28 Temmuz 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 49

Ağaç Ev Sohbetlerinin 49. bölümünün konusu yine sevgili Deeptone tarafından belirlenmiş. Şiddet içeren bir konu olmasına rağmen arkadaşımız yine konuyu tatlıya bağlamış, Zeus Dedesine selam çakmayı ihmal etmeden esprili bir yazı yazmış. Sohbet konusu şu:

Kurban Bayramı anılarınız var mı?


Olanları da silmek istiyorum desem, çok mu tepki alırım acaba. Çağımızda hayvanların törenle Tanrıya kurban edilmesi bana son derece aykırı geliyor. Eskiden sokaklar kan gölüne döner, her evin eli bıçak tutan erkekleri kasap kesilirdi. Hoş, şimdi yine aynı işi yapmak üzere belediyeler tarafından özel mezbahalar kuruluyor. Hatta Alo Kurban hatlarına para yatırıp itinayla toplu katliama devam ediliyor. 

Eşimle evliliğimizin ilk yıllarında, kurban kesme fikri konusunda epey ayrı düşmüştük. Görev icabı İzmir'de bulunduğumuz bir dönemdi. Yıllar sonra ilk kez onu kıramamış, kurbanlık almak üzere Üçkuyular'da kurulan hayvan pazarına gitmiştik. Büyük bir pazardı, epey dolaşmıştık. Sonunda uzaktan gördüğü güzel bir koçu gözüne kestirdi. İstemeye istemeye hayvanı alıp bir kasaba kestirecek, etini fakir fukaraya dağıtacaktık. Fakat o an inanılmaz bir şey oldu. Eşimin koçu işaret etmesiyle birlikte hayvan sürünün arasından sıyrılıp yanımıza geldi. Eşime öyle bir baktı ki dayanamadım. Görüyor musun dedim zavallı hayvan nasıl bakıyor, adeta canının bağışlanması için yalvarıyor sana. Şimdi sen onu alıp boğazını kestireceksin. Bir yerde, onun hayatını sadece kendi kararınla sonlandıracaksın. Buna sakın beni karıştırma. Kara gözlü akça pakça koç eşime melül melül bakmaya devam ediyordu. Şimdi sen nasıl kıyacaksın bu zavallı hayvana, dedim. 

O gün hayvan pazarından eli boş döndük. Ben son derece mutlu, eşim huzurluydu. Ve bu olaydan sonra kurban kesme olayı aramızda tartışma konusu olmaktan çıktı. Kurban bedeliyle eşimin okulundaki fakir öğrencilere dağıtmak üzere bazı yıllar gocuk aldık, bazen tanıdığımız yoksul insanlara nakdi yardımda bulunduk, bazen de güvendiğimiz kurumlara bağış yaptık. 

Hayvanları kurban etme fikrine karşı olduğum için bunu törensel bir faaliyet konusu yapmak üstelik bir de bayramını kutlamak çok acı geliyor bana. Genellikle kurban bayramı günlerini bir tatil olarak değerlendirir ve kesim yapılan ortamlardan uzaklaşırım.  

İslam ve Musevi inancına sahip olanlar Tanrı'nın kendilerine verdikleri yaşamın diyeti olarak kurban keserler. Oysa Hristiyanlık inancında bu durum farklıdır;  günaha batmış tüm insanlık için İsa'nın, kendisini kurban ettiğine inanılmaktadır. İncil'de İsa'nın on iki öğrencisiyle birlikte "Fısıh Bayramı" nedeniyle yedikleri yemek (Leonardo da Vinci'nin "Son Akşam Yemeği" adlı tablosunda canlandırılan) kurban konusuyla ilişkilendirilmektedir. Nitekim bir tür kurtuluş bayramı olarak değerlendirilen bu törende yenilen ekmek, İsa'nın etini (bedenini), şarap ise kanını simgeleyen bir rütüelin temelini oluşturmaktadır. Bu yüzden şans eseri Hristiyanlık dininde kurban kesme olayı yer almamıştır.

25 Temmuz 2020 Cumartesi

YENİ BİR ROMAN ÇEVİRİSİ

"Masum Bir Adamın İtirafları" adındaki ilk roman çevirimi yaparken büyük zevk almış ve bu işi devam ettirmek konusunda kararımı vermiştim. Türkçe'ye çevrilmemiş birçok eser arasından ikinci çevirim için bu kez göz hastalıkları uzmanı Amerikalı bir doktor olan Steven E. Wilson'u seçtim. Roman, kurgusal olarak Ermeni bir ailenin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadıklarını konu ediyor. 

Aslında tehlikeli bir konu. Fakat ben olayı özellikle farklı bir bakış açısından görmek istedim. Ermeni diasporası ve pek çok ülke yaşanan trajediyi soykırım olarak nitelerken devletimizin resmi görüşü, bunun aksini savunuyor ve yapılan eylemi tehcir olarak tanımlıyor. 

Soykırım: Siyasal, ulusal, ırksal ya da dinsel bir nedenle azınlık durumundaki bir insan topluluğunu soyca yok etmeyi amaçlayan toplu öldürme eylemi.

Tehcir: Göçe zorlama, göç ettirme, göç etmesine yol açma, sürme

Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, siyasi kararların sonucunda en büyük acıları masum insanlar çekiyor. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeni vatandaşların maruz kaldığı büyük acıların benzerleri çok. Ailesi bir Girit göçmeni olan benim ve Selanik göçmeni olan eşimin ataları da benzer sıkıntılar yaşamışlar. Onlar da mübadele denilen değişim sürecinde topraklarını terk etmek zorunda kalmışlar ve her şeylerini bırakıp yollara dökülmüşler. Hastalık, açlık, sefaletle mücadele etmişler. Bir çoğu uzun göç yollarında can vermiş, çetelerin saldırılarına uğramışlar. Aynıları Türkiye'den Yunanistan'a göç eden aileler için de geçerli. Sağ kalanlar yeni vatan topraklarında gavur diye dışlanmışlar, yoksulluk çekmişler. Bu tür büyük felakete uğrayanların hiçbirini birbirinden ayırmadım, ayırmam. En son Suriye'de ABD'nin işgal ve sömürü politikası gereği milyonlarca insanın evlerini terk etmesiyle sonuçlanan olaylar ortadayken yapılan işlemin adına soykırım ya da tehcir demenin ne anlamı olabilir. 

"Anadolu'nun Hayaletleri" kitabının tamamını henüz okumadım. İlk kitabımda olduğu gibi birkaç bölüm ileriden giderek çevirmeyi düşünüyorum. Yazarın bu üçüncü kitabı. 1996 yılında bir konferans sebebiyle bulunduğu Kudüs'te, eşiyle birlikte şehir turu atarken uğradığı Ermeni mahallesinde, darağacına asılmış bir grup Ermeni erkeği gösteren fotoğrafın altında büyük harflerle yazılı "Ermeni Soykırımını Unutma" yazısını gördükten sonra konuyu araştırmaya karar vermiş. Halep, Anadolu ve Orta Doğu'da pek çok bölgede birçok yeri gezip olaylara tanıklık etmiş birçok insanla görüşmüş, on iki yıl boyunca konuya ilişkin düzinelerce kitap okumuş. Elde ettiği bütün bu bilgilerden Uzak Doğu ülkelerine yaptığı uzun uçak seyahatleri esnasında yazmış bu kitabı. Romanın yanlı yazılmasının hiçbir önemi yok benim için. Önemli olan başkalarının olaylara bakış açısını öğrenmek. Sanırım düşünen insanlar böyle davranmak zorunda.

Konuya ilgi gösteren okurlara şimdiden teşekkür eder, yorumlarınızı beklerim.          

23 Temmuz 2020 Perşembe

YEMEK MİMİ

Konu yemek olunca Azkaban Firarisi' nin başlattığı mime katılmadan edemedim. Her ne kadar acıkan yapmasın dese de, sorular insanın iştahını kabartacak cinsten. Hadi başlayalım o zaman:

1) İlk yaptığınız yemeği hatırlıyor musunuz ?(yağda yumurta sayılmıyor)
Evet, hatırlıyorum. Hasan Paşa köftesiydi. İnternet yoktu o zamanlar tabii. Yemek kitabından bakıp yapmıştım. Fena da olmadı hani.

2) Yemekten en zevk aldığınız yemek ne?
Gerçekten birini seçersem diğerlerini gücendirecekmişim gibi bir his kapladı içimi. Enginar ve yumurtalı Avranos/sarmaşık diyeyim en azından. İkincisini Giritliler bilir daha ziyade.

3) Dünya Mutfaklarını seviyor musunuz? En sevdiğiniz hangi ülkenin mutfağı?
Sevdiklerim var, sevmediklerim var. Ama benim en çok sevdiğim İtalyan mutfağı elbette.

4) Yemeyi hiç sevmediğiniz bir yemek/yiyecek var mı? Varsa nedir?
İki yemeği ağzıma koymam. Birincisi bamya, ikincisi pırasa.

5)Dışarıdan veya dışarıda en çok hangi yemeği yiyorsunuz?
Dışarıda yemek durumunda kalırsam, ilk olarak midye dolması, daha sonra İzmir usulü kokoreç ararım.

6) En sevdiğiniz tatlı nedir?
Tiramisu, hele bir de eşim yaptıysa eğer.

7) En sevdiğiniz içecek nedir?
Zamana bağlı olarak en sevdiğim içecek değişiklik gösterir. Şu sıralar, bira ve şekersiz kola diyebilirim.

Şimdiye kadar katıldığım en basit soruları olan mim'di  bu. Katılmak isteyen herkes davetlidir.

ŞAHSİYET - DİZİ

Bunca yıldır bine yakın yazı yazdım. Ancak dizi film konusunda blogumda yer verdiğim ikinci dizi, "Şahsiyet". İlki, ünlü uyuşturucu kaçakçısı Pablo Escobar'ın hayatının konu edildiği "Narcos" adlı sekiz bölümden oluşan bir diziydi. Tamamını bir oturuşta izlemiş ve 08/01/2016 tarihinde yorumlamıştım.

Şahsiyet, senaryosunu Hakan Günday'ın yazıp baş rollerini Haluk Bilginer ve Cansu Dere'nin paylaştığı cinayet-polisiye türünde, her biri yaklaşık bir saat süren ve on iki bölümden oluşan bir dizi. Agah rolündeki Haluk Bilginer, adliyeden emekli bir memur. Alzheimer hastalığına yakalandığını öğrenince yıllardır planladığı cinayetler serisine başlar. Diğer taraftan cinayet bürosunun tek kadın polisi olan  Nevra katilin peşine düşüp olayı aydınlatmak için büyük bir çaba sarf eder. Agah'ın işlediği her cinayet sonrası Nevra'ya hitaben yazdığı notlardan sonra olay bambaşka bir boyuta bürünür. 

Severek iki gecede tamamladığım dizinin son bölümü bir buçuk saat. Agah'ta kısa bir süre önce tamamladığım çeviri romanımdaki Rafael karakterini buldum. Adaletin olmadığı, hukukun sadece kitap sayfalarında kaldığı bir dünyada intikam hırsıyla adaleti sağlayan birileri çıkıyor ve ben, yaptıkları ne olursa olsun, bu insanları seviyorum. Mesela bir çocuğa tecavüz eden caninin hapishanede diğer mahkumlar tarafından öldürülmesi yüreğimin yağlarını eritiyor. Şahsiyet dizisinde de Reyhan adındaki küçük bir kız çocuğunun Kambura adındaki hayali bir yerleşim yerinde, ahlaksız onlarca kişi tarafından tecavüze uğraması ve iki yıl sonra intihar etmesine sebep olunması, daha sonra olayın örtbas edilmesi için devlet kurumlarına nüfuz etmiş görevlerini kötüye kullanan hakimi, polisi gözler önüne seriliyor. Agah, aynı Rafael gibi adaletin olmadığı toplumda kendi yöntemleriyle adaleti  sağladığına inanan ve bunu başarmak için her şeyi göze alan bir örnek. Bu düşüncem pek çok kişiye ters gelebilir. Ama ben, bütün bu insanlara saygı duyuyorum. Çünkü görüyoruz, kadın cinayetleri, kadına şiddet tüm hızıyla devam ederken her zaman yapanın yanına kar kalıyor yaptıkları. Adalet bütün bu olan bitene ne kadar da aciz kalıyor. Her türlü ceza için olmasa bile, özellikle bilerek cana kasteden, kadına şiddet uygulayan, çocukları istismar eden canilere Rafael gibi, Agah gibi cezalandırıcılar arıyor gözlerim. 

22 Temmuz 2020 Çarşamba

KARA KUTU - SONER YALÇIN

Kitabın Adı: Kara Kutu
Yazar: Soner YALÇIN
Sayfa Sayısı: 577
Yayınevi: Kırmızı Kedi
Türü: Araştırma


Kitap Hakkında: Soner Yalçın, araştırmacı kimliğiyle, bu kez sağlık sektörünü masaya yatırıyor. 19. Yüzyıldan başlayarak günümüzdeki küresel ilâç sektörünün doğuşunu, tıbbi araştırmaların nasıl çarpıtıldığını, hastaların nasıl müşteri haline getirildiğini, ilâçların olumsuz yan etkilerinin nasıl gizlendiğini, bilim adamları ve üniversitelerdeki profesörlerin ilâç firmalarıyla parasal ilişkilere nasıl girdiğini detaylı bir şekilde anlatıyor. 

Dünyanın üçüncü büyük sektörü haline gelen sağlık ve ilâç sektörünün, insan sağlığını hiçe sayan uygulamaları ve para hırsıyla yaptıkları gerçekten insanı dehşete düşürüyor. Yazar, endüstriyel tıp olarak isimlendirdiği küresel ilâç ve tıbbi cihaz üreticilerinin bağış adı altında hangi kişi ve kurumlara ne kadar rüşvet verdiklerini, milyarlarca dolar kazanan şirketler tarafından üretilen ve yeterince test edilmemiş ilâçların yan etkilerinden dolayı sakat kalan, hayatını kaybeden insanları ve ilâç şirketlerine karşı davaları ve ödenen milyonlarca dolar tazminatları konu ediyor kitabında.

Benim en çok dikkatimi çeken husus, Soner Yalçın'ın şirket ve şahıs isimlerini vererek ilâç firmalarının yaptıkları kirli işleri ortaya çıkarmasına rağmen, her şeye gücü yeten küresel güçlerin böyle bir kitabı nasıl olup da satışına izin vermiş olmaları ve söz konusu firmaların ticari itibarlarını zedelediği için yazara hiçbir tazminat davası açmamış olmaları.

Yazar, ilâcın ve tıbbın sağlık için faydalarını inkâr etmiyor ancak sektörün amacından saptırıldığını, baskıyla, rüşvetle uluslararası ve ulusal örgütleri, şahıs, kurum ve kuruluşları tahakkümü altına aldığını belirtirken sonuçta gittikçe artan gerekli/gereksiz ilâç ve tedavi paralarıyla insanların ve ülkelerin ekonomik bakımdan sömürülmesinin yanı sıra toplum sağlığının da bozulduğunu vurguluyor.

Eskiden doktorlar hastasını muayene eder, bilgi ve tecrübesiyle hastalığı teşhis eder ve buna göre ilâç tedavisine başlardı. İlaçlar tamamen doğadaki bitkilerden üretilirdi. Artık durum değişti. Doktor hastasının yüzüne bile bakmıyor, hemen git şu tahlilleri yaptır, tomografi çektir, MR çektir sonucunu getir diyorlar. Sonuca göre, ellerine verilen listeden kimyasal ilâçları reçetelerine yazıyorlar. Bütün hastalar aynı onların gözünde. Oysa her insanda o ilâçların ölüme varan farklı yan etkileri bulunuyor. İlâçların tamamına yakın bir bölümünde kanserojen petrol ürünleri kullanılıyor. Böbrek hastası ilâcını kullandığında kalp hastası oluyor. Amaç da bu zaten. Daha fazla hasta, daha fazla ilâç. 

Endüstriyel tıp yeni yeni hastalıklar üretiyor ve bu hastalıklara göre yeni ilâçlar sürüyor piyasaya. Türkiye tıbbi cihaz sayısı bakımından dünya dördüncüsüymüş! İlâç tüketimi katlanarak artıyor, petrol ithalatına ödenen paranın yarısı kadar küresel ilâç şirketlerine para ödüyormuşuz. 1950'lerden itibaren yanlış politikalarla sağlığımızı küresel güçlere teslim etmiş, yerli ve milli ilâç sanayimizi yerle bir etmişiz. 

Konu oldukça uzun. Kitabın bazı bölümlerinde ülkemizde geçmişten bu güne sağlık sistemindeki değişime tarihsel bakımdan ışık tutuluyor. Günümüzde birbiri arkasına kurulan dev şehir hastanelerinin insanları birer makine haline getirdiği, zararına aldırmaksızın gerekli gereksiz tıbbi cihazlara sokulan hastalara haddinden fazla ilâç yazıldığı anlatılıyor.

Açıkçası kitaptan etkilendim. Zaten çok zorunlu olmadan ilâç kullanan biri değildim. Artık bu konuda bir kat daha dikkatli olmam gerektiğine inandım. Doktorlara gelince; büyük bir kısmının dönen çarkın dişlisi olduğuna inanıyorum. Sağlık Bakanlığı, DSÖ ne derse onu yapıyor. Maske hasta olmayana gereksiz, bütün profesörler ağız birliği etmişlercesine maske kullanmaya gerek yok diyorlar. DSÖ, takın, gerekli diyor. Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere bütün doktorlar bir anda maskeci oluveriyorlar. DSÖ, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler hepsi küresel sermayeye hizmet ediyor. Durum böyle olunca şahsen inanabileceğim, güveneceğim doktor sayısı yüzde beşi geçmiyor.

ŞİNASİ BEY 6

Enerjisinin büyük bölümünü gevezeliğe ayırdığından olsa gerek, bütün işlerini ağırdan alırdı Şinasi Bey. Öyle böyle değil, Feriha Hanım'la dışarı çıkmaya karar verdiklerinde, en az yarım saat kapının önünde bekletir, kadının gününü rezil ederdi.

Sabahları çok erken kalkardı. Duşunu aldıktan sonra bornozuyla banyodan çıkar, sakal tıraşını mutfakta olurdu. Önce el aynasını yüzünü gösterecek şekilde masaya itinayla yerleştirir, küçük bakır kabını musluk suyuyla doldurduktan sonra ısıtmak için ocağın üstüne koyardı. Bu arada banyodaki dolabın çekmecelerinden yüz havlusu, tıraş sabunu ve usturasını alır, masaya düzenli bir şekilde dizerdi. 

Kısa bir süre sonra tıraş suyunun kaynadığını fark edip ocağı söndürür, onun biraz soğumasını beklerken radyonun düğmesini çevirir, klâsik Türk Sanat Müziği çalan bir istasyon bulunca keyfi iyice yerine gelir, parçanın sözlerine eşlik etmeye başlardı. Tam bu esnada kahvaltı hazırlamak için mutfağa giren Feriha Hanım, söylene söylene çaydanlığa su koyarken Şinasi Bey'in gamsızlığı karşısında hayrete düşerdi.

Şinasi Bey, Feriha Hanım'a nispet yaparcasına eşlik ettiği şarkı sözlerinin üstüne biraz daha basar, içten bir gülümsemeyle ona karşılık verirdi. Fırçayı Arko marka tıraş sabunun etrafında dolaştırıp iyice köpürttükten sonra yüzüne dağıtır, sağ eline aldığı usturayla favorilerinin altına ilk bıçak darbesini vururdu. Aradan on, on beş dakika geçtikten sonra Feriha Hanım çayı demlemeye gelir, Şinasi Bey'e yan gözle bir bakış atar ve hiçbir şey söylemeden salona dönerdi. Şinasi Bey, tıraş suyunun soğuması üzerine, bakır tası boşaltır, içine yeniden su koyup ocakta ısınmasını beklerdi. Bu arada, yüzündeki köpüğün kuruduğunu fark edip banyoda yüzünü yıkar, ocaktan aldığı bakır tasa fırçasını daldırıp bir kez daha sabunlar ve sakalında temizlenmemiş yerleri beyaz köpükle örterdi. 

Şinasi Bey'in sinek kaydı tıraş olması ve yüzünü yıkayıp limon kolonyası sürünmesi nereden baksanız bir saatini alırdı.

Şinasi Bey ne kadar ağırsa, Feriha Hanım bir o kadar pratikti. Kocası tıraş takımlarını toplayıp yüzünü yıkayana, jilet gibi ütülenmiş takım elbisesini giyip hazırlanana kadar, masaya kahvaltılıkları çıkarmış, tavşan kanı çayları ince belli bardaklara çoktan doldurmuş olur ve Şinasi Bey'e seslenirdi.

"Hadi Şinasi Bey, yine soğuttun çayını."

Beklemekten iyice sıkılan Feriha Hanım, üçüncü keyif çayını içerken Şinasi Bey masaya oturuncaya kadar genellikle kahvaltısını bitirmiş olurdu.

Burnuna kocasının tıraşlı yüzüne sürdüğü kokusu geliyordu. Bir şeyler söylemek istedi ama ne diyeceğini bilemedi. Sessizlik canını sıktı. Belki de onu sıkan, kocasının anlam veremediği neşeli haliydi. Sonunda dayanamadı.

"İşe mi gideceksin, yoksa köpeği mi gezdireceksin?"

Şinasi Bey'in aklına Şazende Hanım düştü hemen. Yurt dışı seyahati nedeniyle dört gündür görüşememişlerdi. Feriha Hanım'a baktı, sanki karşısında oturan Şazende Hanımdı. Mutlu bir şekilde gülümsedi.

"Sende bir haller var Şinasi Bey, beni duydun mu acaba? Köpeği gezdirecek misin dedim."

Şinasi Bey, silkinip hayallerinden kurtardı kendini. Saatine baktı, neredeyse geç kaldığını fark ederek panik içinde ayaklandı.

"Ha, evet. Zaman ne çabuk geçmiş! Köpeği gezdirdikten sonra uğrayacağım şirkete."

Parkın yolu hiç bu kadar uzun gelmemişti. Kalp atışları hızlandı. Az sonra her zaman buluştukları yerdeki bankta Şazende Hanım'ın oturduğunu görünce rahatladı. Bu kez sarı renkli ipek bir bluz, beyaz pantolon giymişti. Sarı saçlarını toplamış, kocaman bir güneş gözlüğü takmıştı. Gözleri köpeğini aradı ama onu göremedi. Onun yerine beş yaşlarında bir çocukla ilgileniyordu.

İyice yaklaşınca arkasından duyduğu sesle şaşkına döndü.

"Şinasi Bey!" diye bağırıyordu elinde köpeğiyle Şazende Hanım. Bankta oturan sarışına dikkatlice baktı. Yanıldığını anlamıştı. Bu kadar mı benzerlik olur diye geçirdi aklından.

Dönüp gerçek Şazende Hanım'ın olduğu yöne doğru ilerledi.

İkisinin köpeği hemen oyuna başlamışlardı. Aynı anda iplerini çözerken Şinasi Bey,

"Nasılsınız görmeyeli Şazende Hanım?"  dedi.

O esnada çocuklu sarışın yerinden kalktı. Şazende Hanım, parkın en serin köşesinde yer alan bankın boşaldığını görür görmez o yöne doğru hareket ederken Şinasi Bey'e neşe içinde cevap verdi.

"İyilik, ne olsun. Haberler sizde Şinasi Bey."

Şinasi Bey, Fas macerasını ballandıra ballandıra anlatmaya koyuldu. Uçak yolculuğundan başladı, restorandaki fasılda nasıl şarkı söylediğinden, gittiği ülkenin çarşılarından, evlerinden, insanlarından, çöllerinden, dağlarından uzun uzadıya bahsetti. Şazende Hanım ilgiyle dinliyordu.

Derin bir ah çekti. "Ne güzel yerlermiş, ben de oraları görebilmeyi ne çok isterdim bir bilebilseniz. Kocam olacak herif ömrümü tüketti, hiçbir yer göremedim."

Şinasi Bey, ne cevap vereceğini bilemedi. Gönlünden geçen çok şey vardı ama eli kolu bağlıydı.

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 48

Ağaç Ev Sohbetleri'nin bu haftaki konusu yine sevgili Deeptone'dan. Aklını kurcalayan bir güncel konu başlığı açmış ve düşüncelerini burada güzel bir şekilde aktarmış. Hemen 48. Bölüm için sohbete açılan soruya geçelim:

Günümüzdeki genç insanlar daha önceki kuşaklardaki genç insanlara oranla daha güçlü ve etkili midirler?


Soru bana oldukça ilginç geldi. Hani Orson Welles'in bir şarkısı vardı, "I know what is it to be young but you, you don't know what it is to be old - Genç olmanın ne olduğunu ben biliyorum ama sen, sen yaşlı olmanın ne olduğunu bilmiyorsun."  Şimdi buradan yola çıkarsak, günümüzün gençleri, önceki genç kuşakların tam olarak ne kadar güçlü ve etkili olduklarını bilemezler ama önceki kuşak gençleri günümüzün genç insanlarının ne kadar güçlü ve etkili olduklarını bilir desem fazla iddialı konuşmuş olmam sanırım.

Mesela bir 68 kuşağı vardı dillere destan, bütün dünyayı kasıp kavuran. İdealist, sanatkar, zeki genç insanlar. Bırakın interneti, sosyal medyayı, televizyon bile yoktu o zamanlar. Ama hepsi çok okuyan, meraklı ve biz varız, bizim dediklerimizi de dikkate almak zorundasınız diyen, haklının, ezilenin yanında, sömürüye, emperyalizme ve kapitalizme karşı, ne yaptığını bilen fişek gibi gençler. İşte onlardı güçlü ve etkili olan. Fakat ne yazık ki yetmedi güçleri, o çelik yürekleri yenik düştü kirli sermayenin temsilcilerine. 

Günümüze gelince, Gezi Direnişi, içime umut kıvılcımları saçmıştı. Pırıl pırıl gençler güle eğlene, isyanlarını son derece naif ve vurucu bir şekilde duyurmuşlardı dünyaya. Sonra özellikle aralarına provokasyon gruplarını karıştırdılar. Sermaye ve sömürünün temsilcileri ellerindeki silah ve iktidar gücüyle susturdu seslerini. 

Umudumu kaybetmek istemiyorum. "Keşke" sözünü de hiç sevmem. Ama keşke diyorum yine, keşke günümüzün ve yarının gençleri Atatürk'ün çizdiği yolda gerçek bağımsızlık mücadelesini vermek, ülkede hak ve adaleti sağlamak konusunda güçlü ve etkili olabilseler. Zira bugünün genç kuşakları her ne kadar ileri teknoloji ve bilgiye ulaşım imkanlarına çok daha fazla sahip görünse de aynı imkanlar onları türlü oyunlarla etkisizleştirecek kapitalist sistemin elinde de var. Genç kuşakların aldıkları eğitim eskiye oranla çok daha kötü, bilimsellikten uzak. Üniversite sayısının artması eğitimin yükselmesine delil olarak sunuluyor. Oysa nicelik değil, niteliktir önemli olan.  İnsanlara bayrak, şehit, milliyetçilik, yerlilik, millilik, Atatürkçülük, demokrasi, ve bunun gibi nice kelimelerin ilke ve anlamlarını unutturuyorlar. 


15 Temmuz 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 79/4


“Rahat olun.” dedim. “Silahın nasıl doldurulacağını öğrenmek için mecburen bir video izlemek zorunda kalmıştım. Nasıl ateş edeceğimi hâlâ bilmiyorum."


Kilitlerin anahtarlarını eğilip yere bıraktım.

“Bu işlere kalkışmakla ne yapmayı umuyordum, tam olarak emin değilim. Belki hedefime ulaştım.” dedim.

Stream'e baktım.
“Sen, muhtemelen bunu başaramadığımı söyleyeceksin.” dedim.

Televizyonun sesini kapattım. Stream parmaklarını kütletti. Moss, ayağa kalktığında, sandalyesi hala sallanmaya devam ediyordu.


“Burayı ilk test ettiğimde, TV ve ışıkları söndürmüştüm. Canlı canlı gömülmek gibiydi. Işık yoktu, ses yoktu. Burada huzuru buldum. Şimdi yine aynı huzuru hissediyorum.” dedim.

Moss,” Bay Zhettah?” diyerek bir çığlık attı.

Gözlerim yandı ve vücudumda bir ağırlık hissettim. Stream'e baktım.

“En iyi arkadaşım, ölmeden önce kızıyla barışmak dışında hiçbir şey istemiyor. Umarım senin de oğlunla ilişkin yoluna girer." dedim.

Moss’a döndüm,
“Lütfen kocana ondan özür dilediğimi ve başka bir plan düşünecek kadar zeki olamadığım için üzgün olduğumu söyle.” dedim.


Göz kapaklarım kapandı, sonra yavaş yavaş gözlerimi açtım, keçeleşmiş kirpiklerimin arasından ikisinin de karşımda durup demir parmaklıklara yaslandıklarını gördüm. Stream korkudan donmuş gibiydi, fakat Moss daha rahat görünüyordu. Anahtarları ayağımla hücrelerine doğru kaydırdım.

“Ben gittiğimde, bunları kullanarak dışarıya çıkabilirsiniz. Avukatım ​​çoktan kasasını açıp mektubumu okumuştur muhtemelen. Öyle sanıyorum ki, Dedektif Pisarro da yola çıkmıştır. Çıkarken ana kapıyı açık bırakacağım.” dedim.

Beni büyük bir dikkatle izliyorlardı ama ikisi de artık korkmuyordu. Derin bir nefes aldım ve bir anlığına gözlerimi kapattım. Sonra gözlerimi açtım,

“Hoşça kalın. Sayın Yargıçlar.” dedim.

Hah. Sayın Yargıçlar! Hâlâ kendimi eğlendiriyordum. Gülmeye başladığım anda güçlü bir ağrıyla kasıldım. Midem sanki bir kazma ucuyla deliniyor gibiydi.

Korkuluklara yapışıp merdivenleri ağır ağır tırmandım. Aşağıdan herhangi bir ses ya da bir hareket gelmiyordu. Onları rahatlatmak için yanıma çağırmayı düşündüm, bu onlara kurduğum bir tuzak değildi. Fakat acele etmelerine gerek yoktu. Artık canları ne zaman isterse özgürlüklerine kavuşabilirlerdi. Eve girdim ve Tieresse'nin küllerini tezgâhın üzerinden aldım. Bütün odalara girdim ve bütün dolapların kapağını açtım. Tieresse’in kuruttuğu güllerden birini bulup cebime koydum. Sonra bütün ışıkları açtım ve dışarı çıktım. Batıdan esen rüzgâr, akçaağaç, mine ve Medine çiçeklerinin kokularını taşıyordu.


O zaten oradaydı, uçakta oturmuş beni bekliyordu. Onunla tanıştığım gün giydiği aynı sarı, sırtı açık, kolsuz elbiseyi giyiyordu. O elbiseyi hatırlıyorum, demek istedim. Yanına tırmandım ve ona çiçekleri verdim. Ağzının kulağıma doğru eğildiğini hissettim, bana şöyle fısıldadı,

“Nereye gidiyoruz, Amor?”

Alt dudağında küçük bir tuz lekesi parlıyordu. Sol yanağında, kalın mor bir yara izi vardı.

“Artık yeterince beklediğimizi sanıyorum. Dokuz yüz kilometre uzaklıktaki Cooperstown, Kuzey Dakota'ya direkt bir uçuş planı belirledim.” dedim.

Gülümsedi, yüzündeki yara izi kaybolurken ben güçlükle nefes alıyordum.

“Benim için bir şeyler yapmanı istiyorum, aşkım,” dedi. “Buraya çok yakın bir yerde bir zamanlar benim için yaptığın bir şey. Bunu benim için yine yapar mısın?”

Tabii ki, aşkım, senin için her şeyi yaparım demek isterdim. Fakat yorgundum, çok yorgun. Ağzımı açacak takat bulamadım, sadece başımı sallayabildim.

Bana ne istediğini söyleyemeden, gözlerimi kapadım.


SON

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 78/4


Daha sonra La Ventana'ya gittim. Orası, üç ay öncesinden bütün masalarının rezerve edildiği ünlü bir suşi restoranı olmuştu. İçeri girdiğimde, bardaki bayan garson, şu anda tüm yerlerin dolu olduğunu söylemiş, ancak beklemek istersem şefle görüşmesi gerektiğini belirterek iznimi istemişti. Şef, cevabını vermeye fırsat bulamadan beni tanımıştı ve hemen yanıma koştu. Oturmam için yer gösterdi.  Korkarım zamanım yok derken, ona karşı kendimi suçlu hissetmiştim. En kısa zamanda kesinlikle yeniden geleceğimi söyledim. Eğilip selamladı, ona elimi uzattım.

Hava alanına geri döndüğümde yakıt depolarına bir göz attım. Eve geri dönebilmek için birden kendimi çok yorgun hissetmiştim. Kısa bir şekerleme yapmak üzere havaalanının bekleme salonunda uzandım. Uyanmam gece yarısını bulmuştu ve en az yetmiş beş yaşlarında görünen bir güvenlik görevlisi dışında salonda hiç kimse yoktu. Ona, uyumama izin verdiği için teşekkür ettim, sonra havayı kontrol ettim, bulutsuz, aysız bir gecede yola çıktım.

Tieresse’le balayına çıkamamıştık. Fakat mutlaka bir yerlere gitmek istiyorduk. Aklında Kuzey Dakota'yı görmek vardı. Ülkede ziyaret etmediği tek eyalet orasıydı.

“İkimizin de daha önce görmediği bir yere birlikte gitmemizin iyi olacağını düşünüyorum.” demişti.

Gitmek istediği her yer benim için iyiydi. Ne var ki, yola çıkmazdan bir gün önce tenis oynarken dizindeki ön çapraz bağını yırttı ve bu yüzden seyahatimizi ertelemek zorunda kaldık. Alternatif planımız birinci yıl dönümümüzde gitmekti, fakat o tarih geldiğinde, Almanya’daki temsilciliklerini kapatmak için yurtdışına çıkmıştı. Avrupa'dan döndüğünde,

Amor, gelecek yıl bütün dünya yansa, ikinci yıl dönümümüz için Dakota'ya gideceğiz.” dedi.

Bu, bizim bir daha hiçbir zaman kutlayamayacağımız ilk yıl dönümüydü.

Aşağı inip gözetleme deliğinden baktım. Moss ve Stream hücrelerinde oturmuş, sohbet ediyorlardı. Kapıyı açtım ve daha ne kadar yaşayacağımdan emin olmadığımı söyledim.

“Avukatım Olivido’ya sizi kaçırdığımı itiraf eden, bu işi nasıl yaptığımı ve nerede bulunduğunuzu detaylı olarak anlatan bir mektup bıraktım. Eğer yirmi dört saat benden haber alamazsa, mektubu kasasından çıkarıp okumasını istedim.” dedim.

Stream, “Doğru mu bu söylediklerin?” diye sordu.

Telefonuma baktım ve hemen geri döneceğimi söyledim.

Merdivenleri çıktım, her katta telefonumun kapsama alanına girip girmediğini kontrol etmek için durup kontrol ettim. Tamamen yukarı çıkana kadar servis dışı görünüyordu.  Dedektif Pisarro'ya bir mesaj gönderdim.

“Dedektif, benimle ilgili olarak, ilgilendiğiniz iki olaydan birinde, içgüdüleriniz beni gerçekten etkiledi.” yazdım ve silonun kapak GPS koordinatlarını mesaja ekledim. Telefonumu yere bırakıp geri döndüm.

Moss, “Her şey yolunda mı?” diye sordu.

“Ziyadesiyle” dedim.

Gözlerimi kapadım, ne kadar öyle kaldığımdan emin değilim. Göz kapaklarımı yavaşça aralarken, daha önce Etch A Sketch’iniz oldu mu? Hani resim çizmek için kullanılan, iki düğmesi olan, daha sonra silmek ve yeniden başlamak için makineyi sallamanız gereken bir çocuk oyunuydu.

Moss,“Evet, Etch A Sketch, sevdiğim bir oyundu.” dedi.

“Küçüklüğümden beri, gözlerimi sımsıkı kapatıyordum, bu sanki kötü olan her şeyi silmek gibiydi. Daha sonra gözlerimi açtığımda, her şey gözüme daha iyi görünüyordu. " dedim.

Tieresse'nin bana evlenme teklif ettiği güne kadar her şeyi kafamdan silmiştim.

Moss'a kocasıyla balayına nereye gittiğini sordum.

“Ben kaplıcaları severdim, Harvey ise kalabalık yerlerden hoşlanırdı. Bu yüzden Vegas'a gittik.” demişti.

Stream’a sordum, “Ya, sen balayında nereye gittin?

“Ben önceki evliliklerimde balayı için gittiğim yerlerden hiçbirini tekrar ziyaret etmek istemem.” dedi.

Onlara Kuzey Dakota'dan bahsettim.

Stream,“Cooperstown'da Minuteman füze fırlatma tesisi var dedi. Bizim içinde bulunduğumuz yer göz önüne alındığında hayli ironik.” dedi.

Onu bilmiyordum. Bana bir şeyler ima ettiğini düşündüm. Dönüp dijital saate baktım, saniyeler geriye doğru birer birer azalıyordu.

“Sizinle uzun yıllar pasta paylaşmayı umuyordum. Her yıl sizler için özel olarak seçtiğim pastaları hatırlıyor musunuz?” diye sordum.

Moss, “Evet, bize daha önce söylemiştin.” dedi.

Nefesim daralıyordu ama kendimi yorgun hissetmiyordum. Hatta öncesine göre biraz daha iyi gibiydim. Tieresse de bana, cilt kanserine yakalandığı sıralar, en zor günlerinden hemen önce, kendini daha iyi hissettiğini söylemişti.

Stream ve Moss'a döndüm,
“Belki bu hastalığımdan kurtulma ihtimali olan tek kişi ben olabilirim. Bu şansa sahip birisi mutlaka vardır. Ama o kişi ben olmayacağım, B planımı uygulama zamanım geldi. Şu anda, hayatlarınıza son vermeye ya da sizi serbest bırakmaya karar vereceğim bir noktadayım.

Her ikisi birden gözlerini bana dikip dehşet içinde yüzüme baktılar.


(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 77/4


Tieresse, Iowa ve Davenport'ta çeşitli temsilcilikler kurmuştu fakat orta sınıf için inşa edilen evlerin evsizleri ve yoksulları maddi bakımdan zor durumda bırakacağından endişe ediyordu. Bu nedenle, uygun fiyatla satabileceği, ortak oyun alanı ve bahçesi olan, bağımsız, küçük aile evlerinden oluşan bir konut projesi fikri geldi aklına.

Böylece çalışan anneler orada, birbirlerine yardımcı olabileceklerdi. Üniversitenin kuzeyinde seksen dönümlük bir arazi satın aldı. Küçük evlerin yanı sıra, aynı arazide, bir gıda kooperatifi ve bir de iş eğitim merkezi kurdu. Onun bu çılgın projesi, hayallerinin ötesinde başarılı oldu. Anneler, ilk kez iş sahibi oldular ve orada büyüyen çocukların yüzde yüzü üniversiteye gitti. Ambrose Üniversitesi onursal fahri doktora ödülü vermek için onunla temasa geçmişti. Bunu, Tieresse'nin mutfak tezgâhında unuttuğu Dekanın mektubunu okuyunca öğrendim. Onu tebrik ettiğimde, bana ödülü kabul etmediğini söyledi. Ona bunun nedenini sordum.

Tieresse, ödülü geri çevirme nedeninin oldukça ironik olduğunu söylemişti.

Bence üniversite gerçekten özgür fikirlere sahipti ve toplumda değerli işler yapıyordu ama sadece isminden dolayı ona karşı rahatsızlık duyuyordum. Ambrose azılı bir Yahudi düşmanıydı. Onun yaşadığı kasabanın yakınlarında mafya, bir Yahudi sinagogunu yakıp yıkmıştı. İmparator Theodosius suçluları cezalandıracak ve zararı karşılayacaktı fakat Ambrose buna karşı çıkmıştı. Aslında Yahudilerin İsa'yı reddettiklerini, bu yüzden onlara yapılanları hak ettiklerini söylemişti. Ona, bütün bunları nereden bildiğini sordum. Üniversitede Hıristiyanlık Tarihi okuduğunu, okuduklarından etkilenip bu yüzden ateist olduğunu anlatmıştı. Her neyse, belki size saçma gelecek ama bana verecekleri ödül belgesinde adımın yanında Ambrose adını görmek istemiyordum demişti.


Moss, “Tieresse, çok iyi bir insandı.” dedi.

“Aynen öyleydi.” dedim.

Stream, Ambrose'un Augustine ile birlikte çağının en büyük teologlarından biri olduğunu söyledi.

"Dördüncü yüzyılda yaşayan insanları, çağımızın modern ahlaki standartlarını kullanarak ölçmenin adil olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordu.

“Sonunda, John, ortak bir yönümüz ortaya çıktı işte. İkimiz de izafi ahlak anlayışına sahibiz. Hadi şimdi, yemeğinizi daha fazla bölmeyeyim.” dedim.

Biraz kestirmek için yukarı çıktım. Onlara fahri doktora hakkındaki hikâyeyi anlatmamın sebebi, Tieresse’nin rüyamda beni ziyarete gelmiş olmasıydı. Onun beni götürdüğü tek yer politikacıların katıldığı bağış toplama etkinliğiydi. Beyaz eldiven giyen genç kızlar ve erkek garsonlar, ellerinde havyar tepsileri ve şampanyalarla kalabalığın içinde dolaşıyorlardı. Süper zenginlerin standartlarına göre, bunun pek gösterişli bir tarafı yoktu belki, ama Tieresse benim derin düşüncelere daldığımı fark etmişti.

“Büyük ayrıcalıklar içinde yetişen insanların yarısı sosyalizmin pek çok yönünü benimsiyorlar. Diğer yarısı ise monarşist oluyor.” dedi.

Ona bu seçimlerini neye göre yaptıklarını sormuştum.

“Bazı insanlar diğerlerinden korkarlar, bazıları ise korkusuzdur. Her şey yetiştirilme tarzına bağlı.” dedi.

“Yetiştirilme şeklimiz, davranışlarımızın tek sorumlusu değil ki.” dedim.

“Bunu fark etmene sevindim, aşkım. Ebeveynler denklemdeki değişkenlerden sadece bir tanesidir.” dedi.

Birkaç dakika sonra oradan ayrılmıştık. Bana diğer değişkenlerin ne olduğunu söylemedi.

Ertesi sabah, aşağıya indiğimde, banka kasasından yaptırdığım ana giriş kapısını açık bıraktığımı fark ettim.

“İkinizin de yardım için bağırdığınızı duyamadım.” dedim.

Moss, “Niye bağıralım ki?” dedi.

Omuz silktim, Stream'e, “Baban ne iş yapardı? diye sordum.

Stream, “Lise tarih öğretmeniydi. Neden sordun?” dedi.

“Dün gece eşimi rüyamda gördüm. Her neyse, hemen bir yolculuğa çıkmak zorundayım. Birkaç gün sizden ayrı kalacağım." dedim.

Moss, “Seyahate çıkmak zorunda mısın? diye sordu.

“Sanırım, hayır.” dedim.

Benim kadar iradesiz birinin, insanları aptalca ve tehlikeli bir şekilde kapatmanın kötü bir şey olduğunu bilmesine rağmen, gözlerini karartıp bu işi sürdürme çabası ağır basıyordu. Bir termosa çorba, diğerine kahve doldurdum ve uçuş çantama koydum. Houston'a doğru uçarken bunun son hava yolculuğum olacağından neredeyse emindim.

Eski evimizde, muhteşem eşi ve çift yumurta ikizleriyle bir yatırım fonu yöneticisi oturuyordu. Hafifçe tıklattığım kapı, gri üniforma giyen bir hizmetçi tarafından açıldı.

"Size nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu.

“Haber vermeden geldiğim için özür dilerim ama daha önce aramamın bir yolunu bulamadım.” dedim.

Ona kim olduğumu açıkladım ve daha önce burada oturduğumu söyledim. Etrafa bir göz atmamın mümkün olup olmayacağını sordum. Benden biraz beklememi istedi ve üst kata çıkıp gözden kayboldu. Koridordaki duvarda muazzam bir Matisse tablosu asılıydı. Tieresse onu çok severdi. Bir süre sonra, tenis elbiseli bir kadın göründü. Kız kardeşini sırtında taşımaya çalışan bir çocuk onu takip ediyordu. Beni tabloyu incelerken yakaladı,

“Aslında kocam herkesin görebilmesi için tüm büyük sanat eserlerinin kamu müzelerinde sergilenmesi gerektiğini düşünüyor ama bu parçayı çok sevdi.” dedi.

“Eşim de aynı fikirdeydi.” dedim.

Kadın, kendini tanıttı ve beni içtenlikle karşıladı. İçecek bir şey alıp almayacağımı sordu. Hayır deyip teşekkür ettikten sonra beni alıp evi dolaştırmaya başladı.

Tieresse'nin öldürüldüğü yerdeki masanın bulunduğu salonda, altı geniş koltuk, büyük bir TV ve bir de pikap vardı.

“Plak dinliyor musunuz?” diye sordum.

Dört elektrogitar ve bir akustik gitar duvar boyunca dizilmişti.

“Kocam, değeri anlaşılmayan bir rock müzisyeni.” dedi. “Kulağının bu müziği aradığına yemin ediyor. Bana göre onun sevdiği, sadece kuru gürültü.”

“Kim olduğumu biliyorsunuz, değil mi?” diye sordum.

“Biliyorum.” dedi.

Bana önce yatak odasını gösterdi, hiçbir şeye dokunulmamıştı, her şey düzenlediğimiz gibi duruyordu. Sonra aşağı, alt kata indik, mutfaktan geçip arka bahçeye çıktık.

“İzin versek, ikizler her gün burada sabahtan akşama kadar yüzecekler.” dedi.

Uzun yıllardan beri hayli büyüyen kalın meşe dalları üzerine en az yarım düzine kuş yuvası asmışlardı.

“Ağaçlara nasıl baktıysanız, belli ki bundan memnun kalmışlar.” dedim.

“Çocuklar onlardan birine ağaç ev yapmak için göz koydu." dedi.

Bana budaklı bir ağaç gövdesinde yukarı doğru birbirini kovalayan iki sincap gösterdi.

“Nezaketiniz için teşekkür ederim, efendim.” dedim. “Nasıl ulaşacağımı bilseydim daha önceden sizi aramak isterdim.” 

“Benim için bir zevkti. Keşke kocam da evde olsaydı. İkimiz de, sizin bu eski evinize bayılıyoruz. Ne zaman isterseniz, uğramaktan çekinmeyin lütfen.” dedi.

(Devam edecek)

14 Temmuz 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 47

Kedi Mırıltısı tatile çıktığı için nöbetçi Ağaç Ev Sohbetlerinin moderatörlüğü Deeptone ve İrem Can yürütüyor. 47. Haftanın konusu yine İrem Can tarafından belirlenmiş. Bu hafta güncel bir konuyla ilgili sorulan sorular şöyle;

Yaz ayların nasıl geçiyor? Sıkıcı mı? Corona ile tatil nasıl?

İyi geçmiyor elbette. Koronavirüsle yatıyoruz, Koronavirüsle kalkıyoruz. Vakalar, can kayıpları, taşkınlar, orman yangınları, depremler, patlamalar, şehit cenazeleri... Her yaz Ağustos ayı bir planımız olurdu, bu sene ne yapacağız daha belli değil. 2020 yılını gözden çıkardık zaten. İki buçuk ay ev hapsinden sonra değişen bir şey yok.

Sıkıcı mı? Hayır değil. Yapacak bir şeyler her zaman bulurum ben. Yazarım, okurum. Plaja gidip güneşin altında serilmek tarzım değil. Ancak memleketin durumu canımı sıkıyor. Bir sürü çelişkili açıklamalar, yeni normaller, eski normaller kafaları karıştırıyor. Maske takmak zorunlu diyorlar. Pazarlarda, AVM'lerde, plajlarda, restoranlarda, toplu taşım araçlarında insanlar iç içe. Maskeler, gıdılarda, kollarda, ellerde, ceplerde, başların üzerinde, araçların dikiz aynalarında, nadiren olması gereken yerde. Normalleştikçe normalleşiyoruz ama vaka ve can kaybı stabil! 

Sanırım Koronavirüsten en büyük darbeyi yiyecek sektörlerden birisi de turizm. İnsanlar, yine ikiye bölünmüş durumda. Korona'dan Korkanlar (KK), Korona Benden Korksun (KBK) diyenler.  KK, aşırı derecede korunma tedbirleri alarak kendilerini soyutlamış, maskesiz dışarı çıkmayan, kalabalık yerlere girmeyen, toplu taşıma araçlarına binmeyen ve tatil düşünmeyenler grubu. KBK ise tam aksine en ufak tedbir almaya lüzum hissetmeyen, AVM, Restoran, pazarları dolduran, toplu taşım araçlarını tereddütsüz kullanan, maskeyi mecburen yanında bulunduran ama genellikle doğru şekilde kullanmayanlar grubu. Elbette her grubun kendine göre haklı nedenleri var. Benim gördüğüm, ülkede bir sayım yapılsa, iki grubun da birbirine bariz bir üstünlük sağlayamayacağı.