4 Haziran 2018 Pazartesi

MUTEZİLE

Biliyorum çok ara verdim yazmaya. Yazacak konu bulamadığımdan değil, tam tersine kafamda o kadar çok şey var ki anlatamam. Belki de bu şeylerden her biri, kendisine öncelik vermem için beynimin içindeki itiş kakışmasıydı bunun sebebi. Ama boş durmadım, okudum, araştırdım. Yazmaya karar verdiğim zamanlarda, yanlışlık yapmamak için ara verip yeniden araştırmaya başladım. Konudan konuya geçerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Şu an tek korkum yazılarımın uzun olacağı. Belki de hiç bitmeyeceği...

Yeni bir seçim yapılacak 24 Haziran'da. Kaç seçimde oy kullandım, saymadım ama bayağı fazla oldu. Demokrasinin gereği olan seçimlerin hiç birinde illa şu partiye oy vereceğim diye peşin hükümlü olmadım ama hangi partilerin benden oy alamayacağını gayet iyi biliyordum. Demokrasi denilen yönetim tarzını daha önceki yazılarımda öyle bir eleştirmiştim ki, bir anda Adolf Hitler'le demokrasi konusunda ne kadar paralel düşündüğümü fark ettim, şaşırıp kaldım. Evet, siz de şaşırdınız biliyorum. Kaleme aldığı "Kavgam" isimli eserinde, adını duyduğumuzda bile tüylerimizi ürperten bu şahsın demokrasi üzerine yaptığı eleştiriler bugünün Türkiye'sinde aynen karşılığını buluyor. Unutmamak gerekir ki, Hitler faşizmi demokrasinin basamaklarından geçmiştir.

Bu demokrasi konusunu çok fazla dallandırıp budaklandırmayacağım ama iki filozofun tamamen katıldığım sözlerine değinmeden geçmek olmaz.

“Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ancak toplumun kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye, tek bir kişinin mutlak, sınırsız biçimde iktidarı elinde tuttuğu bir siyasal sisteme evrilir. Halk övülmeyi sever. Onun için güzel sözlü halk avcıları (demagoglar) yetersiz de olsalar başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği de sanılır. Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse, oligarşi, az sayıda kişinin iktidarı elinde bulundurduğu düzen oluşur. Sürdürülürse halk avcıları, demagoglar türer. Halk avcılarından (demagoglardan) da diktatörler çıkar.” Platon (M.Ö 427-347)

Ne demiş Platon, yani diğer bir deyişle Eflatun yaklaşık 2.500 yıl önce? Demokrasi prensip olarak halkın egemenliği olsa da eğitimsiz halk diktatörünü seçer demiş. Bugünlerde Fransız Le Point dergisi Sayın cumhurbaşkanımızı kapak yapmış. Resminin üzerine büyük puntolarla "Le Dictateur" yazmış. Beklendiği üzere cahil halkımız yurtdışında bu dergiyi satan büfeleri yakmakla tehdit etmiş, billboardlardaki afişlerden derginin reklamını kaldırmak ya da üzerini örtmek istemiş ama Fransız polisi büfelerin önünde nöbet tutarak gerekli önlemler almışlar. Fransa Cumhurbaşkanı "Basın özgürlüğünün hiçbir bedeli yoktur, o olmadığı yerde diktatörlük olur." demiş.   

"Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!" Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844-1900)

İşte buyurun, aradan 2.300 yıl geçmiş, değişen hiçbir şey yok. Alman filozof demokrasinin temeli olan seçimin cahil bir toplumun elinde, halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlere iktidar yolunu açacağını söylüyor. Tarih bu insanları ne kadar haklı çıkarmış. Yaşadığım hayat diliminde şahit olduğum olaylar ve bugünün gerçeği bana onların cesaret ve zekasını bir kez daha takdir etmemi sağlıyor. 

Evet, yazacaklarım tamamen akla uygun bulduklarım ve düşünce eksenimde yoğurduklarımdan ibaret olacak. Takdir ve tenkit ettiğim her konuda bağımsız bir mecrada korkmadan ilerlemeye çalışacağım. Bazılarının bam teline basacağım, bazılarının hoşuna gidecek, biliyorum. Bazıları hak verecek, bazıları da küfür edecek yazdıklarım yüzünden. Çünkü bilime ve temel ahlaksal niteliklere karşı duran büyük koalisyonu yatıracağım masaya. Yani Din-Siyaset-Ticaret ilişkisini. Hadi başlayalım öyleyse,

DİN

Yaz tatillerinde mahalle camilerinde açılan Kur'an kurslarından birinde Arap harflerini öğrenip altı yüz sayfalık kitabı baştan sona okuduğumda henüz on yaşındaydım. Yüzbaşı Hasan Ağa Camisinde şerefimize mevlit okutulan hatim törenindeki dört talebenin en küçüğü bendim. Küçük İhsaniye Camisinde o cılız sesimle ezan okuyup müezzinlik yapmaya başlamam o yıllara denk gelir. İki sene sonra yani on iki yaşıma geldiğimde benimle büyük gurur duyan dedemi kaybetmiş, başka bir camideki hocadan tecvit (Kur'an'ı güzel okuma) dersleri alırken yeni öğrencilere Kur'an öğretmeye başlamıştım. On iki yaşında meğer neler yapmışım... O anki arkadaş çevrem, dedemin camiden arkadaşlarıydı elbette. Onlardan sahabenin (peygamber zamanına yetişmiş kişiler) hikayeleri ve kıssalarını huşu içinde dinlerken dedem yaşındaki ihtiyarlar başımı okşarlardı.

İşin ilginç yanı, ne tekke, zaviye ne de tarikatlardan haberim vardı o zamanlar. Çünkü hepsi yerin altındaydı. Öyle cübbeyle sarıkla dolaşan da yoktu etrafımızda. Sarığı, o da sadece namaz kıldırırken imam efendinin kafasında görürdük. Namaz biter bitmez, kutsal bir emanet gibi kafadan çıkarılan sarık minberin yanındaki yerini alırdı. Cuma hutbelerinde insanları güzel ahlak sahibi olmaya çağıran sözler söylenir, peygamberin örnek davranışları anlatılırdı sadece.

Dedem, cuma namazı için Hisar ya da Kestanepazarı Cami'sine gidermiş çoğu zaman. Yeni bir vaiz gelmiş, cemaati kendinden geçiriyormuş. Annemden yakın zaman önce öğrendiğim bir husus, dedemin de bu hocadan etkilendiği. Büyük bir olasılıkla o hoca, bir zamanların muhterem hoca efendisi, şimdinin silahlı örgüt lideri Fethullah Gülen'den başkası değildi.

27 Mayıs'ın Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlandığı zamanlardı. Dinin siyaset ve ticarete pek fazla giremediği dönemde Fetö'nün medya ayağı Nagehan Alçı'nın vesayet rejimi (görünürde demokratik olan seçimle gelen ve giden iktidarların olduğu ancak asıl iktidarın başka güç odaklarında olduğu model) hüküm sürüyordu. Ortaokul yıllarında cuma namazına gider, ramazanda oruç tutarken bir din dersi hocasının papyon kravatlı sıfatıyla küfür ettiği şahsın İsmet İnönü olduğunu yıllar sonra anlayacaktım. Ne var ki, inancım konusunda ilk yaşadığım şoku lise birinci sınıfa giderken yaşayacaktım. İzmir'e göre daha muhafazakar bir şehir olan Afyon'dan gelen bir arkadaşımın "Muhammed peygamber, Allah'ın elçisi değil ama çağına göre çok zeki biri." demişti. Gerçekten büyük bir travmaydı benim açımdan. Bunları söyleyecek birinin ağzının, burnunun yamulacağını düşünüyordum. Bir şey olmadı.

1968 kuşağı dini faaliyetlerin ortaya çıkma sürecini ağırlaştırdığını düşünüyorum. Devrimci gençlerin emperyalizme karşı mücadelesini heyecanla izlediğim çocuk yaşlarımdan sonra 12 Mart 1971 muhtırası ve arkasından üç fidanın acımasızca katledilmesiyle birlikte dine karşı olan komünizm tehlikesi ortadan kaldırılmış oluyordu. 27 Mayıs darbesiyle Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın idam edilmesi yaptıkları her türlü yanlışlara rağmen adaletsizdi. Hele o zamanın iktidar sahipleri şimdikilerin yanında pek de masum geliyor gözüme.

Üniversite yıllarım sağ-sol çatışmalarıyla ülkenin karıştığı bir dönemdi. Din konusunda kafam iyice karışmıştı. İnancım kutsal kitabım olan Kuran ile sınanıyordu arkadaşlarım tarafından. Üniversitenin ilk yılında kutsal kitabımızın mealini okudum. Bana söyledikleri yalan, yanlış değildi. Artık dini savunacak durumum kalmamıştı. Hayat Yolu parkurunda her gün koşmaya başladım, terkedilmiş bir köy vardı yolun sonunda. Ağlaya ağlaya yakardım, Allah'a bana doğru yolu göstermesi için. Göstermedi.

Küreselleşen dünya ve internet teknolojisinden sonra her türlü bilgiye erişim kolaylaştı. İnanç hürriyetinin önemli bir hak olduğunu düşünüyorum. Bu konuda dikkat çekmek istediğim husus, dinin özellikle İslam dininin sadece inanç sınırlarında kalmadığı gerçeğidir. Müslüman Kardeşler örgütünün "Allah nizamını gasp eden demokrasidir." söylemini temelsiz bulup isyan etmek işin kolaycılık tarafı olsa gerek. İşte iplerin koptuğu yer de burası aslında.

ASIL HEDEF İKTİDAR

Peygamber zamanından bugüne kadar yapılan bütün mücadelenin iktidar üzerine kurulduğunu idrak etmek uzun yıllarımı aldı. Bunda CeHaPe zihniyeti fikirlerinden etkilenmemin büyük rol oynaması belki benim için bir bahane olabilir. Nitekim o zihniyet hala aynı fikri muhafaza etmektedir. Sihirli kelime "laiklik" tir. CeHaPe bütün dindar kesimi şeriattan ayırıp laiklik eksenine hapsetmekte. Dincilerin uzun yıllardan beri laikliğe karşı çıkmasını hep yobazlık olarak değerlendirdik. CeHaPe eğer laik bir dindarlığı savunuyorsa bunun adı mezhep değil, olsa olsa farklı bir din olabilir. Çünkü İslam dini devlet yönetimine taliptir. Bu yüzden peygamberin ölümünden bu yana bu uğurda çok kan dökülmüş ve hala dökülmektedir. İktidar yolunda hem laikçiler hem de dinciler takıyye (mezhebini, inanışını gizli tutma, saklama işi) yapmıştır. İktidara geldiklerinde niyetler açığa vurulacaktır. Birçok örnek verilebilir buna ama ilk aklıma gelenler Baykal'ın kara çarşaflılara parti rozeti takması, İnce'nin dualarla açılış yapması, Erdoğan'ın Atatürk'e saygısı hepsi birer takıyye örneği. Atatürk bile kurtuluş savaşı sırasında, ilk meclisi kurarken ve cumhuriyetin ilk yıllarında aynı tekniği kullanmıştır. Esasen bütün yaşananlar şeriat taraftarlarıyla demokrasi yanlıları arasında süregelen bir iktidar mücadelesinden başka bir şey değil. Çünkü laiklik bir din değil, şeriata karşı demokrasinin olmazsa olmazıdır. Erdoğan'ın yaptığı onca takıyye arasında ağzını tutamayıp kendini ele verdiği bir anda demokrasinin kendileri için bir araç olduğunu ifade etmesi açık bir itiraf olarak kayda geçmiştir.

Dinde kapışmalar hep iktidar için olagelmiştir. Kuran ve hadislerin farklı yorumlarıyla mezheplere, tarikatlara parçalanmış ve devletleri yönetmek için din adına çok kanlar dökülmüştür. Bu kapışmalardan en önemlilerinden biri günümüzün en büyük iki mezhebi olan Şii ve Sünniliğin doğuşuyla sonuçlanan Kerbela olayıdır. Peygamberin ölümüyle başlayan iktidar kavgası Halife Osman'ın öldürülmesi, beş yıl sonra Ali'nin suikaste kurban gitmesi, yirmi yıl sonra da peygamberin öz torunu yani kızı Fatma ile kuzeni Ali'nin oğlu Hüseyin'in katledilmesiyle devam etmiştir. Yani bu devirde bile din araç, iktidar amaç olmuş, hedefe ulaşmak için peygamber torununu öldürmek vız gelmiştir.

Tarih dersi verecek değilim ama bana ilginç gelen konulara dokunmadan geçmek istemem. Halifelerden sonra iktidara gelen Emeviler, Arap soyundan gelmeyenleri sonradan Müslümanlığı kabul etseler bile birinci sınıf vatandaş olarak kabul etmemişler. Onlardan sonra gelen Abbasiler döneminde bu durum değiştirilmiş, ümmetçilik devri başlamıştır. Yani Müslümanlığı kabul edenler ümmetten diğerleri kafir sayılmıştır bu dönemde. Orta Asya'dan göçebe hayatını bırakıp yerleşik düzene geçen Türkler bu nedenle Müslümanlığı kabul etmek zorunda bırakılmış önce savaşçı özellikleriyle Abbasîlerin silahlı gücünü oluşturmuş, daha sonra yönetimi ele geçirecek bir güce ulaşmışlar. Dini açıdan bakacak olursak iktidarın günümüzde tamamen ortadan kalkmış bir mezhebin eline geçtiğini görüyoruz.

MUTEZİLE MEZHEBİ

Emevilerin son döneminde filizlenen bu mezhebin Abbasiler zamanında en parlak çağına erişmiş. Diğerlerinden en önemli farkı dini konularda akla birinci derecede önem vermesi. Bu dönemde Yunan filozoflarına ait pekçok eser Arapçaya çevrilmiş, batı ve doğu medeniyetime, kültürlerine, sanata yer verilmiştir. İslamiyet'in gelmiş geçmiş en parlak çağında anlatılacak o kadar çok şey var ki... İktidardaki Mutezile mezhebi döneminde ticarette, bilimde ve sanatta çok ileri gitmişlerdi. Avrupa'nın batısından Hindistan içlerine kadar genişleyen toprakların başkenti Bağdat, halife Harun Reşit zamanında altın çağını yaşıyordu. İbn-i Sina ve Farabi bu mezhebe mensup alimlerden sadece iki tanesiydi. Ehl-i Sünnet'in en büyük rakibiydi. Çünkü kaderin ilahi olmasını reddederken bunun Allah'ın adalet ilkesine ters düştüğünü savunurlardı. İnsanlar kaderlerini tamamen kendi iradeleriyle çizdiklerini buna Allah'ın müdahalesinin olmadığını savunuyorlardı. Allah'ın varlığı ve birliği dışında kalan her şey teferruattı. Buna Kur'an ve sünnet de dahil. Akıl ve adalete büyük önem verirlerdi. Etkilenmedim desem yalan olur. Daha fazla bilgi için Kemal Işık tarafından yazılan "http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/633.pdf" Mutezile'nin Doğuşu ve Kelami Görüşleri kitabını öneririm. Halife Harun Reşit'in yanından ayrılmayan hocası Behlül Dânâ (Divane) ile aralarında geçen bir olay Mutezile mezhebinin düşünce sistemini ortaya koyan güzelliktedir. Mutezile Ehl-i Sünnet inancının aksine cennet ve cehennem tasvirlerine uzak durur ve onların henüz yaratılmadığını ileri sürer.

Divane bir gün halife Harun Reşit ile karşılaşır. Kendisini tanıyan hükümdar, bu zata: "–Ey Behlûl! Nereden geliyorsun böyle?” diye sorar. O, hiç düşünmeden: "–Cehennemden geliyorum” cevabını verir. Harun Reşit, şaşırarak tekrar sorar: "–Ne işin vardı orada?" Behlûl Dânâ anlatır: "–Efendim; ateş lâzım olmuştu. Cehenneme gideyim de biraz isteyim dedim. Fakat oradaki memur bana "–Burada ateş yoktur” dedi. "–Nasıl olur, Cehennem ateş yeri değil mi?” diye sorunca: "–Evet; gerçekten burada ateş yoktur. Her gelen, ateşini Dünyadan getirir» cevabını verdi.” Dehşete kapılan Harun Reşit büyük bir üzüntüyle sordu: "–Behlûl! Ne yapayım ki, oraya ateş götürmeyeyim?” Behlûl Dânâ, hızla uzaklaşırken haykırdı: "–Adâlet! Adâlet! Adâlet!

Şiddet şiddeti doğururdu. İlk zamanlar özellikle siyasi nedenlerle çok zulüm görmüşler, iktidara geldiklerinde aynı şiddeti muhaliflerine uygulamışlardı. Harun Reşit sadece iki evlilik yapmıştı ama iki bin kadar cariyesi vardı. Bolluk, bereket, zenginlik her şey vardı zamanında. Ziraat, mimari bakımdan da çok ilerlemişlerdi. Adalete fikrine verdikleri öneme rağmen son zamanlarında uyguladıkları baskı ve zulüm sonlarını getirdi. O günden sonra iktidarı Ehl-i sünnet devraldı.

Mutezile Kur'an ve sünneti akla uygun hale getiren bir inanışken bunun tam zıttı bir mezhep olan Cebriye'de aklın hiç yeri yoktu. Mutezile kadere inanmayıp yapılan her davranıştan kullar sorumludur derken, Cebriye kadere kayıtsız şartsız teslim olmuş bir inançtır. Yani gidip suçsuz bir adamı öldürsen dahi cezai bir sorumluluğun olmadığını kabul ederler. Çünkü bunu Allah istemiş ve kendisine zorla yaptırmıştır, günahı yoktur. Sünni ve Şii mezhepleri ikisinin arasında orta yolu bulmuştur. Kadere imanın şartı olarak inanırlar ancak kulların cüzi iradeye, Allah'ın ise külli iradeye sahip olduğunu söylerler. İslami ilimlerin ortaya çıkması ve gelişmesini sağlayan bir mezheptir Mutezile. Çağın alimlerinden Eş'ari ve onun hocası Cübbai arasında geçen tartışma ihve-i selase yani üç kardeş meselesi oldukça ilginç geldi bana. Şöyle ki;

Eş'arî: Üç kardeş var. Biri ibadet ve itaat halinde, diğeri isyan ve günah içinde, üçüncüsü de çocuk yaşta iken öldü. Bunlar hakkın­da ne dersiniz?
Cübbâî: İlki, mükafat olarak cennette, ikincisi ceza olarak ce­henneme girer, üçüncüsü ne mükafat ne de ceza görür.
Eş'arî: Üçüncüsü, “Ya Rabbi, beni neden çocuk yaşta öldürdün de büyüyene kadar yaşatmadın? Büyüseydim sana iman ve itaat eder, böylece ben de cennete giderdim”, derse, ona ne cevap verilir?
Cübbâî: Rab ona der ki: “Ben haline bakarak şunu bildim: Bü­yüyene kadar yaşasaydın günah işleyecek ve bu sebeple cehenneme gidecektin. Senin menfaat ve meslahtına en uygun olan (eslah) küçükken ölmendi”.
Eş'arî: Eğer ikincisi, “Ya Rab neden beni küçükken öldürmedin? Öyle yapsaydın sana âsi olmaz ve böylece cehenneme girmezdim”, derse Rab ne cevap verir?
Bu soru üzerine Cübbâî şaşırdı ve cevap veremedi. Eş'arî de Mu­tezile mezhebinden ayrıldı.


Derin konular bunlar. Mutezile mezhebinin Basra ekolüne tabi olan Cübbai, eğer dış dünyaya daha açık olan Bağdat ekolünde olsaydı belki buna cevap verir, Eşari 40 yıldan sonra Mutezile mezhebini terk etmezdi. Diğer taraftan edindiğim onca bilginin yanı sıra henüz peygamber zamanında yazdığı şiir nedeniyle beş çocuğunun gözleri önünde hançerlenen Esma bint Mervan'ın hikayesini öğrendikten sonra o saf duygularla başlayan dini inancım "lekum dinikum veliyedin", yani senin dinin sana benim dinim bana durumuna dönüşüyor.

Az kalsın unutuyordum, araştırmalarım sırasında bir ilahiyat profesörü çıktı karşıma. Prof. Dr. Mustafa Öztürk. Kur'an'ın ve hadisin kutsal ve dikkate alınacak bir özellikte olmadığını savunuyor. Arap'ın kültürü diyor, cennet ve cehennem tasvirleriyle dalga geçiyor. Cübbeli'nin ateistlerden daha tehlikeli olduğunu, sakın kitaplarını okumayın, dediklerini dinlemeyin dediği bu hoca dini kanallarda sıkça boy gösteriyor. Ulusal kanallara da konuk olmuş ama tanımadığım için kaçırmışım. Bir de tarihselciler ve evrenselciler diye bölünmüşler. Birinciler Kur'an ve sünneti çağa, ikinciler çağı peygamber zamanına uydurmaya çalışıyorlar. Mustafa Hoca, evrenselcilerin IŞİD'ten farkları olmadığını söylerken kendisi, tarihselciler tarafından haddini bilmez hatta kafir olarak nitelendirilmektedir.  

Velhasıl görünen o ki, İslam dini bütün mezhepleriyle birlikte hem şiddetli kavga içinde hem de hepsi iktidara talip. Keşke bir kenara çekilip evlerinde ya da ibadet edecekleri yerlerde yaşasalar inançlarını, siyasete, ticarete hiç bulaşmasalar. Ne var ki kazın ayağı hiç de öyle değil...
   

2 yorum: