12 Haziran 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 40/3


BÖLÜM III

2.029. günün şafak vaktinde hücremin önüne birkaç gardiyan geldi. İlçe hapishanesinde bir yıl, bir ay, on dokuz gün ve ölüm hücresinde beş yıl, altı ay, yirmi iki gün geçirmiştim. Yeniden geri dönmeyeceğime henüz ikna olmamıştım.

“Yanıma ne almalıyım?” diye sordum.

McKenzie, “Benimle dalga mı geçiyorsun, Za-heater? Neyin varsa, hepsini al götür. Artık taşınıyorsun buradan." dedi.

Günlüğümü, pamuklu tulumumu bir koliye yerleştirdim. Nerede yaşamaya karar verirsem vereyim, onu alıp karşımda görebileceğim bir yere asmayı planlamıştım. Böylece ömrümün geri kalan kısmında, beyaz tulumumun sırtına siyah renkte işlenmiş DR* harfleri her gün gözümün önünde olacaktı. Yemek ısıtıcısı ve radyomu Mao için ayırdım. Sargent'a ne istediğini sordum.

“Senden benim tek isteğim Inocente, bu lanet olası yeri terk ederken, arkandan sıska kıçını izlemek.” dedi. Gülümsediğini görebiliyordum. Ondan satranç setimi almasını rica ettim çünkü onu bana Águila vermişti.

“Tamam, kardeşim.” dedi. Diğer tüm eşyalarımın hepsini olduğu gibi bıraktım.

McKenzie, “Eller!” dedi.

Üç saat içinde serbest bırakılmam gerekiyordu ancak TDC**'nin bazı prosedürleri vardı. Çömeldim ve arkamı dönüp bileklerimi uzattım. Kapım açılır açılmaz kıyamet kopmuştu. Bu, büyük zaferin sesleriydi ve .dünyanın bu yüzünde zaferlerle oldukça nadir karşılaşıldığı için sesler oldukça fazla gürültülüydü. Tezahürat devam ederken Sargent'ın

“Kendine iyi bak, Inocente” dediğini duydum. Yumruğunu kapıya dayamıştı.

Sargent hakkında söylenenleri dinler veya yaptıklarını anlatan bir gazete okursanız, muhtemelen onun, soğukkanlı bir canavar olduğunu düşünürsünüz. Kafanızın karışması için sadece bir katili tanımanız yeterlidir. O, ailem ve eşim dışında tanıdığım en iyi insan, benim en iyi arkadaşımdı. Tam anlamıyla hayatımı kurtaran tek arkadaş!

“Bana güven, seni ziyaret etmek için yine geleceğim.” dedim.

Her iki yanımda bana eşlik eden iki gardiyan ve eşyalarımı sürükleyen bir görevliyle beraber, beş yıldan daha uzun bir süre önce girmiş olduğum kapıdan dışarı çıktım. Geri döndüm ve çömelip karşımdaki beton binaya baktım, daha sonra atların otladığı tarla boyunca, kulübelerinin önünde havlayan köpekleri izleyerek ilerledik. McKenzie,

“Gitmeye hazır mısın?" diye sordu.

“Evet, efendim.” dedim.

Minibüsün arka kapısı açıldı. İçeride üç polis oturuyordu. Güvenlik Timi beni arka tarafa yönlendirirken McKenzie,

“Senin yaşadıkların bizim buralarda çok sık karşılaştığımız bir şey değil. Bol şans, Za-heater.” dedi.

“Belki hiç olmayan bir şey.” dedim. Arkamda yürüyen güvenlikçi,

“Bak bu doğru.” dedi. McKenzie başını salladı. Elimi sıkmaya yeltenmedi.

Eşyalarımı taşıyan görevli, elindekileri arabaya yerleştirdi. Eğilirken yaka kartından ismini gördüm.

“Memur Mullins, yardımlarınız için teşekkür ederim.” dedim.

“İyi yolculuklar, efendim.” dedi. İki saatten kısa bir süre içinde Houston'daki adliye binasına vardık.

Benim gibi mahkûmlar başka bir insana dokunamamış olmaktan yakınırlar, sadece cinsellik üzerine konuşmayız, hatta konuşmalarımızın çoğu seksle alakalı değildir. Hiç aklınıza gelmeyen şeylerden bahsederiz: karşıdan gelen komi, yanınızdan geçerken size çarpmaması için erken davranıp omzunu nasıl kullanır ya da arkanızdaki sous şef ateşten aldığı kızgın tereyağıyla sizi haşlamamak için eliyle sırtınıza hafifçe nasıl dokunur türünden şeyler. Kalabalık bir yerde bir kadına dirseğinizi kullanarak yol açmaktan ya da yan yana bar taburesinde otururken size bir sırrını fısıldamak için, kolunu omzunuza atarak kendine doğru çeken bir arkadaşınızdan bahsederiz. Anlayacağınız benim gibiler hapishaneye girdikten sonra artık görme imkanımızın olmadığı şeyleri konuşuruz.

Ve nihayet adliyenin arka kapısında benimle buluşmayı bekleyen Olvido, Luther ve Laura'yı gördüğüm zaman, artık özgür olduğumu anlamaya başlamıştım. Onları hararetle kucaklarken nefesimin kesildiğini hissettim. Teşekkür etmeye çalıştım ama onun yerine hıçkırıklara boğuldum. Luther bana bir kot pantolon, siyah bir tişört, spor ayakkabısı ve bir çift çorap uzatırken 

“Bunlar sana biraz büyük gelebilir.” dedi.

Böylece, Buffalo Bayou üzerinde güneş doğarken, Harris County İlçe Adliye Binasının mahkûm girişi olarak kullanılan kapısının sahanlığında durdum, hapishane kıyafetimi çıkardım ve son duruşma günümden bu yana ilk kez sivil kıyafetlerime kavuştum. Yedi adet canlı yayın aracı, cadde boyunca dizilmişti. Bütün bu hazırlıklar, tahliye edildiğimin haberini yapmak içindi. Büyük yayın kuruluşlarının hepsi oradaydı ve hatta Avrupa'dan bazı kanallar da yerini almıştı. Olvido öne çıktı, yüzümü avuçlarının arasına aldı.

“Rafael,” dedi. “Masum olduğunu bildiğim insanları temsil etmekten nefret ediyorum”

O sabah, Teksas’ın idam mahkûmlarına ev sahipliği yapan ve ölüm hücreleri olarak bilinen TDC Polunsky Birimi'nin bir sakini, 0002647 numaralı mahkûm iken, öğleden sonra özgür bir insandım.

Ülkenin dört bir yanından elli kadar basın mensubu, biri Meksika, biri Kanada ve diğerleri Batı Avrupa'dan gelen beş gazetecinin doldurduğu salonda, büyük mermer bir masanın başına oturup ilk basın toplantımı yaptım. Soruların çoğu anlamsızdı.

Dışarıda olmak nasıl bir duygu? Harika.

En çok neyi özlediniz? Kelepçesiz dolaşmayı.

Avukatlarınıza ne söylemek istersiniz? Hepsine teşekkür ederim.

Bu trajediden sorumlu olan insanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu soruyu, yeni atanan Bölge Savcısına teşekkür ederek atlattım ancak Fransız aksanıyla konuşan uyanık muhabir yakamı bırakmadı ve o gün bana yöneltilen en akıllı soruyu sordu ki bu benim cevaplayamadığım tek soruydu.

"Sizce, hata yapan yetkililere ne tür bir işlem yapılması gerekir?

Bu benim aklımdan çıkaramayacağım bir soru olmuştu.

Daha sonra ilk kutlamayı bira içerek yaptım. Olvido, Luther, Laura ve ben, deniz kenarındaki açık havada bir barda oturduk. Yolun biraz aşağısındaki bira fabrikasında üretilen jalapeño birasının tadına vardım. Tekerlekli servis arabasına masada boşları toplayan, dişlerinin yarısı eksik siyahî bir adam önümüzde durdu, kafasıyla beni işaret etti ve

“Sizi tanıyorum.” dedi. “Başkan Bush’un akrabasısınız, değil mi? Bana verebilecek birkaç kuruşunuz var mı?”

Arka cebimi yokladım ama henüz ne cüzdanım ne de param vardı. Luther bana beş dolar verdi.

“Kâğıt para kabul eder misin? diye sordum. Gözleri parladı.

Parayı uzatırken,“İyi şanslar şefim.” dedim. Gülümsedi ve

“Başkan Bush’un akrabası, ha. Seni tanıdım! Şansa bak! Millet, bakın burada, kırk üç numaralı akraba!” Arabasını karşı sıradaki diğer masalara doğru sürükledi.

Olvido, akşam yemeği için ne yemek istediğimi sordu.

“Aslına bakarsanız benim istediğim, akşam yemeğini hava karardıktan sonra yemek. Elbette buna hepiniz karar vereceğiz.” dedim.

Metroya binerek doğu tarafında mağara şeklinde ve on metre tavan yüksekliğine sahip bir restorana gittik. İçeride, denemeye korktuğum yüzlerce çeşit tekila vardı. Neyse ki patron, bir tepsiye beş çeşidini koyup gönderdi.  Haberi duyan bazıları benimle göz temasına geçip başlarıyla selamladı. Birkaçı elimi sıkmak için yanıma geldi. Kahvelerimizi bitirmek üzereyken garson yanımıza geldi ve müşterilerden birinin hesabı ödediğini söyledi.

*DR (Death Row): Ölüm hücresi, idam cezasına çarptırılmış mahkûmlarının kaldığı hücrelerden oluşan hapishane koğuşu
** TDC (Texas Department of Criminal Justice): Teksas Adalet Bakanlığı)


(Devam edecek)

6 yorum:

  1. Yanıtlar
    1. Holywood'tan teklif alacağını ve hayatının filminde başrolü oynayacağını düşünmüştüm fakat öyle değil. Aslında niyetin ne olduğuna dair satır aralarında ipucu veriyor ancak romanın ileri kısımlarında bunun farkına varıyorsunuz.

      Sil
    2. Önceki bölümlerin yorumlarında hafiften spoiler sezdim zaten ama bakalım :D

      Sil
    3. Evet, dayanamadım biraz fazla spoiler verdim. Ancak kitabı henüz bitiremedim, bizim bu Rafael iyi adam hoş adam da, ateşle oynamaktan yine kendini alamıyor. Finali ben de merak ediyorum:)

      Sil
  2. oh ne şanslı adam yaaa, zor olan gerçekleşti de şimdi napacak bakalım, artık içeri girip çıktı, kaşınır bu rafael :)

    YanıtlaSil