13 Temmuz 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 75/4

Reinhardt'ı aradım ve ona durumum hakkında bilgi verdim. Hemen, ilk uçağa atlayıp geleceğini söyledi. Aptallık etme dedim. Fakat ertesi akşam, iki bardak viski ile birlikte iki ağrı kesici içtikten sonra verandadaki salıncak koltuğumda uyuklamak üzereyken, kiralık arabasıyla, evin giriş yolunda belirdi. Onu karşılamak için ayağa kalktım fakat birden başım döndü, tekrar yerime oturmak zorunda kaldım. Yanında pizza ve altılı paket bira getirmişti. Bir parça ısırdıktan sonra gerisini onun yemesini söyledim ve bana paniklemiş halde baktı. Soğukkanlı görünmeye çalıştım. Bir yudum bira içtim,



“Reinhardt, sana bir şey söylemek zorundayım.” dedim.

“Yakında ortaya çıkacak bir halt işledim ve ne olduğunu öğrendiğinde bana olan sevgin azalacak. Eğer bu durum seni utandırırsa, senden şimdiden özür dilerim.” dedim.


“Rafa, sen neden bahsediyorsun?” diye sordu.

 “Belki de bunu şimdi sana söylemezsem daha iyi olacak.” dedim.

“Bırak ona ben karar vereyim, anlatırsan belki sana yardımım dokunabilir.” dedi.

Biramdan bir yudum daha çektim ve koltuğuma yaslandım.

“Annenle birlikte yıldızları seyretmeyi çok severdim.” dedim.

Başını kaldırıp gökyüzüne baktı.

“Uçak kazasında kaybolan yargıçların hikâyesini biliyor musun?” diye sordum.

Gözlerini kocaman açtı.

“Onları öldürdün mü yoksa?” diye sordu.

Gülmeye başladığım anda öksürük krizine tutuldum. Kendimi toparladıktan sonra,

“Hayır,” dedim “Onları öldürmedim. Hayattalar.”

Bana tekrar baktı.
“Eğer yerinde olsaydım, onları öldürürdüm.” dedi.

“Belki de bu dediğin daha mantıklı olurdu. Ben, oğlunun katili idam edildiğinde meselenin kapanacağını uman bir anne gibiyim. O anne ki, idam gerçekleştikten sonraki sabah, önceki gününden bir şeyler eksilmiş olarak uyanır.” dedim.

“Hatırlar mısın bilmem, annem öldükten sonra gittiğim destek grubundan sana söz etmiştim. Orada kullanılmasına asla izin vermediğimiz tek kelime idamdı.” dedi.


Tekrar güldüm.
“Keşke bunu bana daha önce söylemiş olsaydın.” dedim.

“Nerede onlar?” diye sordu.

“Onu sana söylemeyeceğim. Ancak güvende olduklarını bilmeni isterim. Onları bulmaları uzun sürmeyecek.” dedim.

Stream ve Moss'u nerede tuttuğum hariç, tüm detayları anlattım.

"LAN* korsanlığı konusuna aşırı ilgi gösterdiğinde bir şeylerden şüphelenmiştim.” dedi.


“Senin fazla kuşkucu biri olduğunu biliyordum ama benden şüphelendiğini söylemen konusunda biraz fazla kibardın.” dedim.


“Çok etkileyici, Rafa. Annemin bana, seni paraşütle atlama kursuna götürdüğünü söylediğini hatırlıyorum. Bu işte sanki o kurs da işine yaramış görünüyor.” dedi.


“O zamanlar bu hiç aklıma gelmemişti.” dedim.

“Onların iyi olduklarına dair söylediklerin doğru, değil mi?” diye sordu.

“Seni temin ederim ki, onlar güvende ve sağlıkları yerinde” dedim.

“O zaman endişelenmeme gerek yok. Hadi o zaman seninle oyun oynayalım.” dedi.


Sırt çantasından taşınabilir satranç setini çıkardı. E4 ile açıldığımı hatırlıyorum, bana Sicilya Savunması ile cevap verdi.

“E3'e atı oynadım.” dedim.

“Bunu duydum ama görüyorum ki oynamamışsın.” dedi.

Başka hiçbir şey hatırlamıyorum. Sabahleyin yatağımda kahve kokusuna uyandım. Reinhardt içeri girdi ve

“Seni seviyorum, Rafa” dedi.

“Ben de seni seviyorum.” dedim.

Ertesi gün, öğleden sonra, ayrılıp uçakla evine geri döndü.


Stream, ona aldığım I. Dünya Savaşı üçlemesinin üçüncü cildini okuyordu. Moss, önceki yılın Booker Ödülü'nü kazanmış bir kitaba bakıyordu.

“Sizlere iyi ve kötü haberlerim var. Hangisini önce söylememi istersiniz?” diye sordum.


Sorumu hiçbiri cevaplamadı.


“İkinci alternatif, hepsi kötü haber de olabilir. Ya da aslında her şey iyi olabilir. Lanet olsun, belki de beynimde bir tumör var, içinde bulunduğum durum kafamı gerçekten çok karıştırıyor.” dedim.

Hâlâ ağızlarını açıp tek bir şey söylemiyorlardı.


“Peki, o zaman. Canınız cehenneme, kansere yakalandım. Çok uzun yaşacağımı sanmıyorum.” dedim.

Moss, “Aman Tanrım!” dedi.

Stream, “Ne tür bir kansermiş?” diye sordu.

“Size bir itirafta bulunacağım.” dedim. “Yazdığınız mektupları oğlunuza ve kocanıza teslim etmedim.”

Stream “Bunu senden beklemiyordum.” dedi.

“Ama oğluna yazdım, onu sevdiğini ve ona saygı duyduğunu söyledim.” dedim.

Stream başını öne eğdi. Utanmış gibiydi.

Moss'a, “Senin kocana da yazdım ve Stream ile bir ilişkiniz olmadığına dair kuşku duymamasını söyledim.”  

“Bunu yaptığın için sana minnettarım.” dedi.


Bir öksürük spazmı ile sarsıldım ve yavaşça yere çöktüm.

Stream, merakla "Yiyecek durumu bizi ne zamana kadar idare eder?” diye sordu.


“Ben ölüm hücresindeyken, idam edilen mahkûmların yarısının, infaz günlerinde cevap bekleyen itirazları vardı. Onları ölüm hücresinden birkaç adım uzakta intihar hücresine taşıdılar ve beş altı saat boyunca bir ileri bir geri endişe içinde hareket ettirdiler. Neredeyse hepsi dua ediyorlardı. Diğerleri benim kadar çifte şanslı değildi. Onlardan pek çoğu avukatlarından kaybettiklerini söyleyen telefonlar aldılar. Bazılarının avukatları onları aramaya bile tenezzül etmemişti, bu yüzden sonlarının geldiğini, gardiyan timi, onları tekerlekli sedyeye götürmeye geldiğinde öğrendiler.” dedim.


Stream, “Burada geçirdiğimiz süre boyunca katil arkadaşlarına biraz sempati duymamı bekliyorsan, hesabının yanlış olduğunu söylemek isterim.” dedi.

“Teksas'ta cinayet işleyenlerin yüzde birinden daha az bir kısmına ölüm cezası istenmesinin sebebini açıklamak için yeterli zaman bulamadınız mı daha?” diye sordum.

Moss, “Bunun seni tatmin edici bir açıklaması yok.” dedi.

Stream dönüp ve Moss’a baktı. Moss başını çevirdi.

“Meselâ, neden zenginlerin sahip olduğu yaşama şansına fakirlerin hakkı yok, ya da imtiyazlı kişiler neden hep haklı çıkıyor?” diye sordum.


*LAN: Local Area Network, telefon hattına girmeden kurulan bilgisayarlar arası veri şebekesi

(Devam edecek)

11 yorum:

  1. Belki de bu dediğin daha mantıklı olurdu. Ben, oğlunun katilini idam ettiklerinde kendi canına kıyacağına ant içen anne gibiydim. O anne ki, idam gerçekleştikten bir gün sonra, sabah uyandığında, önceki günündeki içinden bir şeylerin koparıldığını hisseder.” dedim.

    Bu bölüm biraz muğlak kalmış gibi. Yani oğlunun katili idam edilen kadın sözünden cayıyor mu? Yoksa idam onu tatmin etmiyor mu? Bir sebeple kendi canına kıymaktan vazgeçiyorsa(?) sebep nedir tam olarak? Orijinal halini paylaşabilir misiniz sakıncası yoksa Mr. Kaplan? Context içinde bakıp daha iyi anlamaya çalışmak istedim okuyunca :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ok. Burada sanırım "katilini" sözcüğü araya fazladan karışmış, dikkatimden kaçtığını sanıyorum. Müsait olduğumda bir bakıp, orijinal metniyle birlikte yazarım. Teşekkürler)

      Sil
  2. Rafael neyi kastediyor, o anne gibiyim diyerek hangi duygusuna gönderme yapıyor? Siz ne çıkardınız bu cümlelerden Mr. Kaplan? Benim kafam biraz dağınık galiba bu ara. Çözemedim.

    YanıtlaSil
  3. Kafanız dağınık falan değil:))

    Rafael bu cümleleri Reinhardt'ın "Ben olsam yargıçları öldürürdüm" sözü üzerine kuruyor. Evet, mantıklı olan onları öldürmekti belki diyor. Fakat daha sonra kendini bir anne ile özdeşleştiriyor. Anne, oğlunun katiline hak ettiği idam cezası uygulandığında istediği gerçekleşmiştir. Ancak bu, annenin acılarını dindirmez diyor.

    Rafael, yargıçları öldürebilecek bir karaktere sahip olsa, bunu büyük bir zevkle yapabileceğini düşünüyor. Fakat annenin oğlunun katili idam edildiğinde acıları sonlanmadığı gibi Rafael de, yargıçların canına kıymış olsa bile acısının dinmeyeceğini anlatmak istiyor. Cümlelerin orijinal şekli şöyle;

    " I’m like one of those mothers who’s promised she’ll finally have closure when they execute the murderer of her son. Then the execution happens, and she wakes up the next day, as diminished as she was the day before."

    Burada iki sözcüğün anlamı üzerinde kafa yormuştum:
    -closure: kapatma, kapama, kapanma, bitirme, oylamaya geçme, son verme
    "Son verme" canına son verme olarak düşündüm fakat bu doğru değildi. Doğru olan, kapanma, meselenin bitmesi anlamını kullanmak olmalıydı. Aksi takdirde, buyurduğunuz gibi anlamsız bir durum çıkıyor ortaya.
    -diminish: azalmak, eksilmek
    Bu sözcüğü içinden bir şeylerin koparıldığı şeklinde yorumlamıştım.

    Şimdi, biraz daha anlamlı hale geldiğini düşünüyorum. Bu cümlenin beni yorduğunu hatırlıyorum. Yine de tam manasıyla bir alaka kuramadım.

    Dikkatiniz için çok teşekkür ederim:) Olayların gelişimini biliyorsunuz. Sizin yukarıdaki iki cümleyi Türkçe olarak daha iyi ifade edeceğinizden eminim, bekliyorum:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. "Oğlunun katilini idam ettiklerinde, nihayet meseleyi kapatacağına and içen o annelerden biri gibiyim ben de. İdam gerçekleşir ama ertesi gün o anne önceki gün kadar eksik (hissederek) uyanır yine de."

      Orjinaldeki anlamı tam iletmek ve anlatımdaki etkiyi korumak için "then" zamirini çıkardım, en sona da "yine de" ekledim. Çeviri çetrefilli bir konudur aslında. Kimisi birebir çeviriyi savunurken kimisi önemli olanın aynı etkiyi yaratmak olduğunu savunur. Ben ikinci gruptanım ama etki ve yansıtma konusu da objektif değil, subjektif tabi ki :D

      Sil
    2. Evet, bu kez birbirine yakın anlamlar. Çeviride önemli olan etkiyi yaratmaktır elbette. Bu yüzden birebir çeviri hemen göze batar, rahatsız eder. Cümleyi okuyup her şeyi tam olarak anlasanız bile onu yeniden bir başka dilden satırlara dökmek büyük hüner ister. Bazen aynı etkiyi yaratmak için sözcük ilavesine bazen de eksiltmesine gitmek gerekir. Sanırım bu bölümde sizin de fark ettiğiniz cümleler baştan bu yana yaptığım en büyük hataydı. Aynı etkiyi verecek birden fazla cümle kurulabilir elbette.

      Sizin çeviriniz kesinlikle doğrudur. Ne olur beni yanlış anlamayın. Bana kalırsa yazar, kitapta bu iki cümleyi yerli yerine tam oturtmamış. Siz tatmin oldunuz mu bilmiyorum. "Nihayet" sözcüğü havada kalmış mesela. Önce neler olmuş da sonunda (nihayet) meseleyi kapatacağına ant içmiş? Diğer taraftan niye, kime yemin ediyor. Ben "promise" sözcüğünün diğer anlamı, "umut etmek" sözcüğünü daha çok yakıştırdım. Çünkü anne, oğlunun katili idam edildiğinde teselli bulup rahatlayacağını umuyor sonuçta. Oysa, idam vuku bulduğunda, yanıldığını anlıyor ve idamın içinde eksilen şeyleri doldurmayacağını fark ediyor.

      Çok teşekkürler bir kez daha. İkazlarınız her zaman başım üstüne:)

      Sil
    3. Mr. Kaplan, kesinlikle yazar bu iki cümleyi tam oturtamamış, bi'şeyler havada kalmış. Evet, demek istediği anlaşılıyor ama birebir çeviride anlam eksik kalacak. "promise" kelimesinin söz vermek/ant içmek dışında ummak/umut etmek değil de, umut vermek / umut vaadetmek, umutlu olmak gibi anlamları var diye biliyorum ama tabi ki öğrenmenin yaşı yok, umut etmek anlamı da olabilir belki :) Cümlelerin ne demek istediğini tam olarak anlıyoruz ancak ekstra şeyler eklemeden ya da bi'şeyleri çıkarmadan kendi dilimize uyarlamak zor :)

      Sil
    4. Pek keyifli böyle çeviri üstüne fikir alışverişi yapmak, sohbet etmek :) İyi ki çevirdiniz bu kitabı, tekrar teşekkürler Mr. Kaplan :)

      Sil
    5. Ben de çok keyif aldım, özellikle sizin, deep'in ve DBE'nin yorumlarıyla taçlandı. Yine güzel bir şey bulursam, tekrar çevirmeyi düşünüyorum.

      Ben de size çok teşekkür ederim, Mrs. Kedi, sağ olun:)

      Sil
  4. stream ne kadar akıllı mantıklı zeki yaaa :) soruları yorumları süfer pratik :) rafael de kendini kanser etti sonundaaa :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Rafael kendini kanser yapmadı. Stream yüzünden haksız yere tıkıldığı hücreden kaptı hastalığı bir kere:)

      Sil