31 Ağustos 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 106

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Sade ve Derin / DeepTone belirledi. Gelecek hafta, konuyu sevgili Makbule Abalı belirleyecek. Bütün arkadaşların farklı tartışma konuları önererek etkinliğe katılmasını, birbirimizi tanımak, dünyaya başka gözlerden bakabilmek, yaşama dair bilgi, görgü ve tecrübelerimizi artırmak açısından önemsiyorum. Geçtiğimiz hafta sonu kızımın düğün telâşı vardı. Bu yüzden birkaç gün blog dünyasından uzak kaldım. Geçen hafta Ağaç Ev Sohbetlerine yazılarıyla katkı veren bazı arkadaşların yazdıklarını okumak, geç de olsa yorum yapmak için sevgili Deeptone'un sayfasına gittim ancak ne yazık ki sayfanın silinmiş olduğunu gördüm! Bu nedenle sadece yazıma yorum yapan ve benim henüz okuyup yorum yapmadığım son birkaç arkadaşın yazılarına ulaşabildim. Geçen haftadan okuyup yorum yazmadığım Ağaç Ev Sohbetleri yazısı kalmadığını umuyorum. Bu haftanın konusu ise şöyle:

"Yaşamadığınız bir duygu veya bir an için nostaljik hisseder misiniz?"

Nostalji, geçmişte "mutlu" bir ana duyulan özlem olarak tanımlanıyor! Soru biraz kafa karıştırıcı. Bu sebeple sevgili Deeptone konu dışına çıkmamak için sınırları iyice belirgin hale getirmiş yazısında. Öncelikle yaşamadığım bir duyguya nasıl özlem duyabilirim diye sordum kendime. Yazısını okuduktan sonra konuyu sadece mutlu anlarla sınırlamadığını gördüm. Derinlemesine düşünmeden sevgili Deeptone'nun yazısına yaptığım yorumda hem mutlu hem de acı anlara dair örnekler vermiş olsam da bu yazımda "nostalji" tanımına uygun olarak yaşamadığım mutlu anlardan bahsetmeye çalışacağım.

Çocukluğum beni dinozorların (bu sözcüğü dinazor şeklinde yanlış kullanıyormuşum meğer) üzerine göktaşı düşüp yok olmalarından hemen sonraki çağa getiriyor. İlkokula gidiyorum. Sabit telefonlar bile lüks. Televizyonun ne olduğunu bilmiyoruz. İnternet hak getire. Lambalı radyomuzun düğmesini çeviriyoruz, birkaç dakika ısınıp ondan sonra çalışmaya başlıyor. Mahallemize henüz apartman girmemiş, sağımız solumuz tek katlı, arka tarafında küçük birer avlusu olan, iki oda ve adına hayat dediğimiz dar bir koridordan oluşan evlerle dolu. Sokağın köşesine beyaz renkli kıçı kırık bir Peugeot 504 yanaşıyor. Arabadan beyaz takım elbise ve siyah dar kravatlı genç bir adam iniyor ve James Bond çantasından proje paftalarını çıkartıyor. Yanındaki adamlarla bir şeyler konuşuyor ama ne dediklerini anlamıyorum. Sonra diyorlar ki, herkesin hayranlıkla izlediği beyaz elbiseli genç, yakışıklı adam inşaat mühendisi. Adamı dikkatle izliyorum. Keşke diyorum keşke, büyüyünce onun gibi olabilsem ben de. Bir elinde kalem, projelere  bakıp sakin sakin bir şeyler söylüyor arkadaşlarına. Belli ki kat karşılığı ilk apartmanı dikecek mahallemize. Ama o zamanlar bu işlere aklım ermiyor. Üniversite sınavı için tercih listesini dolduruyorum. İlk tercihim, annemin hatırına Ege Tıp, diğerlerinin tamamı inşaat mühendisliği ve mimarlık. Tercih sayısı kadar mühendislik fakültesi yok o yıllarda. Boş kalan yerleri boşta kalmayayım diye hukuk fakülteleri ile dolduruyorum. Evet, hayalini kurduğu mesleğe kavuşan nadir insanlardan biri oluyorum. Ancak iş hayatının çocukluk hayalimdeki kadar masum, sadece elinde kalem, önünde projeden ibaret olmadığını, ideallerimin aksine sadece paranın egemen olduğu bir çalışma ortamı içine düştüğümü anlıyorum zaman içinde.  

Ne sıcak su, ne çamaşır makinesi... Haftanın belli günü annemiz tarafından büyük tencerelere su doldurulup kaynatılıyor, sıcak su kovaya boşaltılıp soğuk su ilavesiyle yıkanma suyu hazırlanıyor. Banyoya girdiğimizde o bir kova suyu sabunlu kalmadan idare etmek zorundayız! Seneler sonra üniversite yurtlarına yerleştiğimde musluğu çevirince akan sıcak su pek konforlu geliyor bana. Dilediğim zaman, ister gündüz, istersem gece yarısı duşa girer tadını çıkarıyorum. Evde annemin teneke, daha sonraları plastik leğenler içinde bin bir güçlükle yıkadığı kirli çamaşırları, merdaneli makinelerde yıkıyorum. Sınıf atladığımı düşünmeye başlamıştım o zamanlar ilk kez.

Ortaokula gidiyorum. Yakın arkadaşlarımdan biri bana pergelini gösterdiğinde vay be pergelin güzelliğine bak! demiştim. Onun ailesinin gelir düzeyi bize göre daha iyiydi. Bana alınan pergel adi tenekeden yapılma, ucunu merkeze dayadığımda, kısa kurşun kalem takılan diğer ucu asla çemberi tamamlayamayan basit, eften püften bir aletti. Bir ucunda iğne, diğer ucunda kalem ucu bulunan ve milim şaşmadan çemberi tamamlayan arkadaşımın pergeline hayran kalmıştım. Bir kereliğine kullanayım diye yalvarmama rağmen arkadaşım bozarsın diye vermemişti. Aynı pergele ancak lise yıllarında kavuşmuş, geometri en sevdiğim derslerden biri olmuştu.    

Liseyi bitirene kadar ailemle birlikte yaşıyordum. Deep'e yazdığım yorumda konudan bahsettim biraz. Arkadaşlarımın babaları çocuklarına iyi davranıyor, onları arkadaşlarıymış gibi görüyor ve sıcak bir aile görüntüsü veriyorlardı. Oysa benim babam sertti, her an maraza çıkaracak bir neden bulurdu. O günleri hatırlıyorum, akşamları azarlanmadan ya da şiddet görmeden geçirmek için kardeşlerimle ne yapacağımızı bilmez haldeydik. En basitinden şu örneği vereyim. Babam akşam eve geldiğinde eğer elimizde ders kitabı yoksa niye dersimize çalışmıyoruz diye azar işitirdik. Oysa çoğu zaman dersimizi gündüzden bitirmiş olurduk. Ertesi gün babamı yine kızdırmayalım diye bir köşeye çekilir elimize birer ders kitabı alır, ona okur gözükürdük. Fakat bu kez yine söylenir, dersimizi bu vakte kadar niye bırakmışız diye kızardı. Baba deyince benim aklıma ilk gelen şey korkuydu o zamanlar. Kararımı vermiştim, ben babamın tam aksi bir baba olacak, çocuklarımla arkadaş olacaktım. Evet, kararımı uyguladım ama kantarın topuzunu biraz fazla kaçırdım sanırım. Arkadaşlarımın babaları, çocuklarını bir masa etrafında toplayıp neşeyle sohbet ettiklerini gördüğümde bir burukluk çökerdi üstüme.

24 Ağustos 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 105

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin ikinci yılını doldurarak 105. Haftaya girmiş bulunuyoruz. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Sade ve Derin / DeepTone belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Neden kitap okuyorsunuz?"

Kısa ve öz bir soru. Çoğu kez alışkanlık edindiğimiz benzeri basit soruları kendimize sormak aklımıza gelmez. Sözgelimi bir  yazara "Neden yazıyorsunuz?" diye sorulduğunda bir an duraksar ve ne diyeceğini bilemez. Bir süre sonra "Yazmak benim için bir ihtiyaç, kendimi en iyi bu şekilde ifade ediyorum." gibi bazı açıklamalar yapar. Beklemediği bir anda böyle bir soruyla karşılaşmak onun da aklına gelmemiştir. Neden kitap okuyorum sorusu benim için daha önce aklıma gelmeyen  o sorulardan biri değil. Hatta bu soruyu zaman zaman kendime sormaya devam eder, yeni nedenler keşfederim. Maddeler halinde aşağıda sıralayacağım cevaplarda mümkün olduğunca somut gerekçelerimi ortaya koymaya çalışacağım. Yani, kitap en iyi dosttur, arkadaştır gibi derin düşünmenin yollarını tıkayan tekdüze cevaplardan kaçınmaya çalışacağım. Kitap okumamın nedenleri elbette bunlarla sınırlı değil ama ilk aklıma gelenler şöyle:

1. Yaşamı tanımak, öğrenerek cehaletten kurtulmak için okurum

İnsanının yaşam mücadelesinde ayakta kalabilmesi, güçlü olabilmesi için kendisini ve çevresini tanımak zorunda olduğuna inanıyorum. Kitaplar ve genel anlamda her türlü yazılı metin, yaşanmış sayısız olayın, hayallerin, düşüncelerin kapısını açar okurlarına. Bu sayede insanları ve yaşadığımız dünyayı tanıyabilir, bilgimizi arttırabiliriz. Çevremiz ne kadar geniş olursa olsun onlardan öğrenebileceğiniz bilgi ve tecrübe kitaplardan elde edebileceklerimizle kıyaslanamaz. Okumamış olana cahil diyoruz. Burada okumaktan kastın okulda eğitim görmek, üniversite bitirmek olduğu şeklinde halkımızın zihnine yerleşmiş yanlış bir inanç var. Profesör unvanı taşımasına rağmen mesleki ihtisası dışında bir kitap dahi okumamış bir sürü cahil insan var çevremizde.  Tam aksine ilkokul mezunu ancak her konuda kitapla haşır neşir olmuş ve bu sayede kendini yetiştirmiş saygı duyulası "okumuş" insanlara da rastlayabiliyoruz. Sadece küçük bir örnek vereyim: Rusya'nın 1917 Ekim devriminden sonra Bolşeviklerin Çarı devirerek iktidarı ele geçirdiklerini düşünürdüm. Okuduğum en güzel romanlardan biri olan Mihail Şolohov'un dört cilt halinde basılmış kitabı "Ve Durgun Akardı Don", ülkede yıllarca süren iç savaş sırasında neler yaşandığını mükemmel betimlemelerle anlatırken bu iktidar değişikliğinin o kadar basit bir iş olmadığını  öğrendim. Peki bu bana ne kazandırdı, Rusya'daki devrimi anlatan bir kitaptan öğrendiklerim ne işime yaradı demeyin. Dünyada yeni güç dengelerinin oluştuğu günümüzde, demokrasiyi içine sindirememiş bizim gibi ülkelerde her an çıkartılması olası bir iç savaşın getireceği acıları, yoksulluk ve diğer olumsuzlukları henüz yaşamasam da okuduğum kitaplar sayesinde tahmin edebiliyorum. Ne yazık ki, ülkemizde okullarda verilen eğitim insanlarımızı bilinçlendirmeye değil, düzene uygun adam yetiştirmek üzere kurgulanmış. Halkımızın gerçekleri öğrenmesi ve gelişmiş ülkelerin vatandaşları gibi sömürülmeksizin insanca yaşam hakkına erişmesi için bol bol kitap okuması şart. Okuyan toplum doğruyu yanlışı öğrenir, bilinçlenir, düşünür ona göre karar verir. Cahil toplum ne söylense inanır, söylenenin doğru olup olmadığını tartacak bilgi ve düşünce seviyesine ulaşamayacağından sömürülür, acı ve sefalet içinde boğulur.

2. Duygu ve düşünceleri ifade etmenin en iyi yolu olduğunu düşündüğüm için okurum.

Okuduğum her kitap aynı tadı vermese de, bazı kitapları okumaktan büyük haz alırım. Herhangi bir duygu ya da düşünceyi ifade etmenin ilk akla gelen iki şekli konuşmak ve yazmaktır. Konuşma yoluyla duygu ve düşüncelerini iyi bir şekilde ifade ederek kitleleri etkileyen kişi iyi bir hatip, yazarak yaşamı okurun gözünde canlandıran, yazdıklarıyla onu duygulandıran ve düşünmeye sevk eden iyi bir yazardır. İyi bir yazarın kitabını okumak beni içine öyle bir çeker ki, kahramanlarını eski bir dost ya da düşmanmış gibi tanır, olayları ve olayların geçtiği mekânları tüm canlılığıyla yaşarım. Bu olağanüstü bir şey. Yazarın üslûbu, yaptığı tasvir ve betimlemeler, olayları nakış gibi işleyerek edebi bir metin ortaya çıkarması benim gözümde, bestecinin müziği notalara dökmesi, ressamın türlü renklerle tuvale can vermesi, yönetmenin oyuncuları rollerine hazırlaması gibidir. Bu bakımdan iyi bir kitap okuduğumda güzel bir müzik dinliyor, nefis bir tabloyu inceliyor, harika bir tiyatro ya da film izliyormuş hissine kapılırım. Ne kadar yakınım olursa olsun birini dinlemek yazdıklarını okumanın yanında cılız kalır.

3. Güzel yazmak için okurum.

Her yazarın kendine has bir kalemi vardır. İyi yazabilmek için biraz ilgi, biraz yetenek ama bol bol kitap okumak gerekir. Bazı kitapları okurken en ince detayı, en çetrefilli duyguları zorlanmadan  alır, yazarına büyük saygı ve hayranlık duyarım. İşte derim, falanca kişi, mekân, duygu ya da düşünce ancak böylesine güzel anlatılır. İster ifade tarzı, ister üslûp diyelim, bu beni etkiler ve kendime örnek alırım. Çoğu zaman okuduğum kitap izlediğim film ilham verir bana. Okurken öğrendiğim yeni şeyleri araştırır, konudan konuya atlarken yazacağım yeni konulara yelken açarım. Bilmediğim bir coğrafya, sosyal yaşam, kültür, adet, inanç ve buna benzer her konu hatta bir sözcük dünyaya bakış açımı genişletir, yazılarımda bunlara yer verme imkânına kavuşurum. Yıllarca resmi yazışmalar yaptım ama devrik cümlelerin letâfetini,  duygulara hitap eden şiirselliğini kitaplardan öğrendim ve yeri geldiğinde yazarken bunlardan yararlanmaya çalışıyorum.

Bazı kitaplar vardır, çok yorar beni, okurken gerilirim. Kelimeler yerli yerinde değildir, mantık hataları, gereksiz sözcükler ve sözcük tekrarları vardır. Konu, kurgu ne kadar sağlam olursa olsun, yazar kendini iyi ifade edememişse, ben olsam şöyle derdim, bu kadar da olmaz deyip cümleleri yeniden kurar yazıyı ıslah etmeye çalışırım. Can sıkıcı ve insanı yıpratıcı olması yanında bu türde bir kitap okurken çok zaman harcarım. Kötü yazılmış kitapları kendi yazdıklarımla mukayese ederken, kendime güvenim gelir. Yazmak kalemi eline alan herkesin yapacağı bir şey değil. Kötü bir kitabı okurken yazarına kızar, onun yaptığı hataları yapmamaya çalışırım. Şu anda okuduğum kitap onlardan biri. Yazar, benim de çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yıllarda bir yaşam kesiti sunmaya çalışıyor. Kurgu güzel ama yazarın ifade tarzı berbat. ODTÜ Sosyoloji mezunu olduğunu öğrenmesem ilkokul mezunu diyeceğim. Okuduğum yazarın ikinci kitabı! Bu kadar bozuk ifade tarzıyla yazmaya cesaret etmesi ve aşırı özgüveni nedeniyle tebrik etmek lâzım yine de. Eşim hevesle aldığı bu kitabı birkaç sayfa okuduktan sonra kenara bıraktı. Benim başladığım işi bitirmek gibi bir huyum var. Diğer taraftan romanının bir kurgu olduğunu belirten yazarın yavaş yavaş hafızamdan silinmeye başlayan çocukluk yıllarımda oynadığımız oyunlardan bahsetmesi, anne ve babalarımızın bizlere yaklaşımından, dönemin arkadaşlık ilişkilerinden söz etmesi ilgimi çekti. Şeytan diyor ki al bu kitabı, adam gibi okunur hale getir.  

4. Kelime hazinemi geliştirmek için okurum.

Kelime hazinesi insanın kendini en kolay ve en iyi şekilde ifade etmenin yolu. Kitap okumamın verdiği bu imkânı hem konuşurken hem yazarken kullanırım. Anlamını bilmediğim ya da yanlış bildiğim bir sözcük beni heyecanlandırır. Toplumun birbirini anlamada yaşadığı en büyük sıkıntılardan biri de iletişimin az sayıda sözcükle yapılması. Dolayısıyla aynı şekilde düşünmemize rağmen birbirimizi yanlış anlayıp kavga ediyoruz. Kelimeleri gerçek anlamlarıyla doğru yerde kullanmak bu bakımdan son derece önemli.   

5. Kitap benim uyku ilacımdır.

Bakın burası çok önemli! Uyku problemim yok aslında. Gecelerimi oldukça geç vakitlere kadar değerlendirir, günün finalini kitap okuyarak yaparım. Uykum gelmediği takdirde elimdeki kitabı sayfalarca okurken bazı durumlarda daha ilk sayfada kitap elimden düşmeye başlar. Yani anlayacağınız, uyku vaktim geldi, hadi yatmaya gideyim deyip koyun saymadım hiç.

6. Tartışmak, eleştirmek, öğrendiklerimi başkalarıyla paylaşmak için okurum. 

Düzeyli tartışmaya bayılırım. Okuduğum bir kitap bana bu imkânı verir. Elbette aynı kitap hakkında yapılan olumlu, olumsuz eleştiriler kişiye göre farklılık gösterebilir. Fakat okuduğum kitap üzerinde yapacağım tartışmalar benim nazarımda en az kitap kadar değerlidir. Bu sayede gözümden kaçan bazı hususları öğrenmiş olur, yanlış değerlendirmelerimi gözden geçirir, doğrusunu öğrenirim. Kendi yazılarımın eleştirilmesini de onlara verilen bir değer olarak görürüm. Okuduğum kitaplar hakkında düşüncelerimi paylaşmayı ya da başkaları tarafından yazılan kitap incelemelerini okumayı severim.

Uzun bir yazı oldu bu kez, biliyorum. Son olarak severek izlediğim bazı blog yazarlarının yazılarını da yukarıda sıralamış olduğum aynı nedenlerden ötürü okuyorum (Dördüncü madde hariç). Ancak okumak çok zamanımı alıyor. Sevgili Deep gibi arkadaşları okuma hızı bakımından kıskandığımı söylemeliyim. Ben bir kitap okuyana kadar Deep en az on kitap bitirir, üstüne bir o kadar da film ya da dizi izler. Keşke okuma hızım onun üçte biri kadar olabilseydi. 

22 Ağustos 2021 Pazar

GÜNAHKÂR - TESS GERRITSEN

 


Kitabın Adı: Günahkâr

Yazar: Tess Gerritsen

Çeviren: Güneş Becerik Demirel

Sayfa Sayısı: 361

Yayınevi: Doğan Kitap

Türü: Roman (Polisiye-Gerilim)

ABD'li yazar Tess Gerritsen'in adli tabip Maura Isles ve dedektif Jane Rizzoli karakterlerine yer verdiği üçlü roman serisinin sonuncusu olan "Günahkâr", tıbbi polisiye türünü seven okurların hoşlanacağı, sürükleyici bir roman. Serinin önceki iki kitabı "Cerrah" ve "Çırak" ı okumadım ama kitaplar birbirinin devamı niteliğini taşımadığından ötürü sorun teşkil etmiyor. Gerritsen, dahiliye uzmanı bir doktor ancak bir süre sonra kendini tamamen yazarlığa vermiş. Almış olduğu tıp eğitimi sebebiyle özellikle tıbbi konulara oldukça hakim görünüyor. 

Kitaba ilişkin değerlendirmemi yapmadan önce romanı İngilizce aslından dilimize çeviren Güneş Becerik Demirel'i başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Özellikle tıbbi terim ve otopsi konularında yaptığı güzel çevirilerle gönülleri fethetmiş. Daha önce Martı Yayınlarından piyasaya sürülen kitap hakkında bazı olumsuz eleştiriler duydum ama benim okuduğum Doğan Kitap baskısında ciddi bir hataya rastlamadım.

Roman, Graystore Manastırında yaşayan iki rahibenin feci şekilde dövülerek birinin öldürülmesi, diğerinin de yaralanması üzerine adli tabip Maura Isles'ın olay yerine gelmesiyle başlar. Maura, yakın çalışma arkadaşı, dedektif Jane Rizzoli ile birlikte cinayetleri çözmeye çalışırken başka bir yerde iki cinayet daha meydana gelir. Ağır yaralanan rahibe Ursula'nın olaydan kısa bir süre önce doğum yaptığı ve bebeğini manastırın bahçesindeki havuza attığının anlaşılması üzerine şüpheler bir yöne doğru çekilirken sonraki cinayetlerle bağlantılı olabileceğinin ortaya çıkması, soruşturmanın seyrini değiştirir. Sürpriz bir şekilde çözülen cinayet dosyasında karakterler oldukça başarılı bir şekilde aktarılmış, kurgu güzel. Ayrıca Maura ve ve Jane'in özel yaşamlarına yer vermek suretiyle yazar, romana romantizm ve psikolojik öğeler kazandırmış.

Polisiye, genellikle hoş zaman geçirmek, özellikle tatillerde kafa dağıtmak için tercih edilen bir roman türü. Salt zaman geçirme fikrine karşı olduğum için Günahkâr romanına başlamamın tek nedeni değişik türde bir kitap okumak isteyişim. Kitabın ilerleyen sayfalarında gerilim ivme kazanınca romana kendini kaptırıyor insan ve gerçekten güzel vakit geçirebiliyorsunuz. Ancak bu kitap bana ne verdi, yeni ne öğrendim diye kendi kendime sorduğumda, pek bir cevap alamadım. Adli tıp, otopsi konularına ilgisi olanlar elbette ilginç şeyler bulabilir ama bu tür konular benim ilgi alanıma girmediği için bana biraz fazla detaylı geldi. Maura ve Jane'nin karşı cinsle ilişkilerine de yer veren roman, bu sayede yer yer salt polisiye tarzından uzaklaşmış. Bu benim açımdan olumlu bir nokta. Bütün polisiye roman yazarlarının yaptığı gibi, Gerritsen de, olaya gerilim ve sürükleyicilik kazandırmak için (şüpheler özellikle bir yöne çekilirken okurun yanıltılması ve daha sonra olayın tamamen farklı yöne sürüklenip katilin beklenmedik bir şekilde ortaya çıkması) aynı rotayı izlemiş doğal olarak. Olayın kurgusu, diyaloglar, duyguların verilmesi, şüphesiz son derece başarılı. Ancak bu tür romanlar, insanın hafızasından sabun köpüğü misali kısa zamanda uçup gidiyor. Belki birkaç ay sonra kitabın konusunu dahi hatırlayamayacağım. Okuduğum kitaplar hakkında hemen oturup bir değerlendirme yapmamı bu yüzden önemsiyorum. Yeri geldiğinde dönüp bloga bakıyor ve kitap hakkındaki düşüncelerimi tazeliyorum. Türü sevenler için kitabı öneririm fakat kendi açımdan Jane Rizzoli ve Maura' Isles'ın yer aldığı üçlü roman serisinin üçüncü kitabı, "Günahkar" dan sonra yeni bir polisiye romana başlamak için belli bir süre geçmesi gerekecek sanırım.     

17 Ağustos 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 104

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin ikinci yılını doldurarak 104. Haftaya girmiş bulunuyoruz. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Manxcat - Kuyruksuz Kedi belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Hayattaki en büyük korkunuz nedir? Başınıza gelince uykularınızı kaçıran bir şey var mı?"

Sevgili Mrs. Kedi,  düşüncelerini detaylı olarak anlatmış. Geçmişte yanlış anlaşılma nedeniyle karşılaştığı bir olayın benzerini bir kez daha yaşama endişesi, uykusunu kaçırtacak derecede korkmasına sebep oluyormuş. Bazen yakın dostlar arasında yanlış anlamalar beklenmedik tepkilere yol açabilir.  Eğer taraflar birbirine sınırsız güven duymuyorsa, dostluklar ne kadar eskiye dayanırsa dayansın ilişki zarar görür. Kontrolümüz dışında oluşan bu durumlar karşısında üzülsek de kahrolsak da yapabileceğimiz fazla bir şey yok. Dostlar arasında olası yanlış anlamalar konuşarak çözülemiyorsa eğer, ciddi bir güven sorunundan bahsetmek mümkün. Bu durumda ilişkinin yürütülmesinde fayda görmüyorum. Dolayısıyla bu konuda bir korku ya da endişe duyduğumu söyleyemem şahsen

Bayılıyorum bu Ağaç Ev Sohbetlerine. Ekseriya düşüncelerimi yazıya dökmeden önce konuyla ilgili ön araştırma yaparım. Bu iş, bazen kısa bazen çok uzun zamanımı alır. Daha sonra kendimi dinleyerek içtenlikle soruları cevaplandırmaya başlarım. Bu konuda ilk söyleyeceğim şey, ölüm dahil hiçbir şeyden korkmadığım olacaktır. Oysa her insanın muhtelif korkuları olduğunu biliyorum. Bazen bu korkular hastalık derecesine yükselir, fobiler ortaya çıkar. Allaha şükür herhangi bir fobim de yok! Haftanın konusu sayesinde yeni öğrendiğim bir şey beni hayli şaşırttı. Bilim adamlarına göre doğuştan gelen sadece iki korku varmış! Birincisi  düşme korkusu, ikincisi yüksek ses korkusu. Bunun dışında, ölüm dahil her türlü korku, çevre etkisiyle ve yaşanan olaylar vasıtasıyla sonradan edinilen korkularmış. 

Korkunun temel nedeni çaresizlik diyor bazıları. Ölüme çare olmadığına göre benim de ölümden korkmam lâzım onlara kalırsa. Ama benim için geçerli değil bu. Çünkü herkes gibi öleceğimden eminim. Emin olduğum şeyden korkmam. Ancak ölüm türlü şekilde geliyor insana. Doğal felâketler, yangın, kaza, ıstırap veren hastalık, savaş, açlık vs. şeklinde karşılaşılacak bir ölüm herkes için korkutucu. Ama benim esas korkum, belirsizlik sanırım!

Diyeceksiniz ki, ormanda vahşi bir hayvan çıksa karşına, korkmayacak mısın? Vahşi hayvanların olduğu ormanda işim ne? Gecenin üçünde elektrikler kesildi, her yer karanlık. Sanki içeride biri var. Yere düşen bir cam eşyanın kırılma sesi. Acaba eve hırsız mı girdi? Elinde bıçak ya da silah olabilir mi? Ses versem kaçar mı, yoksa gelip üzerime mi çullanır? Korkar mısın? Elbette korkarım. Çünkü belirsiz bir sürü şey var. Ancak eve hırsız girebileceğini düşünüp gece uykularım kaçmaz. 

Uçağa binmekten korkar bazı insanlar. Uçağın düşme olasılığı son derece düşük ama her zaman bu ihtimal var. Küçük düşme olasılığını göz önüne alıp uçağa biner, yolculuk esnasında horul horul uyurum. Binlerce metre yukarıda süzülürken, kaza durumunda kurtulma ihtimali çok az. Nasıl olsa bir gün öleceğiz. Niye korkayım ki!

Bak, yıldırım ve gök gürültüsünden harbi korkarım. Bu konuda aslan yüreğim teslim bayrağını çeker. Ama fotoğraf makinesinin flaşı, karın gurultusu gibi olanlardan değil. Öyle geceyi gündüze çeviren, gök yarılırcasına ortalığı inleten cinsten olacak! Böyle anlarda kalbim küt küt atar.  Yıldırımın kafama düşme olasılığı uçağın düşme olasılığından binlerce kat daha az olduğu halde bu korkumun nedenini henüz çözemedim.

Bir de her medeni erkek gibi eşim hanımefendiden korkarım. Öyle ki, höt dediğinde yıldırım ve gök gürültüsü onun yanında sinek vızıltısı kalır.

10 Ağustos 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 103

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 103. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Son zamanlarda blog dünyasına biraz uzak kaldığımın farkındayım. Ağaç Ev Sohbetleri beni bloga bağlayan tek etkinlik bu aralar. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone belirledi. Her zaman olduğu gibi popülist bir yazı olmayacak. Elbette farklı düşünebilir herkes, fakat burada ben kendi bakış açımı ortaya koydum. Haftanın konusu şöyle:

"Ülkemizin durumundan şikayet ediyoruz. Düzeltmek için ne yapıyoruz, okumak, izlemek, düşünmek, konuşmak, yazmak dışında, aktif eylem olarak?"

Bu soruya şahsi cevabım net! Hiçbir şey. Zira ülkemizin durumunu düzeltmek benim görevim olmadığı gibi yetkimde ve sorumluluğumda olan bir konu da değil. Sorumlu değilim, çünkü ülkemizi bu hallere düşüren partili başkanı ve onun atadığı memurlara ben seçmedim. Eğer oyumla onu tercih etmiş olsaydım, sorumluluğu üzerime alıp "Allah'ım beni affetsin" der miydim? Sanmıyorum.   Çektiğim vicdan azabı yeterince yakardı beni.

Bütün ormanlarımız yandı, ciğerlerimiz yandı, ağaçlarla beraber, canlı hayat, arıcılık bitti, geleceğimiz yok oldu. Envanterimizde yangına müdahale edecek tek uçak yokmuş! Siyasal İslâm'ı ayakta tutan yardım kültürüdür. Doğal afetler ve milli felâketlere karşı gerekli önlemleri almak seçilmiş iktidarın ve yöneticilerin görevi. Konu yardım etmek ise, şimdiye kadar yaptığım gibi bundan sonra da sadece tanıdığım ve gerçekten ihtiyacı olduğuna inandığım kişilere aracı kullanmaksızın yaparım yardımımı. Çünkü insanlara ve kurumlara inancım kalmadı artık.

Aktif eylem mi? Yapanları takdir ediyorum. Ancak hukukun olmadığı ülkemizde, bırakın eylemi, yazdığı twitter mesajı sebebiyle hapsi boyluyor insanlar. Ağaçlarını koruyan köylünün üzerine jandarmayı süren bir diktatörlük yönetiminde aktif eylem yapmak için yürek ister.  

Pandemi dünyayı alt üst etti. Avrupa ülkelerinde hükümetler ellerindeki kaynakları sonuna kadar kullanarak geçim sıkıntısı çeken vatandaşlarına yardım elini uzattı. Bizim halkımız karnını doyurmak için yiyeceklerini çöpten topladı.

Peki ne yapmak lâzım? Osmanlı İmparatorluğu'nun son günlerinde İstanbul, İtilâf devletleri tarafından işgal edilmişti. Bu duruma karşı halk arasında üç farklı görüş belirdi. Birinci görüş sahipleri, kaderlerine razı olup başa gelen çekilir diyor, yabancı askerlerin eziyetlerini, hakaretlerini, onlar tarafından aşağılanmayı seyrediyorlardı. İkinci görüştekiler "Biraz bekleyelim, zamanı gelince harekete geçer, İstanbul'u kurtarmak için mücadeleye başlarız." şeklinde düşünüyorlardı. Üçüncü görüşe sahip olanlar ise son derece sabırsızdı. İşgal altındaki toprakları kurtarmak için Mustafa Kemal Paşa'nın yanında onun başlattığı kurtuluş mücadelesine zaman kaybetmeden katılmanın doğru olacağına inanıyorlardı. Bugünkü durumumuzu o günlerden daha vahim görüyorum. Halihazırda Atatürk gibi bir kurtarıcımız da yok ne yazık ki. Yapmamız gereken tek şey gerçek demokrasinin diktatörlük olmadığı hususunda vatandaşı ikna etmek! Adaletin tam olarak tesis edildiği bir ülkede, iktidar görevini yapar, hiçbir denetlemeden rahatsız olmaz, Sayıştay yapılan devlet harcamalarını çekinmeden sorgular, üniversiteler özgürce bilim üretir, sivil toplum ve diğer yardım örgütleri üzerine düşen görevi yaparlar. İşte o zaman bu tür örgütlere korkmadan, seve seve katılımcı olurum.  

3 Ağustos 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 102

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 102. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Gündemdeki orman yangınları konusuna girmeye haklı olarak gücünün yetmediğini belirten arkadaşımız farklı bir konu seçerek bu hafta için pandemi boyunca kişisel gelişim ve eğitim adına uyguladığımız şeylerden bahsetmemizi uygun görmüş. Haftanın konusu şöyle:

"Kişisel gelişim adına ve eğitim için pandemi sürecinde bir şeyler yaptığınız oldu mu, yaptıysanız neler yaptınız ve gelecekte bu türden plânlarınız, düşünceleriniz varsa bizimle paylaşabilir misiniz? Böylece hepimiz birbirimizden faydalı bilgiler ve uygulamalar öğrenebiliriz. Örneğin online seminerler, eğitimler olabileceği gibi kişisel arınma için meditasyon teknikleri vs. olabilir."

Kişisel gelişimi, rutin yaşantının dışına çıkıp insanların bilinçli olarak, kendi bilgi ve becerilerini geliştirmek amacıyla yaptıkları psikolojik bir mücadele olarak görüyorum. Bu yolda ilerleyebilmek için birçok eğitici, yol gösterici kitaplar ve kendilerini kemâle ermiş! gösteren sayısız abiler, ablalar var. İşin doğrusu bu dalda yapılan çalışmalar ticari kaygının ötesinde bazıları için pozitif etki sağlamış olsa da bana çok fazla hitap etmediğini söylemek isterim. Kişisel gelişimime bir fayda sağladığına inanmadığım halde fırsat buldukça TEDx türünden konuşmaları takip eder ve izlerken büyük keyif alırım. Ancak dikkat ettim, bu tür yayınlar sabun köpüğü gibi kısa süre sonra zihnimden uçup gidiyor. Konuşmacılar, kendi alanlarına giren konularda, nasıl başarılı olduklarını, başarısızlıklarını ve hayatlarından ilginç buldukları kesitleri anlatıyorlar. Kişisel gelişim üzerine kaç konuşma, kaç film izlersek izleyelim sonunda yine kendimizle baş başa kalıp hayatımızı kendimiz plânlarız. İşte bu videolardan biri de yönetmen İlker Canikli'nin TEDx konuşması (Bkz). Canikli ile düşüncelerimiz birbirine o kadar yakın ki! Doğal olarak hoşuma gidiyor söyledikleri. Onun kadar hitabeti kuvvetli biri olmadığımdan kendimi böylesine başarılı ve esprili bir şekilde anlatamam.  

Yazıma başlamadan önce sevgili Sessiz Gemi ve DeepTone'nun yazılarını okudum. Pandemi sürecinde neler neler yapmışlar. Kıskanmadım desem yalan olur. Hayatta yapılacak o kadar çok ve o kadar güzel şey var ki! Bununla birlikte ben bir şey yapmadan önce uzun uzun düşünürüm. Onca şeyin arasında hangisini yapmalıyım? Bu bana ne yarar sağlayacak? Sonunu getirecek gücü ve zamanı bulabilecek miyim? Bazı özelliklerimi beğeniyorum, söz gelimi bir şeye karar verip başlayınca mutlaka sonunu getiririm. DeepTone proz.com'dan bahsetmiş. Daha önce bu siteyi keşfetmiştim.  Yabancı dil ve çeviri konusuna ilgi duyuyorum. Deep bu konuda çok iyi, özellikle de hız bakımından özel bir arkadaşımız. Ben bu hıza ayak uyduramam diye düşünüyorum. Konuşmak yerine yazarak kendimi daha iyi ifade ettiğime inanıyorum. Pandemi öncesinden başlayarak iki roman çevirisi yapıp bir roman yazma deneyimim oldu. Yazarak, okuyarak son zamanlarda kaliteli film izleyerek insanın bilgi ve kişisel gelişimini kendi kendine sağlayabileceğini düşünüyorum. Okumaktan kastım insanı hayal alemine götüren kişisel gelişim kitapları değil elbette. "Her şey sevgiyle başlar. Yeter ki isteyin, siz isterseniz dünya dünya değişir." türünden saçmalıklar yerine realist düşüncelere çok daha yakınım.

Bu bakımdan arkadaşlarıma ne yazık ki kişisel gelişim adına yardımcı olacağım bir aktivite, eğitim ya da yine kendini kandırma yolu olarak gördüğüm yoga, meditasyon gibi aktivitelerim yok. Biliyorum, bazıları bu tür etkinliklerden büyük fayda gördüklerini ve hayatlarının düze çıktığını anlatacaklar. Onlara diyeceğim hiçbir sözüm olamaz. Ama ben şahsen kendi kendimin eğitmeniyim. Bu herşeyi bildiğim manasına gelmesin, tam aksine hiçbir şey bilmiyorum ve bilgiye açım. Sadece kendimi tanıyorum, bu inanılmaz bir kuvvet, sabır ve huzur veriyor bana. 

Pandemi sürecinde bir ara varoluşa taktım kafayı. Uzun uzun araştırdım, okudum, yazdım. Cesarete bakar mısınız, binlerce yıl onca filozofun anlayamadığı bir konuyu ben keşfedeceğim! Sonra yavaş yavaş sıyrıldım bu düşüncelerden ama ara sıra yine aklıma takılmıyor değil. Felsefe, psikoloji, siyaset (ülkemizde olan siyaset değil elbette) ilgimi çekiyor. Son yaptığım roman çevirisi, "Anadolu'nun Hayaletleri" kalitesinde bir eser bulmaya çalışıyorum. Zamanı geldiğinde (sanırım henüz toplum buna hazır değil) "Anadolu'nun Hayaletleri" ni yayınlayıp topluma kazandırmak en büyük hayalim.  

2 Ağustos 2021 Pazartesi

VEBA GECELERİ - ORHAN PAMUK

Kitabın Adı: Veba Geceleri

Yazar: Orhan Pamuk

Sayfa Sayısı: 537

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Türü: Üst kurgu tarihi roman

Veba Geceleri, basılmadan yıllar önce kitapseverler tarafından ilgi, merak ve özlemle beklenen piyasaya arz edildiği tarihten itibaren de hakkında nice değerlendirmeler yapılan farklı bir roman. Nobel Edebiyat ödüllü yazarımız Orhan Pamuk'un son kitabı Veba Geceleri, kendi ifadesiyle otuz beş yıldır yazmayı düşündüğü ve son beş yıldır büyük emek harcayıp birçok kitap, resim ve muhtelif kaynaklardan yararlanmak suretiyle ortaya koyduğu bir eser. Ünlü yazar ve kitabı Veba Geceleri hakkında olumlu ya da olumsuz pek çok eleştiri yapılmış ancak ben bunlar hakkında bilgi sahibi olmadan önce ve önyargısız kitabı okuyup bitirdim. Daha sonra kitabın tanıtımlarıyla ilgili röportajlara, film ve eleştiri yazılarına yoğunlaştım. Romanın tamamını okumamla birlikte hafızamda yer eden düşünceleri, başkalarının kitap hakkındaki değerlendirmeleriyle mukayese etme konusunda şaşırtıcı bir isteğe kapıldım. Epey zaman harcadığım bu yolculuğum esnasında Veba Geceleri hakkındaki incelemelerin, olumlu ve olumsuz eleştirilerin bazılarına katılırken aralarında katılmadıklarım da az değildi.

Öncelikle romanda diğer önemli yazarların da eserlerinde tercih ettiği üzere yenilik ve üslûp arayışı adına birtakım sıra dışı özellikler görüyoruz. Belki de bu, onları önemli yapan bir özellik. Dikkatimi çeken ilk husus, tarihsel gerçeklerle kurguyu mekân ve karakter ayırt etmeksizin harmanlamış olması sebebiyle okuduğum her cümleye gerçek mi yoksa kurgu mu diye bakmam ve bunun sonucunda romana kendimi yeterince adapte edemeyişim oldu.  Evet, tarihi romanlar bir takım olaylar yazıldığı dönemin sosyoekonomik ve kültürel öğelerine bağlı kalarak kurgulanabilir ancak Orhan Pamuk Minger Adası gibi var olmayan bir adaya sokakları, dükkânları ve insanlarıyla hayat veriyor ve bu ada Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminde bağımsızlığını yedi düvele ilan ediyor! Resme olan ilgisi sayesinde yazar, önce hayalindeki Minger Adasını sokak sokak plânını çizmiş, çizdiği bu plan üzerinde cami ve kiliseleri, resmi kurumları, kaleyi, limanı ve saat kulesini göstermiş. Bu tarz bir çalışma, sonuçta, yazarın romanı yazarken ayağını yere basarak yol almasına, adanın doğru bir şekilde tasvir ve betimlemesine yardımcı olmuş. 

Romanın anlatım bozukluklarını Nobel ödüllü bir yazara yakıştıramadım. Onu da geçtim, kitabın editörü ve YKY Orhan Pamuk'tan çekindikleri için midir bilinmez bu konuda yeterince hassas davranmamışlar. Bu hataların aşağıda açıklayacağım Tarih profesörü Mina Mingerli'ye yapışacağını düşünmek mi gerek yoksa yazarın "bu benim tarzım" deyip çevresindekileri susturma ihtimali üzerinde durmak mı lâzım bilemiyorum. Daha da önemlisi akıcı bir özelliği yok romanın, aynı yer ve karakter tasvirlerini bezdirecek seviyede tekrar etmesi okuru sıkıp bunaltıyor, kitabın bir an önce bitirmek için aşırı çaba göstermek zorunda kalıyor insan. Bir yandan tekrarlar lüzumsuz yere (ticari kaygıların etkisi altında) kitabın sayfa sayısını arttırırken diğer yandan bazı olayları ve karakterleri derinlemesine işlemediği için bir türlü romanın içine giremiyor, duyguları alamıyor, adeta tarihi bir belgesel izlermiş hissine kapılıyor okur.

Spoiler *** 1901 yılında Osmanlı İmparatorluğuna bağlı Minger Adasında ortaya çıkan veba salgınında padişah II. Abdülhamit tarafından adaya gönderilen Sağlık Müfettişi Bonkowski Paşa esrarengiz bir şekilde cinayete kurban gider. Bunun üzerine padişahın yeğeni Pakize Sultanın eşi Dr. Nuri Minger Adasındaki salgını kontrol altına almak ve cinayeti aydınlatmak amacıyla padişahın emriyle görevlendirilir. Minger Adasını yöneten Vali Sami Paşa ve Pakize Sultanın koruması, Kolağası Kamil, romandaki diğer önemli figürler. Adanın yarısı Müslüman Türkler, diğer yarısı, ağırlığını Rumların oluşturduğu Ortodoks Hristiyanlardan oluşmakta. Salgınla mücadele genellikle din eksenli hurafeleri savunan tekke şeyhleri ve bilimsel yollardan karantina kurallarını benimseyen Dr. Nuri arasında geçer. Romanda yüzeysel olarak konu edilen Mingerli Zeynep ile Kolağası Kamil'in aşkından ve Vali Sami Paşa'nın metresi Marika'dan bahsetmemek olmaz. Kısa süre içinde akıl almaz bir şekilde Minger Adasının yönetimi kanlı kansız darbelerle elden ele dolaşır ve sonunda Minger Adası milliyetçilik rüzgârını arkasına alıp bağımsızlığını ilân eder. Karantina nedeniyle etrafı yedi düvel ve Osmanlı savaş gemileriyle kuşatılmış adada "Minger Mingerlilerindir" sloganıyla başlatılan istiklâl mücadelesinin kime karşı yapıldığı belirsiz! Önce Kolağası Kamil cumhurbaşkanlığına, daha sonra Dr. Nuri başbakanlığa getirilir. İkisinin arasında yönetim kısa bir süre Şeyh Hamdullah ve taraftarlarının eline geçip Vali Sami Paşa darağacına gönderilse de Şeyhin vebaya yakalanması ve salgını kontrol etmedeki başarısızlığı sebebiyle yobaz takımı iktidarda fazla kalıcı olmaz. Kolağası Kâmil'in vebadan ölmesinden sonra Dr. Nuri'nin yönetiminde Pakize Sultan adanın kraliçesi olur ve ilerleyen zaman içerisinde kendi istekleriyle İngilizler tarafından sömürge ülkesi, Hindistan'a kaçırılır. Kitabın başından sonuna dek Abdülhamit'in acımasız idare tarzına, muhafazakarlığına ve iktidardan indirilip canına kastedileceği düşüncesiyle kapıldığı vehimlere değinilir. Çünkü kendisi de Pakize Sultan'ın babası, batı yanlısı ilerici düşüncelere sahip V. Murat'ı devirerek iktidara gelmiştir. Pakize Sultan ve Doktor Nuri'nin İstanbul'a dönme hayalleri iyice suya düşmüş olduğundan hayatlarını Avrupa kentlerinde sürdürürler. *** 

Diğer bir husus da, Veba Geceleri romanının, Pakize Sultan'ın torunu tarih profesörü Mina Mingerli tarafından ve özellikle Pakize Sultan'ın büyük ablası Hatice Sultan'a göndermiş olduğu çok sayıda mektuptan faydalanmak suretiyle yazıldığına dikkat çekilmesidir. Orhan Pamuk bu şekilde yazarlıktan sıyrılarak kendini izleyici konumuna getirmiş ve belki de romanın yazımına ilişkin olumsuz eleştirileri savuşturacağını hayal etmiş olabilir. Ne var ki bu tür anlatım tarzı, yer yer anlatıcının devreye girip geleceğe dair bilgiler vermesi, falanca olayın diğer tarihi kaynaklar veya gazetelerden alındığının belirtilmesi, daha da önemlisi anlatıcının aşırıya kaçan yorumlarda bulunması okurun okuma zevkinin azalmasına sebep olmakta.

Sonuç olarak gerek pazarlama kampanyaları bakımından gerekse yazarının Nobel ödüllü olması sebebiyle büyük tartışmalara konu olan Veba Geceleri romanı bir başka yazarın kaleminden çıkmış olsa lâfı dahi edilmez, sıradan bir roman olarak rafları süslerdi. Fakat yazarı Orhan Pamuk olunca yok efendim, Kolağası Kamil bey Mustafa Kemal'le ilişkilendirilmiş (ismindeki sessiz harfleri bile aynı!), yok efendim Şeyh Hamdullah Fetö'yü çağrıştırıyormuş, Abdülhamit'i seven bir kesimi karşısına almış gibi bir sürü bağlantının peşine düşülüyor. Bu gözle bakıldığında gerçekten de hem tarihe hem de günümüze çok sayıda göndermelerde bulunulduğu doğru. Ama yine de ben Veba Gecelerini gerek kurgu gerekse yazarın denediği farklı anlatım tarzı olarak vasat bulduğumu söyleyebilirim. Edebiyat dünyasında bu kadar ses getirmesi bir yana, romanın sonunu gördüğüm için kendimi mutlu hissettiğimi söyleyebilirim. Tavsiye eder miyim? Herkesin farklı gözle baktığı bu eseri merak ediyor, bir de sonuna kadar okumaya çalışırken sıkılmayı göze alıyorsanız okuyun elbette ki sizin de bu konuda bir fikriniz olsun. Lâkin iyi bir edebi eser okumak istiyorum diyorsanız emin olun çok daha iyileri var.