29 Eylül 2017 Cuma

O LA LA

27-28/09/2017 Çarşamba, Perşembe Tire

27/09/2017 Çarşamba

Yeni elemanlar her geçen gün işe ısınıyorlar. Personeli getirdikten sonra rutin işlerimi yapıyorum. Terasta cevizlerimiz kurudu. Onları özenle toplayıp çuvallara dolduruyorum. Eskiden beş kilo yük ağır gelirken elli kiloluk çuvalları sırtlayıp depoya götürmekten büyük haz duyuyorum. Yerinden kalkmayan ağır çuvallar sırta vurulunca tüy gibi hafifliyor. Yukarı yayladaki ceviz ağaçlarından bu sene hiç verim alamadık ama aşağı yaylada topladığımız ceviz geçen senekinin iki katı. Kestane hasat mevsimi yaklaştıkça beni yine bir korku sarıyor. Bir ortakçı bulmak en iyisi. 

Sakin bir gün geçiyoruz ama yine de başımızı işten kaldırmıyoruz. Akşam yemeğine gelen misafirlerimiz rezervasyon yaptırmadan şanslarını denemişler. Onlardan biri eski müdavimlerimizden. Arkadaşları geldiğinde onca rakıya bana mısın demeyen beyefendi bu kez ailesiyle birlikte geliyor. Eşinin başı kapalı. İçecek siparişlerini alırken en azından ellilik ister diye düşünürken meşrubat sipariş etmesi güldürüyor bizi. Belli ki eşi hanımefendi dizginleri almış eline.

Personeli evlerine bıraktıktan sonra dönüş yolundayım. Biraz yorgun ama misafirlerimizi memnun ettiğimiz için mutlu. Taş Ev'e iyice yaklaşırken son virajda  gecelerimin sadık yoldaşı ayın parlaklığı dikkatimi çekiyor.Hemen durup bir kare alıyorum. 

28/09/2017 Perşembe, Tire

Elemanları yaylaya getirdikten sonra yapacağım işleri sıraya koyuyorum kafamda. Günün ilk sürpriz misafirleri geliyor. Bu sayfaların eski okurları onu gayet iyi hatırlayacaklardır. Bizim eski şef Aşkın yanında bir arkadaşı ile birlikte geliyor. Mutfağımızın eski sihirbazı halen Bodrum'da çalışıyor. Verandada biralarını yudumlarken samimi bir sohbet başlıyor. Eşim de işini bırakıp katılıyor bizlere.

Az sonra genç bir çifti konuk ediyoruz. Bahçede buz gibi biralarını yudumlarlarken mezelerimiz ve keşkeğimizin tadına varıyorlar keyifle. Yeni işletmeye açıldığımız zamanlarda gelmişler ilk kez. Bu aralar "Senede bir gün" cüler çoğalıyor. Ne zaman mutfakta işe koyulsam mutlaka bir gelen oluyor. Etlerin hazırlanması benim işim. Yapmadığım bir bu iş kalmıştı zaten. İlginç bir şekilde yaptığım her işten zevk alıyorum. 

Akşam saatlerinde içeri bir araba girdiğini haber veriyorlar. Gelenler Bayındır'dan. Arkadaşları "Gidin, Taş ev'i bir görün." demiş. Avukatlık yapan beyefendiyi gezdirirken faaliyetlerimiz hakkında bilgi veriyorum. Hayran kalıyor, en kısa zamanda rakı içmeye geleceğini söylüyor.

Üç beyefendi geliyor. Biralarını içerken asıl amaçlarının nikah sonrası davetlilere verecekleri yemek hakkında görüşmek olduğunu söylüyorlar. Elli kişilik bir menü hazırlamamı rica ediyorlar. Salonumuz elli kişilik ama kırk kişiye daha konforlu hizmet verebileceğimi söylüyorum. Yarın arayacaklarını söylüyorlar.

Akşamın büyük sürprizinden habersiz tanıtım filmimizi çekecek genç arkadaşları davet ediyorum. "Bu akşam sakin olur, rahat rahat konuşuruz yapılabilecek ne varsa." Son aşçımızın hünerli (!) ellerinden yediği bonfile soteden sonra uzun bir ara vermişti saygıdeğer konuğumuz. Şehrimizin en büyük sanayi kuruluşunun bir numaralı ismi ile Ticaret Odası Başkanı ve saygıdeğer eşleri ile birlikte bizi onurlandırıyor. Misafirlerimizin sipariş ettiği ana yemek değişmiyor. Belli ki bize bir şans daha vermişler. Bu kez mutfakta eşim var. Onlara hünerli elleriyle bir mantarlı bonfile sote çıkarıyor. Misafirlerimiz mest oluyor. Mezelere bayılıyorlar. Sadece onlar mı? 

Bayındır'dan gelen özel misafirlerimizi ben ilk kez görüyorum. Daha önce babamın cenazesi nedeniyle İzmir'de olduğum gün kahvaltıya gelmişler. Eşim hatırlıyor onları. Yanlarında kızları ve aslan parçası şirin mi şirin bir torunları var. Asker emeklisi konuklarımızı güzel bir şekilde ağırlıyoruz.

Dün müteahhit aynı zamanda meslektaşım bir dostumu üçüncü kez aramıştım. Bahçedeki park yeri büyük sorun haline geldi artık. Alçak lüks arabaların altı taşlara sürttükçe içim cız ediyor. Çoktandır gelmesi gereken bu dostum yanında konukları ile birlikte misafirimiz oluyor. Bir müddet sonra çekim ekibindeki arkadaşlar katılıyor onlara. Çekimi yapan genç arkadaşım ile müteahhit meslektaşım kardeş oluyorlarmış meğer. Bir yandan çekim yapılırken keyifle yiyor, içiyorlar. Yemeğin sonuna doğru bahçede yapmayı düşündüğüm araç park yeri düzenlemesi ile ilgili görüşüyoruz. 

Keyifli bir akşam oluyor. Personeli evlerine bıraktıktan sonra dönüş yolundayım. Biraz yorgun ama misafirlerimizi memnun ettiğimiz için mutlu.

28 Eylül 2017 Perşembe

ARA SIRA DEĞİŞİKLİK İYİ GELİR

25-26/09/2017 Pazartesi-Salı, Kuşadası, Tire

25/09/2017 Pazartesi

Bugün tatil günümüz olduğu için geç kalkıyoruz. Hayvan dostlarımızla ilgileniyor, onların yemlerini, mamalarını ve sularını tazeliyorum. Öğlen vakti Toplu Konut pazarından ihtiyaçlarımızın önemli bir kısmını alıyorum. Pazar alışverişini üç güne dağıtmak her bakımdan iyi. Hem daha az yorucu, hem de daha taze oluyor aldıklarımız. 

Dönüşüm saat dördü buluyor. "Hadi biraz dolaşalım, biraz değişiklik olsun." diyorum eşime. Dünün verdiği stresi üzerinden hala atamamış görünüyor. "Bu vakitten sonra nereye gideceğiz?" diyor. Aklımda Kuşadası olduğu halde söylemiyorum. Hazırlanıp çıkıyoruz yola. Hava çok güzel. Ne sıcak yakıyor ne de soğuk üşütüyor. Biraz sürat yapıp radara yakalanmadan varıyoruz Kuşadası'na. Merkeze yakın, deniz kenarında bir yere park ediyoruz arabamızı. Deniz havasını özlemişim. Kordon boyu çarşıya doğru yürüyoruz. Çarşıda biraz alışveriş yaptıktan sonra eskiden sıkça gittiğimiz bir balık lokantasına giriyoruz. 

Mezeler ilgi alanımız. Nasıl sergiliyorlar, neler var? Benim favori mezem köz patlıcan. Eşim deniz börülcesini tercih ediyor. Yanında bir de tekmil fava söylüyoruz. Ortaya bir de kaşık salata. Kaşık salatada salatalık kullanılmamış. Salatalıkları mı bitti yoksa buranın adeti mi? Bize hizmet eden garsonla sohbet ediyoruz. "Büyük bir gemi geldi bugün." Tecrübeli bir garson olarak aldığı ücreti merak ediyoruz. Bin beş yüz lira deyince şaşırıyoruz. Uzun süredir aynı yerde çalışıyormuş. "Burada tip'ten kazanıyoruz." diyor. "Yabancılar masa başına on Euro, on beş Euro bahşiş bırakıyorlar." Bizim dışımızda iki masa daha dolu, diğerleri boş. İrice bir levrek söylüyoruz. Mezeler lezzetli, balık taze ve güzel pişirilmiş. Hemen yanı başımızda balıkçı tekneleri hoş bir görüntü oluşturuyor. Balığın yanında iki de bira içiyorum buz gibi. Keyfimiz yerine geliyor. Garson uyarıyor. "Yolda çevirme olabilir." İki biradan ne olur ki. Yol boyunca sohbet ediyoruz eşimle. Dönüşümüz saat dokuzu buluyor. 

26/09/2017 Salı

Sabahın yedisinde sesleniyor eşim. Zeytinyağı boşaltılacakmış (!) Yeniden menü hazırladığımdan dolayı sabaha karşı yatmıştım oysa. O ise sabahın köründe kalkmış bir sürü meze hazırlığına başlamış bile. Yeni hazırladığım menüde hazırlaması zaman alıcı ve sıcak sunulan mezeleri ara sıcak bölümüne aldım. Mesela kuru domates. Tepsiden tabağa al olmuyor. Önce ısıtacaksın, daha sonra tereyağında kavurduğun cevizi üzerine dökeceksin ki lezzetine doyum olmasın. Şehre inip yazıcıdan çıkartıyorum yeni menümüzü. Bu kez yabancı konuklarımız için sunduğumuz yemek ve mezelerin İngilizce açıklamalarını da ilave ettim. 

NARKÖY 

Öğleden sonra sürpriz konuklarımız var. Enver Bey, emekli bir general. Birkaç hafta önce eşiyle gelmişti ziyaretimize. Bu kez ablası Nar Hanım ve eniştesi Ahmet Beyi getiriyor bize. Ahmet Bey Tire'liymiş. Onlar da bizim gibi bir rüyalarını gerçekleştirmişler. Gelmelerinin sebebi bize moral vermek. Taş Ev, eşim ve benim hakkımda internet sayfalarımızda verilen bilgileri okumuş, etkilenmişler. Koca general "Ben de mutfakta yeri geldi bulaşık yıkadım." diyor. Ama bir tesisleri var şimdi Narköy adında, muhteşem bir yer. Verandada şaraplarını yudumlarken deneyimlerini anlatıyorlar uzun uzun, tesis ve hizmetlerinden bahsediyorlar. Narköy kocaman bir çiftlik, içinde bir butik otelin ve restoranın yer aldığı, kendilerinin yetiştirdiği organik ürünlerden başka bir malzemenin kullanılmadığı bir hayal dünyası. Yurt içinden ve yurt dışından seçkin misafirlerin ağırlandığı doğal bir ortam, bir yaşam merkezi. Nar Hanım ellerinde 1.500 tohumun yer aldığı bir banka oluşturmuş. Bize gelirken yirmi çeşit kadar organik sebze tohumu getirmiş sağ olsun. "İnşallah sizin de bir tohum bankası oluşturmanıza katkısı olur bunların." diyor içtenlikle. Tohumlar hakkında detaylı bilgi veriyor. "Bu kayısı domatesi, görünümü kayısıdan farksız ama bir de lezzeti var, sormayın." Emekli bir öğretmen, kendini organik tarım üzerinde çok iyi geliştirmiş. "Bizim otuz sekiz çalışanımız var şu anda." diyor Enver Bey. "Sabredin, sizin burası çok güzel olacak, hiç bir şey sizi yıldırmasın." Bu sohbet hem bana hem eşime büyük moral oluyor. Onlara spesiyallerimizden fellah köftesi ve  kuru domates ikram ediyoruz. Nar Hanım Adanalıymış. Fellah köftesi ve kuru domatese, cevizimizin lezzetine bayılıyorlar. Gidip onlara dalından şeftali topluyorum. Bizim meyvelerin de ne ağaçlarında ne de toprağında ilaç var. Çekirdeklerini yanlarına almayı ihmal etmiyorlar. Güzel başlayan günümüz güzel bitiyor.

27 Eylül 2017 Çarşamba

UNUTULMAYACAK BİR PAZAR GÜNÜ

24/09/2017 Pazar, Tire

Sabaha karşı ayak ucuma doğru kaymışım yataktan. Sırt üstü yatarken dizimi büküp ayağımın topuk ucundan destek alarak var gücümle kendimi hızla yukarı çeker çekmez alnımın sağ tarafı taş duvarla buluşuyor. "Ahh" diye bir ses çıkarıyorum yarı uyur vaziyette. Sabah gözlerimi açar açmaz alnımdaki ağrıyı hissediyorum. Elimle dokunuyorum. Küçük bir baloncuk oluştuğunu fark ediyorum. 

Komşu hatırına üye olduğu partinin delege seçimleri için oy kullanacak eşim. İki liste yarışıyor. Her iki taraftan mutlak surette oy kullanması için baskı yapılıyor. Bugün bir de kahvaltı servisimiz olduğu için iki ayağımız bir pabuca giriyor. Saat dokuzda başlayacak oy verme işlemi on beş dakika gecikiyor. Daha sandık işlemleri bile saatinde tamamlanamıyor ise bu kadrolarla partinin durumu belli ki çok zor. Elemanları alıp dönüyoruz yaylaya.

Geçen haftanın aksine kahvaltı sakin geçiyor. Kahvaltı misafirleriyle yakından ilgilenecek zamanı buluyoruz. Emine Hanım'ın kendi açtığı yufkalarla yaptığı gözlemeler enfes. Bugüne kadar yediğim en güzel gözleme diyebilirim. İçine değişik otlar koyuyor. Gözlemeye katmer diyor buradakiler. Kahvaltı saati bittikten sonra açlıktan çıkmış gibi saldırıyorum katmer tabağına. 

Sakinliğin gelecek fırtınanın habercisi olduğunu nereden bilebilirdim? Fırsat bu fırsat takip ettiğim blog dostlarımın yazılarını okuyorum. Bazen bir karikatür, bazen bir resim ya da müzik mutlu ediyor beni. Özellikle gezi yazıları, kitap yorumları ya da öyküler, hayattan gerçek kesitler. Genç bir hanımın yeni doğan bebeğiyle birlikte kabaran annelik duyguları ne güzel dökülmüş yazılara.

On kişilik bir rezervasyonumuz var. Akşama düğünleri olacak damat adayı aramıştı. "Tam olarak geleceğimiz saat belli değil." demişti genç adam. Nereden bilsin ki? Gelinin kuaförü, süslenmesi ne kadar zaman alacak. Erken gelmeleri için dua ediyorum. Dualarımı kainatın sahibi görmezden gelmiş olmalı. Akşama  bir de doğum günü için masa süslemesi var. Ama biz beklemeye devam ediyoruz.

Yabancı ülkedeki ünlü restoranların web sitelerini incelerken en geç bir gün önceden rezervasyon yaptırmaları gerektiği, bildirilen saatten itibaren dört kişiye kadar iki saat, daha fazla sayıda gelenler için iki buçuk saat süre verdiklerini görmüştüm. Şimdi bazılarının aklından geçenleri duyar gibiyim. "Onlar kim, sen kim?" Ne olursa olsun, yeni işletmeye açılan bir müessese için rezervasyon çok daha önemli. Sadece o değil elbette. Verilen saate ve bildirilen kişi sayısına da uyulmalı. Ha, sonradan kişi sayısında değişiklik mi oldu? Açarsın telefonu bildirirsin. Öyle şeylerle karşılaşıyoruz ki... Hanımefendi erkenden arıyor, yedi kişilik rezervasyon yaptırıyor. En güzel masayı ayırıp servisleri açıyoruz. Hatta ızgaraya attığımız kömürü bile ona göre ayarlıyoruz. Bakıyoruz, ne gelen var ne arayan? Dilek Hanım diye kaydetmişim telefonuma. Arıyorum, hani bir mani mi çıktı acaba diye. Telefon çalıyor cevap veren yok.

Neyse, eşimi kızdırmış olsalar da benim için şenlikli, macera dolu bir gün oluyor. Saat dört sularında üç kişilik bir aile geliyor. Onları en iyi şekilde ağırlıyoruz. Düğün misafirlerinden olduklarını söylüyorlar. On kişilik rezervasyon yaptırılmıştı. Bu haliyle hoşuma gidiyor, çünkü geriye kalır yedi kişi. Tam bir buçuk saat sonra gelin arabasıyla geliyor misafirlerimiz. Bahçe bir anda arabalarla doluyor. "Masanızı yukarıda, salonda hazırladık efendim." Damadı görünce daha önce ağırladığımız misafirlerimizden biri olduğunu fark ediyorum. Kulağıma eğilip kimseden hesap almamamı bütün hesabı kendisinin ödeyeceğini söylüyor. Emin olmak için soruyorum. "Daha önceden gelip yemeklerini yiyen üç kişi de dahil mi buna?" "Evet, onlar da dahil."

Yedi kişi gelecek diye beklerken dakika başı araba geliyor. Beklediğimiz sayının en az iki katına ulaşıyor kalabalık. On kişilik hazırladığımız masaya bir biri ardına masalar ilave ediliyor. Siparişleri almaya başlıyoruz. Gelin hanım deseniz, o da tanıdık. Daha önce bir firmanın tanıtım fotoğraflarını çekmek için bizim mekanı kullanmıştı. Son derece rahat tavırlarıyla ortama neşe katıyor. Damat biraz durgun, biraz şaşkın. "On kişilik rezervasyon yaptırmıştınız." diyecek oluyorum. "Ne yapayım, duyan takıldı peşimize geldi." diyor. Misafirler salonu dolduruyor. Gelin ve damat Taş Ev'in dekorunda fotoğraf çektirmeye başlıyorlar. Arkadaşlarının bir kısmı salonda, bir kısmı aşağıda avluda. Gelin hanımdan geliyor ilk sipariş. "Üç tabak skordaki (!)" Şov başlıyor. Hepsi bir biri ardına sipariş yağdırıyor. "Bana Arnavut ciğeri, yanında bira." "Bana da bira." "Bize deniz börülcesi." "Biz fellah köfte istiyoruz. " "Biralarımızı hemen alabilir miyiz?." "Bana da bira getirir misiniz?" "Biz ayran istiyoruz."... "Sıcak siparişlerini alayım." "Karışık ızgara köfte de ne var?" "Benimki ondan olsun" "Benim ki de." "Biz de ondan istiyoruz." "Tamam, karışık köfte dokuz porsiyon oldu." "Bana ızgara köfte." "Ben de." "Bize iki porsiyon Tire şiş köfte." "Hemen gelebilir mi? Çok açız." Gelin hanım masanın bir ucundan sesleniyor. "Ben gelinim, pirzola yiyeceğim." "Bir Arnavut ciğeri daha alalım."....

Mutfak telaş içinde ama işin içinde iş var. Rezervasyonsuz gelen bir aile bahçeye oturmuşlar. "Biz önce birer çay içelim, daha sonra yemekleri söyleriz." Bir sürü çocuk, Venüs ve Fifi ile arkadaşlık ediyor. Arabayla ikinci aile geliyor ilk gelenlerin arkadaşı. Bir masa daha ekliyoruz. Erkekler bira söylüyorlar teker teker. Birayı götürüyoruz. Yanındaki ancak uyanıyor. "Ben de bir bira alayım." İkinciye götürüyoruz. Onun karşısındaki beyefendi "Ben de bir tane lütfen." Üçüncü arabada gelince bir masa daha ekliyoruz. Hanımefendiler boş durur mu? "Biz dört çay daha alalım." Çocuklar peşim sıra geliyorlar. "Ben ice tea istiyorum, şeftali olsun." "Patates kızartması var mı?" O telaş içinde yapıp götürüyoruz. Daha tabağı masaya koyar koymaz "Ya, size zahmet olacak, bir tane daha alabilir miyiz?" İkinci gider, üçüncüyü isterler, üçüncü gider dördüncüyü. Teker teker. "Sıcakları söyleyecektik." "Tavuk şiş hemen gelsin."

Meze tepsisiyle yukarı çıkıyorum. "Biz bunu istemedik." İstemediniz tabii, isteyenler aşağıda bahçede sohbet ediyorlar. Sıcaklar geliyor. Yeni gelenler olmuş, onlar yeni sıcak siparişlerini veriyor. Birasını bitiren yenisini istiyor. Allah var, damat halden anlıyor. Elimde sipariş edilip sahiplenilmeyen iki tabak köfte kalıyor. Gelin hanım, getir getir, ben yerim." Diğer tabağı da diğer masa alıyor elimden. Sularını, ekmeklerini götürüyorum. Bahçedeki gruba ekmek dayanmıyor. Teker teker sipariş ettikleri mezelerin yanında sepet sepet ekmek gidiyor.

Dışarıdan sipariş edilen tavuk şiş ve patates kızartmasını götürüyorum. Kısa bir süre sonra üç masanın üç beyi kalkıp geliyor yanıma. "Bizim sıcaklar iptal, yediklerimizi ödeyelim kalkalım." "Sıcaklar çıktı şimdi getirecektik." "Yok, yok iptal edelim, bir buçuk saattir bekliyoruz." "Peki."diyorum ama denilecek çok laf var aslında." A be kardeşim o kadar açsanız, niye hemen vermediniz siparişinizi de çayı, kahveyi önceden içip keyif yaptınız. Rezervasyonsuz geldiğiniz halde yukarıdaki rezervasyon yaptıran gruba daha iyi hizmet etme imkanımızı engellediniz. Zaten teker teker sipariş ettiğiniz çay ve kahveyi içerken bir saatten fazla sohbet ettiniz, mezelerle karnınızı doyurdunuz. Ne zaman ki düğün yemeğinin misafirlerine sıcaklar çıkacak, teker teker verdiğiniz sıcak siparişlerinizi beş dakikada masanızda olsun istiyorsunuz. Üç masa ayrı ayrı hesap ödemeye başlıyor. Kuvere itiraz ediyorlar. Servisleriniz açıldı, çoluk çocuk, çaylar kahveler içildi, şişe şişe su servisleriniz yapıldı, sepet sepet ekmek tükettiniz. Sizden sadece kuver alsam yeridir. Biri "Bizim beş tane de çayımız vardı." "Çay ve kahveye ücret almıyoruz, onlar ikramımız." diyorum. Tatsızlık çıkmadan bu sıra dışı misafirlerimizi uğurlarken içime bir ferahlık çöküyor.

Düğün misafirleri de apar topar kalkıyorlar. Gelin hanım bizi de davet ediyor düğüne nazik bir şekilde. Damat bey hesabı ödüyor. Onları uğurlarken yeni misafirlerimiz geliyor. Eşime kabul etmeyelim bak ne ekmeğimiz kaldı ne domatesimiz. "Koş şehirden al, yetiştir hemen." İki grup masaların tabakları masadan kaldırılacak, masalar temizlenecek. Yardımcı hanımlar masaları toplamaya başlamışlar bir yandan.

Arabaya atladığım gibi fırlıyorum. Daha saat akşamın sekizi olmamış. Fırın çoktan kapatmış. Başka bir yerden ekşi mayalı ekmek bulduğuma seviniyorum. Her zaman alışveriş yaptığım manav açıktır İnşallah. Pazar günleri her yer kapalı oluyor burada. Şansım varmış, domatesleri de oradan alıyorum. Dönüş yolunda başımdan kaynar sular dökülüyor. Aklıma dün rezervasyon yaptırılan bir masa süslemesi geliyor. Zaman kavramını unutup içimden bir ohh çekiyorum. Gelmediklerine seviniyorum. Yoksa ne zaman fırsat bulup da masa süsleyecektim bu hengamede. Yaylaya dönüyorum. Misafirler yemeklerine başlamışlar. Gelenlere eşim ekmeğimizin kalmadığını söylediği halde bunu önemsememişler. Yanlarına gidip ekmeğin geldiğini söylüyorum. "Biz zaten ekmek yemiyoruz." diyorlar.

Yeni gelenler oluyor. Aman iyi ki gidip ekmeği domatesi almışım. Genç bir çift giriyor içeri. Baloya gider gibi özenerek giyinmişler. "Bizim rezervasyonumuz vardı." Allah'ım, yer yarılsın içine gireyim. Vitrinin önünde eşim güzel mezelerini tanıtıyor. Ben ne yapacağımı kara kara düşünüyorum. Tam yukarı çıkmak için merdiven basamağına ayaklarını atarlarken beyefendiyi dışarı çağırıyorum. "Bakın size kötü bir haberim var. Binlerce kez özür diliyorum. Biliyorum bu affedilecek gibi değil. Ben sizin masayı süsleme işini unuttum. İsterseniz size en kaliteli şarabımızı ikram edeyim bu hatamdan dolayı. Ama isterseniz ben masanızı hazırlarken siz verandada birer çayımızı için." Genç beyefendinin yüzünün şekli değişiyor bir anda. Ne büyük hayal kırıklığı. Arkadaşının doğum günü için bir sürpriz yapmak istemiş. Kendimi onun yerine koyuyorum. Şimdi kafa göz dinlemeden üzerime yürüse sesim çıkmayacak. O kadar büyük bir olgunlukla karşılıyor ki beni. "Çok bekler miyiz?" "Hayır, siz çayınızı içene kadar masanız hazır olur." "Peki." diyor.

Hemen malzemeleri alıp manzaraya hakim en güzel masayı hazırlıyorum. Bu işi artık gözüm kapalı yapar hale geldim. Beş dakika sonra nazik bir şekilde verandaya, yanlarına gidiyorum. "Beyefendi, masanız hazır efendim, isterseniz üst salona alalım sizi." Yukarı çıkarken, "Biz şarap istiyoruz ama şişe olmasın, birer kadeh yeter." En kaliteli şarabımızı açıp kocaman kırmızı şarap kadehlerine boşaltıyorum. Kadehler büyük olduğu için şişenin dibinde iki parmak kadar şarap kalıyor. O da benim nasibim diyorum içimden. Özel olarak ilgileniyorum onlarla, kabahatim büyük zira. Mezelerin yanı sıra sıcakları söylüyorlar. Hanımefendinin önündeki şarap kadehinden sadece birkaç yudum aldığını anlıyorum. Beyefendi ise dokunmamış gibi. Kısaca bilgi veriyorum Taş Ev hakkında, ilk kez gelenlere yaptığım gibi. Hayvancılıkla uğraşıyormuş köyün birinde. Her şeye rağmen memnun ayrılıyorlar. Hesabı pek çok şehirlinin yapmadığı gibi masaya istiyorlar. "Şarap, söz verdiğim üzere ikramımız." diyorum. " Beyefendinin cevabı beni şok ediyor. "Biz zaten içmek için değil, dekor olsun diye istemiştik." O kalitede bir şarap bu hallere mi düşecekti? Dili olsa eminin o da bir şeyler söyleyecek. Neyse, onları gayet güzel bir şekilde ağırlıyoruz. Önemli olan da bu zaten.

Misafirlerimizi uğurladıktan sonra yığınla bulaşığın yıkanıp toparlanması saat 24.00'ü buluyor. İlk kez elemanları bu kadar geç bırakıyorum. Dönüşte eşimle "Önceden bir çay içelim, yemekleri daha sonra söyleriz." diyen grubun yanlış yer seçtiklerini konuşuyoruz. Onlar Derekahve'de çaylarını içip Orta Park'ta fast food atıştırsalar daha iyi ederlermiş. Diyorum ya, burası "Slow Food" restoranı, keyif yapmak için gelinecek bir yer, her yediğinin tadına varacaksın, hakkını vereceksin. Nasıl olsa muhteşem manzara ve tertemiz yayla havası ikramımız... 

24 Eylül 2017 Pazar

DOĞUM GÜNÜ

23/09/2017 Cumartesi, Tire

Alışveriş biraz uzayınca ilk defa personeli bekletiyorum. Bu arada gelen telefonlara cevap vermemin payı da var bu gecikmede elbette. Büyük bankalardan birinin müdürü arıyor. Misafirleri varmış, kahvaltı için gelmek istiyorlarmış. Pazar günleri dışında kahvaltı servisimizin olmadığını söylüyorum. Hayal kırıklığı içinde "Tüh." diyor. Geri çevirsem olmayacak. Eşime haber verdikten sonra kabul ediyorum. Size özel bir kahvaltı verelim madem ki o kadar hazırlamışsınız kendinizi. Saat on iki gibi geleceklerini söylüyor beyefendi. Rezervasyon olunca işimiz kolaylaşıyor. Her şey yeni hazırlanıyor çünkü. Okması, pişisi, böreği, gözlemesi, kurabiyesi, soslu biberi, kara dutlu lor tatlısı, söğüş domatesi, salatalığı, balı, reçel çeşitleri, kara kızların tazecik yumurtaları...

Öğleden sonra bir çift geliyor. Onlar da merak etmişler Taş Ev'i. Artık Taş Ev emin adımlarla müze olma yolunda (') Orta yaşlı çiftin eğitimli oldukları her hallerinden belli. Uzun uzun vitrindeki mezeleri inceliyor, bilgi alıyorlar. Hiç niyetleri yok iken Taş Ev'in büyüsüne takılıp yemek yemeye karar veriyorlar. E, burada biraz da benim ikna gücümün payı var elbette. Şarapları sergilediğimiz rafta takılıyorlar. En kaliteli şaraplarımızdan Sarafin Merlot ve Shiraz arasında kararsız kalıyorlar. Hanımefendi eşine danışıyor ve sonunda tercihleri Merlot oluyor. Sohbet sırasında hanımefendinin meslektaşım olduğu çıkıyor ortaya. İller Bankasından emekli olmuş. Elektrik mühendisi eşi sonradan açılıyor. Meğer ODTÜ'de aynı yıllar okumuşuz. "Şarap harika" diyor hanımefendi. Zevkli saatler geçirdikleri her hallerinden belli.

Ceviz hasadından sonra kuru dallar ve yapraklarla kaplandı bahçe. Fırsat bulursam şöyle bir temizlik yaparım diye geçiriyorum aklımdan. Olmuyor. Temizlik bir tarafa, personelle hep birlikte yemek bile yiyemiyoruz. Telefonum çalıyor arayan genç bir damat adayı. Yarın öğleden sonra arkadaşlarıyla yemek için rezervasyon yapıyor. Gelin de gelecekmiş anlaşılan. "Saat dört ila yedi arası geliriz." diyor. Çok uzun bir saat dilimi. Gelinin saçı, başı ne kadar sürer tahmin edemiyor haklı olarak. "Zaten," diyor. "Saat sekiz buçukta nikahımız var." "Kaç kişi geleceksiniz?" diye soruyorum. On kişi olduklarını söylüyor. Yarına iki mutlu gün. Daha önce arayan genç bir beyefendi kız arkadaşının doğum günü için sürpriz yapmak istediğini söylemiş, masa süslemesi istemişti. Neyse ki saatleri çakışmıyor.

Akşam saatlerinde ardı arkasına rezervasyonsuz misafirlerimiz geliyor. Bu kez mutlu anımız, evlilik yıl dönümü.  Masayı erken hazırladığım için içim rahat. Uzun zamandır pek rağbet görmeyen şarap bugünün gözde içkisi. Genç çift tercihi bana bırakınca onlara da Sarafin Cabarnet Savignon açıyorum bir şişe. 

Yoğunluk paniğe yol açmıyor. Herkes işini biliyor. Gelen misafirlerin hepsi memnun ayrılıyor. Ne yazık ki bazılarını uğurlamaya fırsatım olmuyor. Günün favori mezesi her zaman olduğu gibi yine Fellah Köfte. Bir isteyen ikinci tabağı istiyor. Sıcaklarda ise bonfile günün en rağbet gören ana yemeği oluyor. 

Misafirlerimizden biri usulca yanıma gelip "Burası çok saygın bir yer oluyor." diyor. İşte duymak istediğim en güzel cümle bu. 

Hava serin. Misafirlerimizi salonda ağırlıyoruz. Bazıları üzerine şal istiyor. Personeli evlerine biraz geç bırakıyorum. Yarın kahvaltı servisinin hazırlıklarına geceden başlıyor eşim. 

Dönüşte Venüs'ü biraz serbest bırakmak istiyorum. Çılgın gibi üzerime sıçrıyor. Misafirlerimizden birinin aynı cins köpeği ne kadar uslu. Arabada dönmelerini beklerken gıkı çıkmamış. Üç yaşında olduğunu öğrendiğim köpeğin bizim sekiz aylık Venüs'ün yarısı kadar irilikte olması şaşırtıcı. 

23 Eylül 2017 Cumartesi

CEVİZLERİ HAZIRLAMAK GEREK

22/09/2017 Cuma, Tire

Hava birden serinledi. Tipik bir sonbahar günü. Kendimi bildim bileli hayalini kurduğum bir yaşam. Rutin işlerimi yapıyorum sabahleyin, benim için erken sayılabilecek bir saatte. Önce kara kızların yiyeceklerini götürüyorum kümese. Bazıları ceviz ağacının dalları üzerinden kümesin dışına çıkmış. Dışarıdakiler elimde kovayı görünce peşime takılıyor. Hepsi beni bekliyor çığlık çığlığa. Bu bağırışları açlıktan mı sevinçten mi anlamak imkansız. Fifi bana eşlik ederken sırasının gelmesini bekliyor. Venüs kulübesinin yanında uzanmış yatıyor. Biraz yem atıyorum tavuklara güzel yumurtlasınlar diye. Sesleri kesiliyor. Suları bitmiş, dönüp su getiriyorum. Suyun başına üşüşüyorlar. Venüs ve Fifi'nin mamalarını verip sularını tazeliyorum.

Rüzgar şiddetleniyor. Henüz yapraklarını dökmeyen ağaçlar esen rüzgarın sesine kulak verip dans ediyorlar. Yağmur yağacak gibi kaplıyor gökyüzünü bulutlar. Sonra birden güneş yüzünü gösterip ortalığı aydınlatıyor. Mutfak ekibinin yaptığı zerde çok hoşuma gidiyor. Tepsileri güneşe çıkarmam gerek biraz kıvamını bulsun diye. Ama ben bu şekliyle daha çok sevdim. Zaten güneş de yok doğru dürüst. Hava durumuna bakıyorum. Bir hafta daha yağış görünmüyor. Cevizler kurur o zamana kadar. Dün yağmurdan korkup üzerini örttüğüm cevizleri kuruması için tekrar seriyorum.

Sakin zamanlarda hanımlar boş durmuyor, ceviz kırıp ayıklıyorlar. Akşam misafirlerimize kendilerini özlettiklerini söylüyorum. "İki kere geldik, kapıdan döndük, demir kapı kapalıydı." diyorlar. Pazartesi günü olmalı. Birinin pazartesi günü olabileceğini ama geçen hafta perşembe günü geldiklerini söylüyorlar. Bir yanlışlık olmalı, perşembe günleri açık olduğumuzu söylüyor, yine de gelmeden önce aramalarını salık veriyorum.

22 Eylül 2017 Cuma

MÜBAREK

21/09/2017 Perşembe, Tire

Hava kararsız. Bir açıyor, bir kapatıyor. Zaman zaman kuvvetlenen rüzgar ağaçların yapraklarını döküyor. Geçen sene bugünlerde şömine sobamız gelmişti. Artık yavaş yavaş salona taşınacağız.

Günün ilk misafirleri tam bir yıl önce, yeni açıldığımız günlerde gelmişler buraya. Ufak çocukları eline fırçayı almış yere dökülen yaprakları süpürmeye çalışıyor. 

Öğlen yemeğine elemanlar tarhana çorbası getirmişler, kase kase içiyorlar. Şu tarhana çorbasını hemen donup üstü pıhtılaştığından dolayı sevmiyorum. Bahçenin alt tarafındaki ağaçlardan dökülen cevizleri topluyorum. Neredeyse iki sepet dolusu ceviz topluyorum. Elemanlar boş kaldıkça yeşil kabuklarını bıçakla çıkarıyorlar.

Çalışan hanımlardan biri telaş içinde sesleniyor. "Yağmur atıştırmaya başladı (!)" Olanca hızımızla terasa koşuyoruz. Bir ihtimal güneşi kaçırmayız diye toplu konut pazarından aldığım domateslerin serildiği tezgahları içeri sokuyoruz. Kuruması için geniş bir brandaya serdiğimiz cevizleri toparlayıp üzerini örtüyorum. Tamam artık istediği kadar yağsın dediğim anda bulutlar dağılıyor, yağmur başlamadan kesiliyor. Ne olur ne olmaz diye gece boyu domatesleri içeride tutuyoruz.

Akşam askerlik arkadaşım bağlı bulunduğu meslek odasının başkanını getiriyor Taş Ev'e. Hava rüzgarlı ve serince. Salonu tercih ediyorlar. Az sonra yakışıklı oğlu da katılıyor onlara. Çeşit çeşit meze söylüyorlar. Akılları söylemediklerinde takılı kalınca, onlardan da bir ordövr tabağı hazırlamamızı rica ediyorlar.

Son zamanlarda birçok kişiden mesajlar alıyorum. "Cumanız mübarek olsun." Bunu yazanların çoğu yakinen tanımadığım kişiler. Mübarek kelimesinin iyi bir mana içerdiğini düşünseler de sözcük anlamını tam olarak bildiklerini sanmıyorum. Ben de "hayırlı" kelimesi ile eş anlamlı bir kelime olarak düşünürdüm. Kısa bir araştırmadan sonra pek çok anlama geldiğini öğrenmemin yanı sıra ağırlıklı olarak iki şekilde kullanıldığını tespit ettim. "Mübarek" kelimesi sıfat olarak kullanılırsa "kutsal" anlamına geliyormuş. Diğer kullanım, "Cumanız mübarek olsun." cümlesinde olduğu gibi. Bu da hayırlı, bereketli olsun demekmiş. "Cumanız bereketli olsun." daha anlaşılır geliyor kulağa. Bir de bu dileğin karşılığı var. "Amin, ecmain." Allah bu dileğini, duanı hepimiz için kabul etsin anlamında. Artık yeni nesil mübarekler ve ecmainlerle büyüyor. Manalarını bilmiş olsalar biraz içime su serpilecek. Yine de "Cumanız bereketli olsun." dileğine "Cümlemizin." şeklinde verilen cevap bizim yaştakiler için biraz daha anlaşılır. Cuma günü yapılan dua ve günahlar iki katı işlem görüyormuş. Kitapta var mı? Yok. Kim dedi? Birileri. Ben daha güzel bir şey söyleyeyim. Her günümüz bereketli olsun. Karşılığı mı? "Amin" olabilir mesela. Ya da "İnşallah" daha mı yakışır? Ne olursa olsun şans yakanızı bırakmasın. 

NİHAYET

20/09/2017 Çarşamba, Tire

Güzel bir tatil günümüzün ardından yeni bir haftaya başlıyoruz. Aslına bakılırsa beklentim daha yüksekti bu günden. Tamam, kahvaltı güzeldi. Bir ara alışveriş için şehre indim. Akşama eşime mükellef bir sofra hazırlamaktı niyetim. "Canım bir şey yemek istemiyor." Mide koruyucu almayı unuttuğu için reflü başlamış. Ama yine de sağ olsun eşlik etti bana. Fotoğraf koymayı ayıp olur diye reddetti. (18/09/2017)

Cevizleri soymak için konuştuğumuz vatandaş yine gelmedi ama o gelecek diye erken kalkmam işe yaradı. Büyük pazardan rahat rahat alışverişimi yaptım. Bunaltıcı bir sıcak var şehirde. Kalaycının karısı sözünde durmuş istediğim acı biberleri hazırlamış. Kurutulmak üzere bir çuval dolusu biber daha aldım. Uzun süredir yağmur düşmüyor bu toprağa. Hadi bir şansımızı deneyelim diye bir posta daha kurutmalık domates almıştım dün. Akşam yine bir evlilik yıl dönümü kutlaması var. Erken rezervasyon yaptıran beyefendi masanın özel olarak düzenlenmesini talep ediyor. Şu masa düzenleme olayı bayağı tuttu. Sevdiklerine güzel bir jest oluyor insanların. Özel gün kutlamaları bizim işimiz. Elim de alıştı bu işe. Yine de bir işi son dakikaya bırakmamalı. Geçenlerde oğluyla bizi ziyaret eden komşu ilçelerden birinin Kültür ve Turizm Müdürü, söz verdiği üzere belediye başkanını alıp geliyor. Tam da özel masanın düzenlemesiyle ilgileneceğim sırada. Başkan Taş Ev'den çok etkileniyor. Bahçede oturmayı tercih ediyorlar. İçecek ve soğuk servisinden sonra fırlıyorum salona. Süsleme bitip masaya servis açar açmaz misafirimiz geliyor. Onları kapıda karşılıyorum. Konuklarımız güzel bir gece geçiriyorlar, mezelere hayran kalıyorlar. (19/09/2017)

Bu sabah gelecekler ,artık kesin söz verdiler. Yine saat sabah yedi olmadan ayaktayım. Saat söz verdikleri saat sekiz oluyor ne gelen var ne de telefonu açan. Cevizleri soyduracak başka birini bulmak lazım. Bunlarla olmayacak. Beklemediğim Erdal çıkageliyor. Demir kapıyı açıyorum. Birkaç ağaç ceviz kalmıştı silkelenecek. Aklımdan çıkmış işte. Hemen işe koyuluyor. Taş Ev'in önü, bahçe yeşil kabuklu cevizle doluyor. Arabama zarar vermesin diye iyice geriye park ediyorum.

Taze cevizin tadı bir başka. Üstelik kestane gibi dikeni de yok. Birkaç tane soyunca ellerime kına yakmış gibi doluyorum. Venüs kulübesinin yanına düşen cevizlerle oynuyor. Bazılarını ağzında geveliyor. Elemanları almak üzere şehre iniyorum. Bugün epey hazırlık var yine. Gündüz saatlerinde gelen misafirlerimiz kıtalar arası. Bu son ayda ağırladığımız Avustralya'da yaşayan ikinci aile. Menüyü veriyorum. Beyefendi menüyü kapatıp veriyor. "Seçimi size bırakıyorum, Avustralya'da sizi hatırlatacak en güzel yemeklerinizden biri olsun."

Gani Usta'yı arıyorum. "Benim makinem elektrikli, cevizleri buraya getirsek. Benim oğlan yarın sabah saat sekizde traktörle gelir almaya." Anlaşıyoruz.

Öğlenden sonra bir ses duyuyorum. Gelen Güme'li. Eşim, "Ayıp olur ama şimdi geri çevirme, bak o kadar yoldan gelmişler." Ama onlar sözlerinde durmayınca ben de başkasına söz verdim. O da bana güvenerek yarın sabah alacağı işleri geri çevirdi belki. Zor durumda kalacağım. Eşim, "Hemen ara durumu anlat." diyor. Arıyor, anlatıyorum. Gani Usta olgunlukla karşılıyor. "Zaten çok işim vardı, senin hatırını kıramadım." deyince rahatlıyorum. Ceviz soyma işi de böylelikle aradan çıkmış oluyor.

Akşam misafirlerinin rezervasyonları başlıyor. Ödemiş'ten çıkmışlar yola. Üç dört gün önce geldiklerini söyleyerek kendilerini hatırlatmaya çalışıyor telefondaki beyefendi. "Acelemiz var fazla kalmayayacğız, hatta menünüzü biliyoruz sıcakları hemen söyleyelim." Salonun en güzel masasında olunca insan, zamanın ne önemi var. Masa mezelerle donatılıyor. Keyifli bir gece geçiren misafirlerimiz Taş Ev'in manzarası karşısında acele etmeyi bırakıyorlar.

21 Eylül 2017 Perşembe

BİR PAZAR KLASİĞİ

17/09/2017 Pazar, Tire

Dün gecenin geç vakitleri... Şu bizim kara kızlarda ya da Venüs'te biraz akıl olsa (!) Canhıraş koşturuyorum peşlerinden. Fifi bana yardım etmek istiyor. Tavuk Venüs'ün ağzında, ben Venüs'ün peşinde, Fifi bırak yapma diye yalvarıyor havlamalarıyla. Bırakıyor ağzından beni görünce. Tavuk şaşkın, Fifi önünü kesiyor Venüs'e gitmesin diye, onu yakalamaya çalışırken kaçıyor. Zor bela yakalıyor, kümesin içine atıyorum. Ne yazık ki boğazından yaralı. Bu kaçıncı?

Venüs'ü çağırıyorum. Beni görünce kirişi kırıyor. Elimdeki bir naylon parçasıyla kandırıyorum. Geliyor. Yakaladığım gibi bağlıyorum onu ağaca. Kümesten ağaçlara, oradan bahçeye atlayıp özgürlüğe kavuştuğunu zanneden garibim kara kızlar Venüs'ün kurbanı olduklarının farkında değiller. Venüs'ün tasmasını ne kadar daraltırsak daraltalım bir yolunu bulup sıyırıyor kafasını canı isteyince. 

Sabah biraz gecikiyorum. Yolda kağnı gibi giden araçlarla karşılaşmayışım bir şans. Bu  sayede hem alışverişimi yapıyorum hem de elemanları zamanında alıyorum. Kahvaltı için hiç rezervasyon yok. Saat 11.00'e doğru bir biri ardına yapılan rezervasyonlar karşısında zor anlar yaşıyoruz. Rezervasyon dediğin en azından birkaç saat önce yapılır. "Beş dakika sonra oradayız." şeklinde yapılan rezervasyon sayılır mı? "Kaç kişisiniz?" diye soruyorum. "Sekiz büyük üç çocuk." Dakika geçmeden bir başkası. Masalar hazırlanıyor. Bir sürü reçel çeşidi, peynirler, gözlemeler, pişiler ve niceleri. Hepsi anında hazırlanıyor. Rezervasyonsuz gelenleri saymıyorum bile. Kimi yumurtasını rafadan ister, kimi yağda. Biri ayran hem de kendi yaptığımızdan olacak. "İki de menemen olsun." Ocaklar dolu, pişiler taze taze pişiyor. Misafir sabırsız. Suyumuz bitti, ekmek getir, çay götür. harala gürele bir koşuşturmaca. Yine de tatlı bir telaş. Reçellerin tadına bakanlar kavanozuyla satın alıyorlar. Hepsi gerçek organik. Ne koruyucu ne renklendirici. Güneş altında demlenmiş, doğal. 

Masaların bütün eksiklikleri giderilmiş. Siparişlerin hepsi tamam. Herkes halinden memnun, teşekkür üstüne teşekkür. Küçük Ulvi ile şakalaşıyoruz. Fifi ortalarda dolaşıyor, misafirlerin sevgilisi. Venüs bağlı. Tatlı bir yorgunluk, alınan bir derin nefes. Ankara'dan gelen misafirler. Ne kadar zarif, ne kadar yardımcılar. Neredeyse bulaşıklara girecekler önlerini kesmesem. Tuhaf bir yer oldu bu Taş Ev. Takdir ediyorlarmış beni. Ben de kendimi takdir ediyorum. Zira her bir misafirin yüzünden okunuyor mutluluğu. Yaşasın, hedefe ulaşıldı.

Beklediğimizin çok üzerinde bir yoğunluk. Eşime tamam artık bundan sonra kahvaltı misafiri gelmez, şu gözlemelerin, böreklerin, pişilerin tadına bakalım biz de. "Daha yarım saat var, ya gelen olursa?" 

Gün boyunca boş durmuyoruz. Akşam geç vakte kalan bir çift salonda manzarayı seyrediyor. Yemekleri, içkileri çoktan bitmiş. Manzaradan mı yoksa içtiklerinden mi sarhoş belli değil. Elemanları götürme saatim çoktan geçmiş. Kim bırakabilir ki böyle serinliği, böyle manzarayı? Şehir kavrulmuş bugün yine. 

Nihayet son misafirlerimizi de uğurluyoruz çay keyiflerinden sonra. Şehre elemanları götürdükten sonra beni ne dinlendirebilir? Elbette Amelie müzikleri. O piyano ve akordiyon tınıları arasında kendimi buluyorum. Yarın bugünden de güzel olacak. Çünkü tatil günümüz, eşimle birlikte... 

18 Eylül 2017 Pazartesi

YİNE AMELIE

18/09/2017 Pazartesi, Tire

Zaman zaman kesmiyor bu gece yazmalarım. Dinlediğim müzik mi dürtüyor beni? Ne zaman Yann Tiersen dinlersem bir hoş oluyorum. La Valse d'Amelie... Ekşi sözlükte bir vatandaş ruh halini şöyle açıklıyor: "Her şeyi bırakıp kırlarda koşmak, anıra anıra ağlamak, durmadan konuşmak, döne döne dans etmek, sevdiceğinin boynuna sarılmak istiyor insan bu şarkıyı dinleyince." 

Döne döne dans edeceksin, evet, hem de tek başına, açacaksın kollarını, vereceksin kendini akıcı ritme. Bu müzikte tanrısal bir dokunuş olmalı. Piyanonun tuşları üzerinde dans eden narin parmaklar... Uykum var, kopamıyorum. Haram olsun bu uyku bana. Bırakıp gidemiyorum işte yine...

Yazmaya niyetim olduğunda sakinlik isterdim gecenin bir yarısında, hatta sabahın ilk ışıklarına yakın, sessizlik... Vazgeçtim bu huyumdan. Açacağım müziğin sesini sonuna kadar, Amelie'nin vals ezgileri sarhoş edecek beni. 

CEVİZLER TAMAM

16/09/2017 Cuma, Tire

Cevizler toplandı, yeşil kabuklarından soyulmayı bekliyor. Bulaşık makinesi altından su kaçırıyor. Burada işten anlayanı bulmak oldukça zor. İzmir'den nasıl gelir buraya servis? Azmin elinden ne kurtulur ki? Tesisatçıyı çağırıyorum. İyi ve akıllı bir çocuk. "Yok abi, bu benim anlayacağım iş değil." Bayılıyorum böyle durması gereken yerde duranlara. Yapmaya soyunup daha çok bozmuyorlar en azından. Tanıdıklarını arıyor. Verdiği telefon numarasını arıyorum. Kendi haline bıraksam ne zaman gelir belli değil. "Ben gelip alırım seni." diyorum.

Böylece şehir yayla arasında git-gel trafiği başlıyor. Gelen teknisyen bir şey yapamıyor. Bir arkadaşını arıyor. "Makineyi almamız lazım." diyor ona. Doblo bir aracı varmış. Şenol'u şehre bırakırken durum değişiyor. Bugün iyi günümdeyim. Üçüncü teknisyeni yanıma alıp yeniden yaylaya çıkıyorum. Makineyi almadan yerinde tamir edeceğini söylüyor. Yarım saat sonra işlem tamam. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor.

Öğleden sonra misafirlerimiz İzmir'den. Tabelamızı görüp gelmişler. Oldukça memnun ayrılıyorlar. Facebook'ta bir beş yıldız daha alıyoruz onlardan. Çevre ilçelerden birinin Kültür ve Turizm Müdürü geliyor yakışıklı oğluyla. Böyle turistik bir yerin yollarını nasıl yaptırmaz belediye diye şaşırıyor. "Başkan'la birlikte gelelim bir akşam." diyor, "Çok sever böyle yerleri."

Bin bir türlü davranış şekline tanık oluyoruz. Gelenlerin ekonomik durumları etken yeyip içtiklerinde belki ama her zaman değil. Geliri fazla olmayan gençler arkadaşlarından duyup ziyaretimize geliyorlar. Fazla bir siparişte bulunmamaya özen gösteriyorlar. Az yiyor, bol fotoğraf çektiriyorlar. Belli ki Taş Ev'de misafir olmak onlar için bir ayrıcalık. Esas anlatmak istediğim onlar değil zaten. Öyle misafirlerimiz oluyor ki sipariş ettikleri mezelere masa yetmiyor. Bazıları bir ya da iki mezeyi yeterli buluyor. Çoğunlukla meze tabaklarında küçük bir parça kalsa dahi boşalmış tabağı almama müsaade etmiyorlar. "Şu son lokmayı da alayım ondan sonra." Benim garibime giden zayıf ve narin yapıda olan misafirler. Yiyebileceklerinin çok üzerinde meze sipariş ediyorlar. Her birinden küçük bir kısmını yiyorlar. Tabakta kalan huzursuz ediyor doğal olarak bizi. Soruyorum, "Beğenmediniz mi?" Hararetli bir şekilde karşı çıkıyorlar. "Hayır, hepsi çok güzel ama fazla geldi bize." İşte onlardan birini ağırlıyoruz. Genç bir çift, yakışıklı genç bir beyefendi, yanında çıtı pıtı narin bir hanımefendi. İlk kadehten sonra küçük hanımın ağzı kaymaya başlıyor. Gözleri kapanıyor. Beyefendi tam aksine yaşının üzerinde bir olgunluğa sahip. Bulutların üzerinde uçuyorlar. 

Akşam misafirleriyle güzel vakit geçiriyoruz. Onlar erkenden kalkınca elemanları eşimle birlikte bırakıyoruz şehre. Ayhan Usta hala açık (!) Hemen dükkanına dalıp Tire'nin en güzel dondurmasını yiyoruz.

17 Eylül 2017 Pazar

KAPLAN KÖYÜ

15/09/2017 Cuma, Tire

Hava yeni aydınlanıyor. Erdal kapıya dayanır birazdan. Avluya çıkıyorum. Verandadan Kaplan Köyünü seyrediyorum. Tertemiz serin havayı içime çekiyorum. Venüs kulübesinin yanında mışıl mışıl uyuyor. Beni fark edince şöyle bir başını kaldırıp yeniden kafasını patilerinin arasına alıyor ve uyuklamaya devam ediyor. Gidip demir kapıyı açıyorum. Beş dakika gecikmeyle geliyor Erdal. Hemen ağaca tırmanıp elindeki uzun sırıkla cevizleri düşürmeye başlıyor. Diğer ceviz toplayıcılarını almadan eşime "Saganaki" yapıyorum, çok beğeniyor. Ara sıcak olarak menümüze eklemeyi düşünüyorum. Kullandığım peynir biraz tuzlu sadece. Tuzunu atmak için belki biraz suda bekletirsek iyi olacak.

İşçileri almaya gidiyorum. Üç saat sonra tekrar şehirden elemanları alacağım. Elemanlar nazlı nazlı çalışmaya başlıyorlar. Yanlarında epey erzak getirmişler. Sık sık mola verip bir şeyler atıştırıyorlar. Öğlen İzmir'den gelen misafirlerimizle sohbet ediyoruz. Navigasyonla bulmuşlar bizi. Yemeklerini ağır ağır yerken yaylanın temiz havasını soluyorlar. Yapı kimyasalları üreten bir firmanın elemanlarıymış. Yine ortak bir konu yakalıyoruz.

Ceviz toplayıcıları işlerini bitirmeye yakın Erdal ile yukarı yaylaya çıkıyoruz. Hiç soluklanmadan zirveye varıyorum. Buradaki ceviz ağaçlarının üzerinde fazla meyve yok. Akşam misafirlerini ağırlıyoruz. Her şey yolunda.

16 Eylül 2017 Cumartesi

CEVİZ ZAMANI

14/09/2017 Perşembe, Tire


Sabahın köründe kalkıyorum. Saat daha yedi bile değil. Erdal gelmeden kapıyı açıyorum. Motosikletle iki silkeleyici geliyor. Saat sekizde bir silkeleyici ve toplayıcı kadınları alacağım.

Cevizler toplanmaya başlıyor bugün. Getirdiğim ekipte iki silkeleyici güzel iş çıkarıyor ama diğeri başlarında müdürlük yapmaya gelmiş. Getirdiği kadınların yüzü suyu hürmetine sesim çıkmıyor.

Restoran çalışanlarını almak üzere yeniden şehre iniyorum. Alt yaylanın cevizlerinden başlıyoruz. Akşam çabuk oluyor. Misafirler basmadan ceviz ekibini şehre geri götürüyorum. Yarın yine alt yaylada çalışmaya devam edecekler. Gündüz saatlerinde Bayındır'dan Taş Ev'in methini duyan bir aileyi karşılıyoruz. Küçük kızları kabak çiçeği dolmasını bir çırpıda götürüyor. Akşam rezervasyonları sırayla gelmeye başlıyor.


Geçenlerde genç bir çift evlilik teklifinde bulunmuştu Taş Ev'de. Patronuna anlata anlata bitirememiş Taş Ev'i. Mutlaka gidip bir görün, yemeklerinden tadın, manzaranın, müziğin keyfine varın demiş. Çocuk kendi aradı rezervasyon için. Hem de patronlarına ayırtmak istediği masayı tarif ederek. İlk kez geldikleri Taş Ev'in sıcaklığı çok etkiliyor konukları. "Tabaklar evimizdeki gibi, hiç restoran havası yok." Salonda televizyon olmaması hoşlarına gidiyor ayrıca. "Bütün restoranlarda TV de maç izleniyor artık." diyor hanımefendi.  Cuma akşamına aldırmadan içkilerini söylüyorlar. Her geçen gün içki içmede gün ayrımının kalkması sevindirici. Misafirlerimiz memnun ayrılıyorlar, "Daha çok geliriz." diyerek. Şimdiye kadar nasıl keşfetmedik burayı diye dertleniyorlar. Küçük bir yer olduğu için herkes birbirini tanıyor. Memleketimin güzide adetleri su yüzüne çıkıyor. Verandada oturan masa yukarıdakilerin hesabını kendisine yazmamı istiyor. Diğer masalara içki veya meyve ikram edenler hiç de sıra dışı değil.   


15 Eylül 2017 Cuma

PERIPETEIA

13/09/2017 Çarşamba, Tire

Sıcak bir sonbahar günü. Dün Erdal ile anlaştık. Yarın cevizler toplanacak. Elemanları getirdikten sonra ikinci kez iniyorum şehre. Bir kaç parça alışverişin ardından cevizleri silkelemek için iki uzun sırık alıyorum. Geçen seneden tecrübeliyim bu uzun sırıkları yaylaya çıkarmak için. Açılabilir arka bagaj penceresi çok işime yarıyor. Sağ tarafta dikiz aynasının üzerinden geçirdiğim sırıkların arka ucuna naylon bir poşet bağlıyorum.

Gün çabuk geçiyor. Misafirlerimiz Aydın'dan çıkıp gelmişler. Daha gelecek arkadaşları varmış. İsmimle hitap ediyorlar ama ben onların adlarını bilmiyorum. "Salı günü kapalı olduğunuzu bildiğimiz için çarşamba geldik." diyorlar. "Tabii, az yol değil geldiğimiz." Artık salı değil pazartesi günlerinin tatil günümüz olduğunu söyleyince şaşırıyorlar. Uzunca bir süre keyifli sohbetleri devam ediyor. Ayrıldıktan sonra sandalyelerin birinin üzerinde bir cüzdan düşürmüşler, içi kredi kartı dolu. Dönerler diye bekliyorum ancak ne dönen ne arayan oluyor. Yarın sabah ayılınca ararlar nasıl olsa.

Geçtiğimiz iki gün hakkında bir şeyler yazmak isterdim. 11 Eylül sadece eşimin doğum gününü hatırlatmıyor artık. ABD'de ikiz kulelerin vurulduğu tarih. Genel Müdürümün odasında tesadüfen naklen izlemiştik bu olayı seneler önce. Daha sonra Orta Doğuyu kana bulayacak bir süreç başlatmıştı stratejik ortağımız(!) Amerika. Nedense 11 Eylül ile 15 Temmuz arasında bir benzerlik seziyorum. Her ikisi de kurmaca gibi geliyor. Elbette birincisi daha profesyonel.

12 Eylül ise yine oyun kurucu ABD'nin bizim çocuklara yaptırdığı askeri bir darbe. İşin iç yüzü seneler sonra ortaya çıkıyor. Bakalım daha ne iç yüzler göreceğiz.

Geç vakit misafirlerimizi uğurladıktan sonra yüksek sesle klasik müzik dinlemek yeni alışkanlığım. Garip bir şekilde haz alıyorum gece yarısı dinlediğim müziklerden. Günün bütün görev ve sorumlulukları sona ermiş, kendimle baş başa... Hafiften bir sırt ağrısı başlasa da çok önemsemiyorum. Oturduğum sandalyenin arkasını yastıkla besleyince geçiyor. Taş Ev'i faaliyete geçireli tam bir yıl olmuş. 

"Evdeki Yazar" dan güzel bir kelime öğrendim. "Peripeteia", yani kaderin aniden değişmesi. Daha ziyade drama terimi olarak geçen bu sözcük değerli yazar arkadaşımın farklı bir iş yaşamına start vermesi nedeniyle kullanılmış. Yazgıda ortaya çıkan köklü değişiklik. İlk aklıma gelen fakir bir insana piyangodan büyük ikramiye vurması. Ya da zengin birinin iflas etmesi. Yani uç noktalarına örnekler verdiğim, olabilecek büyük değişikliklerin her türlüsü. 

Uzun bir aradan sonra mesleğe geri dönerek olayı "Peripeteia" tanımının içinde düşünmesinin belki de en geçerli nedeni böyle bir düşüncenin kafadan iyice silinmiş olması. İş hayatında yaşanan olumsuzluklar, bilerek ve isteyerek ona yazarlık gibi farklı bir dalda hayatını sürdürme kararını aldırmış olabilir. Bu şekilde düşünülerek verilmiş bir kararın "Peripeteia" olarak değerlendirilmesi zorlama olmasının yanı sıra bir anda karşılaşılan ve yaşantıyı köklü bir şekilde değiştirebilecek iş teklifi söz konusu terimde karşılığını buluyor.  

Benim durumum farklı. Yaşantımın ikinci bölümünün henüz ilk perdesinde sayılırım. Emeklilik değil kast ettiğim. Zira emekli olduktan sonra hayatımda hiçbir değişiklik olmadı sayılır, aldığım emekli maaşından başka. "Peripeteia" hiç beklemediğim bir anda geldi beni buldu. En az on yıl daha yaparım dediğim mesleğimi aniden bıraktım. Yirmi yıla yakın bir süre çalıştığım bir işti. Çoğuna göre incir çekirdeğini doldurmaz bir olay yüzünden. Olaya sebep olan kişi üç ay sonra arabasıyla bir kamyona arkadan bindirdi ve hayatını kaybetti. Yaşça benden biraz küçük ama şirkette benden daha eskiydi. Onca yıllık iş arkadaşım olmasına rağmen haberi aldığımda üzüldüğümü söyleyemem. Sevinmedim de. Kayıtsız kaldım. İşten ayrılma kararımın sebebi olan bu arkadaş, haksız davranışının bedelini canıyla ödemiş olduğunu düşündüm. 

Memlekette mesleğimle ilgili bana iş mi yok? Var elbette ama kızımın ilk  tayin yerinin doğu illerinden biri olacağına kendimizi alıştırmaya çalışırken hiç beklenmedik bir şekilde tayinin Tire'ye çıkması üzerine eşimin aniden ortaya attığı biz de Tire'ye yerleşelim fikrinde birleşmemiz sonucunda kader bizi Kaplan'a sürükledi. Böylelikle yeni bir yaşama adım atmış olduk. İlk yıl yaylanın bayır arazinde düşe kalka çiftçiliği öğrendim. Her gün en az dört beş işçi çalıştırdığım halde kendimi denemek için koca ceviz çuvallarını taşıdım. Defalarca yanımdakilere hangi ağacın kestane, hangisinin ceviz olduğunu sordum. Bu ceviz ağacı dediğimde "Hayır o kestane." cevabını almaktan yılmadım. Komik ve eğlenceli buluyordum bu hayatı. Bu arada bildiğim bir iş olan  Taş Ev'in inşaat işleri ile uğraştım. İşçilerin kaprislerine, sözlerinde durmamasına alıştım. En önemlisi bu hengamede fazla kilolarımdan kurtuldum. Blog yazarlığına başladım. Son bir yıldır restoran işletmeciliğine soyunduk. Ne yazık ki okumaya eskisi kadar zaman ayıramıyorum. Yeniden bir "Peripeteia" ya hazır mıyım? Hazır olsam zaten "Peripeteia" olmaz. 

14 Eylül 2017 Perşembe

GÜZEL BİR GÜN

12/09/2017 Salı, Tire

Eşim erkenden kalkmış, işleri bitirmiş. Öyle dalmış ki işlere, seslenmedi bile bana. Oysa bugün büyük pazar var, bir sürü alışveriş. "Gördüğün her şeyden al." diyor. Vakit geçirmeden fırlıyorum. Kalaycının karısı kurutmalık biberlerden getirmemiş. "Söyleseydin ya." diyor. Küçük pazara getirmeye çalışacakmış bakalım. Pazar alışverişi biter bitmez elemanları alıyorum. Kasap bonfileyi yarın verebileceğini söylüyor. 

Yaylaya döner dönmez hummalı bir çalışma başlıyor. Kapya biberler közlenip temizleniyor. Köfteler hazırlanıyor. Dün hiç hazırlık yapmamamıza rağmen işler tıkır tıkır yürüyor. Yemeğimizi yedikten hemen sonra komşu ilçelerden birinin belediye başkan yardımcısı geliyor arkadaşıyla. Verandada oturuyorlar. Salona çıkıp muhteşem manzaraya hayran kalıyorlar. Başkanın ağzından ilk dökülen sözler samimi duygularını açığa vuruyor. "Meclis toplantılarından birini burada yapalım." Meclis üyeleri kaç kişi ki? "Turlar gelmiyor mu buraya?" diye soruyorlar merakla. "Aman gelmesinler, burası sakin, kafa dinlenecek bir yer." Artık ne turla gezmek isterim, ne de tur ağırlamak. Mezelere, yemeklere bayıldıklarını söyleyerek ayrılıyorlar. 

İlçenin önemli yöneticilerinden biri arıyor. Epey bir zamandır görünmüyordu. Evlilik yıl dönümleriymiş., eşiyle birlikte yemeğe geleceklermiş. Mezelere ve ızgaraları başarılı buluyorlar. Günün önemine binaen kestikleri büyükçe bir pastanın küçük bir kısmını yedikten sonra kalanını diğer misafirlere ikram etmemizi istiyorlar.

Geç vakit gelen gençler gurubu arkadaşlarının yaş günü için toplanmışlar. El ayak çekilince içkinin de tesiriyle bizim verandayı dans salonuna çeviriyorlar. Geç vakit kalktıklarında eşim uykuya hazırlanıyor. Misafirlerimizi uğurluyoruz. Dışarıda bir kıyamet. Venüs'ü bırakmaya fırsat bulamazken o çoktan tasmasından kafasını sıyırmış. Tavuğun canhıraş bağrışmaları Fifi'nin havlamasına karışıyor. Venüs kümese dalmış, ağzında bizim kara kızlardan biri ağzında. Peşinden koşturuyorum. Zor bela ağzından bırakıyor ama kara kız çok korkmuş. Alıp kümesine bırakıyorum. Yaşaması için dua ediyoruz. Venüs cezalı, suyunu mamasını verip kulübesine kapatıyoruz. Anlar mı yaptığını? Çok zor. 

El ayak çekilince keyif zamanı. Dinlerken büyük keyif aldığım Vivaldi'nin dört mevsimi çalıyor. Soğuk bir bira açıp günün yorgunluğunu atıyorum. Korkarım bu keyif alışkanlık yapacak.

13 Eylül 2017 Çarşamba

11 EYLÜL

10/09/2017 Pazar, Tire

Pazar günü sakin başlayan günümüzü ceviz kırarak, değerlendiriyoruz. En çok tükettiğimiz malzemelerden biri olduğundan her fırsatı değerlendirmek gerek. Çıkıp terasta kuruyan domatesleri topluyorum. Akşama doğru hareket başlıyor. Hepimiz işimizin başına dönüyoruz. Misafirlerimizin hiç biri rezervasyon yapmadan geliyorlar; üstelik anlaşmış gibi hepsi bir anda. Yeni elemanlar yavaş yavaş neyin nerede olduğunu öğrenmeye başladılar. Salataların hazırlanması, sebzelerin yıkanması gibi işlerde yardımcı oluyorlar. 

Aklımda yarın için yapacağımız plan var. Kızımla birlikte eşime güzel bir gün yaşatmak istiyoruz. 11 Eylül onun doğum günü. Üstelik tatil günümüze rastlaması güzel bir tesadüf. Belki de restoran açılalı beri ilk kez tam anlamıyla tatil yapacağız. Salı pazarından alışveriş yaptıktan sonra tüm hazırlıkları aynı güne bırakmaya niyetliyiz. Eşim de ilk kez tez canlılık yapmıyor her nasılsa. Kapanış saatine yakın müdavim misafir ailelerimizden biri geliyor. Hemen siparişlerini veriyorlar. İki kız kardeş eşimin krema soslu makarnasına hayran. Onun üzerine ızgara köfte söylüyorlar. Çoğu zaman misafirlerimiz şefin tavsiyesini sorarlar. Ben genel olarak tercihi kendilerine bırakıyorum. Beğeniler kişiye göre değişir çünkü. Diğer taraftan elinde kalanları satmaya çalıştığımı düşünmelerini istemem.

İşin doğrusu genç kızların yemek tercihi benim de hoşuma gidiyor. Bunu eşime söylüyorum. "Ben de olsam aynı siparişi verirdim." Kremalı mantarlı yassı spagetti tam kıvamında pişirilerek servis ediliyor. Tabakta bir buçuk porsiyon olarak istedikleri iki porsiyon gibi duruyor. Eşime takılıyorum. "Bu çok fazla, bir tabak da bana çıkar bundan." Misafirlerimize fazla geleceğini düşündüğüm duble makarna tabağı tertemiz geliyor. Beyefendinin tercihi günün en fazla sipariş alan sıcağı. Mantarlı bonfile sote. Jet hızıyla yemeklerini yedikten sonra kahvelerini içip kalkıyorlar.

"Bodrum'a mı gitsek, internetten rezervasyon yapayım?" diye soruyor kızım. Eşimle planlarımızı paylaşıyoruz. Sabaha karşı varırız, gün boyunca da otelde uyuruz artık. Bu fikir pek alıcı  bulmuyor. Gecenin bu vaktinde yola çıkmaktan vazgeçiyoruz. Şehirdeki evimize dönüyoruz. 

11/09/2017 Pazartesi, Seferihisar

Sabah erken kalkıyoruz. İlk işim eşime gösterişli bir çiçek yaptırmak. Altımızda yeni açılan çiçekçi bu işi görür. "Öyle bir buket hazırla ki şimdiye kadar yaptıklarının en iyisi olsun." diyorum çocuğa. Bu esnada çarşıya gidip eşimin sevebileceği güzel bir hediye alıyorum. 

Dönüşte arabamı oto yıkamacıya bırakıyorum. "Dönüş saatim belli değil, anahtarı benzinciye bırakın oradan alırım." diyorum. Artık çoğu insan tanıyor beni burada. Ev yakın, yürüyerek gidiyorum. Bir kolumda çiçek bir elimde hediye paketi eşimin doğum gününü kutluyorum. Çok hoşuna gittiği belli. "Nice güzel yıllarımız olsun hep birlikte." 

Kızımın arabasıyla Selçuk'a doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerindeki bir kır bahçesinde kahvaltımızı ediyoruz. Her pazar misafirlerimizin önüne koyduğumuz bir sürü kahvaltılık bu kez bizim önümüze geliyor. Hizmet etmenin keyfi başka, hizmet almanın daha başka. Her ikisinin tadını bilmek en güzeli. Kahvaltıdan sonra yolumuza devam  ediyoruz. Yolda tartışıyoruz. Urla'da bir Özbek Köyü var, çoktandır gitmedik. Hem mezeleri güzel, hem de balıkları taze. Otobanda ilerliyoruz. Kahvaltıdan yeni kalktığımız, üstelik bazlama ekmeği ile karnımızı tıka basa doyurduğumuz için kimsenin yiyecek hali yok. Urla sokaklarında serseri mayın gibi dolaşıyoruz. Bunu biz her zaman yaparız. "Bademler köyüne gidelim." diyor kızım. "Ne var Bademler köyünde?" Tiyatro oynanan ilk köymüş. Köylüler oyuncu oluyorlar, yıl boyunca rollerine hazırlanıyorlarmış. "Eeee?" "Daha sonra oyunlarını halka sergiliyorlarmış. Bu gelenek yıllar boyu devam edegelmiş." Muziplik olsun diye araya giriyorum. "Şimdi gitsek bize de oyunlarını sergilerler mi?" Eşim soruma aldırış etmeden bir bilgi daha veriyor. "Susuz Yaz" filmi de bu köyde çekilmiş."  

Kızımın kaptanlığında Bademli köyünden çıkıp alakasız yerlere savruluyoruz. Sağımız solumuz incir ağacı. Eşimin en çok sevdiği meyve, incir. Ama dalından kendisi koparırsa. "Yol üstündeki ağaçların birinden iki tane yesek hırsızlık sayılmaz değil mi?" Göz hakkı denilen bir şey var en azından. Durup olgun incirlerden topluyoruz, oracıkta yiyeceğimiz kadar. "Yok" diyor eşim, "Bizim incirler daha güzel." Urla sokaklarında turumuz devam ediyor. Arada konut sitelerini geçiyoruz tali yollarda ilerlerken. Daha bir sürü arazi var. Boş değil, zeytin ve incir ağaçları var seyrek de olsa. 

Ana yola çıkıyoruz. Bir markete uğrayıp susuzluğumuzu gideriyoruz. Yavaş yavaş acıkmaya da başladık ama nereye gideceğimiz hala belli değil. Yol üstünde bir Starbucks Coffe görüyoruz. Birer kahve içmek üzere dalıyoruz içeri. Dışarının sıcağından sonra içeride klimanın serinliğiyle ferahlıyoruz. Ben soğuk bir kahve söylüyorum. Adı aynı da olsa her Starbucks Coffe aynı olmuyor. Muscat'ta içtiğim soğuk kahve nerede bu nerede? Dörtte üçüne buz kattıkları için iki yudum sonra insanın elinde buz dolu koca bir bardak kalıyor. 

Özbek köyünün yanından geçip rotayı Teos'a çeviriyoruz. Güzel bir yer varmış orada. O da ne? Kocaman bir tabela karşılıyor bizi. "Pazartesi günleri kapalıyız." Gerisin geriye dönüyoruz. Artık karnımız iyice acıkmaya başladı. İnternette en güzel yorumları alan bir restorana doğru yönümüz. Sığacıkta bu yer. Taverna havasında, Yunan müziği çalıyor. Hava henüz kararmamış ama bütün masaların üzerinde "Reserved" yazıyor. "Bak gördünüz mü? Butiklere takıla takıla burayı da kaçırdık." Yaşlı bir teyze işletiyormuş bu Restaurant'ı. Hemen bizi buyur edip "İstediğiniz yere oturabilirsiniz." diyor. Bir anne kedi, üç minik yavrusuyla yanımıza geliyor. Hepsi bir yumak oluyor. Birinin karnı acıkmış, annesinin altına giriyor. Diğerleri sırasını beklerken anneleri onları yalayarak temizliyor. Hem ziyaret hem ticaret. İçeri girip vitrinden meze çeşitlerine bakıyoruz, belki ilham olur bizim için. Bizden farklı olarak deniz ürünlerinden yapılan mezeler var. "Saganaki" hoşumuza gidiyor. Menümüzde neden olmasın? Ben enginarlı karides güveç sipariş ediyorum. Kaşık salatası çoban salatasından farklı değil. "Biz kaşık salatası istemiştik." Garson önümüzden salata kasesini alıp az sonra geri getiriyor. Giden ile gelen arasında pek fark yok. Soruyorum Konyalı garsona "Ne değiştirdiniz?" "Biraz daha ufalttık domates ve salatalık boyutlarını." "Kaşık salatanın ekşili suyu olmaz mı?" "Biz böyle yapıyoruz."

Enginarlı karides güvecim geliyor. İştahla yemeye hazırlanırken, toprak güveç kap altındaki tabaktan kayarak yere iniyor. Garson önümüzdeki yavru kediye basmamak için dengeyi kaybedince kedilere sürpriz bir ziyafet çıkıyor. Kalamar pek hoşumuza gitmiyor. Yeterince yumuşak değil. Bazı restoranlar çok güzel yapıyor tavasını. Balığımızı yedikten sonra kalkıyoruz. Kızım bizi Gaziemir'e yetiştiriyor. Minibüs kalkmak üzereyken son yolcu olarak bizleri alıyor.

Torbalı'ya kadar yanımda oturan genç adamın telefonunda oynadığı çocuk oyununa bakıyorum göz ucuyla. Sırtımdaki ağrı uyumama engel. Torbalı'yı geçtikten sonrasını hatırlamıyorum. Şoförün sesi tatlı uykumu bölüyor. "Hastanede inecekler..." Eşim de uyuya kalmış. Sesleniyorum. Minibüsten uyku sersemi inip yıkamaya bıraktığım arabamızı alıyor, yaylamıza çıkıyoruz. Ooo, çok geç oldu, yarın büyük pazar var.

10 Eylül 2017 Pazar

ORTAYA KARIŞIK

08-09/09/2017 Cuma, Cumartesi, Tire

Dün gün içinde gelen iki gençle iyi vakit geçiriyoruz. Biri Almanya'da yaşıyor, arkadaşı aslen Bayındırlı ama İzmir'de oturuyor. Gezmeye gelmişler Tire'yi. Yolları nasıl onları Taş Ev'e getirdi bilmem ama buradan çok büyük keyif aldıkları her hallerinden belli. Her baktıkları yer bir fotoğraf karesi... Bol bol fotoğraf çekiyorlar, kurumakta olan domates ve biberleri, Taş Evin her bir köşesini, çalışanların kabak çiçeği dolması sarışlarını... Bir anda mutfakta beliriyorlar. Eşim her zaman olduğu gibi telaşlanıyor. Mutfakta tezgah üzerinde hiçbir şey olmamalı. Fotoğraf karesine girebilecek çöp kovası bile tedirgin ediyor onu. Oysa çalışan bir mutfağın görüntüsünü almak istedikleri. Salonda oturuyorlar, manzara fotoğrafları çekiyorlar, sipariş edip keyifle yedikleri mezelerin, keşkeğin fotoğrafını çekip paylaşıyorlar. Fotoğraf çekmeleri yetmiyor video kaydı yapıyorlar. Türkiye özlemi içinde kor bir alev gibi yanıyor Almanya'da yaşayanın. Kuru kırmızı biber almak istiyorlar. İhtiyacımız olanı kurutabiliyoruz oysa. Çektikleri sayısız fotoğraf ve videoyu sosyal medyada paylaşıyorlar, altına "Harika bir yer burası." kaydını düşüyorlar. Kara kızların yumurtaları, organik ve katkısız reçel kavanozları sosyal medya aracılığı ile yakınlarına ulaşıyor. Şehre indikten sonra geri geliyorlar, acaba ne unuttular derken, "Reçel siparişi aldık Almanya'dan, gerisin geriye döndük geldik."  Paylaştıkları fotoğrafları gören yakınları Taş Ev'e has organik reçellerimizden ısmarlamış. 

OSB'den bir müdür ağırlamışız bir müddet önce. Kayınpederine anlatmış Taş Ev'i. "Tire'de yeni bir yer açılmış, Taş Ev diye. Mutlaka gidin görün." Beyefendi Ankaralı, eşi Torbalı'dan. Hayatımın yarısından fazlasını yaşadığım şehir Ankara. Bu yüzden Ankaralıları yarı hemşehrim sayarım. Bahçelievler'deki bir okulda İngilizce öğretmeniymiş. "Çocuklarla yine geleceğiz mutlaka, bayıldık buraya." diyerek ayrılıyorlar.  

İlk açıldığımız günden beri bizi yalnız bırakmayan misafirlerimizden biri telefon ediyor. "Açık mısınız?" Tatil günümüzü değiştirdiğimizden bu yana bu soru çok sorulmaya başladı. Gelecek olanın önceden araması büyük incelik. Ama onun gibilere her zaman kapımız açık. "Bayan arkadaşlarımızla geleceğiz bu akşam." diyor telefonun ucundaki hanımefendi. Her zamanki yerlerine alıyoruz. En çok sevdiği Fellah köftesiyle başlıyorlar. Masayı donatıyoruz. İş arkadaşlarıymış. "Bütün kızlar toplandık." şarkısını hatırlatıyorlar bana. Sohbet koyu, hava güzel... Canları şeftali istiyor. Gidip bahçedeki ağaçtan topluyorum. Öyle kocaman değiller, hatta normal şeftaliye göre oldukça küçük kalırlar. Hormonsuz, ilaçsız. Ağızlarına götürür götürmez aldıkları tat onları çocukluklarına götürüyor. "Bu çocukken yediğimiz şeftalilerin tadında, çok hoş." 

Sabah yataktan kalkarken sol bacağıma müthiş bir kramp giriyor. Hareket ettikçe dayanılmaz bir acı çekiyorum. Kalkmak istiyorum, bu kez sol baldırımda ayrı bir kramp çıkıyor ortaya. O kadar kuvvetli bir acı ki bağırmak istiyorum. Bağırsam kramptan kurtulur muyum? Düşününce bağırmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bir süre hareketsiz bekliyorum. Şöyle hafifçe hareket edip yokluyorum. Yok, geçecek gibi değil, ayaklarımı oynattıkça daha şiddetli bir acıyla kıvranıyorum. Geç kalacağım, zor bela yüzü koyun yatar pozisyona geliyorum. Ağrı şiddetini azaltıyor. Usulca, yoklayarak yataktan kalkıyorum. Elemanları toplayıp yeni bir güne açıyoruz pencereyi.

Bugün 9 Eylül, İzmir'in kurtuluşu. Bütün yurtta coşkuyla kutlanıyor. O Atatürk posterlerinin, Türk bayraklarının altında olmak isterdim, unutturmaya çalıştıkları kurtarıcımıza sahip çıkmak adına. Müfredattan Atatürk'ü anlatan ne varsa çıkarmışlar. İlköğretime başlayan yeni nesil Atatürk'ü bilmeyecek. Onun bir ideali vardı, çağdaş, laik bir yönetim, modern, eğitimli bir toplum, kadın erkek eşitliği. Kıymeti bilinmedi. 

İkiçeşmelik Caddesine koşardık çocukken resmi geçidi izlemek için. Efsane belediye başkanı Osman Kibar, nam-ı diğer Asfalt Osman, üstü açık bir araba içinde ayakta dikilir, halkı selamlardı. Süvariler geçerdi önümüzden. Bazen yürüyüş tıkanır, atlar nefes alırdı. Çok mu sıcak olurdu o günler? Atın üzerinden inen asker tören kılıcının keskin olmayan tarafı ile alımlı doru atının kalçasını sıyırır, yerlere şakır şakır hayvanın teri boşalırdı. Bakıldığında hiç belli olmayan bu sıvı atın tüyleri arasında nasıl kendine yer buluyor çözemezdim. Süvarilerin arkasından özel olarak süslenmiş, firmaların reklamını yapan kamyon ve kamyonetler, bazen traktörler bir karnaval havasında geçiş merasimine katılırdı. Araçların üzerindeki yöresel giysiler giymiş genç kızlar kalabalığın içine imal ettikleri ürünlerden oluşan küçük eşantiyonlar savururdu. Bazen bir şeker, bazen bu özel gün için paketlenmiş kuru incir, küçük ambalajlar içinde toz deterjan ya da tanıtım broşürleri...  Çoluk çocuk küçük bir çikolata, ya da bisküvi kaparım ümidiyle araçların etrafında koşturup dururduk. Ve nihayet bu özel gün için hazırlanmış okul grupları, ellerinde trampetlerle günümüze neşe katarlardı. Çok gösterişli olmasa da bize yeterdi bayram havasındaki bu eğlence. Bayram günleri bile sönük kalırdı yanında. Akşam olmadan dönerdik evlerimize. Şimdi müzelerde yerini bulan eski model radyomuzda 19.00 ajansını dinlerdik. "İzmir'in kurtuluşu bütün yurtta coşkuyla kutlandı." Ne şehit haberi duyardık radyodan o zamanlar, ne kadın cinayeti. Fetö'ye kol kanat gerilmezdi o zamanlar.

Öğleden sonra hanımlar acı biberleri iplere diziyorlar. Bu işe alışık oldukları belli. Kilolarca biberi bir çırpıda hallediyorlar. Verandaya açılan demir parmaklıklı kapı geçen sene olduğu gibi bu sene de kırmızı gerdanlıklarla süslenince Taş Evin havası daha bir güzelleşiyor. 

Akşamın erken misafirleri yakında evlenecek bir çift. Delikanlı benim gençliğim gibi. Mantar sevmez, dereotu, sarımsak yemez. Onu yemez, bunu yemez. Onca meze arasından yiyebileceği üç meze çıkıyor zorlukla. Kızın çekeceği var diyeceğim ama "Evlenince sen de alışırsın her şeyi yemeye." diyorum. 

Selçuk'ta bir açılış töreni. Başbakan yapıyor açılışı. Belediye Başkanı ilk konuşmayı yaptıktan sonra nezaketle verecek sözü başbakana. İzmir Büyük Şehir Belediyesinin büyük emek verdiği proje hükumet tarafından siyasi ranta çevriliyor. Yalakalar yuhalıyor, hakaret ediyorlar başkana. Başkan sitem ederek konuşmasını tamamlamadan kürsüden iniyor. Bulunduğu mevki üzerine bol gelen başbakan keyifli. "Şekeri var başkanın, her halde dayanamadı." diyerek dalga geçiyor. Siyaset kötü bir kurum. Yalakalık onun mayasında var. Aziz Kocaoğlu'nu tanımam. İzlediğim kadar beyefendi biri. Ama Binali Yıldırım'la ve birçok bakanla işim gereği tanıştım, görüştüm. Hepsi sıradan insanlar. Ülkenin ne değerli insanları varken onların bu makamlara gelmesinin tek nedeni var. "Yalakalık." 

Yalakalık nedir? "Peki efendim." ciliktir. "Haklısınız efendim." cilik, "Tensip buyurdunuz, emredersiniz." ciliktir. Düşünmeden, akıl yürütmeden üstünün her dediğini fazlasıyla yaparlar bunlar. Üstünün isteği doğrultusunda yaptıkları yanlış bir şey olsa dahi "Ya patron, bunu yapmamızı sen istedin." demezler. Her türlü karar kendilerine aitmiş gibi bir de üstlerinden fırça yerler. Yine sineye çekerler. Yeri gelir, onları yanlış yönlendiren üstlerinden özür bile dilerler. "Efendim, siz öyle demek istememiştiniz ama biz yanlış anladık, bu yüzden beklediğimiz sonucu alamadık." Oysa içlerindeki ses bunun tamamen patronun hatası olduğunu söyler. Yıpranınca buruşuk bir kağıt mendil gibi kenara atılırlar. O etrafındaki kalabalık yoktur artık. Kendi kendine hesaplaşma dönemi başlar. Patronun sayesinde haksız edindiği mala mülke bakar, bir de itibarına. Bu mal mülk, hem benim hem de çocuklarımın itibarını kurtarır derler sonunda. Evet, malın mülkün, paranın itibar olduğu bir ülke yarattık. Ahlak, adalet, dürüstlük, sözün namus sayıldığı eski defterler kapandı. Efendilik, insan ve hayvan sevgisi yerlerde sürünüyor. 

8 Eylül 2017 Cuma

KURBAN ERTESİ

07/09/2017 Perşembe, Tire

Kurban Bayramından sonra insanlar ete doymuş ki bayram ertesi sakin geçiyor. Bu sükunet biraz dinlenme fırsatı veriyor. Bugün de cuma akşamı sakin olur derken misafirler erkenden kapıda beliriyor. Ödemişli bir aile, İzmir'de oturuyorlarmış. Üç hanımefendi, yanlarında şirin mi şirin beş aylık bir bebek. Adı Rüzgar, gözlerinin rengi oğlumunkine benziyor, yeşille mavi arası. Keyfi yerinde, bizdeki telaşın aksine. Annesi hamağa yatırıyor, etrafa gülücükler saçıyor. Yukarı salonda camlar siliniyor, mangalı canlandırmam lazım. Serin bir rüzgar Rüzgar'a dokunur mu acaba? Hemen toparlanmalarını söylüyorum elemanlara. Zaten onlar da işin sonuna gelmişler. İzmir'den bir arkadaş tavsiyesi üzerine çıkmışlar yola misafirlerimiz. Pek bir övmüşler Taş Ev'i. "Gidelim bir görelim bakalım." demişler, sora sora güç bela bulmuşlar yerimizi. Salondaki manzara çok hoşlarına gidiyor ama verandada oturmayı tercih ediyorlar. Verandanın köşe masasına yerleşiyorlar. Endişe ediyorum, bebek hasta olacak diye. Annesi rahat, Rüzgar rüzgardan korkmaz, ona bir şey olmaz. Ben yine de güneş gören havuzun yanındaki masaya geçmelerini istiyorum. Eşimin özenle hazırladığı zeytinyağlı mezelere bayılıyorlar. Bütün yorgunluklar unutuluyor. Minik Rüzgar pek bir memnun halinden.

İki genç kalmış yolda, su kaynatmış arabaları. Biri Tire'li diğeri Bayındır'dan. Kuşadası'nda bir çok yerde şubesi olan meşhur bir Köftecide çalışıyorlarmış. Getirdikleri bidona su doldurup gidiyorlar. Az sonra geri geliyorlar. Böyle güzel bir yerde en azından birer çay içmeli diyerek. Yolda kalmışlar, sevaptır diyerek birer çay ikram ediyorum. Kalkmaya niyetleri yok, birer çay daha istiyorlar. Sezon kapanırsa gelip burada çalışabilecekleri geçiyor aklımdan. Görünüşte düzgün çocuklar. Sezonluk değilmiş çalıştıkları yer. Aklımdan geçen bende kalıyor.

Rezervasyonlar birbiri ardına geliyor. Hiç de sakin olmayacak bugün sanki. Altından kalkabilecek kadar misafir kabul ediyoruz. Çat kapı gelenlerden şansı olanlar erken gelenler. Onlardan biri baba dostu. Yıllardır Almanya'dalarmış. "Tanımam mı ben Şahap Bey'i? Tirespor'un yöneticilerindendi bir zamanlar." Dört kişi salonun en güzel masasına geçiyorlar. O kadar çok meze söylüyorlar ki masada yer kalmayacak diye telaşlanıyorum. Neyse ki anında silinip süpürülen meze tabakları yenilerine yer açıyor. 

Akşama doğru rüzgarla birlikte serinlik de kayboluyor. Hani derler ya "Limonata gibi bir hava.", işte tam bu hava için söylenmiş sanki. Salona almayı düşündüğüm rezerve masaların çoğu verandayı tercih ediyor. Şaşılacak şekilde bu akşam arılar ete gelmiyor. Havada uçuşan ne bir sinek, ne bir böcek. Fonda güzel şarkılar çalıyor. Kimsenin cuma akşamına aldırdığı yok, rakının keyfini çıkarıyorlar. Öyle ya, hangi kitapta ya da hadiste cuma akşamı için yasak konulmuş? İnsanlar bir şey uyduruyor, sonra uydurduklarına kendileri inanıyorlar.

Kalabalık bir aile beliriyor yanımda. Bu yoğunlukta gelen gideni takip etmek mümkün değil. Hızını alamayan misafirlerin üst üste siparişleri. "Bir Arnavut ciğeri daha alalım, çok güzelmiş elinize sağlık." Diğer masalar sabırsızlanıyor, "Bize bir kuru domates daha." Yeni gelen misafirlerden aile reisi olanı yer göstermemi bekliyor. "Rezervasyonunuz var mıydı?" "Hayır yok." "Çok açsanız yapacak bir şeyimiz yok. Rezervasyon yaptıran misafirlerimiz öncelikli." Geri çevirmek hoş değil. Devam ediyorum, "Ama acelemiz yok derseniz, buyurun oturun." "Ne kadar bekleriz?" "Yarım saat." Aradan beş dakika geçmeden, "Bize servis açacak mısınız?" Dedim ya, beklemek zorundasınız, kusura bakmazsanız. 

Bu akşamın konukları hep özel mezeler sipariş ediyor. Yeni işe başlayan yardımcı kadınlar henüz tam işin içinde değiller. Kuru domates, fellah köfte, skordaki, ot kavurma gibi mezelere çok talep var. Hani tabaklara koy gitsin türünden değil bunlar. Özenle tereyağında kavrulacak cevizleri, sarımsaklı kese yoğurdu tazeden dökülecek, maydanozlar yıkanıp itina ile kırpılacak üstlerine, zeytinyağı ile zenginleştirilecek bazıları, tabaklar süslenecek. Eşim mutfağa yardım eden elemanlara bırakmıyor ki hiçbir işi. Ne maydanozun doğranması öyle olacak, ne dereotunun sunumu. Hepsi istediği gibi, kusursuz bir şekilde. Çifter çifter keşkekler hazırlanıyor ara sıcak olarak. 

Misafirlerimizden biri iki kez çıkmış yayla yolunu. Talihsizlik işte. Kaplan köyüne varmışlar önce, levhalara bakmak akıllarına gelmemiş. Gerisin geriye inmişler o virajlı yokuşlardan. Kuşadası'nda güzel bir et lokantası varmış gittikleri. Oraya gitmeyi planlarken eşi, hanımefendi takmış kafayı Taş Ev'e. Nihayet internetten bulmuşlar rotayı. Gerisin geriye tırmanmışlar o zahmetli yolları üşenmeden. Sonunda bulmuşlar bizi. "İyi ki bulduk, iyi ki geldik." diyerek uğurluyoruz onları. Beşinci sınıfa giden bir kızları var, sanatçı ruhlu. "Doktor mu olacaksın benim kızım gibi?" diyorum. "Hayır" diyor, "Ben doktor olmak istemiyorum." "Ne olacaksın peki?" "Oyuncu olmak istiyorum." Bu cevabı çok hoşuma gidiyor. Babası araya giriyor. "Kızım gitar da çalıyor." Ne güzel sizleri burada ağırlamak. 

7 Eylül 2017 Perşembe

ESKİ DOSTLAR

06/09/2017 Çarşamba, Tire

Hava bir açıyor, bir kapıyor. Cevizlerin hasat zamanı. Kara kızların bir kısmı kümesten ağaçlara, oradan bahçeye inmişler. Venüs bağlı olduğu için sorun yok. Elimde sebze kovasını görür görmez çığlık çığlığa peşime takılıyorlar. Yanlışlıkla üstlerine basmamak için büyük çaba harcıyorum. Kümesin içinde kalanlar kapıda toplanmış. Kapıyı açıp içeri giriyorum. Kovayı önlerine boşaltınca sesleri kesiliyor. Biraz da kuru yem atınca sıra yumurtaları toplamaya geliyor. Venüs ve Fifi'ye yemeklerini veriyor, sularını tamamlıyorum. Gün geçtikçe her ikisiyle güçlü bir bağ oluşturduğumu hissediyorum. Güçlü bir bağ, insanlarla kurulamayan cinsten. Çünkü onların karınlarını doyurduğunda minnetlerini gösteriyorlar. Riyasız, aldatmadan...

Bugün keyfimi kimse kaçıramaz. Huzurluyum, çünkü Allah'a şükür kimseye borcum yok, Tahtakale'deki tuhafiyeci dışında. Bir türlü yolum düşmedi 1,5 TL lik borcumu ödemek için. Eşime de söyledim, hani ölür kalırsam ödesin diye. O 1,5 TL bile hep aklımda. Biberleri dizmek için yorgan iğnesi alacaktım, bozuğu yokmuş, "Sonra verirsin." demişti.

Hava iyice serinledi. Misafirleri salona almak lazım bu havalarda. Öğlen yemeğini kiraz ağacının altında yiyoruz. Sincaplar kestane ağaçlarının dallarında seri hareketlerle dolaşıyor. Avlu ve veranda inceden inceye temizlendi. Tavuklar kirletmesin diye Fifi ile birlikte onları uzaklaştırıyoruz. Verandanın altında havuzun giderinin boşaldığı yeni bir yer buluyorlar kendilerine. Geçen sene orası sirken otlarıyla doluydu. 

Akşamın şeref konukları üniversiteden arkadaşım ve ailesi. Onlarla birlikte gelen dostları, güzel insanlar. Mezelere, yemeklere övgüler yağdırıyorlar. Tabaklar tertemiz dönüyor. Terasta kuruyan domateslerden bahsediyorlar. Belli ki bu sayfaların sıkı takipçileri. Kuruması için terasa serdiğimiz son parti bu. Arkadaşımın değerli eşi "Kırk kilo değil mi?" diye soruyor gülerek. Gülüyorum ben de, "Hayret, nereden bildiniz?" Elbette yazılarımı okuduğunu ima ediyor. Dost insanlar, gerçek dostlar. Kırk yıldan fazla oluyor tanıyalı Ali'yi. Eski günlere gidiyor aklım. Gözlerimin önünde o çocuksu hallerim. Altı kişi kaldığımız yurt odası. Dün gibi... Vedalaşırken dostça öpüşüp sarılıyoruz, eski günlerin sıcaklığında. 

Mekanın mimarisini inceliyor iç mimar olan genç. Fonda Yann Tiersen. Elemanları evlerine bırakıyorum. Misafirlerimizi uğurluyoruz. Kimi İstanbul, kimi Almanya kimi de İtalya yolcusu. "Ta Karelia" çalıyor. Venüs'ü bağlıyorum kulübesinin yanı başına. Sabah kara kızları top zannedip oynamasın diye. Kapıları kapatma zamanı. Hafiften üşüyorum. Bu gece gökyüzünü seyretmeyeceğim. Gece kuşlarının sesini dinlemeyeceğim. Ne kadar erken geldi bu sonbahar?  

Eşim içeriden sesleniyor, "Gel bak adamın çıktı televizyona." Ayhan Sicimoğlu, hastasıyım. Saat ikiyi geçmiş. Keyif zamanı. Bir bira açıyorum, bendeki keyif kimde var? Müzik harika, Taş Ev'i kapatmışım bu saatte. İnsanın şair olası geliyor...