30 Eylül 2019 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #05

Moderatörlüğü Taha Akkurt tarafından gerçekleştirilen Ağaç Ev Sohbetlerinde bu haftanın konusu ilk bakışta hayli basit gibi görünse de sorunun içinde geçen bazı sözcükler tartışmaya açık derin anlamlar kazandırıyor.           O sözcükler ki, muhtevalarında inanç, felsefe, psikoloji, sosyoloji, tarih gibi nice ilimler yatar. Madem koydular boş kağıdı önüme, söz sırası bende. Bana öyle geliyor ki farklı bir pencereden bakacağım.  Dilerim ürkütmez sizi düşüncelerim. Önce sığda kalıp suya sabuna dokunmayayım, daha sonra aklımın derinliklerinden süzdüklerimi sizlerle paylaşayım. İşte haftanın sorusu:

Hayatınızda sevdiğiniz ve şükrettiğiniz şeyler, sizi gün içinde mutlu eden küçük detaylar nelerdir?


Yaşamı boyunca insan, doğası gereği çevresinde olan bitene kayıtsız kalmamış, sevmek, mutlu olmak hem soyut ve hem de somut anlamda en güzel duygularımız olmuş. Doğrusunu söylemek gerekirse sevmek bazen duygudan da öte yanları olan, eylem gerektiren bir olgu...

Çikolatayı severiz çoğumuz, yerken mutlu oluruz. Ancak sevgiliye "Seni seviyorum" demekten ibaret değil sevmek. Onu saymak, ona değer vermektir aynı zamanda. Öpüp koklayınca çiçekleri seviyorum diyemezsiniz. Sulamasını unutuyorsanız kocaman bir yalandır onları sevdiğinizi söylemeniz. Bu bakımdan sevmek sözcüğü, anlamını düşünmeden dilimizden dökülen bir  sıradanlığa bürünmekte. Dünyada her sözün anlamını yitirdiği gibi sevgi de bundan kendine düşen payı almış anlaşılan.

Belirttiğim anlamda sevgilerin belki de en sahici olanı, evlât sevgisinin dahi içgüdüsel tarafı var. Eğer sevgi onu gözünden sakınmak, korumak ise kedi de yavrusuna aynısını yapıyor. En ateşli sevgiler gün geliyor derin bir nefrete dönüşüyor. Yaygın anlamda sevgi; gösteriş, karşılıklı alışverişten ibaretken, gerçek anlamda sevgi neredeyse ütopik bir kavram haline gelmiş. İnanç dünyasından günümüze aktarılanlar doğruysa Yunus Emre'nin hissettikleridir bana göre gerçek sevgi. Ölüm bile Yunus için bir mükâfat, sevdiğine kavuşma günü. "Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa erinirim" der, dünya işlerini umursamaz, ne cennette gözü vardır, ne de hûrilerde. Yunus'u tanıdıkça sevginin anlamı daha iyi işliyor içime. 

Sevmek yerine hoşlandığım, yani gönlümü hoş, beni mutlu eden şeyler nelerdir diye sorarsanız eğer; ailemle birlikte olmak, okumak ve yazmak derim. Kafama denk insanlarla sohbet etmek, damak tadıma uyan yemekleri yemek, seyahat edip yeni yerler görmek, yeni bir şeyler öğrenmek ya da bildiklerimi paylaşmak, insanlara elimden geldiğince yardım etmek hoşlandıklarım arasında ilk aklıma gelenler.  Bunların hepsi de günlük hayatımda ulaşabileceğim, beni mutlu eden şeyler. Yatım, katım olsun, en iyisinden giyineyim, en lüks arabaya bineyim, çok param olsun ne istersem onu alayım türünden düşünceler geçmez aklımın ucundan. İnanmayacaksınız ama gerçek bu. Sevmem böyle şeyleri, mutlu etmezler beni. Tam aksine hep daha iyisi, daha güzelinin peşinde koşarken insanın içine tatminsizlik tohumları  saçan mutsuzluk kaynağıdır onlar. 

Şükretmek; birine, birilerine teşekkür etmek, minnet duymak yani. Bizden daha kötü durumda olanları düşünüp şu anda sahip olduklarımız için yaradana şükrânlarımızı sunmak. Paganlığın hüküm sürdüğü çağlardan bu yana süregelen teşekkür niyetine tanrılara nice kurbanlar adanmış, adanmakta. Başkalarından daha iyi durumda iken sinsi bir böbürleniş, bencillik, başkalarının sahip olduklarına erişme imkânı bulamadığımız durumlarda ise kanaatkârlık, içten gelen bir teselli, içi boşaltılmış, gerçek anlamından saptırılmış sözcüklerden biridir bana göre şükür. Kimi zaman atalete sevk eden ağız alışkanlığı...

Şüpheciliğim pek çok kıssaya kapatmış kapılarını. Lâkin bazıları kurgu bile olsa daha gerçek gelir gözüme. İşte onlardan bir tanesi:

Rivayet ederler ki bir gün İbrahim Edhem Hazretleri ile seyr u sülûkunun (tasavvufta izlenen yol) başlarında olan Şakik karşılaşırlar.
İbrahim Edhem sorar:
- Şükür ve sabır hakkında ne dersin?
Şakik şöyle cevap verir:
- Bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.

"Belh'in köpekleri de böyle yapıyor, bulurlarsa şükrediyor, bulamazlarsa sabrediyor" der, İbrahim Edhem.

Bu sefer Şakik sorar:
- Sizin düşünceniz nedir efendim?
- Bulursak ikrâm eder, bulmazsak şükrederiz!

Ne yazık ki küresel kapitalizm sevgi gibi en asil duyguları yok etti. Varsa, yiyoruz, içiyoruz, krallar gibi yaşayıp şükrediyoruz. Yoksa,  bizden kötü durumdakilerden teselli bulup yine şükrediyoruz. Şükür mü birbirimizi sevmeyi unutturan? Çaresiz derde düşüp yüzü gözü yamulanların (yüz tümörü) nedir suçu? Açlıktan ölen bir çocuğu düşünürken nasıl şükredeyim karnım doydu diye? Anası senden daha az şükretti diye mi kahpe bir kurşuna canını verdi Mehmet? Ey hakkımızı yiyenler, size bu son sözlerim. Servetinizi borçlu olduğunuz bizlere minnet edeceğiniz yerde hâlâ tanrılarınıza şükrediyorsunuz.

26 Eylül 2019 Perşembe

İLHAM MİMİ by TAHA AKKURT

Evet, Ağaç Ev Sohbetlerinin mucitlerinden Taha Akkurt bir İlham Mimi organize etmiş bu kez. Sorulara geçmeden önce tek istediğim kısa ve öz cevaplar vermek. İnşallah bu kez başarırım.


Hayatınızda şikâyet ettiğiniz şeyler nelerdir?

İlk önce ülkenin durumundan, eşitsizlikten, adaletsizlikten, aydınlara yapılan zulümden, memleket kaynaklarının heba edilmesinden, yandaş medyadan, yanlış dış politikalardan, vehasılı iyi yönetilmemekten dolayı şikâyetim var.
Bireysel olarak doğrudan etkilendiğim ülke meseleleri dışında tek şikâyetim zamandan yana. Zaman yetmiyor okumaya, yazmaya.


Rutine girdiğinizi fark ettiğinizde ne yaparsınız?

Bazen rutine girdiğimi hissederim. Ya bir gün sürer ya da iki. Hayat anlamını yitirir, her şey anlamsızlaşır o anda. Hüzün kaplar içimi. Ölmek isterim. Neyse ki fazla uzun sürmez bu durum. Geçmesini beklerim, bilirim ki kısa bir süre sonra normalleşeceğim.


En son yaptığınız önemli değişiklikller nelerdir?

35 yıllık mesleğimi bıraktım. Ardından gelen emeklilik dönemimde çok istediğim bir iş olan restoran işletmeciliği yaptım. Bu arada bahçe işleri ile uğraşıyordum. İnsan çalıştırmakta, kalifiye eleman bulmakta zorlandığım ve yoğun çalışma temposu sebebiyle restorancılığı bırakmak zorunda kaldım. Büyük şehre döndüm yeniden. Sonunda işçi çalıştırılmasına gerek bulunmayan, bir kısmı kendi bahçemize ait zeytinyağı, ceviz, kestane, doğal gıda ve süt ürünlerinin satıldığı küçük bir işletmede karar kıldık. Şimdilik burada vakit geçiriyor, daha fazla kitap okuyor ve yazabiliyorum. 


Motivasyon olarak düştüğünüzde sizi ayağa kaldıran size ilham veren şey nedir?

Sabır, ümit ve zaman sanırım. Sakin bir tabiatım var. Kolay kolay paniğe kapılmam. Yeni bir şeyler yapmayı düşünürüm. Ya da karşıma bazı güzel fırsatlar çıkacağını hayâl ederim. Uygun bir zaman kestiririm gözüme. O tarih yeni bir milât olur benim için. Hiçbir şeyin devamlı iyi ya da kötü gitmeyeceğini, kötü günlerin elbet bir gün son bulacağını düşünürüm. Elbette en büyük desteği eşimden alırım. 


Hayat mottonuz nedir?

"Yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir."

Evet dostlar, içini dökmek isteyenlere gelsin bu mim de. Sevgiyle kalın.

25 Eylül 2019 Çarşamba

AŞKIN KANLI HÂLİ


Geçtiğimiz pazar yaylada ceviz hasadına başladık. İşçilerden biri cep telefonunu karıştırırken kendi kendine söyleniyordu.
- Gene bi karıyı bıçaklamışlar
Merakla gayri ihtiyari soruyorum,
- Nerde, ne karısı?
Öyle derler kadınlara köylüler burada. Anası da olsa bacısı da olsa kadının adı karıdır. Ağaç altında ceviz toplayan, aralarında anasının, bacısının olduğu köylü kadınlara seslenir.
- Karılar! İşiniz bitince şuradaki ağaca geçin.

İbrahim, başını kaldırmadan bana cevap veriyor.
- Aşağıda, köyde. Yedi yerinden bıçaklamış karıyı.
- Neden?
- Seviyormuş işte! Kadın ölmüş kurtulmuş, olan kendine oldu. Şimdi hapislerde çürüyecek.

Ne diyeceğimi bilemedim. Aşkın binbir hâli.


Akşam eve dönünce aklıma geldi bu olay. Eşime döndüm, 
- Seni ben hiç sevmemişsin meğer.
- Nereden çıktı şimdi bu? Diye sorarken merakla baktı gözlerimin içine.
- Söyler misin bana, hiç bıçakladım mı seni? Bırak onu bir fiske vurdum mu sana şimdiye kadar?

Koştu mutfağa, kaptı bıçağı. Bir yandan üstüme yürürken,
- Sen canına mı susadın adam! diyerek bağırıyordu. Canımı kurtarmaya çalışıyordum. Nefes nefese anlattım bir çırpıda olayı. Güldük birlikte hâlimize, bıçaklanan kadını zihnimizden uzaklaştırmaya çalışırken.

******
Öykünün tamamı eşimin bana bıçak çekmesi dahil yaşanmış olaylara dayanmaktadır.

24 Eylül 2019 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #04



Sevgili Taha Akkurt ile Edischar tarafından başlatılan, sevdiğim ve heyecanla takip ettiğim güzel bir etkinlik olan "Ağaç Ev Sohbetleri"nde dördüncü haftaya girmiş bulunuyoruz. Bu hafta boyunca önerdiğim konu üzerinde tartışılmasını uygun bulan arkadaşlarıma bir kez daha teşekkür ederim. 

Pek çoğumuzun bildiği üzere üçüncü hafta Ağaç Ev Sohbetlerinde yaşadığımız yerleri tartışmıştık. Taha Akkurt bu konuya ilişkin görüşlerini paylaşan arkadaşlarımızın listesini arşiv sayfasına aktarmak suretiyle onları kolaylıkla ulaşılabilir hale getirmiş. Bkz "Ağaç Ev Sohbetleri #03".  

Evet bu hafta aslında basit gibi görünen ancak insanın üzerinde epey kafa yorması gereken bir konuyu tartışıyoruz. Soru şu:


Özgür olduğunuzu düşünüyor musunuz? Özgürlük sizin için ne anlam ifade ediyor? Size göre özgür olmanın sınırı nedir?

Öylesine tartışmalı bir sözcüktür ki "özgürlük", onun üstüne ne yazarsak yazalım geride yazmadığımız bir şeyler kalacaktır mutlaka. Sözlük anlamı; "herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbesti" şeklinde açıklanmakta. Bir çok filozof, düşünür, yazar çizer takımının merakını cezbeden bu konu üzerinde heprkes ayrı ayrı ahkam kesmiş. Fazla derine dalmadan sığ sularda dolaşalım biz de biraz. 

Özgür olduğumu düşünmüyorum. Aklı başında hiçbir insan evladının özgür olduğunu düşünmediğim gibi. Ne her düşündüğümü söyleyebilirim ne de her istediğimi yapabilirim. İyice delirmesi lazım insanın, her istediğini yapabilmesi için. Olaylara bizlerden tamamen farklı pencerelerden bakan bir delinin her düşündüğünü söyleme hakkı vardır ancak. O halde özgürlük, toplum ve yasaların delilere vermiş olduğu bir ayrıcalıktır dersek yanlış olmaz. 

İki önemli davranış biçimi özgürlüğümü kısıtlar. İlki düşündüklerimi söyleyebilme ve yazma konusunda karşılaştığım engellerdir. Fikir ya da düşünce suçu diye anılan eylemlerdir bunlar. Başkasıyla paylaşmadıktan sonra düşünmeye kimse engel koyamaz aslında. Sorun, düşüncelerin söylenerek ya da yazılarak toplumla paylaşılmasıdır. Tarih boyunca bu sorunu yok sayanların uğradığı zulüm, diğerlerine göz dağı vermiş olmasına rağmen cesur özgürlük savaşçıları her türlü cezayı hatta ölümü göze alıp fikirleriyle toplumun gözlerini açmaya çalışmış, düşüncelerini yaymış ne yazıktır ki bütün bunların karşılığında büyük bedeller ödemişlerdir. Ben onlar kadar cesur olmadığımı kabul etmek zorundayım.     


İkincisi ise istediğim tarzda davranmaya ilişkin karşılaştığım engellerdir. Malûmunuz olduğu üzere din, sadece bir inanç sistemi değil, her bakımdan bir yaşama biçimidir. Öyle söylendiği gibi bireysel değildir, toplumun her kesimini etkisi altına alıp insanları kendi kurallarına uydurmaya  çalışır. Örneğin muhafazar bir bölgede Konya'da, Erzurum'da ramazanda bırakın içki içmeyi, yemek yerseniz bile hayatınız tehlikede demektir. Bu saygıdan öte bir dayatma, özgürlüğün kısıtlanmasıdır. Yaşam tarzı, giyim kuşam konusunda da ciddi kısıtlamalar söz konusu elbette. Ataerkil anlayışın hüküm sürdüğü ülkemizde kadınlarımızın sık sık maruz kaldıkları ve sonucu cinayetlere kadar varan olayların ana sebebi özgürlüklerin kısıtlanması değil midir? Yöneticileri izledikleri haksız ve yanlış politikalar nedeniyle farklı biçimlerde protesto etmek özgürlükse eğer, bunu ne kadar başarabiliyoruz?

Ayrıca aile, arkadaşlık ve genel anlamda toplumsal ilişkilerde de özgür değiliz. İşin bu yönü belli bir ölçüde gönüllü ya da zorunlu olarak yaptığımız eylem ve fedakârlıklardır. Örneğin ailede her bireyin her zaman istediği TV kanalını seyretme özgürlüğü yoktur değil mi?. Evi geçindirme yükü üzerine kalmış bir kişi, günün belli saatlerinde işverene kiralamıştır özgürlüğünü. Evinde evcil hayvan besleyen bir kişi, komşusu rahatsız oluyor diye istediğini yapamaz özgürce.

Diğer taraftan özgürlük, sınırsız olarak istediklerimizi yapma hali de değildir. Benim anlayışıma göre en güzel tanım şudur:
"İnsanın özgürlüğü; istediği her şeyi yapabilmesi değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasıdır." 

Bu yüzden devlet memuru olmadım. Özel sektörde yıllarca çalıştım, kimse bana istemediğim bir şeyi yaptıramadı, gerektiğinde arkamı döndüm başka iş buldum kendime. Özel sektörde kişi, kendini geliştirip işinde yeri doldurulamayacak bir seviyeye geldiği zaman ona istemediği hiçbir şeyi yaptıramaz hiç kimse.

Özgür olmanın sınırı başkasının özgürlüğünün başladığı yerdir derler klasik bir söylemle. Fakat pratikte sorunlu bir tespittir. Zira çoğu yerde bu durum kesişir, birbirinin içine girer ve sonu iyi bitmez. Bence adalet ve eşitlik ilkesine uygun olarak çıkarılmış yasalarla bireysel özgürlüğün sınırı çizilmelidir. Bunun dışında olabildiğince özgür olmalı insan. Eyleme dönüşmeyen her fikir ve düşünce özgürce yazılmalı, çizilmeli ve söylenmeli. İnsanlar yasal bir partinin mensuplarına terörist demedikleri için teröre destek verdikleri iddiasıyla haksız yere terör yanlısı olarak suçlanmamalı örneğin. Ne dediklerinden ne de demediklerinden, ne yazdıklarından ne de yazmadıklarından dolayı zuĺüm görmemeli insanlar. Bu icraatleri yasalarda suç olarak bulunmamalı. Sanatçı özgürce sanatını icra edebilmeli, topluma rehber olmalı aydınlar.

Özgür olmanın sınırı insan olmaktır. Ben hızlı araba kullanıyorum, bu benim özgürlüğüm diyemez insan olan. Çünkü kimsenin özgürlüğü başkalarının canına malına zarar getirmemeli. Özgür olmanın sınırı işte tam da burada yatıyor kanımca.

20 Eylül 2019 Cuma

SANAT

Kusursuz iletişimin imkânsızlığına inanırım. Düşündüklerimi, düşlerimi söze ya da sözcüklere dökmek illâ ki bir şeyler bırakır arkada. Ya onların dinleyicileri, okurları. Onlar da istedikleri kadarını alırlar kendilerine...

İşte sanatın gücü burada, gerçek dünyadan bağımsız, düşler alemidir sanat.

"Gerçeği bütünüyle sanat yapıtlarına aktarmak olanaksız olduğu kadar gereksiz ve sanatın aleyhine işleyen boşuna bir çabadır." 

Mavi Harfler Atölyesi
Hülya SOYŞEKERCİ

19 Eylül 2019 Perşembe

HAYALLER ve HARFLER - HÜLYA SOYŞEKERCİ

Kitabın Adı: Hayaller ve Harfler
Yazar: Hülya SOYŞEKERCİ
Sayfa Sayısı: 308
Yayınevi: Komşu Yayınevi
Türü: İnceleme, Eleştiri

Kitap Hakkında: İyi bir öğretmen, eleştiri, inceleme ve öykü yazarı olarak tanıdığım Hülya Soyşekerci, eşimin ve kızkardeşimin fakülteden sınıf arkadaşları. Dolayısıyla ilk kez bu türde bir kitap okumamın başlıca sebebi oldu bu aynı zamanda.

İnceleme ve eleştiri kitabı deyince benim gibi sıradan okurların değil, akademisyenlerin, yayıncıların ya da edebiyat alanında profesyonel yazarların ilgilendikleri bir yazın türü gelirdi aklıma. Kitabı okuduktan sonra ne kadar yanıldığımı anladım. Ne tür kitap okursanız okuyun, eh biraz da yazmaya merakınız varsa Hülya Soyşekerci'nin kaleminden çıkan inceleme kitapları mükemmel bir kılavuzunuz olacak, önünüzü açacaktır.

Hayaller ve Harfler, her biri kendi döneminde yazdıkları ile iz bırakmış 27 yazarı ve eserlerini anlatıyor. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarından günümüze kadar geçen çalkantılı dönemlerin etkisi altında yazılan farklı edebiyat türlerinde yazarların ruh hali, kendilerine özgü sanat anlayışları, yapıtlarına yön veren yaşam biçimleri detaylı bir şekilde inceleniyor. Kitaba konu edilen eserlere ilişkin yazarın yaptığı yorumlar, diğer eleştirmenlerin, araştırmacıların ve yazarların görüşleriyle destekleniyor. Roman, şiir, deneme, öykü dallarında eserler veren yazarların bir kısmının sıra dışı yaşam öykülerine detaylı yer verilirken bir kısmının eserlerinde etkilendikleri edebi akımlar ve sanatsal özellikler ön plana çıkarılıyor.

Kitapta geniş kitlelerce tanınan ve eserleri bilinen yazarlara yer verilirken, gözden kaçan, unutulan ancak taşıdığı özellikler bakımından edebi önemi yüksek yapıtlara imza atan bazı yazarlar da su yüzüne çıkartılmış. Azra Erhat'ın yaşam öyküsü, Hayalet Oğuz lakaplı Haluk Oğuz Alplaçin dünyaya bakışı, Sevgi Soysal'ın Tante Rosa'sı, Salah Birsel'in yazım dili gibi öne çıkan konularda ilginç bilgiler veriliyor ayrıca. Diğer taraftan Namık Kemal'in İntibah'ından tutun da Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Gülyabani'sine, Suat Derviş'in Kara Kitap'ından Reşat Nuri Güntekin'in Çalı Kuşu'na kadar bir çok eserden alıntılar yapılırken onların sanatsal yönlerinden bahsediliyor. Yazar, bazen yazarların eserlerine ilişkin görüşlerine yer verirken bazen de onların etkilendikleri çevre ve zaman koşullarına değiniyor.

Bu kitabı okurken eski dönem yazarlara ait edebi eserlerin popüler edebiyatın etkisiyle gittikçe görünmez kaldığını, yeni yazmaya başlayanların eskilerden öğrenecek  çok şeyleri bulunduğunun farkına vardım. İyi bir şiir, deneme, roman, öykü nasıl yazılmalı, eserde ironi, mizah ve fantastik öğeler nasıl kullanılmalı gibi soruların cevaplarını buldum kitapta. Her şeyden önemlisi her bölümünü sıkılmadan keyifle okudum. Hülya Soyşekerci'nin "Mavi Harfler Atölyesi/Okuma Notları" adındak aynı türde yazılmış bir kitabı var sırada. Başta söylediğim gibi yazmaya merakınız varsa, okuduğunuzu daha iyi anlamaksa niyetiniz, bu kitaplar kaçmaz.         

16 Eylül 2019 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #03

TahaAkkurt ve Edischartarafından başlatılan Ağaç Ev Sohbetleri #03'te bu hafta şehir ve insan ilişkisini tartışıyoruz. Bu kapsamda aşağıdaki sorular düşüncelerimize ışık tutacak.


Yaşadığınız şehrin sevdiğiniz ve sizi oraya bağlayan özellikleri nelerdir? Şehrinizde gitmeyi tercih ettiğiniz yerleri, meşhur yemekleri ve bir gün uğrarsak bize önerebileceğiniz aktiviteleri tanıtır mısınız?

Yaşadığım şehrin en sevdiğim tarafı nedir diye sordukları zaman Cahit Külebi'nin Atatürk'e Ağıt şiirindeki iki dize gelir ilk aklıma...

İzmir'in denizi kız, kızı deniz
Sokakları hem kız hem deniz kokar.

Deniz özgürlüktür, bağımsızlıktır. Denizden gelen özgürlük imbat rüzgârlarıyla usul usul şehrin sokaklarını doldurur.

Türlü vaatlerle özgürlüğünden asla vazgeçmez şehrimin insanı, yeri gelir efe olur çıkar dağlara, mum gibi erir küçülür deniz kokulu kızların şimşek bakışlarında.

Atatürk aşığıdır şehrim. Gâvur diyenlere inat, sözcüğün anlamını değiştirmiş ve bir onur madalyası gibi taşımıştır göğsünde. Atatürk devrimlerini benimsemiş, herkese kucak açmıştır. Çalışırken yemesini, içmesini, eğlenmesini de bilmiştir, küçük şeylerden mutlu olmasını da.

Bütün bunların yanında beni bu şehre bağlayan o kadar çok şey var ki... Küçük, küçücük şeyler meselâ. Ahşap tezgâhını başının üzerinde gezdiren seyyar satıcının "Haydii, Gevreeeek, çıtır çıtır, yeni çıktı fırından" deyişi, Kadifekale'yi mesken tutmuş, denizi hayatında ilk defa şehrimde gören Mardinli delikanlının midye dolmasına cömertce limon sıkışı, Karşıyaka vapurunda esen rüzgâra karşı kanat çırpan martılara çocukların gevrek atışı, seyyar turşucuları, kokoreççileri, söğüşçüleri, boyozcuları, salepçileri... O kadar çok ki.

İzmir'in her yanı deniz olsa bile deniz çeker beni. Uzaktan değil, yakından görmek, o dalgaların sesini duymak isterim. Kordon'da gün batımını seyrederken eski günleri hayal etmek, Güzelbahçe'de Akdeniz'in zengin mezeleri eşliğinde balığımı yerken, rakımı yudumlamak, dostlarla şen şakrak kahkahalara boğulmak isterim. Ne Çeşme'nin denizine girmek, ne de dev AVM'lerde vakit tüketmek isterim. Kemeraltı'nın tarihi dokusunu solumak, Kızlarağası Hanı'nda kahvemi yudumlamak geçer gönlümden.

İzmir'e düşerse eğer yolunuz, fırından yeni çıkmış gevreğin ve boyozun, özellikle Mardinli usta ellerden çıkmış midye dolmasının, nar gibi kızarmış kokoreçin, karadut ve koruk şerbetinin, kabak çiçeği dolmasının, ot salatası çeşitlerinde alayının, cibezin, radikanın, turp otunun, hardalın, ot kavurmasının, şevketi bostanın, anason kokulu arap saçının ve tabii ki tavada sardalyanın bakın tadına, ama mutlaka yapın bunları...

14 Eylül 2019 Cumartesi

COWSPIRACY - İNEK KOMPLO TEORİSİ

Ağaç Ev Sohbetleri #02 etkinliği kapsamında küresel ısınma konulu yazımın hazırlığını yaparken küresel ısınmanın en önemli sebebinin fosil yakıtlar olduğunu, ikinci büyük sorumlu olarak da büyükbaş hayvanların gösterildiğini öğrenmiş ve bu durum hayli garibime gitmişti. Bu nedenle konuyu biraz daha derinleştirmek istedim. Sonuç tek kelimeyle şaşırtıcıydı. Kaderimizi ineklerin bağırsaklarına bağlamışlar meğer (!)

2014 yılında Kip Andersen, çektiği COWSPIRACY adındaki belgesel bir filmle bütün dikkatleri üzerine topluyor. "Cowspiracy", İngilizce Cow: İnek ve Conspiracy: Gizli anlaşma, komplo sözcüklerinden türetilmiş.

Bir buçuk saatlik belgeseli izlerken, en çok sera gazı üreten sektörün hayvan besiciliği olduğuna şaşırmış, Greenpeace de dahil olmak üzere dünyaca ünlü çevre örgütlerinin bilinçli olarak bu gerçeği sakladıklarını görünce iyice aklım karışmıştı.

Hayvancılık deyip geçmemek gerek. Bunlar ufak yerel çiftliklerden farklı. Koca amazon yağmur ormanları kesilip devasa tarım çiftlikleri kuruluyor inekleri beslenmek için. Gittikçe azalan su kaynaklarının en büyük tüketicileri yine bu büyükbaş hayvanlar. Dudak uçuklatıcı rakamlar... İnsanlar hem açlığa hem küresel ısınma nedeniyle oluşması beklenen felaketler zincirine doğru son sürat yol alıyor. Sürdürülebilir bir politika değil bu. Her türlü et, süt, yoğurt, peynir, yumurta gibi hayvansal ürün tüketimini en aza indirmek dışında yapılacak bir şey yok. İşte çarpıcı mukayeselerden bazıları:

- 1 Hamburger için 3.000 lt suya ihtiyaç var. Suyu idareli kullanın diyorlar, tatlı su kaynaklarımız gittikçe tükeniyor. Aynı miktar suyla bir kişi iki ay boyunca duş alabilir oysa. 

- Dünya tatlı su kaynaklarının toplamının 1/3'ü besicilik için harcanıyor. 1 lt süt üretimi için 880-1.000 lt arasında su tüketiliyor. 1 kg biftek için gereken su miktarı 21 tondan fazla. 

- ABD'de evlerde kullanılan su toplam tüketimin % 5'i iken hayvancılıkta bu oran % 55.

- 2.500 büyükbaş hayvan bulunan bir süt üretim çiftliğinden çıkan atık miktarı 411.000 kişilik bir şehrin atık miktarına eşit.

- Her saniye Amazon ormanlarında 6.000 m2 lik orman yok ediliyor. Şimdiye kadar 105 milyar m2 alan palmiye yağı üretimi için 550 milyar m2 alan ise hayvancılık sektörü için tahrip edilmiş.

- Dünyadaki toplam sera gazı salınımının % 13'ü kara-deniz-hava taşımacılığından kaynaklanırken hayvancılık ve hayvansal ürünler toplam salınımın % 51'inden sorumlu. Bisiklete binmişiz neye yarar, inekler boş durmuyor.

- Dünya inekleri her gün 150 milyar galon metan salıyorlar atmosfere. Sera gazlarından biri olan metanın küresel ısınma potansiyeli petrol kaynaklı yakıtlardan salınan CO2 karbondioksite göre 86 kat daha güçlü.

Dünya nüfusu 1812 de 1 milyar, 1912'de 1,5 milyar, 2012'de tam 7 milyar olmuş. Bu ivmeye sahip bir nüfus artışı sürdürülebilir değil. ABD'de günde kişi başı günlük et ve hayvansal ürün tüketimi 250 gr. Bu miktar nüfus arttıkça süratle daha fazla olacak. Daha fazla hayvansal üretim için yeni ormanlık alanlar tahrip edilecek, insana zor yeten su kaynakları hayvanlara tahsis edilecek. Tarım arazileri insanları değil önce hayvanları besleyecek. Açlık baş gösterecek, zenginler et yesin diye yoksullar ot yiyemeyecek. Daha fazla inek daha fazla sera gazı, daha hızlı küresel ısınma, yaklaşan felaketler. Nüfusun bir milyarı aşmaması gerek. 6 milyarımız fazla halen. Buna rağmen en az üç cocuk istiyoruz. Nereye gidiyoruz? Bilmediğimiz ne?

Belki izlediniz bu filmi. Ama eğer izlemediyseniz mutlaka izleyin. Türkçe alt yazılı olarak youtube'da var. Netflix'te de. Greenpeace ve diğer ciddiye aldığımız çevre örgütlerinin kimlere hizmet ettiğini görmek için izleyin. Brezilya'da binden fazla aktivistin katledildiğini öğrenin. 

12 Eylül 2019 Perşembe

SAKLI SEÇİLMİŞLER - SONER YALÇIN

Kitabın Adı: Saklı Seçilmişler

Yazar: Soner Yalçın

Sayfa Sayısı: 504

Yayınevi: Kırmızı Kedi

Türü: Araştırma

Kitap Hakkında: "Saklı Seçilmişler" insanı düşündüren, hayretler içinde bırakan bir kitap. Üzerinde oldukça fazla emek verilip araştırılmış. Ele alınan konular referanslandırılmış, belgelerle kanıtlanmış. Kitabın sonundaki kaynakça ve dizin bölümleri bir araştırma kitabında olması gerektiği gibi.

Küresel sermayenin toplum üzerindeki hain plan ve hedeflerinin araştırılıp değerlendirildiği kitapta 1800'lü yıllardan günümüze kadar geçen süre boyunca ekonomi, siyaset, sağlık gibi pek çok hususta toplumların kaderini belirleyen birkaç ailenin insanlığa verdiği zararları detaylı bir şekilde anlatıyor yazar.

Kitabı okurken başta ABD olmak üzere süper güçlerin az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri nasıl kendilerine bağımlı kıldıklarına, tarım arazilerini, tohumlarını ellerinden alıp insanların acımasızca sağlıklarıyla oynadıklarına, aynı güçlerin tedavi niyetine pazarladığı ilaçlar üzerinden milyarlarca dolar kazanırken türlü oyunlar çevirdiklerine, her taşın altından çıkan bu sömürgecilerin acımasızlıklarına şahit oluyoruz.

Yazar bu sömürü planının aslında neyi hedeflediğine dair varsayımlarda bulunuyor. Ona göre yapılan onca hainlik, haksızlığın amacı sırf daha fazla para kazanmak olamaz. Ortada gizli bir plan var. Gizli planın ne olduğunu ise kitabın sonuna saklıyor. Spoiler olmasın diye ben de açıklamayayım. Komplo teorisi tarzında, abartılı ya da yanlış bulduğum bazı öğeler barındırmış olsa da genel olarak kitabı oldukça etkileyici, hatta ürkütücü bulduğumu söyleyebilirim. Şöyle ki, kitabı okuduktan sonra hiçbir gıda ürününü eskiden olduğu gibi görmüyor, mobilya mağazasından alacağınız koltuk acaba kısırlık yapar mı diye tereddüt ediyorsunuz.

Monsanto, Cargill, Bayer ve benzeri küresel şirketler, Rockefeller gibi başkalarına yaşam fırsatı tanımayan ailelerin tuzağına düşen geri kalmış ülkeler, tek tük de olsa vatanını milletini düşünen dürüst insanlar, insan ırkının ıslah edilmesine yönelik çalışmalar, milyar dolarlarla ifade edilen şirket devirleri, milyonlarca dolarlık tazminatlar... 

Şöyle anlatayım. Kitabı üç bölümde değerlendirecek olsam; % 80'i gerçekleri yansıtıyor, % 10'unda abartıya kaçıyor, % 10'u ise yazara katılmadığım yönler içeriyor derdim. İlk bölümde anlatılanların bir kısmını yüzeysel de olsa biliyordum. Bilmediklerim ise kanımı dondurmaya yetti. GDO'lu ürünlerin, zirai ilaçların, sağlığa zararlı gıda katkılarının, mısır şurubunun, palimiye yağının, nebati margarinlerin  pazarlanması, kuş gribi ve domuz gribi mikroplarının önce insanlara bulaştırılıp sonra aşılarının satılması, zehirlenen topraklar, ilaç sektöründe dönen dolaplar... anlatmakla bitmez. 

İkinci bölümde abartılı bulduğum bir iki örnek vereyim: Eskiden köylere hizmet üreten Toprak-Su varmış. Daha sonra Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'ne dönüştürülmüş. Hain AKP ise Köy Hizmetlerini tamamen kaldırmış. Toprak-Su çok iyi hatırlamamakla birlikte faydalı bir kurumdu sanırım ama Köy Hizmetlerini iyi bilirim. İktidar partisinin yaptığı üç beş hayırlı işten birincisi sigara yasağı ise ikincisi Köy Hizmetlerini kapatıp bu görevi İl Özel İdarelerine devretmesiydi. Diğer bir örnek; Efendim, ABD'liler gelip baraj yapılacak yerleri seçmiş, seçtiği yerlerdeki verimli araziler su altında kalsınmış. Bir baraj mühendisi olarak bunu aşırı abartılı buluyorum. Yok öyle bir şey. Baraj nereye yapılır nerede yapılmaz konusunda kitap yazarım. Bunun için yıllar süren etütler yapılır, uygun yer aranır barajın tipine göre. Malzeme kaynaklarına yakınlığı, gövdenin otıracağı zeminin niteliği önemlidir. Yanlış projler yok muydu? Vardı elbette ama bunda elin Amerikalısını suçlamak niye.

Üçüncü bölümün konusu kitabın sonuna doğru işleniyor. Adeta bilim kurgu niteliğine bürünüyor olay. Küresel sermaye sadece para kazanmak için çalışmıyormuş. Spoiler vermemek için küresel sermayenin esas niyetini söyleyemiyorum. Sadece yazarın fikrine katılmadığımı ifade edebilirim. Zira emperyalizmin tek hedefinin sömürü yani başkasının sırtından para kazanmak olduğuna dair hiçbir şüphem yok. Paranın yerini alacak başka bir değer görmüyorum onların gözünde.    

10 Eylül 2019 Salı

Ağaç Ev Sohbetleri #02

Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğinin ikinci hafta tartışma konusu

İrem Can tarafından önerildi.


Hepimizin bildiği üzere doğamız giderek tehlike sinyalleri veriyor. Küresel ısınma ve çevre kirliliği had safhada. Bunlar için geri dönüşüm, sıfır atık, daha az tüketim hatta poşetlerin paralı olması gibi önlemler alınıyor.


Bu konu hakkında düşüncelerimizi paylaşırken daha yaşanılır bir dünya için neler yapmamız gerektiğine cevap arayacağız 


SERA GAZLARINA ÖVGÜ

Ne zaman kutuplardaki buzullardan kocaman bir parça kopup düşse denize, küresel ısınma geliyor aklıma. İçinde bulunduğumuz gezegeni yaşanmaz hale koyan gerçek bir öykünün ilk satırlarını okuyorum adeta.

Milyonlarca yıl kendi halinde tıkır tıkır işleyen muhteşem bir sistemin çarkına çomak sokmuş insanoğlu, farkına varmadan. Bir zamanlar yaşam kaynağımız olarak güneşi belletmişlerdi bize. Oysa o mükemmel çark, güneşi terbiye eden, varoluşumuzun temeli, yerküremizi çepeçevre saran atmosferden başkası değil. O atmosfer ki, şöhreti kötü sera gazlarından kalkan yapmış kendine, zararlı güneş ışınlarını savuşturmuş dünyamızdan ve bu sayede mükemmel bir ortam sunmuş bütün canlılara.

Sera etkisine sahip gazların bir kısmı doğal yoldan diğer kısmı ise insan eliyle oluşturulmuş. Hayatımızı tehdit eden küresel ısınmanın tek sorumlusu olarak gördüğümüz sera gazlarının aynı zamanda yaşam sebebimiz olduğunu çok kişi bilmez. Sera gazları dünyamızın etrafını kuşatarak güneşin gönderdiği kanserojen ultraviyole ışınlarının % 95'ini emer, dünya üzerinde bir örtü oluşturarak ana kara ve okyanuslara giden sıcaklığı sabit tutar ve dengeler. O olmasa biz olmazdık, gece gündüz arasında oluşacak sıcaklık farklarına dayanamazdık.

Atmosferdeki en büyük hacme sahip sera gazının su buharı olması da şaşırtmasın sizi. Evet, % (36-70) oranında su buharının yanı sıra % (9-26) oranında karbon dioksit (CO2), % (4-9) oranında metan ve % (3-7) oranında ozon atmosferimizde bulunan başlıca sera gazları. Ne var ki bu gazlar içinde ısı tutma yeteneği en yüksek olan (CO2) karbondioksit. Yerkürenin var oluşundan bu yana kendi doğallığı içerisinde sera gazlarında hasıl olan değişimlerin bir sonucu olarak soğuk-sıcak  birçok dönem ve buzul çağları görmüştür.  

Peki o zaman problem nerede? Atmosferin sera gazı miktarında ani yükseliş yerküre sıcaklığının kısa süre içinde artışına neden oluyor Şöyle ki, geçmişte 150.000 yıla yayılan değişim bu kez 150 yıla sıkışmakta. Sadece insan değil mikroorganizmalar, bitkiler, hayvanlar, kısaca her tür ve cinsten canlı varlık böylesine ani ve böylesine büyük bir değişikliğe şahit olmamış bugüne kadar. Geçmişte bu tür ısı değişimleriyle karşılaştıklarında bütün canlılar evrim geçirerek ortama uyum sağlamışlar, bunu başaramayanlar ise yok olup tarih sahnesinden silinmişler.  Şimdi karşı karşıya kaldığımız durumda  yaklaşık iki insan ömrü kadar bir süremiz var. Asıl problem birkaç derecelik sıcaklık değişiminin çok ötesinde, yani olacaklara hazırlıksız yakalanmamızda.

Bilim adamları dünya ortalama sıcaklığının bir ya da iki derece artması halinde bile dünyada bazı bölgelerin çölleşeceği, deniz ve okyanus seviyelerinin artış göstereceği, kuraklığın artacağı, tatlı su kaynaklarının azalacağı, bazı bölgelerin su altında kalacağı, açlık nedeniyle kuzey kutbuna doğru göçlerin başlayacağından ve savaşların kaçınılmaz olacağından bahsediyor.

https://youtu.be/R_pb1G2wIoA

Sanayi devriminden bu yana fosil yakıt kullanımındaki artış, atmosfere çok miktarda (CO2) karbondioksit salınımına sebep olurken halen atmosferdeki mevcut karbondioksit konsantrasyonunun seksen yıl sonra iki katına çıkacağı tahmin edilmektedir.

Garip bir sekilde sera gaz salınımının ikinci büyük sorumlusu geviş getiren büyük baş hayvanlar. Onların her biri güçlü birer metan gazı üretcisi. Hatta bazı bilim insanları ineklerin ürettiği gazın araçların atmosfere bıraktığı sera gazlarından daha etkili olduğunu iddia etmekte. Metan gazının karbondioksite göre 23 kat daha güçlü olması ineklerin küresel ısınmadaki etkisini önemli kılmakta. Doğal dengenin bozulması, dünyanın muhtelif yerlerinde mevsim şartlarının değişmesine sebep olmaktadır. Kuraklıklar, seller ve tabii afetler daha sık görülmeye başlanmıştır. Artık kıtlık, açlık ve sefalet dünya üzerindeki canlıların kaçınılmaz kaderi olacaktır. 

En büyük sera gazı üreticisi ABD, Türkiye dahil olmak üzere bütün dünya devletlerince kabul edilen Kyoto sözleşmesini imzalamaktan kaçınmıştır. Kyoto sözleşmesi ile fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji kaynakları (hidro-elektrik, güneş, rüzgar vs) teşvik edilmiş, devletlerin sera gazı salınım miktarlarının zaman içinde azaltılması hedeflenmiştir.

Zamansız su taşkınlarının, hortumların, kutuplardaki buzul erimelerinin, tayfunların, mevsim normallerinin çok üzerinde seyreden hava sıcaklıklarının sebebi olarak küresel ısınmaya işaret ediliyor. Durumun bu kadar vahim olmasına karşılık verilen taahhütlerin eyleme dönüştürülmemesi kafaları biraz karıştırmıyor değil. Yenilenebilir enerjinin maliyeti diğerlerine göre hayli yüksek. Çevreyi korumanın ve küresel ısınmanın getireceği olumsuzluklardan kaçınmanın bedeli bu elbette.

Sanayi devrimini tamamlamış, milli geliri yüksek Avrupa'nın, küresel ısınmaya karşı tedbir alması, Kyoto protokolünü gönüllü olarak uygulaması itibarlı bir davranış. Bununla birlikte az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere gelen ek maliyetleri bu ülkelerin tek başlarına yüklenmeleri pek adil olmasa gerek. Zira mevcut durumun baş sorumluları bugüne kadar atmosfere en fazla sera gazı salınımında bulunan, sanayileşme sürecini tamamlamış, gelişmiş ülkeler. Durum böyle olunca, küresel ısınma sorunu, az gelişmiş ülkelerin tepesine basabilmek için küresel şirketlerce tezgahlanan yeni bir oyun mu diye sormaktan alamıyorum kendimi.   

KÜRESEL KİRLENME

En az küresel ısınma kadar önemli çevre kirliliği. Dünyamız o hale geldi ki kelimeler meramımızı anlatmaya yetmiyor. Çevre kirliliği derken insanın aklına ilk olarak kapısının önü geliyor. Esasen üzerinde durmak istediğim konular az tüketim, naylon poşet kullanımından kaçınmak, sıfır atık falan değil. Elbette bu sayılanlar da önemli ama anlatacaklarımın yanında masum kalıyor. Bu nedenle çevre kirliliği yerine "küresel kirlenme" ifadesini kullanacağım. Toprağımız kirlenmiş, suyumuz, havamız kirlenmiş, kirlenmekle kalmamış zehirlenmiş. Zehirlediğimiz toprağımızla zehirlemişiz kendimizi.  Sadece kendimizi değil bizimle birlikte çocuklarımızı, torunlarımızı... 

Yaklaşık 12.000 yıl önce yerleşik hayata geçerek tarım toplumu olmamızdan sonra binlerce yıl çevremizi kirletmeyi beceremedik. Ne olduysa son 150 yılda oldu. İnsanoğlu daha çok kazanma hırsı ile geri dönüşü olmayan yollara sürüklendi. Küresel şirketler tarımı bitirdiler, toprağı, suyu ve havayı canlıları öldüren, vücutlarında kalıcı hasar bırakan, kanserojen kimyasal ilaçlarla zehirlediler. GDO'lu tohumlarla ürettikleri dna mıza işlenip gelecek nesillere aktarılacak. Topraktaki zirai kimyasallar yağmurla derelere, derelerden denizlere taşınıyor. Denizden tutulan balıklarda mutasyon geni tespit ediliyor. Tavuklar, kırmızı etler hep aynı. O kadar kirlendik ki içecek temiz bir bardak su bulmakta güçlük çekiyoruz.

Belki henüz farkında değiliz ama birkaç kuşak sonra çıkacak her şey ortaya. Küresel kirlenme küresel ısınmayı aratacak korkarım.

3 Eylül 2019 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 01

Televizyon izliyor musunuz? İzliyorsanız veya izlemiyorsanız sebebi nedir?

Taha Akkurt ve Edischar  yeni bir etkinlik başlatmış. Bu etkinliğin kapsamı ve hedefleri ile ilgili açıklamalar gayet güzel yapılmış. Kısaca yapılması istenen, her hafta belirlenen konu başlığına ilişkin düşüncelerimizi blogumuzda paylaşmak. Hadi başlayalım o zaman.

Televizyon gerçekten müthiş bir buluş. Bazılarının aptal kutusu dedikleri bu cihaz her zaman heyecanlandırmıştır beni. Kilometrelerce ötede olan biteni anında odamıza getiren teknolojik beceriye erişen  insanoğlunun daha neler yapabileceğini düşündüğümü hatırlıyorum. Çocukluğumda televizyon nedir bilmezdim. Bilmediğim bir şeyin eksikliğini de hissetmezdim doğal olarak. Akşamları saat 20.00 deyince radyolarımızın başına üşüşür, "Radyo Tiyatrosu" nu dinlerdik ailecek. 

1970'li yılların başında önce gelir düzeyi yüksek ailelerin evlerine siyah beyaz televizyonlar girmeye başlamıştı. Salonların ve oturma odalarının en nadide mobilyası haline gelmişti televizyon. Gözü gibi baktığı bu aletin voltaj değişimlerinden zarar görmemesi için regülatör denilen ikinci bir cihazı satın almak zorundaydı insanlar. Önceleri televizyon sahibi olmak bir prestij, bir statü göstergesiydi. Televizyon sahibi olan evlere gıpta ederdik. O kadar pahalı ve lüks gelirdi ki, ailelerimize biz de alalım demeyi aklımızdan bile geçirmezdik.

Çocukluğumun geçtiği sokakta evlerine ilk televizyon giren yakın arkadaşlarımdan biriydi. İki katlı binanın giriş katında oturuyorlardı. Bu sayede salona koydukları televizyon dışarıya açılan pencereden izlenebiliyordu. Yazın kapı pencere açık olduğu için sesini de duyulabiliyordu televizyonun. 1972 Olimpiyatlarını ve 1974 Dünya Kupasını bu şekilde izlediğimi hatırlıyorum. O yıl Hollanda şampiyon olmuştu. Bütün oyuncuların ismini ezberlemiştim.

Kış mevsimi gelince arkadaşım beni ve birkaç arkadaşımızı evine davet ediyor geç vakitlere kadar hangi program olursa olsun büyülenmiş gibi televizyonun başından ayrılmıyorduk. Çoğu kez ev sahipleri oturdukları yerde uyuklamaya başlıyor, kalkıp evlerimize dönmemiz için gözlerimizin içine bakıyorlardı. Ne yemek geliyordu aklımıza ne de uyku. Allah için bir kez olsun ne annesi ne de babası "Hadi artık evlerinize" dememişti. Evimize ilk televizyon lise ikinci sınıfa geçtiğim zaman alınmıştı. Önündeki sürgülü pancuru çekilince kapatılıp kilitlenen kocaman bir ahşap dolabın içinde siyah beyaz bir televiyondu. Güya ders çalışmamızı engellemesin diye ebeveynler tarafından alınan önlemdi kilit. Tabii ki hiç kullanılmadı. Televizyon bizi esir almaya başlamıştı.

Aradan kırk yılı aşkın bir zaman geçmiş, dile kolay. Önce siyah beyaz tek devlet kanalından başlayan televizyonun, zaman içinde renkli ve yüzlerce kanalla zenginleşen yayınlarını yıllar boyu izledim. Dönüp geriye baktığımda onca zamanımı boşa harcadığımı düşünüyorum. İzlediğim programların hepsi gereksiz miydi? Elbette değildi. Faydalı, bilgilendirici bulduklarım da çok oldu. Bazen kelime oyunu ve diğer bilgi yarışma programları, bazen eğlence programları hoşça vakit geçirmemi sağladı. Beğenerek izlediğim uzun metrajlı filmler ve bağımlılık derecesinde takip ettiğim diziler de oldu. Nihayetinde televizyona ayırdığım zamanın yüzde onundan fazla değil bu faydalı bulduğum programlar. Böyle düşününce şimdiye kadar neredeyse sekiz yılımı heba etmişim gibi geliyor bana. Neyse ki bunun önemli bir kısmı aynı zamanda yemek yerken ya da ikinci bir iş yaparken geçirdiğim zamanlardı.

Şimdi eve gelir gelmez otomatik olarak elimiz TV düğmesine gidiyor. Sonra yatana kadar açık kalıyor ekran. Bazen sesinden rahatsız oluyor, sessize alıyoruz. Kumanda genellikle eşimin elinde. O beni fazla sarmayan polisiye film ve dizilerini izlemeyi seviyor. Futbol ve diğer spor müsabakalarını izleme alışkanlığım yok. Her türlü belgesel film ilgilendiklerim arasında olmasına rağmen fazla zaman ayıramıyorum. (Bkz. kumanda kimin elinde?) Çok saçma bulduğum halde gecenin geç saatlerinde haber programlarının tekrarını izlemekten kendimi alamıyorum. Bazen adam gibi sohbet eden konuklar bazen birbirinin sözünü kesiyor ve seviyeyi iyice düşürüyorlar. O zaman tadı tuzu kaçıyor işin. Etkinliği başlatan arkadaşlarımız ya TV izlemeyi bırakmış ya da iyice asgari düzeye getirmişler. Genç neslin takdir edilesi durumu. Ben sadece National Geographic izliyorum deyip Kemal Sunal filmlerini bilmem kaçıncı kez izleyenlerden değilim ama yılların alışkanlığı var işte. 

İzlememin sebebi olarak az önce söylediğim üzere alışkanlık diyorum. Ne bileyim belki de sosyal medyadaki açığımı böyle kapatıyorum, kim bilir.

1 Eylül 2019 Pazar

KABUS

Hava iyice kararmış, yağmur çiseliyor. Arabamla kötü bir semtin dar sokaklarında ağır ağır ilerliyorum. Etrafım kalabalık, kapı önlerinde çocuklar oynuyor. Ne işim var şimdi burada diye düşünüyorum. Son zamanlarda kendime sorup da cevabını çıkartamadığım anlarım sıklaşmaya başladığından bunun üzerinde fazla durmuyorum.  Yıllar öncesinden bir gece, sabaha karşı, henüz bir gün önce satın almış olduğum metalik yeşil Corolla'mı çaldıkları zaman polise haber vermeyi yeterli bulmayıp arkadaşlarımdan birinin arabasıyla Kadifekalenin hiç görmediğim ara sokaklarında çalıntı arabamı aradığımı hatırlıyorum. Çift taraflı uzanan tek katlı gecekondu sıralarını düzensiz bir şekilde bölen delik deşik asfalt yollarda bir sürü hız kesici tümsek yüzünden iyice yavaşlıyordum. Bunu fırsat bilen çocuklar aşıracak bir şey bulurum ümidiyle arkama takılıp bagaj kapağını açmaya kalkışıyorlar, fark edildiklerini anlayınca çil yavrusu gibi dağılıyorlardı. O hız kesiciler, araba hırsızlarını takip eden polis arabalarının işini kolaylaştırmak için düşünülmüş olmasına rağmen bu durum mahallenin hırsız çocuklarının işine yarıyordu. Evet, o sokaklara çok benziyor şimdi içinde bulunduğum sokak.

Bir an önce çıkmak istiyorum bu semtten. Önü caddeye açılan büyük bir kavşağa yaklaşıyorum. Yolun sonunda orta refüjde yükselen aydınlatma direğinin hemen yanında esmer bir kadın ve elinde tuttuğu beş altı yaşlarında bir kız çocuğunu fark ediyorum. Kadın yolun ortasında durmuş, kıpırdamadan bakıyor bana. Beni gördüğüne göre yoldan çekileceğini düşünüyorum. Süratim fazla değil ama gözlerini bana dikerek benim gelişimi ve onlara çarpmamı isteyeceği hiç aklıma gelmiyor. Artık bir şeyler yapmam gerekiyor. Bir yandan kornaya basarken fren pedalını köklüyorum. Araba dengesini kaybederek kırkbeş derece sola çeviriyor burnunu önce. Tam öyle kalacağımı düşünürken adeta hızı ağırlaştırılmış bir film gibi sağ tarafına yatarken soldaki tekerleklerin yerden kesildiğini hissediyorum. Bir süre yanlamasına havada kaldıktan sonra yeniden tekerleklerin üzerine düşmeyi hayal ediyorum. Düşündüğüm gibi olmuyor, refüjün hemen önünde arabam yan yatıyor. 

Kendimi yokluyorum, bir şeyim yok gibi. Güçlükle şimdi üstte kalan ön kapı camından dışarı atıyorum kendimi. Bana gözlerini diken kadının elini tuttuğu çocuğuyla birlikte uzaklaştığını görünce seviniyorum. Onun yüzünden yapmıştım kazayı oysa. Sinirlenip, kızmam, bağırmam gerekirken onlara bir zarar vermediğim için şanslı olduğumu düşünüyordum sadece. Onlarca kişi doluyor arabamın etrafına. Büyük bir uğultu var şimdi. Her kafadan bir ses çıkıyor, kimisi yaklaşmayın, yakıt deposu sızıdırıyor derken kimileri bir şey yok diyerek içime su serpmeye çalışıyorlar. Sonunda el birliğiyle iterek arabayı dört tekerleği üzerindeki normal konumuna getiriyoruz. 

Hemen arabama oturup kontak anahtarını çeviriyorum. Tahmin ettiğim gibi çalışıyor. Yan taraftaki hasara bakmak için aşağı iniyorum yeniden. Küçük sıyrıklar beklerken görüntü şok ediyor beni. Onca vuruk, çiziğe sadece kendi ağırlığı yetmiş demek ki. Etrafımı saran tekinsiz kalabalığı düşünüp trafik polisi bulmak ve tutanak tutturmak için orada fazla kalmak istemiyorum. İsterse kasko ödemesin. Tek arzum o insanlardan bir an önce uzaklaşmak. Son anda hasarlı kısmın fotoğrafını çekmek için cep telefonumu doğrulttuğumda arabanın içinin dolduğunu görüyorum. Kapıyı açıp önce yerime oturanın kolundan aşağı çekip sürükleyince cesaretim korkuya dönüşüyor. O kadar kişi bir olup pestilimi çıkarabilirler oysa. Sonra birer ikişer arabadan iniyorlar. Sadece yanımdaki koltuğu işgal eden iri yarı bir adam kılını bile kıpırdatmıyor. Arabadan inip arkadan dolaşarak diğer kapıya yöneliyorum. Kapıyı açtığımda adamın yerinde olmadığını görüyorum. İçeri dikkatle bakıyor, gözlerime inanamıyorum. Koca ön konsol yerinde yok. Adam nasıl becerdiyse konsolu da kendisiyle birlikte yok etmiş. Korkmaya başlıyorum. Ne kadar az zararla bu diyardan kendimi kurtarabilrsem o kadar kar etmiş olacağım. Kapıyı kapatıp sürücü koltuğuna atıyorum kendimi. Araba kazadan sonra ters döndüğü için ters yönde gittiğimi geç fark ediyorum. Bir çıkış yolu olmalı buralardan. Sağ yan taraftan gelen bir gıcırtı sesi kulağımı tırmalıyor. Ortalıkta kimsenin bulunduğu bir sokakta sağa yanaşıp iniyorum arabadan. Bir şey yok görünürde. Lastikler de sağlam. Yönümü bulmak için arabayı bırakıp sağa sola bakınmaya başlıyorum. Geriye döndüğümde arabam ın yerinde olmadığını görüyorum. Acaba doğru yere mi bakıyordum. Sokaklar arasında bir aşağı, bir yukarı koşturuyordum. Tam sokak başına geldiğimde aşağıdaki sokakta arabamın arka kısmını gördüğümde dünyalar benim oluyor. Koşarak gidiyorum. Yanına vardığımda bunun bir yanılsama olduğunu anlıyorum. Bu durum defalarca tekrarlanıyor, uzaktan arabamı görüyor, yanına gidince onu kaybediyorum. Çıldırmak üzereyken uzandığım kanapede gözlerim aralanıyor ve hemen balkona doğru koşuyorum. Şükürler olsun ki arabam dün gece bıraktığım yerde duruyor. Ne kadar sevindiğimi tahmin edemezsiniz.