Milano Merkez Tren İstasyonundan 08.10 treniyle yola çıkarken rotamızı güneye çevirmiş bulunuyoruz. Adriyatik denizinin en güzel şehri olmayı sonuna kadar hak eden Venedik'te kalbimizi bıraktıktan sonra ülkenin batı ucundaki Cenova şehri kollarını açmış bizi bekliyor. İtalyan Riviera'sı olarak kabul edilen Liguria bölgesine yaz mevsiminde gitmek, Fransa'nın Nice, Cannes şehirlerine el sallayıp sahil boyunca güneye inerek denizin tadını çıkarmak, doğal güzellikleri keşfetmek eminim daha güzel olurdu. Zevkli bir yolculuktan sonra Brignole Tren İstasyonuna varıyor, sadece 200 metre uzaklıktaki otelimize uğrayıp eşyalarımızı bırakıyoruz.
Şehrin en büyük meydanı olan Piazza de Ferrari'yi çevreleyen Opera ve Borsa binalarının önünden geçerek Dükler Sarayını (Palazzo Ducale) geziyoruz. Üst kattaki salonlarda Picasso resimleri sergileniyor.
Cenova'nın koruyucu azizi sayılan Aziz Lorenzo'ya adanan ve ilk olarak 5. yüzyılda yapımına başlanan San Lorenzo Katedralinin matrak bir öyküsü var ki, en az katedral kadar konuşuluyor. Roma İmparatoru Valerian tarafından Hristiyan olduğu gerekçesiyle ızgara üzerinde yakılmasına karar verilen Lorenzo'nun, infaz sırasında yanındaki memurlara sırıtarak, "Bu tarafım pişti, şimdi bir de diğer tarafımı pişirin." demesi bugünlere kadar kulaktan kulağa taşınmış.
Ferrari ve Vittoria meydanlarını birbirine bağlayan XX Septembre caddesi oldukça hareketli. Lüks mağazaların ve alışveriş merkezlerinin bulunduğu caddede ilerlerken Kristof Kolomb'un doğum yeri olan Cenova'yı keşfetmeye devam ediyoruz. Deniz tarafına yaklaşınca antik liman Porto Antico görünüyor. Burada bizi ilk karşılayan yine sazlı sözlü, hareketli parçalar icra eden Latin Amerika asıllı sokak çalgıcıları. Bir süre onları izledikten sonra eşimin daha fazla ilgisini çeken büyükçe bir açık pazar çıkıyor karşımıza. Bugünün pazar gününe denk gelmesi ayrı bir şans bizim için. Peynir çeşitlerinden kurutulmuş et mamullerine, kuru yemiş, kılık kıyafetten hediyelik eşyalara kadar aranan her şey var tezgahların üzerinde.
Limanda ortaçağ dönemine ait dev bir korsan kadırgası demirlemiş, ziyaretçilerini kabul ediyor. Roman Polanski'nin "Korsanlar" isimli filmi için bire bir ölçülerde aslına uygun olarak yaptırılan gemi eski limana değişik bir hava katıyor. Avrupa'nın en büyük ikinci akvaryumu Acquaria di Genova hemen yanı başında. Deniz kıyısından kuzey yönüne doğru ilerliyoruz. Hava bugün yine güneşli şansımıza. Galata Deniz Müzesini geçtikten sonra güzel bir pastanede dondurma molası veriyoruz.
Biraz dinlendikten sonra deniz tarafından şehrin iç kısımlarına sapıyoruz. Kısa bir yürüyüş bizi Annunziata Meydanına ve bu meydanı dolduran Santissima Annunziata Bazilikasına götürüyor. Ufaktan yorgunluk alametleri belirirken otelimize dönme çareleri arıyoruz. Tam o sırada bir füniküler çarpıyor gözümüze. Notlarımda gezilip görülecek yerlerden biri olan Castelleto tepesine ulaşım sağlayan füniküleri hiç beklemediğimiz bir anda karşımızda bulmamız büyük şans. Girişteki otomattan iki bilet alıyoruz ama biz toparlanana kadar füniküler yolcularını alıp hareket ediyor. Yaklaşık bir çeyrek saat daha bekliyoruz.
Aynı zamanda bölge sakinlerinin günlük ulaşım ihtiyacını gören bu araç sağlı sollu dik yamaçların arasından yukarı doğru yükselmeye başlıyor. Sık aralıklı duraklarda inip binenler oluyor. Bu kadar bayır bir arazide yerleşim yerlerinin bulunması hayli şaşırtıcı. Hangi durakta ineceğimizi, nereye gideceğimizi, nasıl bir yerle karşılaşacağımızı merak ederken içinde bulunduğumuz kabin yamaçları sıyırarak tırmanışını sürdürüyor. Son durakta diğer yolcularla birlikte iniyoruz. Seyir yeri olarak tanzim edilen teraslardan şehir ve limanın görünüşü muhteşem. Castelleto tepesinden manzarayı seyrederken mis gibi orman havasını ciğerlerimize çekiyoruz. Dönüşümüzü manzarası olmayan funikülerle yapmak hayli sıkıcı olacak.
Şans yüzümüze bir kez daha gülüyor. Tepeye ulaşımın sadece fünikerle olmadığını, buradan şehir merkezine belediye otobüslerinin de işlediğini öğreniyoruz. Yeterince dinlendikten sonra gelen ilk otobüse atlıyoruz. Hemen "Here We Go" muzu açıp yol boyunca bulunduğumuz yeri telefondan takip ediyoruz. Orman içinde virajlı yollardan kıvrıla kıvrıla aşağı doğru süzülürken otelimizden uzaklaşmaya başladığımızı fark ettiğimiz ilk durakta iniyoruz. En kestirme yolu takip ederek koruluklar arasında merdiven ve patikaları izleyerek hava kararmadan önce otelimize varıyoruz. Odamıza yerleşirken eşim her zaman olduğu gibi yatakları, çarşafları, banyoyu, lavaboyu kontrole başlıyor. Uzun bir denetlemenin sonunda evet, otelimiz temizlik bakımından geçer not alıyor.
Venedik ve Ceneviz, eski deniz savaşlarında bahsi geçen tarihe mal olmuş iki devlet. Orta çağda Anadolu kıyılarında koloniler kurmuş, Osmanlı İmparatorluğu ile defalarca savaşmış, kah yenmiş, kah yenilmişler. Yurdumuzdan kilometrelerce uzaktaki bu yerleri görebildiğimiz için şanslıyız. Rönesans döneminin en ünlü kaşifleri, bilim adamları ve sanatçılarının yaşamlarını sürdürdükleri bu toprakların yeni sahipleri atalarından kalan paha biçilmez eserlere sahip çıkarak onları korumasını bilmiş.
Şimdiye kadar planımıza uygun ilerlediğimizi söylemem mümkün. Günde ortalama beş km yürüyüş yaparak görmek istediğimiz yerlerin çoğunu gezmiş oluyoruz. Sadece Roma'da ipin ucunu kaçırıp on iki kilometre yürümüştük. Arada bize uzak düşen, gidemediğimiz yerler de yok değil. Mesela dün Milano'nun Navigli bölgesi ile Como Gölü'nü görememiştik. Bugün ise trenle sadece beş dakikalık mesafede bulunan, şarkılara konu olmuş Portofino'ya gitmek nasip olmadı. Kışın Portofino pek de güzel olmaz zaten deyip avuttuk kendimizi. Yarın zorlu bir gün. Meşhur Pisa Kulesini illa ki göreceğiz, sonra ver elini Floransa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder