13 Temmuz 2016 Çarşamba

SÖZ NAMUS MU?

12/07/2016 Salı, Tire


Dün "Yarın sabah başlasak olmaz mı?" diye sormuştu en güvendiğim ustalardan birisi.
"Kesin başlayacaksınız ama" diye şartımı sürmüştüm ileri. Güvence vermişti, "Yarın başlarız canııııım."

İçecek köşesine koyacağımız tezgah ve dolaplara birlikte karar verecektik eşimle. Selim Usta'dan hala haber yok. Yakup Ustaya anahtar verdiğim için rahatım. O yukarıda çoktan çalışmaya başlamış olmalı. Eşime acele etmesini söylüyorum, marangozları bekletmemek için. "Ben hazırım" diyor.

Selim Usta'yı arıyorum. Telefona cevap vermiyor. Eşim de ben de sinirlenmeye başlıyoruz. Burada verilen sözler başka taraflarından veriliyor olmalı. Ne mecburiyetimiz var sizin keyfinizi beklemeye... Yoğurt tutulacak, üç saat sonra açılması lazım. Ama biz Selim Usta'nın verdiği söze istinaden ekibiyle yaylaya çıkmasını bekliyoruz. Sinir katsayımız yükseliyor. Eşim paralarının tamamını verdim diye beni suçlamaya başlıyor. Kendi aramızda başlıyoruz tartışmaya. Para ile alakası yok ki bunun. Ahlak meselesi. Benim bildiğim söz verildiyse tutulması gerekir. Yoksa en önemli insani özelliğimizi kaybetmiş olmaz mıyız? Ama buranın yasaları farklı işliyor. "Neden hala gelmediniz, sizi bekliyoruz verdiğiniz sözler üzerine." diyemiyoruz bile. Çünkü telefona bile çıkmıyorlar...

Ortağı ve bizim ilk muhatabımız Ünal Ustayı arıyorum. Elektrik bağlansın, öyle tamamlarız diyeli tam altı ay geçti. Sonra bir Bodrum işi çıkardınız, acildir diye anlayış gösterdik. Bayramdan önce başlayacaktınız, olmadı. Elinizdeki iş uzamış. Sonra bayram girdi falan filan...Beni sakinleştirmeye çalışıyor. "Selim Usta duymamıştır telefonunu atölyede, ben onu bulup hemen sana dönüyorum." diyor. Yine bekliyoruz ki arasın. On beş dakika oldu hala arayacak. Kalkıp sanayi sitesindeki yerine baskın yapmaya gidiyoruz eşimle. Hala "Verdin paraları, şimdi koştur peşinde." deyip duruyor... Bilmezdim buraya yerleşene kadar verilen sözün bu kadar hafif olduğunu...

Dükkana hırsla giriyor, Ünal Ustayı soruyorum çalışanlara. "İnşaatta çalışıyor, isterseniz telefon edelim" diyor beni tanıyanlardan biri. "Ara" diyorum bir yandan söylenirken. "Selim Ustaya ulaşamadım. Onu bulmaya çalışıyorum ben de" diyor telefonda. Peki madem ulaşamadın, niye bunu bana söylemiyorsun da ağaç yerine koyuyorsun beni?

Oradan çıkıp Selim Ustanın durduğu ikinci atölyeye gidiyoruz. Amacımız Selim Ustayı yakalamak. "Selim Usta İzmir'e gitti ama diğer ortaklar burada." diyor çalışanlardan biri. Ünal Usta arıyor. "Selim Usta'nın acil işi çıkmış şu anda  İzmir'deymiş ama sabah yaylaya üç usta göndermiş." Bir anda mahcup duruma düşüyorum. Peki ama bu ustalar sabahtan beri kapıda mı bekliyorlar? Zira Taş Ev'in bütün anahtarları bende. "Kimler gitmiş?" diye soruyorum. Ünal Usta, "Ahmet usta yanına iki kişi alıp çıkmış." diyor. Tam o sırada Ahmet Usta beliriyor yanımızda. "Ünal Usta, Ahmet Usta yukarı çıkmamış, yanımda." diyorum.

Ahmet Usta, boyacı ustasını beklediği için yukarı çıkmakta gecikmiş güya. Ünal Ustanın telefonunu kapatıp Ahmet Ustaya soruyorum: "Bana saat ver ne zaman yukarı çıkacaksınız? "Yarım saate kalmaz çıkarız." diyor. Bak bizi bekletme deyip sıkıştırıyorum. Ya da şöyle yapalım, siz yola çıkarken beni arayın ona göre ben de sizden önce yukarıda olayım.  İçecek köşesine ait hazırlıklardan sadece Selim ve Ünal Ustaların haberi olduğu için çarşıdaki işlerimizi bitirdikten sonra eşimi eve bırakıyorum. Yaylaya doğru giderken Ahmet Usta'yı arıyorum. Aradan bir saat geçmiş... "Biz de beş on dakikaya kadar yola çıkıyoruz." diyor. Kendi kendine soruyorum, "Kraliçe Elizabeth'in hazırlanması bile bu kadar uzun sürmüş müdür acaba?"

Kaplan Köyünün çeşme başında eski işçilerden Şevket'i görüyorum. Geçen sene diktiğimiz zeytin fidanlarını sulamıştı. "Bu sene gel yine sula" diyorum. "Yok, gelemem." diyor. "Kendi bahçemde yapacağım işler var." Bu memlekette işsizlik var diyen beri gelsin.

Köyden yayla yoluna saptığımda Yakup Ustanın yeşil pikabı ile karşılaşıyorum. Saat on biri gösteriyor. Ama o işi bitirmiş çoktan. Haftalığını veriyorum. Kafasına göre otuz lira zam yapmış günlük yevmiyesine. İster kabul et, ister etme... Zaten on güne kadar gelemezmiş. Bir tanıdığına söz vermiş, evinin sıva işini yapması için. 

Yukarı çıkıp bahçe kapısını açıyorum. Havuzda su birikmemiş. Dipteki vanaya bakıyorum. Biri vanayı açmış. Hemen kapatıyorum. Dolar dolmaz en aşağıdaki ceviz fidanlarından başlayacağım sulamaya.

Yarım saat geçiyor, ne gelen var ne giden. Verandaya rahat bir sandalye çıkarıyorum. Artık hiç birini aramak istemiyorum. Daha gelmezlerse hiç birinin yüzüne bakmayacağım artık. Ağustos böceklerinin sesleri rahatsız ediyor. Sanki her ağaçta bir tane, cırcır da cırcır ötüp duruyorlar. Onlar öte dursun insanların birbirine nasıl bu kadar saygısız olabileceğini anlamaya çalışıyorum.

Bloğuma bakıyorum. Dün yazdığım "damlama sulama" başlıklı yazıma "Deep" yorum bırakmış. Yok, bu yağmurlama değil damlama diye cevap yetiştiriyorum. "Peki, damlaya damlaya göl olmuyor mu?" diye muzipçe bir soru soruyor ardından. Ustaların sebep olduğu sıkıntılı ruh halim bir anda dağılıyor, gülmeye başlıyorum.

Verandada ağustos böceklerini dinlerken değişik sesler duyuyorum. Kalkıp giriş tarafına yöneldiğimde iki elemanıyla birlikte Ahmet Ustayı görüyorum. Kapı, pencere, panjurların hepsini açıyor, elden geçirilecek ne varsa bir kez daha hatırlatıyorum. Hemen işe koyuluyorlar.

Öğlen yemek saati. Normal zamanda onlara gider köfte falan yaptırırdım. Ama bu kızgınlığın üzerine "Ne halleri varsa görsünler" diyorum. Nasıl olsa ben öğlen yemeklerini çoktan kaldırdım. İçlerinden biri motosikletine atlayıp yiyecek bir şeyler almaya gidiyor. Yemeklerini yedikten sonra içim yine elvermiyor, kalkıp çay yapıyorum onlara. Bu arada tuvalet lavabolarının etrafındaki silikon ve çekomastikleri temizliyorum.

Akşam saatlerine kadar çalışmalarına karşılık işi tamamlayamıyorlar. Lazım olacak malzemeleri telefonla atölyeye bildirmişler. Yarın sabah geleceklerini söyleyip ayrılıyorlar. Kapı ve pencereleri kapatıp bahçeden çıkıyorum. Bahçe kapısında yoldan geçen bir araba yanıma yanaşıp kendisini hatırlayıp hatırlamadığımı soruyor. Güçlükle hatırlıyorum bizim yukarıdaki yaylaya komşu Bilal olduğunu. Rehberimde silinen Ahmet Usta'nın telefonunu alıyorum ondan. Ahmet Ustanın oğlu Soner belki gelir bizim zeytinleri sulamaya haftada bir. Bilal ile sohbet uzuyor. Geçen sene Kiraz ilçesinden getirmiş kestane silkicileri. Telefonunu kaydediyorum belki günün birinde ihtiyacım olur diye.

Aşağı inerken eşime telefon ediyorum. Dışarı çıkmaya niyeti yok. Bugün Salı Pazarına yalnız çıkacağım artık. Geç oldu ama hala bir şeyler bulabilirim. Pazarın arkasında tarihi camilerin bulunduğu sokaklardan birine park ediyorum arabayı. Alışverişimi tamamlayıp dönüyorum eve...  

12 yorum:

  1. Geçmiş olsun, zor bir gün olmuş. Neyse çoğu bitti azı kaldı :)

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim. Hergün başka şeylerden bahsetmek istiyorum ama olaysız günüm geçmiyor maşallah:) Daha önce sorulardan biriydi: Nelerden besleniyorsunuz yazı yazarken?
    Benim "Ustalardan" diye cevap vermem lazımmış:))

    YanıtlaSil
  3. Anlattığınız ahlak meselesi. Demek ki iş verirken kural dışı hareket edenler mutlaka bir müeyyideyle karşılaşacaklarını baştan bilmeleri gerekirmiş.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlk defa karşılaşıyorum hayatımda. Gonçarov'un Oblomov karakteri gibi bir karakter yaratılabilir ustalar için burada. Tembel, işe geç başlar, her işi kabul eder ama bir türlü başlamaz. Sözlerini tutmaz. Çevresinde aynı işi yapanların da benzer karaktere sahip olmalarından dolayı rekabet yoktur aralarında. Piyasa fiyatının üzerinde iş yaparlar. İstedikleri fiyatı vermezsen daha az kazanmak yerine boş boş oturmayı tercih ederler. Güvence almadan işe başlamazlar, güvence aldıkları zaman yine işe başlamazlar. Peşinden çok koşmak gerekir. En sonunda lanet eder, İzmir'den usta bakarsınız. Adamlar yüz km mesafeden gelir, size işi daha ucuza getirir... Buraların ustaları ne sözden anlar, ne sözleşmeden. Halk bu durumdan şikayetçidir ama gider yine işi mecburen bunlara verir.

      Sil
  4. Yazılarınızı okurken hep''nasıl sabırlı bir insan'' diyorum.Bizim buralardakiler çoktan patlamıştı sizin yerinizde olsaydılar :))) (Sinirli Lazlar). Hakikaten o telefona bakmamak gözünüzün içine baka baka yalan söylemek nasıl bir Ahlak anlayışı şaşırıyorum.Allah kolaylık ve bol sabır versin.Bugün ki yazınızda ben bile sinirlendim.Çoğu bitti azı kaldı diyeyim de ferahlık olsun.Çok sevgiler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Nur Hanım, sabırlı olmayacağım da ne yapacağım? Hani bırak onu da başkasına git deseniz, hepsi aynı. Tanıdık olsun ya da olmasın fark etmiyor. Nasıl diyeyim, bir kültür oluşmuş burada. Ömrümün yarısı Ankara'da geçti. Şantiyeleri dolaşırken zaten bütün ustalar emrimde çalışıyordu. İlk kez burada karşılaşıyorum böyle şeylerle. Muhtemelen açlık nedir bilen insan yok burada. Herkesin kenarda köşede birkaç dönüm yeri var ona güveniyor. Karadeniz'i iyi bilirim. Orada yaşam koşulları çok serttir. Toprak azdır. Taşıma toprakla tarla kurarlar. Yorumunuz için teşekkürler. Evet çoğu bittiği için şükrediyorum. :)

      Sil
  5. çok "usta" işi bir yazı olmuş buuuu kutlarıııım :)))))

    YanıtlaSil
  6. Ustalarla hayli uğraştık. Buralarda uzun yazlar kalacağımız dönemler öncesine bırakılan işler de var. Çünkü başında durulması gereken dış işler. İçişler badana gibi şeyler yalnızca.

    Ustaları tanıyınca. şunu anladık ki, Ustalar, dalları dışında çok başka şeylerde de hayli usta....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Meslek hayatımda yüzlerce ustayla çalıştım. Şimdi üç kuruşluk insanların oyuncağı oldum. Kader böyle bir şey olsa gerek... Hiç kimsenin alternatifsiz kalmamasını diliyorum.

      Sil
  7. Ben de eşiniz gibi düşünüyorum,işleri bitmeden kimseye parasını vermem. Ne yazık ki elimizdeki tek koz bu, kimsenin sözüne güven olmuyor. Sanki usta olmanın raconu bu gibi insanı bunaltıyorlar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hiç para vermediğim örnekler de çok. Dediğim gibi değişen bir şey yok. Konu ahlak konusu...

      Sil