28 Nisan 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 36

Ağaç Ev Sohbetleri 36. hafta konusu Sevgili Manxcat / Kuyruksuz Kedi'den.  Her zaman olduğu gibi güzel bir konu seçmiş yine. Öyle görünüyor ki, Ağaç Ev Sohbetlerinde bu hafta hayaller ve gerçekler arasında dolanıp duracağız. Bu konuda fikirlerini paylaşmak isteyen arkadaşları sohbetimize katılmaya davet ediyoruz. Haftanın soruları şöyle:


"Hayal etmek mi elde etmek mi? Elde edince hayal ettiğimiz, o hayale ulaşmak için çabaladığımız günleri unutuyor muyuz? Elde edilen şeyin değeri zamanla azalıyor mu?
Peki o değer neden zamanla azalıyor?"




Hayal etmek deyince benim aklıma ilk gelen husus olayın psikolojik boyutu oluyor nedense. "Hayal kurmak" sanki düşünmekle taban tabana zıt bir aktivite gelirdi bana. İster istemez hayal kurmaya başladığımda kontrolü kaçırmamak için düşünmeye zorlardım kendimi. Oysa tedavisi olmayan, hayallerde aşırıya kaçma ya da hayaller ile gerçek hayatı birbirine karıştırma durumu olarak tanımlanan "maladaptive daydreaming" bile bilim dünyasında hastalık olarak değerlendirilmiyor.

Hayal etmek ve düşünmek üzerine biraz yoğunlaştığımda,  "İnsanın kendi zihninde tasarladığı bir kurgu" cümlesi şimdiye kadar bana göre "hayal" sözcüğünü anlatan en güzel tanım oldu. Düşünmek deyince "herhangi bir soruna aranılan çözüm" geliyordu aklıma. İşte o zaman hayal kurmanın anlamını ve düşünceye olan üstünlüğünü kavradım. Evet, hayal gücü aslında bir düşünceydi ama her düşünce bir hayal değildi. İlahi zekaya erişebilmek için temel yaratıcı güç olan kurguyla analitik düşünceyi birleştirmek gerekliydi.

Bu çerçevede romantizmi çağrıştıran "hayal etmek" ve realizm kapı aralayan "elde etmek" arasındaki tercihimin beni ters köşeye yatırdığını söyleyebilirim. Hayal etmek madem ki bir düşüncenin ürünü, hayal etmek diyorum o zaman elbette. Sadece düşünerek elde etmek şimdi ne kadar da basit geliyor bana. Elde etmek için hayal kurmak zorunda mıyız? Her zaman değil, adına şans mı dersiniz yoksa tesadüf bilemem ama onun sayesinde bazen çaba sarf etmeden arzu ettiğimiz şeyler kendiliğinden gelir bulur bizi. Hayallerimizin peşine takıldığımızda bizi bekleyen iki sonuç vardır. Şans yine baş roldedir burada. Ya hedefimize ulaşır mutlu oluruz, ya da bütün çabalarımız boşa gider, hüsrana uğrarız.

Madem konumuz hayallerimizin gerçekleşmesi, o yoldan ilerleyelim. Evet, kolay değil elbette hayallerimizi gerçekleştirebilmek, bunun için bol dikenli yollardan geçer, çelmeler yeriz. Bu uğurda haksızlığa uğrar, ümidimiz kırılır, yorulur, hırpalanırız.  Çektiğimiz onca eziyetin boyutları neyi hayal ettiğimize bağlıdır aynı zamanda. Hayallerimizi yüksek tutar ve sonunda başarıyı yakalarsak keyfimize diyecek yoktur. Ancak hayalimiz ister küçük isterse büyük olsun, bu keyifli halimiz ne yazık ki çok uzun sürmez. Hemen yeni duruma kendimizi adapte eder, o arzuladığımız şeyi elde edebilmek için çektiğimiz onca sıkıntıyı unutuveririz. Örneğin aşk meşk işlerini alalım. Esas oğlan yıllarca kızın peşinden koşar, çalışır, çabalar her türlü zorluğa göğüs gerer ve sonunda sevdiğine kavuşur ve evlenirler. Bütün sıkıntılar unutulmuş, sanki hiç yaşanmamıştır. İşin püf noktası buradadır işte. Elde edilen şeyin değeri mi azalmıştır? Bu soruya evet demek sanırım sanırım mümkün değil. İnancım odur ki bu sorunun tek cevabı hayırdır. Peki o zaman sorun nedir? Sorun, muhtelif nedenlere dayalı hayal kırıklığı ve mutsuzluk. Mesela ele aldığımız örnekteki çifti oluşturan bireylerden her biri zaman içinde karşısındaki kişinin tam da hayal ettiği kişi olmadığını keşfeder. Aslında ortada değişen bir şey yoktur. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğundan hareketle bu cümlemi değiştirip değişimin sonuca fazla etkisi olmadığını söyleyeyim. Yani burada kişinin değerinden bir şey kaybetmesi ihmal edilecek boyutta olup söz konusu olan sadece onu olduğundan farklı hayal etme durumudur. Zaman burada önemli bir faktördür. Ancak yine de elde edilen değeri azaltma sorumluluğunu tamamen zamana yükleyemeyiz. Yine örneğimize dönersek, hayata yeni bir şeyler katamamak, monoton  bir yaşam, bıkkınlık, bireysel özgürlük talepleri gibi etkenler de hayallerin çöküşünde etkilidir. Sorun değerlerin azalması değil imkansız hayallerdir.

Nedir peki doğru olan? Hayallerimizi büyük de tutsak bile onlara fazla bağlanmamak gerektiğine inanıyorum. Mutlu olmak için elimizde olanla yetinmek esastır. Kusursuzu aramak, mükemmeliyetçilik insanı huzursuz eden fiillerdir.  

21 Nisan 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 35

Yeni haftanın konusunu İrem Can / Konumuz Kitap belirlemiş. Arkadaşımız pek donanımlı olmadığım bir hususa değinmiş. Fazla uzatmadan haftanın konusunu açıklayalım:

Batıl inançlar hakkında neler düşünüyorsun? En ilginç ya da saçma bulduğun inançlar var mı? Eğer varsa nedeni nedir?

Pek iyi şeyler düşündüğümü söyleyemeyeceğim. Kaynağını cehaletten alan değişik coğrafyalarda farklı özellikler gösteren tuhaf inançlar silsilesi. Evet, yok demeyeceğim. Bilim ve teknolojinin geldiği seviyeye rağmen bu tür saçmalıklardan medet umanları anlamam mümkün değil. Küçükken aklımda kalan bazı batıl inançlara örnek vermem gerekirse, ıslık çalma şeytanları çağırırsın, makas ya da bıçağı elden verme aran açılır, ayakta yemek yeme şeytan altından çeker götürür, salı günleri çamaşır yıkanmaz, cuma saatlerinde iş yapılmaz, geceleri tırnak kesilmez, iki bayram arası evlenilmez, sağ kulak memesini çekip tahtaya vurmak şeytanı defeder, merdivenin altından geçme boyun kısa kalır falan.

Şahsen bütün hurafeler ve batıl itikatları saçma buluyorum. Buna inananları garipsiyorum. Neden mi? Saçma şeyler ile saçma şeylere gerçekten inanan kişiler güldürür beni çünkü.  

17 Nisan 2020 Cuma

BİR GARİP KİTAP MİMİ

Numan / Histasyon arkadaşımızın özel davetiyle katılıyorum bu mime. Bu etkinlik, kitap okumaya ilişkin hazırlanmış sekiz  sorunun cevaplandırılmasından ibaret. Buna benzer mimler, doğaları gereği, hem kendimizi, çevremizdeki blogdaşlarımızı daha iyi tanımak hem de düşüncelerimizi mukayese etme imkanı sunuyor bizlere. Örneğin Numan, kaleme aldığı yazısında aynı anda 14 kitap okuduğunu, hatta her an bu sayıyı 15-20'ye çıkarabileceğinden bahsetmiş. İki, bilemedin üç kitabı aynı anda okuyanı gördüm fakat bu sayıların bana epey sıra dışı geldiğini söyleyebilirim. Neyse şahsi fikirlerimi aşağıdaki soru başlıklarının altına saklayayım yazımı çorbaya çevirmeden. 

1. Neden Kitap Okuyorsunuz?

Çocukken adam olmak için okumak gerektiği kazınmıştı kafamıza. Okumak tahsil yapabilmenin, iyi okullar bitirmenin ve yaşamı kolaylaştıracak birer meslek sahibi olmanın tek şartıydı. O yıllarda müfredatla sınırlı ders kitapları dışında bir dünyanın olduğunu söyleyecek, bana kitap okuma sevgisi aşılayacak tek bir öğretmenim olmadı desem yeridir. Şimdi düşünüyorum da, eğer bana okumayı sevdirecek bir öğretmenim olsaydı fen bilimleri yerine muhtemelen sosyal branşlara yönelirdim. Her yaşamda önemli dönüm noktaları vardır. Benim için en önemli dönüm noktalarından biri oldu Türk Dili ve Edebiyatı mezunu eşimle yollarımızın kesişmesi ve akabinde onunla evlenmem. Evlendikten sonra okumayı öğrendim ve dünyam değişti. Kitap okumamın ilk nedeni bildiklerimden emin olmak, yanlış bildiklerimi düzeltmek ve bilmediklerimi öğrenmek. Elbette bir kitap okumakla olmuyor bu iş. Ne kadar çok kitap okursam o kadar güçleneceğimi hissediyorum. Okuduğum kitabın konusu önemli değil, yeter ki bana bir şeyler kazandırabilsin. Kitapların öğretici yanı dışında bazen edebi yönü, ifade tarzı büyüler beni. Yeni şeyler öğrenirken müthiş bir haz kaplar içimi. Bazen düşünce denizinin derinliklerinde bulurum kendimi, bazen hayal aleminin içinde. Kitap derken genel anlamda okumaktan bahsediyorum, bir gazete, dergi, ya da İnternet üzerinde bir makale ve elbette blog yazılarını da kitaplardan farklı tutmuyorum.

2. Ne Sıklıkla Kitap Okuyorsunuz?

Bu sorunun bende net bir cevabı yok aslında. Koronavirüs karantina döneminde pek çok insanda gözlediğim, okumaktan uzaklaşma davranışını maalesef ben de yaşıyorum bu günlerde. Oysa tam aksi olması gerekmiyor mu? Zaman geçmiyor diye şikayet ettiğimiz bu dönemden daha uygun bir dönem olabilir mi kitap okumak için? Yok, doğrusunu isterseniz benim durumum biraz farklı. Boş zamanımın çok olmasından, zamanımın geçmek bilmediğinden şikayetçi olmadım hiç. Çünkü hala boş zamanım olmuyor. Fakat kızıyorum kendime, "Al eline kitabını oku." Nasıl geçtiğini bilmiyorum zamanın bu aralar. Aslında fazla yaptığım bir şey de yok. Ama geçiyor işte zaman ve ben kitap okumakta zorlanmaya devam ediyorum. Biliyorum nedenini, biri başımda dikilmiş "Oku, oku, oku" diyor. Ben de hayır, dediğini yapmayacağım diye diretiyorum. Kendimle savaşıyorum yani. Hangisi benim, hangisi alt benim karışıyor birbirine. Eskiden sabah erken kalkmam gerekirken geç vakitlere kadar ayakta kalıp uyuyacağım süreyi azaltırken zorlardım kendimi aynı şekilde. "Bak uykunu alman lazım, hiç olmazsa bir iki saat uyu." derdim alt benime. İnatçı alt benim inadına açardı gözlerimi cin gibi, uyutmazdı beni. Korona günlerinde kitap okuma hikayem de aynı bu hesap. Bunun dışında dönem dönem çok yoğun kitap olduğum zamanlar olmuştur. Bazen de aylar boyunca elime bir kitap almadığım dönemler... Ortalama bir okuyucudan daha yavaş benim kitap okuma hızım. Bu bir dezavantaj. Beni yavaşlatan nedenlerden biri de, kitapta gözüme ilişen, bilgi eksikliğimin olduğu konular hakkında başka kaynaklardan detaylı araştırma yapmış olmam. Düzenli okuma periyoduna geçtiğim zamanlarda günde okuduğum sayfa sayısı ortalama 150. Yoğun kitap okuma dönemlerimde okumaktan daha büyük zevk alıyorum. Soruya cevap vermek gerekirse, duraklama dönemlerim dışında ayda en az 2, en çok 8 kitap okuyabildiğimi söyleyebilirim.  

3. En Sevdiğiniz Kitap Hangisi?

Sevdiğim çok sayıda kitap oldu. Bazılarının türü, bazılarının konusu, sanatı ön plana çıktı. Rus klasikleri beni derinden etkiledi mesela. Fakat benim için en değerlisi, dolayısıyla en sevdiğim kitabın farklı bir özelliği var. Bu kitap, yedek subaylığım sırasında satın alıp kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım okumakta başarılı olamadığım, okumaya çalışırken en çok on-on beş sayfa ilerleme kaydettiğim Andre Brink' in 1982 yılında yazdığı, Sesler Zinciri adlı roman. Evlendikten sonra aynı kitabı okuyup bitirmek o kadar basit, o kadar güzel gelmişti ki bana, ilkokul birinci sınıf öğretmenimin okumayı sökmem münasebetiyle göğsüme kırmızı kurdele taktığı andaki yaşadığım sevinci yaşamıştım yeniden! 

4. Bitiremediğiniz Kitap veya Kitaplar Nelerdir?

Okumaya başladığım kitap önceleri hoşuma gitmese de ileride durum değişir umuduyla sonunu getiririm genelde. Fakat bir kitap vardı ki, ne yaptım, ettim bitirememiştim bir türlü. Hoş, çok yıllar geçti bu mücadeleyi yaptığım  zamanın üzerinden. Belki şimdi okuyabilir, hatta okumaktan zevk bile alabilirim. Evet, bahsettiğim kitap meşhur Milan Kundera' nın "Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği". Uzun yıllar herkesin hayranlıkla göklere çıkardığı bu kitabın bitiremediğim tek kitap olmasından dolayı kendimden hala utanırım.

5. Aynı Zamanda En Fazla Kaç Kitap Okuyabildiniz?

İşte bu soru bana sorulmamalı. Ben ki yürürken sakız çiğneyemeyen adam, nasıl böyle bir sorunun muhatabı olur? Bazen iş yerimde bir kitap ve evde yatağımın baş ucunda bir kitap olmak üzere aynı zamanda okuduğum iki kitap olduğu doğrudur. Ancak bu bile huzursuz etmeye yetmiştir beni. Çünkü bir kitabı okurken, hele bir de sevmişsem onu, adeta içine girer, yaşarım. Tek kitaba konsantre olurum genelde. Bu özelliğim sadece kitap okumaya has değil. 

6. Kendinizi Bulduğunuz Kitap ve Nedeni?

Yazmanın kolay yolu kurgulamak değildir, öncelikle bildiklerini, yaşadıklarını kaleme almak işini kolaylaştırır, demişti eşim bir keresinde. Yıllar önce Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını okurken yazarın olayları aktarmadaki rahatlığını hissetmiştim. Çünkü kendi ailesini, bildiği, yaşadığı şeyleri anlatıyordu. Bu konu derinden etkilemişti beni. Yaşanmış olayların yanında kurgu çok yapmacık kalıyordu artık gözünde. Orhan Pamuk diğer kitaplarında aynı etkiyi yaratamamış olsa da, sözünü ettiğim romanını okurken onun görünmez bir kahramanı olmuştum adeta.  

7. Kitap Ayracı Haricinde Kitap Arasına Ne Koyarsınız?

Herhangi bir şey koymam. Kitaba olan saygımdan değil bu. Çünkü kitaba özel bir kutsallık yüklemem şahsen. Kitabın içeriğidir önemli olan, kağıdının kalitesi değil. Bazılarının bayıldığı kitap kokusunu da aramam, koku duygularım kuvvetli değil zaten. İlginç bulduğum satırların altını çizmem fakat bu karşı olduğum anlamına gelmez. Kitap okurken kaldığım yerde, sayfanın sağ üst kısmını üçgen şeklinde kıvırırım. Ön tarafa doğru kıvırmışsam o sayfa okunmamış, yok arkaya doğru kıvırmışsam sayfayı tamamlamış arka sayfaya geçmişim demektir. 

8. Bir Yazarla Arkadaş Olma Fırsatınız Olsaydı, Hangi Yazar Olmasını İsterdiniz?

İşin doğrusu bu tür soruları garip karşılıyorum. Issız bir adaya düşseniz yanınıza almak istediğiniz üç şey nedir gibi sorulara verilecek cevaplar havada kalmaya mahkumdur bana göre. Yazarları kitaplarından tanıyoruz. Kitaplarını sevmek onlarla arkadaş olmamıza imkan verir mi emin değilim. Yok, klasik çağlardan bahsetmiyorum. Örneğin Elif Şafak diyelim, onun yazdığı kitabı sevmemin onunla arkadaş olmamda ne kadar etkili olduğu tartışılır. Sonra, arkadaşlık karşılıklıdır. De ki ben istedim, acaba o benimle arkadaş olmak ister mi acaba? Ama bu soruyu "En çok etkilendiğin yazar hangisidir?" şekline çevirirsem, tereddütsüz Jack London derim. 

Bu güzel Mim'i dileyen arkadaşlar yapabilirler.

14 Nisan 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 34

Ağaç Ev Sohbetleri 34'ün konusunun yeni bir arkadaşımızdan geldiğini yazmış Sade ve Derin/Deep Tone. Bir süredir Koronavirüs hakkında bilgilendirici yazıları olan Despot Hayrat arkadaşımız, önerdiği konuya ilişkin şurada ayrıntılı ve iyi bir yazı yazdığını belirtmiş Deep arkadaşımız. Bugüne kadar hiç fire vermeksizin bütün Ağaç Ev Sohbetlerine katıldım. Sanırım iki kez bizzat önerdiğim konular üzerinde verimli sohbetler yaptık. Sohbete katılıp fikirlerini paylaşan, yorum yazan bütün arkadaşlarımın yaşına, cinsiyetine ya da eğitim düzeyine bakmaksızın düşüncelerine değer verdim, onlardan az ya da çok bir şeyler öğrendim, elimden geldiğince ben de bildiğim konularda katkı sundum. Ağaç Ev sohbetlerine katılmak, konu hakkında bir kaç söz edebilmek için bazen bir miktar araştırma yapmam gerekti. Her sohbet, Ağaç Ev'in ismine yaraşır içten, sıcak ve saygılı bir ortam yaratıyordu. Konuya girmek yerine bunca laf etmemin sebebi Ağaç Ev Sohbetlerinde kendiliğinden oluşan kalite düzeyinin korunması gerektiğine dair kişisel beklentim. Arkadaşlar Ağaç Ev Sohbetlerinde mümkün olduğu kadar özgün, kendimize ait soruları gündeme alalım. Kopyacılıktan, "intihal" den kaçınalım, doğrudan iktibas yaptığımız zaman kaynağını belirtelim. 

Haftanın konusunu öneren Despot Hayrat, genç bir arkadaşımız gerek konunun seçiminde gerekse kaleme aldığı yazısında Youtube fenomeni Ruhi Çenet isimli bir kişiye ait  şurada bağlantısını verdiğim görüşleri sanki kendi fikriymiş gibi okura yansıtmış. Daha önce okuduğum yazıları hoşuma gitmiş ve kendisini takdir etmişken bu hareketiyle beni şaşırtmıştır. En kısa zamanda hatasının farkına varacağını ümit ediyorum. Önerilen konu şuydu;

1 Dolar 1 TL olsaydı ülkemizde neler olurdu?


1 Dolar 1 TL'ye eşit olsaydı Türkiye'de ne olurdu? sorusuna cevabın arandığı, Ruhi Çenet'in emek verip uzman ekonomistlerden Atilla Yeşilada'yı dahi konuk ettiği video filmini gördükten sonra kendimi aldatılmış hissettiğimden buna bir eklenti yapmak içimden gelmiyor doğrusu.  

KARANTİNA KORONA 10

BULAŞ RİSKİ!

Son günlerde TV kanallarına konuşmacı olarak katılan doktorlarımızın dillerinden düşürmedikleri bir kelime var. "BULAŞ!" Çoğumuza yabancı gelen ve aynı zamanda kulak tırmalayan tuhaf, uydurma bir sözcük bu. Latince terimlerin yanı sıra yabancı dildeki kelimeleri kullanmalarını anlayışla karşılayabilirim tıbbiyelilerin fakat onların şu "Bulaş" sözcüğündeki ısrarlarını anlamış değilim. Tıp ve Diş Hekimliği fakültelerinin özellikle mikrobiyoloji derslerinde "bulaşma" nın karşılığı olarak kullanılan bu sözcükte "-ma" ekinin atılması Türkçe dil bilgisi kurallarına sığmayan tamamen uydurma bir sözcük. Doktorlar arasında oldukça popüler hale gelen "bulaş" koronavirüsten daha hızlı bir bulaşıcılık özelliği gösteriyor. "Bulaş" sözcüğünü kullanmadıkları takdirde adeta mesleklerinden atılma korkusu sarmış doktorlarımızı! Vikipedi'ye göre "bulaş" sözcüğü, "Bulaşıcı bir hastalığın enfekte konakçıdan, doğal konaklardan, vektörlerden veya portörlerden başka canlılara geçmesi" şeklinde bir karşılık bulsa da TDK 'da bir karşılığı yok ve dil kurallarına uymadığı için olamaz da.

Gelişi güzel, kural dışı kelime uydurmaktansa bulaşma yerine "enfekte" denilmesi ya da enfeksiyon kelimesini kullanmak daha mantıklı. Hatta enfekte olmuş birinden hastalık bulaşan kişiye "kontamine oldu" denmesini bile normal karşılayabiliriz ancak kırk yıldır kullandığımız "bulaşma riski" bir gecede nasıl oluyor da "bulaş riski" haline geliyor oldukça şaşırtıcı bir durum. Bu sözcüğü kullanmak doktorlar arasında şifreli bir sözcük mü yoksa doktor olmanın değişik bir ifade tarzı mı bilemeyeceğim artık. 

Uzunca bir zaman romanlarında "kekremsi" sözcüğünü kullanmayanlar yazar sınıfına sokulmazdı! Koronavirüs gündemimize girdi gireli "bulaş" sözcüğü de aynı "kekremsi" gibi popüler oldu doktorlar arasında. Hani diyorum, madem Türkçe kullanmaya niyet ettiniz, doğrusunu kullanın bari. 

12 Nisan 2020 Pazar

KARANTİNA KORONA 9

Artık koronavirüs eğrisi ABD dışındaki ülkelerde yavaş yavaş zirve noktasına varmak üzere. Bu durum elbette kısa zamanda her şeyin normale döneceği anlamına gelmiyor. ABD'de 24 saatte Covid-19 nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı 2.000 civarında. Muhtemelen bundan sonra arada yükselmeler görülse de genel eğilim vaka ve can kaybı sayıları bir süre daha azalarak devam edecek gibi. Peki dünyayı sallayan bu Covid-19 pandemisi ülkeleri nasıl etkileyecek, toplum yaşanmakta olan bu felaketten gerekli dersi alacak mı?

Varsayalım bu virüs kendiliğinden ortaya çıktı ve dünya coğrafyasında bazı bölgelere torpil geçerken bazı bölgelerde sistemi çökertti. Mesela Çin, Hindistan, Rusya, Pakistan, Japonya gibi salgını ufak tefek yaralarla atlatan ülkelerde geleceğe dönük önemli bir sistem değişikliği ve sosyo-ekonomik kaos olası görünmüyor. Yine de bu ülkelerde araştırma çalışmalarına ve sağlık hizmetlerine gelecek dönemde daha fazla önem verileceğini düşünüyorum. Ülkemizin de dahil olduğu yüksek can kayıplarının yaşandığı ABD, Avrupa'nın tamamı ve İran gibi diğer ülkelerde ise salgının ciddi sonuçları olacaktır.

Virüsten etkilenen ülkelerde toplumun yüzleşeceği ilk problemin işsizlik olacağı, bunun arkasından ekonomik bir çöküş yaşanacağı açık. Başta eğlence ve turizm sektörü olmak üzere pek çok sektör daralacak. Devletlerin gelirleri ciddi oranda azalırken bütçe açığını kapatmak için özellikle temel ihtiyaç maddeleri dışında kalan ürünlere ciddi zamlar yapılacak. Yatırımlar iyice azalacak. 

Evet, pandemi etkisinin azalmasına müteakip karşılaşacağımız en büyük sorun işsizlik. Bu durumdan en fazla etkilenecek sınıf özel sektör ve serbest meslek erbapları, esnaflar. Örneğin başlıca geliri seyirci ve reklamlardan oluşan futbol başta olmak üzere diğer bütün sportif faaliyetler yapılamadığı için doğrudan ve dolaylı olarak yüz binlerce kişi etkilenecektir. Kuaförler, güzellik salonları, cafe ve restaurantlar kahvehane, restoran, sinema, tiyatro, konser salonları, AVM'ler uzunca bir süre kapalı tutulacak ve iş yeri sahipleri, yöneticiler, çalışanlar işlerinden uzak kalacak, kiralar ödenemeyecek.

Türkiye'de aktif olarak çalışan 20 milyon SGK'lı arasında krizden en az etkilenecek kısım devlet memurlar ki bunlar sadece 3 milyon kişiden ibaret. 14 milyon özel sektör çalışanı ile 3 milyona yakın serbest çalışanın büyük bir kısmını aileleriyle birlikte zor günler bekliyor. Yani yediden yetmişe kabaca 60 milyon insanın yaşamı etkilenecek.

Vaka sayılarının azalmasıyla birlikte siyasi atışmalar kaldığı yerden devam edecek. Suriye yönetimiyle anlaşmaya varılıp bir kısım Suriyeli memleketlerine gönderilecek. Türk askeri ülke sınırlarına çekilecek. Yeni meslekler çıkmasını bekliyorum. Bazı meslekler değer kazanırken bazıları gözden düşecek. Örneğin temizlik malzemesi tüketimi birkaç katına çıkacak. Halkın alım gücünün azalmasına paralel olarak sigara tüketimi de ciddi oranda azalacak. Yazılım ve enformasyon teknolojisi, mikrobiyoloji, genetik mühendisliği, sigortacılık, sağlık hizmetleri yıldızı parlayacak sektörlerden bazıları.

İki günlük sokağa çıkma yasağında marketler insanla doldu. İki gün boyunca halkın izolasyonu sağlanacaktı güya. Kırk beş dakikada iki günlük iş yaptırdı insanlar virüse. Vatandaşın beklenmeyen bu davranışı Koronavirüs hesaplarımı revize ettirmek zorunda bırakacak mı, göreceğiz. Kafamda hemen hemen her şey yerine oturdu. Covid-19, Sars virüsünün % 95 özelliklerine sahip yarasadan geçen bir virüs, OK. Bu virüsün doğrudan insana geçmediğini de biliyoruz. Bu arada pangolin denilen tuhaf hayvanın konakçı olabileceğinden bahsediliyor. O da tamam. Sadece şundan emin değiliz: Acaba bu virüs insandan insana geçme özelliğini pangolin veya benzeri bir hayvanda mı yoksa bulaştığı insan üzerinde mutasyona uğrayarak mı kazandı? Bu da ayrıntı, bilim adamları çözerler nasılsa. Ama benim aklımı hala kurcalayan mevzu dimdik ayakta. Ve hiçbir gazeteci sormuyor bunu hala. Sorum şu; Neden Çin'de, Hindistan'da, Pakistan'da ve İran dışındaki diğer Asya ülkelerinde bu virüs diğer ülkelerdeki kadar etkili değil?. Bir kez daha söylemek istiyorum, yok rakamlar gizleniyormuş, yol rejimlerinden dolayı sert tedbirler uygulanıyormuş, geçelim bunları. Bunların hiçbiri cevapları olamaz sorumun. Hindistan'da yayınlanan bir dergi "Korku en ölümcül virüstür." diyerek ülkesindeki paniği oldukça komik buluyor! Söz konusu dergi düşüncesini şöyle savunuyor:

"Vücudumuz dünyadaki en zorlu bağışıklık sistemlerinden birine sahip. Çok fazla pislik ve kirlilikle çevrili olarak büyüdük, doğal dayanıklılığımız gelişmiş dünya insanlardan çok daha güçlü. 2003 SARS salgını, dünya çapında 29 ülkeye yayıldı ve yaklaşık bin kişiyi öldürdü, ancak Hindistan'da sadece üç kişiye bulaştı ve onlar da hızla iyileştiler. Hindistan ve Batı Asya halkının yoğun nüfusa sahip olmasına rağmen MERS ülkemize ulaşmadı bile. Salgının en yoğun olduğu bir dönemde Wuhan'dan tahliye edilen 327 Hintlinin hiçbirisi  enfekte olmamışlardı."   

Bizde de Dr. Oytun bu Covid-19 genlerimize işlemez demişti. Henüz virüsün ne yapacağı belli olmadan ortaya atılan temelsiz bir iddiaydı bu. Ülkemizde toplam can kaybı bini geçince pek bir madara oldu çocuk. Oysa Hintlilerin iddiası bilimsel açıdan ne kadar saçma gelirse gelsin durup düşündürüyor insanı. Test sayısı, ülkelerin fiziki imkanlarına bağlıdır. Buna bağlı olarak ortaya çıkan vaka sayılarını mukayese etmenin bir anlamı olmayacaktır bu yüzden. Can kayıpları ise virüsün ülkeleri ne derece etkisi altına aldığını gösteren önemli bir kanıttır. Bu açıdan baktığımızda Pakistan'da virüsten can kaybı milyonda 0,4, Hindistan'da bu sayı sadece 0,2 olurken, İspanya (363), İtalya (322), Fransa (212), Birleşik Krallık (145), Belçika (311), İsviçre (120), Hollanda (154), İsveç (88), Lüksemburg (99) gibi gelişmiş ülkelerde can kayıpları bu sayıların çok üzerine çıkmıştır. Türkiye'nin durumu ise milyonda 13 can kaybı ile 14,1 olan dünya ortalamasına yakın bir seyir izlemektedir. Sonuç olarak bu farklılık beni yine toplumların gen yapılarının Covid-19 pandemisinde etkili olabileceği sonucuna götürmekte. Bekleyip göreceğiz.

7 Nisan 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 33

Klasikleşen Ağaç Ev Sohbetlerimizin 33. üncüsünün konusu yine sevgili Deep Tone / Sade ve Derin tarafından belirlendi. Konumuzun çok güzel ve Koronavirüs dışında olması sevindirdi beni ayrıca. O  halde hemen başlayalım. Soru şöyle:

"Müzik, günümüzde her kültürde ve toplumda icra edilmektedir. Bazı insanlar müziğin bireylere ve toplumlara faydalı olduğunu düşünür. Ancak, bireyler ve toplumlar üzerinde olumsuz etkisi olduğunu düşünenler de var. Sizce?" 


Müzik deyince aklıma gelen ilk söz "Müzik ruhun gıdasıdır." olmuştur. Müzik duygu, düşünce ve hayalleri kulağa hoş gelen ezgi ve sözle anlatma sanatı. Toplumdan topluma değişen sosyo-kültürel yapının bir parçası olan müzik, haz verici, eğlendirici gibi faydalarının yanı sıra eskiden beri müzikoterapi denilen yöntemle bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılamada tedavi amaçlı kullanılan bir araçtır aynı zamanda. Milattan önceki çağlarda Pisagor, Euclid gibi filozof ve matematikçilerin müzik ile matematik, astronomi ve diğer fen bilimler arasında ilişki bulunduğunu göstermeleri ise hayli ilginç geldi bana. Mesela pi sayısını notalara dökmüşler ve güzel bir ezgi çıkmış ortaya. (tık tık)

Her şeyin olduğu gibi müziğin de nicelik unsurları önemli. Kaliteli müzik asırlar boyu değerini katlayarak arttırırken popüler müzik modası geçince bir kenara atılmakta. İnsanlar karakter yapılarına, yetiştiği çevreye, psikolojik durumlarına bağlı olarak farklı müzik türleri üretmişler ve ortaya koydukları bu eserlerden değişik biçimlerde etkilenmişler. Bazı müzik türleri insanın ruhunda dinginlik yaratırken bazıları insanları düşünmeye sevk etmiş, eğlendirmiş, galeyana getirmiş insanları. Bazı müzik eserlerinde ise insanlar hüzne boğulmuş. Kısaca müzik ruhun nota ve sözlere aktarılmasıdır diyebiliriz. Bazen müzik acıların tercümanı olmuş, insanlar ezgi ve sözlerde kendilerini bulmuşlardır.

Aslına bakarsanız birey ve toplum üzerinde müziğin olumsuz etkisinin olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Bu açıdan bakıldığında insanları ümitsizliğe sürükleyen Arabesk şarkıları dinleyen insanların gaza gelip damarlarını jiletle kesip canlarına kast etmeleri ya da ayrılık, karşılıksız aşk sebebiyle gençleri intihara sürükleyen müzik parçaları müziğin olumsuz etkileri arasında sayılabilir. Amaç toplumun çaresizliğini ya da bireylerin zaaflarını kullanıp bu tür müzikleri ticari gayelerle üretmek olunca müzik gerçek hedefinden sapmış oluyor elbette. 

Diğer taraftan İslami anlayış genel anlamda her türlü müziği diğer sanat dallarıyla birlikte toptan reddeden bir inanç sistemi. Heykel ve diğer bazı sanat dallarına karşı dinin olumsuz bakış açısını bildiğim halde konuya ilişkin yaptığım araştırmalardan sonra İslam dininde müziğe bakışın bu denli olumsuz olmasına epey şaşırdığımı söylemek zorundayım. Müslümanların kutsal kitabı Kur'an-Kerim de müziğe doğrudan bir yasak konulmamasına rağmen zorlama yorumlarla, hadislerle, İslam alimlerinin tefsirleriyle, verilen fetvalarla müziğin bireyler ve toplumlar üzerinde yapacağı iddia edilen olumsuzluklara geniş yer verilmiş ve hemen her türlü müziğin icrasına, şarkı söylenmesine ve müzik dinlenmesine karşı net bir tavır sergilenmiş. İslam dininden ayrı tuttuğum tasavvur kültürü müstesna bütün mezheplerde müziğin her türlüsü yasaklanmış. Diğer dinlerin aksine bir kısım tarikatlar müziğin şeytani bir araç olduğu iddia ederek "Müzik ruhu öldüren en tehlikeli virüstür" diyecek kadar ileri gitmişlerdir. 

Bana göre müzik ruhumu tedavi eden güzel sanatlardan en önde geleni. Başta klasik müzik olmak üzere kaliteli müziklerin birey ve topluma faydalı olduğunu düşünenlerdenim.   

KARANTİNA KORONA 8

Koronavirüs dışında bir şey yazmak istemiyorum bu aralar. Hayır, bu bir paranoya değil. Bu konu hakkında bilgilenmek, yaşamım boyunca başıma gelen en büyük küresel bu olay karşısında değerlendirme yapmak hoşuma gidiyor.  Bu çalışmamda ülkemizle birlikte Covid-19 virüsünden en çok etkilenen dört ülkeyi masaya yatırdım.  Gerçek vaka ve can kaybı sayıları üzerinden birçok tablo ve grafik hazırladım. Hepsini buraya alıp kafa karışıklığı yaratmayacağım. Amacım ülkemizin felaketten ne kadar etkileneceğine, olayın hangi sonuçlar doğuracağına dair tahminlerde bulunmak ve bu konularda fikir yürütmek. Aşağıdaki tabloda değerlendirmeye aldığım beş ülkenin 04/04/2020 tarihi itibarıyla nüfusları, vaka ve can kaybı sayılarının dünya genelindeki payları görülmektedir.

NÜFUS
KİŞİ SAYISI
Dünya Nüfusuna Oranı
T.V/D.T.V
T.Ö/D.T.Ö
1
CHN
1.437.932.539
18,49%
7,31%
5,32%
2
USA
330.515.693
4,25%
24,15%
11,18%
3
TR
83.154.997
1,07%
2,11%
0,80%
4
IT
60.243.406
0,77%
10,99%
24,47%
5
SP
47.100.396
0,61%
11,00%
18,71%
T.V: T. VAKA;    D.T.V: DÜNYADAKİ T. VAKA;   T.Ö: T. ÖLÜM;  D.T.Ö: DÜNYADAKİ T. ÖLÜM

Yukarıda görüldüğü üzere, şu an itibarıyla dünyada vaka sayısı en yüksek ülke ABD, can kaybı bakımından Covid-19'dan en fazla etkilenen ülke ise İtalya'dır. İspanya bu ülkeleri hemen arkalarından takip etmektedir. Türkiye, bunların arasında oldukça iyi durumda görünüyor olsa da oransal vaka sayısının nüfusa kıyasla iki katına yakın bir seyir izlediği, can kaybının ise biraz daha iyi durumda olduğu anlaşılıyor. Bu durumda şu ana kadar ülkenin mevcut sağlık sisteminin, vaka sayısını karşılayabildiğini gösterdiği söylenebilir. 

TOPLAM VAKA
VAKA SAYISI
Tpl Vaka S.na Oranı
T. N.sa Or.
1
USA
273.808
24,15%
0,08%
2
SP
124.736
11,00%
0,26%
3
IT
124.632
10,99%
0,21%
4
CHN
82.930
7,31%
0,01%
5
TR
23.934
2,11%
0,03%

Üstteki tabloya baktığımızda, yapılan yoğun testlerin sayesinde ABD'de tespit edilen vaka sayısının dünyadaki toplam vaka sayısının neredeyse 1/4'üne ulaştığını görüyoruz. Ancak bu sayı toplam nüfusun sadece % 0,08'ine denk geliyor. Oysa 04/04/2020 tarihi itibarıyla İspanya'da vaka sayısı, nüfusun % 0,26 sına, İtalya'da ise % 0,21'ine denk geliyor. Diğer bir deyişle nüfusa göre bu ülkeler ABD'nin üç katı civarında vaka tespit etmiş. ABD'nin yolun henüz başında olduğundan bahsedilebilir. Sahip olduğu nüfusa göre Çin ve Türkiye'de tespit edilen vaka sayısı oldukça az.   

TOPLAM CAN KAYBI
CAN KAYBI
Tpl Can K.na Oranı
T. N.sa Or.
1
IT
15.362
24,47%
0,0255%
2
SP
11.744
18,71%
0,0249%
3
USA
7.020
11,18%
0,0021%
4
CHN
3.338
5,32%
0,0002%
5
TR
501
0,80%
0,0006%

04/04/2020 tarihindeki verilere dayanarak dünyada Covid-19'dan hayatını kaybeden toplam kişi sayısının neredeyse dörtte biri İtalya'da. Bu ülkeyi İspanya ve ABD takip ediyor. İtalya salgında zirveyi aşmış görünüyor, vaka sayıları günden güne düşmeye başladı. Çin'de 04/04/2020 tarihindeki vaka sayısı 55, can kaybı sayısı ise 3, burada salgın artık sona ermek üzere diyebiliriz. Dünyada tespit edilecek toplam vaka sayısının tahminen 4.500.000'u geçeceğini, hayatını kaybedecek kişi sayısının ise 250.000'i bulacağını, ABD'nin bu olayı kapitalist yapısı gereği sağlık hizmetlerinin paralı olması nedeniyle en ağır kayıpla kapatacağını, Trump'ın dile getirdiği kadar olmasa da bu ülkede en az 100.000 kişinin yaşamını yitireceğini düşünüyorum. Ülkemizde daha önceki yazımda toplam can kaybı sayısının 1.932 olacağı iddiasında bulunmuştum. Bu iyimser can kaybı sayısını neye dayandırdığımı soracak olursanız, dünyanın bütün bilim insanları ve Trump nereye dayandırıyorsa aynı yere dayandırdığımı söylemem mümkün. Zira Covid-19 hakkında hiç kimsenin yeterli bilgisi olmadığı açık. Tamamen korunma önlemlerine bağlı vaka ve ölüm sayıları hakkında yanılırsam, yanıldım der, bunun nedenlerini araştırırım.

Değineceğim birkaç nokta daha var: Birincisi, yapılan doğru dürüst bir araştırma mevcut olmadığı halde uzmanlar tarafından aşağıda belirttiğim yaklaşımı rasyonel buluyorum.

Virüsle tanışan insanların;
- % 30'u Covid-19 olarak isimlendirilen bu virüsü bünyesinde taşıdığı halde herhangi bir belirti göstermiyor. Genellikle genç nüfustan oluşan bu grup virüsü en çok yayan insanlardan oluşuyor.
-  % 55'i hafif belirtilerle hastalığa yakalanan insanlardan oluşuyor. Bu kişiler daha ziyade evde geçiriyorlar hastalığı ve önemli bir kısmı maske kullanmadığı için virüsü sağlıklı insanlara yaymaya devam ediyor.
- % 10'u hastalığı ağır belirtilerle geçiriyor hastalığı. Bu insanlar hastanede tedavi altına alınan kişiler.
- % 5'i ise hastalığı oldukça ağır geçirenlerden oluşuyor. Bu hastalar yoğun bakıma alınacak kişiler, çoğu solunum cihazına bağlanmak zorunda ve büyük bölümü hayatını kaybediyor.

Şimdi iki konu kafamı kurcalıyor. Birincisi, Çin' Halk Cumhuriyetinin Covid-19 küresel felaketini bu kadar ucuz atlatmasını anlamakta hala zorluk çekmekteyim. Dünya virüsten inim inim inlerken Çin eski yaşamına dönecek birkaç ay sonra. Onlar için tek tehlike dışarıdan ülkeye girebilecek yabancı Covid-19 taşıyıcıları. Bunu kontrol etmek de hayli zor ama ülkeleri içinde normal yaşamlarını sürdürebilecek Çinliler. Diğer konu ise ülkemizin durumu. Evet, Türkiye de virüsün ilk dalgasını belki diğer pek çok ülkeye nazaran daha az kayıpla atlatacak. Bu durum sevindirici olmakla birlikte benim esas korkum, vaka ve can kayıpları iyice azaldıktan sonra yasakların kalkması, maskelerin bir tarafa atılıp yaşama devam edilmesi ve yurt dışından gelebilecek taşıyıcılar yüzünden aynı problemi bir kez daha yaşamak durumunda kalmamız. 

Yaşadıklarımızı unutup eski alışkanlıklarımıza dönmek, tehlike geçtikten sonra özlediğimiz yaşantımıza hızlı bir giriş yapmak, tedbiri bırakıp sahillere, eğlence yerlerine, alışveriş merkezlerine koşmak bu kez bizi altından kalkamayacağımız bir felakete sürükleyecektir. Korkarım ne toplumumuz ne de devletimizi yönetenler buna hazır! 

5 Nisan 2020 Pazar

KARANTİNA KORONA 7/1

Koronavirüs bize çok şey öğretecek gibi. Basit bir ayrıntı maske. Dün maske kullanımına dair bir yazı yazdıktan sonra yine aynı konuya dönme ihtiyacını hissettim. Cerrahi maskenin kendi sağlığımızı korumak için yetersiz olduğuna inandırdılar bizi. Şimdi toplum baskısıyla kalabalık yerlerde zorunlu tuttular maske takmayı. Aynı konu üzerinde bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalar devam ediyor hala. Sevgili blogdaşım Rehitu dünkü yazıma bıraktığı yorumdan sonra bir kez daha düşündüm.

Koronavirüs bazı şeyleri öğrenmeye zorluyor bizi. Aslında insanlığımızı hatırlamamızı istiyor. Niye maske takmak zorundayız? Kendimizi korumak için mi? Ben, sen, o ve birçoğumuz düştü aynı tuzağa. Evet, ne anlamı var dedik tam olarak bizi korumayan bir bez parçasını takmaya. Avrupa, Amerika ve Dünya Sağlık Örgütü ve ülkemizin kıymetli bilim adamları da destek verdiler bu fikre. Cerrahi maske kullanmak sadece sağlık personelinin işine yarar dediler ağız birliği etmişcesine. Oysa hepimiz kendimizi düşünüyorduk, kendi canımızı kurtarmaya çalışıyorduk sadece. Covid-19 bize dokunmasın diye çift maske takmaya, sadece enfeksiyon hastalıklarıyla ilgilenen sağlık mensuplarının kullandığı N95 özel maskelerinin derdine düştük. Oysa Koronavirüs bize farklı bir bakış açısı kazandırıyordu. Sen bir hiçsin diyordu, ister zengin ol isterse kral, hiç fark etmez benim için. Çevren olmazsa hiçbir şeysin diyordu. Biz hala var olmaya çalışıyoruz bir umudun peşinde. Hiçliğimizi kabul etsek var olacağız aslında, fakat farkında değiliz bunun. 

Evet, ne alakası var demeyin arkadaşlar. Maske burada bir figür sadece. Ben maskeyi kendi sağlığımı düşünerek takmayacağım. Seni, sizi, tanıdığım ya da tanımadığım diğer insanları kendimden korumak için yapacağım bunu. Çünkü belki de virüsü taşıyor ve onu yayıyorum çevreye. Hiçbir belirti göstermeyebilirim, kendim de virüsü kaptığımın farkında olmayabilirim. Fakat seni kendimden korumak zorundayım. Seni kendimden koruyabilirsem eğer, o zaman yaşamaya hakkım olur. 

Eskiden ceplerimizde mendil taşırdık, daha sonra kullan at kağıt mendiller çıktı. Hapşırdığımız, öksürdüğümüz, tıksırdığımız zaman ağzımızdan çıkan mikropları hapsederdik kendimizde başkasını düşünerek, ya da adab-ı muaşeret olarak benimserdik bu davranışımızı. Sonra yerleri tükürük hokkasına çevirdik. Maske şart değil. Standart olmasına gerek yok. Bir bez parçası, kaşkol, tülbent yeter. Konuşurken, öksürüp tıksırırken ağzımızdan çıkan mikroplardan koruyacağız karşımızdakini. Dünya düzenini değiştirmek zorunda bırakıyor bizi bu virüs. Kendimizi özne olmaktan çıkarıyor. Bütün alışkanlıklarımızı, bencilliğimizi, aymazlığımızı yerle bir ediyor. Atasözlerimiz bile anlamını yitirecek. Önce canımızı, sonra cananımızı düşünmeyeceğiz artık. Düşünün ki korumamız gereken çevremiz, başkalarının sağlığı, kendimizin değil. Bunu yapmayıp, sadece kendimizi düşünürsek çok şey kaybederiz.   

Ahmet Selçuk İlkan ne güzel yansıtmış bu felsefeyi dizelerinde,

BEN ARTIK SEN OLMUŞUM

Ne varsa aradığım bil ki sende bulmuşum
Senden öncesi yoktu seninle var olmuşum
Sende bütün ümitler, sende bütün özlemler
Beni bende arama artık ben sen olmuşum

4 Nisan 2020 Cumartesi

KARANTİNA KORONA 7

Günlerdir konuşulan maske kullanımı hakkında yazmış olduğum yazıyı sildim az önce. Özetle cerrahi maske kullanımına karşı görüşte bir yazıydı. Bunu düşünmeme sebep, halkımızın maskenin kullanma amacını ve nasıl kullanılması gerektiğini bilmemesi. Cerrahi maske, virüs salgınından önce çoğunlukla sağlık personeli tarafından ameliyathanelerde kullanılan ve onların ağızlarından çıkabilecek zararlı mikroorganizmaların hastaya bulaşmasını önlemek amacını taşıyan bir malzeme. Ancak doğru dürüst kullanılmazsa faydadan çok zarar getirmekte. Japonya'da insanlar bulaşıcı hastalığa yakalandıklarında onu başkalarına bulaştırmamak için derhal maske takıyorlar yüzlerine. Orada olduğu gibi bazı Uzak Doğu ülkelerinde bu kültür var. Ancak ülkemizde sağlıklı insanlar başkalarından virüsü kapmasın diye ya da kullanmasını bilmediği halde başkalarına özenti duydukları için kullanıyorlar. Böyle olunca, gözlük gibi başın üzerine kaydırılmış ya da çenenin altına indirilmiş maske yanlış kullanım örneklerini sık sık gözlemliyoruz sokaklarda. Peki bu konuyla ilgili olarak daha detaylı yazdığım yazımı niye sildim? Çünkü, Güney Kore'li bir enfeksiyon hastalıkları uzmanıyla yapılan röportajı izledikten sonra maske konusunda Uzak Doğu uzmanları ile ABD ve Dünya Sağlık Örgütü yetkilileri arasında büyük fikir ayrılıklarını öğrendikten sonra biraz kafamı bulandı. Ellerin sık sık yıkanması, sosyal mesafe, izolasyon ve diğer koruma tedbirlerine tam olarak riayet etmemiz mutlak surette gerekli. Maske doğru kullanıldığı takdirde bile Covid-19'a karşı ancak % 30 ila % 70 oranında bir korunma sağlamakta. Bunun yanı sıra virüsün derimizden vücudumuza doğrudan girmesi mümkün görünmese de maskenin kapatamadığı gözlerimiz virüse karşı son derece savunmasız. Güney Kore'de Covid-19'den dolayı bugün itibarıyla 177 kişi hayatını kaybetti ki bu kişilerin yarısı dini bir tarikatın toplantısı nedeniyle hastalığı kapmış. Maske kullanımına önem veren Japonya'da can kayıplarının sayısı sadece 69. Maskenin hastalığa yakalanan kişiler tarafından mutlaka takılmasının önemi açık. Bu kişilerin zaten diğer insanların arasında elini kolunu sallayarak dolaşmaması gerekiyor. Burada önemli olan tespit edilen vakaların yaklaşık %20'sini oluşturan asemptomatik olanlar. Yani Covid-19 pozitif çıkmış fakat vatandaşın bundan haberi yok, aramızda bomba gibi dolaşıyor. İşte özellikle bu şahısların maske takması çok daha önemli. Kimse onların kim olduğunu bilmiyor. Belki sen, ben veya komşumuz, iş arkadaşımız, hatta ailemizden biri olabilir. Bütün bu bilgilerin ışığında maske kullanımının virüsün yayılmasında ne kadar önemli olduğu çıkıyor ortaya. Kendimizi korumak için değil başkalarını korumak için maske takmalıyız. Bunda toplum olarak ne kadar başarılı olacağız? Göreceğiz.

3 Nisan 2020 Cuma

KARANTİNA KORONA 6

Güncel olayları bloguma taşımayı pek tercih etmezdim aslında. Korona adını duymaya başladığım ilk günlerde, hatta bazı bloglarda arz-ı endam ettiği yayılma sürecinde bile bu konu hakkında yazmayı düşünmüyordum. Ne var ki, bu sefer durum farklıydı. Bütün dünyanın değişmez gündemi haline gelen Koronavirüs, sonu belli olmayan bir yazı dizisinin içine çekti beni. Birkaç gün öncesine kadar endişeyle takip ettiğim iç karartıcı haberlerden ve değişik kaynaklardan  edindiğim bilgiler ışığında (kendi çapımda) bir analiz yapmış ve bir önceki "Karantina Korona 5" yazımı hazırlamıştım. Bu çalışmamın arkasından ülkemizde muhtemel can kaybı sayısını 1.932 olarak tahmin ettikten sonra biraz olsun rahatlattım kendimi. Elbette bu sayıda korkunç fakat İtalya'da her gün binlere varan virüs kurbanlarından sonraki panik halimden biraz olsun sıyrılmış oldum. Hemen şunu ifade edeyim; burada yazdıklarım herhangi bir kaynaktan alıntı olmayıp tamamen şahsi düşüncelerim. 

Her ne kadar ABD'deki bir grup avukatın 20 milyon trilyon dolarlık dava açmaya kalkması, virüsün ilk ortaya çıktığı ülke olması ve nüfusu dikkate alındığında dünyanın çaresizlik içinde kaldığı bu felaketi nispeten cüzi hasarla atlatması, bütün dikkatleri Çin Halk Cumhuriyeti üzerinde toplamış olsa da Coronavirüs'ün biyolojik silah olarak nitelendirilmesi hususunda kesin bir yargıda bulunmak şu an için mümkün görünmüyor. Geçenlerde Wuhan kentinde hayatın normale döndüğüne, hatta virüsün çıkış noktası olan vahşi hayvan pazarının açıldığına dair haberler okumuştum. Dün bir televizyon kanalının haber programına bağlanan Pekin Büyük Elçimiz bütün bu haberleri yalanlayarak alışveriş merkezlerinin hala kapalı olduğunu belirtti. Görüldüğü üzere bilgi kirliliği had safhada. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt etmek oldukça zor bu günlerde. Fakat net olan şudur: İtalya, İspanya ve diğer pek çok Avrupa ülkeleriyle ABD'de vaka sayısının bir milyonu aşmasına karşılık, Koronavirüs, Çin başta olmak üzere Hindistan'ın da içinde bulunduğu yoğun nüfuslu Asya ve Uzak Doğu ülkelerine çok daha az zarar vermiş ve artık kontrol altına alınmıştır. Daha önce hiçbir kaynakta yer almadığı halde ben bu farklılığın genetik faktörlere dayalı olabileceğini düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Bu durum doğanın kendini dengelemesi mi yoksa işin içinde insan parmağı mı var konusunda bir şey söylemek için henüz vakit erken. Bugüne kadar Covid-19'a karşı hiçbir ülke tarafından herhangi bir aşı ya da ilaç geliştirilmediğine tanık oluyoruz. Bu ülkeler arasında Çin'i de sayabilir miyiz emin değilim. Covid-19 tedavisinde uygulanan aslında sıtma tedavisi için yıllar önce geliştirilen bazı ilaçlar. Ayrıca vücudun bağışıklığını artıran buna benzer bazı tedbirlerin cüzi fayda sağladığı söyleniyor.  Nedeni ne olursa olsun buna benzer pandemik hastalıklar yaratan bakteri ya da virüslerin gelecekte dünyayı her yönden etkisi altına alacağını söylemek mümkün. Bu yazımda kısaca Koronavirüs dediğimiz Covid-19'un dünya düzenini ve sosyal yaşamı nasıl etkileyip değiştirebileceği hususunda fikirlerimi paylaşacağım. 

İngilizce zafer (Victory) kelimesinin baş harfi olan "V" harfiyle sembolize edilen, işaret parmağı ile orta parmağın açık, diğer parmakların ise kapalı tutularak gösterildiği bu el işaretinin aynı zamanda "Virüs" sözcüğüne de bir anlam kazandırması ilginç bir tesadüf. Evet, kabul etmek gerekir ki 3 mikronluk bu mikrop, zengin fakir, soylu soysuz, evli evsiz ayırmaksızın 7,8 milyarlık dünya nüfusunun keyfini kaçırmış ve zaferini ilan etmiştir. Hemen hemen bütün ülke sınırlarından giren virüsün Yeni Dünya Düzeni - YDD (New World Order - NWO) getireceğine inanıyorum. Henüz işin başında olmamıza rağmen bugün Fırıncılar Odası Başkanı ekmek satışlarının % 35 oranında azaldığını söylüyor. Elbette iyi ya da kötü çok daha önemli değişiklikler olabilecek YDD'de. Bunlara hazır mıyız? Henüz değil. Fakat emin olduğum bir şey var ki, evet buna hazır olmak zorundayız. Yaşanması muhtemel değişikliklerden ilk aklımıza gelenleri şöyle sıralayalım, detaylarını diğer yazılarımda derinlemesine tartışabiliriz.

Başta ABD ve Avrupa olmak üzere virüsün etkili olduğu bütün ülkelerde;

1. Milyonlarca kişi işini kaybedecek, işsizlik  inanılmaz oranlara yükselecek. 
2. Savunma sanayi harcamaları azalacak.
3. Sağlık harcamaları ciddi oranda artacak 
4. Başta sağlık ve teknoloji konuları olmak üzere AR&GE faaliyetlerine ağırlık verilecek
5. İnsanların satın alma gücü önemli ölçüde azalacak
6. İç ve dış turizm ile eğlence sektörü ciddi derecede zarar görecek
7. Moda sektörü en olumsuz etkilenen sektörlerden biri olacak 
8. Temizlik ve Hijyen harcamalarına bütçeden daha fazla pay ayrılacak, toplum sağlık konusunda daha bilinçli olacak.
9. Sağlık sigortası önem kazanacak. 
10. Petrol tüketimi önemli ölçüde azalacak.
11. İnsanlar hızlı yaşantısını terk edip daha mütevazı bir yaşam sürdürecekler.
12. E-ticaret, kargo, kurye hizmetleri ve bankacılık sektörü önem kazanacak.
13. Şehirlerden kırsala göç başlayacak. Çok daireli apartman yaşamı terk edilip nüfus daha geniş bir alana yayılacak şekilde bahçeli tek katlı evlerde yaşamaya başlayacaklar. 
14. Lüks harcama kalemleri azalacak.
15. İthalat ve ihracat rakamları düşecek, işsizliğe çözüm olarak insanlar yerli üretime önem verecek.
16. Sanatsal faaliyetler için salonlar kullanılmayacak, film, tiyatro, konser vb. etkinlikler internet üzerinden izlenebilecek.
17. Sağlık elemanlarına ve sağlık tesisleriyle ilgili ekipman ve malzemelere büyük ihtiyaç duyulacak.
18. Home-Office çalışması ağırlık kazanacak.
19. İnşaat sektörü ciddi şekilde olumsuz etkilenecek.
20. Büyük alışveriş merkezleri, camiler ve kiliseler başta olmak üzere insanların toplu olarak bulunduğu mekanlar kapatılacak.
21. Otomotiv sektörü büyük zarar görecek. 
22. Nakit para kullanımı ortadan kalkacak, vatandaş kazancı oranında vergisini ödeyecek.
23. İnsanlar ailesiyle birlikte daha fazla zaman geçirecek
24. Eğitim on-line olarak sürdürülecek.
25. İnancın ticaret ve siyasete alet edilmesi mümkün olmayacak. Herkes inancının gereklerini kendi evinde yerine getirecek, Diyanet İşleri ve diğer dini örgüt ve cemaatler ortadan kalkacak.
26. Psikologlara ve psikoterapi uzmanlarına daha çok ihtiyaç olacak
27. Zorunlu askerlik kalkacak, asker sayısı azalacak