuğun elinden tutup
kapıya yürüdü.
- Hadi bakalım Timur, anneanneye gidiyoruz, Jale Teyze'ne bay bay de ve biz gelene kadar
uslu duracağına söz ver. Çocuk, sesini çıkarmadı.