5 Kasım 2019 Salı

MUTLULUĞA KAÇIŞ (1)


Küçük şeylerden mutlu olmayı bilmeli insan. Yoldan geçen hiç tanımadığı birine içtenlikle gülümsendiği zaman o kişinin yüzünde beliren tebessüm mutlu eder insanı, güne iyi bir başlangıç olur, işler rast gider. Bazen olmadık yerde, hatta olmaması gereken yerlerde mutlu olur insan. Ne kadar tuhaf gelse de inanırım ben buna. Hatta yaşam ne kadar tatlı olursa olsun, ölüm döşeğinde, son nefesini verirken bile, dünyaya mutlu bir şekilde veda eden insanların olduğunu söyleseler, itiraz etmem. Bu değil midir zaten, biz insanoğlunu anlaşılmaz kılan. İşte olmadık yerde, olmadık şartlarda yaşadığım bir mutluluk, mutluluğa bir kaçış, bir anı. 

Üniversite yılları. Dersler kurşun gibi ağır. İlk sınav sonuçları pek parlak değil. Diğerleri neyse de şu nümerik analiz öldürüyor beni. Ne işe yaradığını bir öğrensem işim kolaylaşacak, biliyorum. Tamamen teorik, bir takım formüller, bağlantılar, sigmalar, faktoriyeller, üsler...  Ne kadar zorlasam boş, kafa basmıyor. Öğrencilik hayatımın hiçbir döneminde yaşamadım böyle bir anı. Moralim dibe vurmuş, diğer derslerdeki hevesim de kayboluyor. Bu dersi veremezsem okul bitmez. Devamındaki baba dersleri bile alamam nümerikten geçmeden. Ruhumun bu kadar daraldığı başka bir dönem yok. 

Aileme karşı sorumluluklarım altında eziliyorum. Sömestr ellerimin arasından göz göre, işkence çektire çektire kayıyor. İkinci sınav tarihleri yaklaşıyor birbiri ardına. Bende hazırlık sıfır. Hayatımda ilk kez sınavlara girmiyorum. Girip rezil olmaktan daha iyi geliyor belki ama bu durum eziyor beni. Onca yediğim, içtiğim şeyler haram bana. Yurttur, harçtır her neyse, kolay mı aileme bir sömestre fazladan yük olmak? Bir şeyler yapmalıyım, ya da olmalı. Meselâ uzun süren bir öğrenci boykotu. Belki iptal olur okuduğum sömestre. Olmuyor. Çaresizlik içinde kıvranıyorum. Beynimde yılanlar dolaşıyor sanki, kulaklarım uğulduyor, müthiş bir iç sıkıntısı.

Kimseyle konuşmak gelmiyor içimden. Oda arkadaşları hummalı bir şekilde sınavlarına hazırlanıyorlar. Onlara uzaktan bakıp kıskanıyorum. Benim için artık çok geç. Başımın ağrısı dayanılacak gibi değil. Hiç ilaç kullanma adetim olmadığı halde oda arkadaşlarımdan birinden aldığım aspirini yarım bardak su eşliğinde mideme yuvarlıyorum. Ne bileyim bu kararımın felâket bir mutluluğa dönüşeceğini.

Zaman çarkı ruhumu daraltıyor her dönüşünde. Boşa geçen, hedefsiz, amaçsız günler birbirini kovalıyor. Sırtımda tonlarca ağırlık altında eziliyorum sanki. Kafeteryaya gidiyorum akşam yemeği için. Yol boyu ne yapacağımı düşünüyorum. Adımlarım güçsüz, sanki gövdemin peşinden sürükleniyorlar. Artık hiçbir şey zevk vermiyor bana. 

Pek güzel çıkar burada yemekler. Etli yemek çeşitlerini ilk kez okulun kafeteryasında sevmiştim. Öyleydi adı, yemekhane demezdik. Öğlen ve akşam yemeklerini orada yerdim genellikle. Öğlen yemeklerinde devyolcularla devsolcular paylaşamazdı iktidarı, sandalyeler tepsiler havada uçardı bazen. Ama sakin olurdu çoğu zaman. İlk şambabayı da orada yemiştim. Üzerinde bir defne yaprağıyla servis edilen Macar gulaş vardı menüde. Yanında pirinç pilavı ve yoğurt. Sıradan çıkarken bir de portakal istedi canım, gözüme kestirdiğim bir tanesini tepsiye koydum.

Başımın ağrısı ile birlikte büyük bir daralma hissi kaplıyor bedenimi. Çatalımı gulaşın en küçük et parçalarından birine batırıyorum. Lokmayı ağzıma götürürken geldiğime pişman oluyorum. O bayılarak yediğim yemek tiksinti veriyor şimdi. Anlaşılmaz bir güç bıçak gibi kesiyor iştahımı aniden. Çatalın ucuyla biraz pilav, biraz da yoğurt alıyorum. Yok, gitmiyor. O pek de hoşlanmadığım portakal çekiyor kendini bana her nedense. Sulu ve tatlı bir şey. Dilimlere ayırıp yarısını yiyorum. Daha fazla gitmiyor o da. Yurda dönerken muazzam bir halsizlik içindeyim. Tansiyonum iyice düşmüş olmalı. Bayilmadan bir odama atsam kapağı başka bir şey istemem. Kafam dolu, binbir türlü düşünceler içinde, dönüyorum yurda.

Odaya adımımı atar atmaz kalbim küt küt atıyor. Ciddi bir sorunum olmalı. İki kat merdiven çıktım ama bu kalbimin yerinden fırlarcasına isyan etmesine sebebi değil. Arkadaşlardan birine rica ediyorum. Ben iyi değilim, her an düşüp bayılabilirim deyip revire kadar bana refakat etmesini istiyorum. Hemen koluma girip yurdun arka kapısından revirin yolunu tutuyoruz.

Pratisyen doktor nöbetçi. Anlatıyorum durumu. Bir hap veriyor, bir de ferahlatıci damla. Yarım su dolu bardağa üç-beş damla damlatacakmışım. Gerisin geriye geliyoruz odaya. Zor bela birkaç bisküvi attıktan sonra ağzıma, ilâçlarımı içiyorum. Sabaha karşı kan ter içinde uyanıyorum. Her taraf kahve telvesi. Ne olduğunu anlamıyorum.

Gün ışığında yatağımdan kalkıp dışarıdaki lavaboya doğru, bardağıma su doldurmak için bir kaç adım atıyorum. Kalbim göğsümden dışarı fırlayacak sanki. Güm güm atıyor, başım dönüyor, gözlerim kararıyor. Elimdeki bardağı yan taraftaki masaya bırakıp güçlükle yatağa atıyorum kendimi. Birkaç oda arkadaşı başıma üşüşüyor. "Götürün beni, hemen revire götürün. Bu hayra alâmet değil, kalbim fena çarpıyor." diyorum. İki arkadaş birden giriyorlar kollarıma. Bir çuval gibi taşıyorlar beni revire. Doktor, görür görmez beni hemen ambulans çağırıyor bu kez. Eski model kamyonetten bozma bir şey ambulans dedikleri. Sedyeye koyup beni atıyorlar arkasına.

Devam edecek

4 yorum:

  1. Amanın mide kanaması mı geçiriyor kahramanımız... Çok heyecanlı. Birkaç fikir geldi aklıma nasıl biteceğiyle ilgili bu işin ama söylemeyeceğim, kendime saklayarak merak etmek daha eğlenceli :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, bildin:) Ben ise merakta bırakmamak için ikinci bölümü hemen yayınladım. Hem kahraman falan arama, aslında anı bu. Keşke öykü olsaydı:) Senin fikrin ne, bak merak ettim şimdi:)

      Sil
  2. macar gulaş en çok dikkatimi çekti. nefis yemek yaa :) sınavdan kurtulcan galiba sen yaniii :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Odtü'nün yemekleri muhteşemdi bir zamanlar. İkinci bölümde mutlu son var:))

      Sil